İhsan Çaralan
Bilginin, egemen olmanın en önemli şartlarından biri olduğunun fark edilmesinden beri devletler; “dost” ve “düşman” devletler ya da “içeride” egemen sınıfın ve temsilcilerinin iktidarı için tehdit olarak gördükleri güçler hakkında bilgi toplamayı, onların zaafları ve güçlü yanları hakkında mümkün olduğunca ayrıntılı bilgiler edinmeyi başlıca amaç edinmişlerdir. “Casusluğun” en eski “meslek”lerden biri olmasının nedeni de budur.
Eski çağlarda devletlerin, daha çok kişiler düzeyinde bir casusluk faaliyeti olarak sürdürülen bilgi toplama faaliyetinin; kapitalizm çağında sistemleştirildiğini, giderek sürekli, yüzlerce, binlerce profesyonel görevlinin çalıştığı, pek çok başka kurumlarla da desteklenen, son derece sofistike ve “hassas” bir devlet faaliyetine dönüştüğünü görüyoruz.
CIA, MOSSAD, KGB (SSCB’nin resmen tarih sahnesinden çekilmesinden beri yok ama namı sürüyor), MI6 gibi örgütler “dış istihbarat amaçlı” olarak faaliyet gösteren, istihbarat denince herkesin aklına gelen en tanınmış örgütlerdir. Ama artık günümüzde istihbarat örgütüne sahip olmayan bir devlet yoktur. Tersine örneğin İran’ın SAVAK’ı (şimdi adı SAVAMA), Suriye’nin El Muhaberat’ı devletlerinden daha çok tanınan istihbarat örgütlerdir. Ama dışarıda tanınmış olmasa da her ülkenin bir istihbarat örgütüne sahip oluğu, hatta pek çok ülkede birden fazla “iç istihbarat” örgütünün olduğu bilinen bir gerçektir. Örneğin ülkemizde, dış istihbaratla görevli MİT’in yanı sıra “Emniyet istihbaratı”, “Jandarma istihbaratı”, “Genelkurmay istihbaratı” gibi, her biri başka bir kuruma bağlı dört ayrı istihbarat örgütü vardır.
Bu makalenin amacı, genel olarak “istihbarat sorunu” ile ilgili bir tartışma yapmak değildir. Türkiye’nin dış politikasının son yıllarda “istihbarat diplomasisi” denilecek bir karakter kazanmasının yol açtığı sorunlar etrafında dış politika ile istihbarat ilişkisi ele alınacaktır.
Bu yüzden burada Milli İstihbarat Teşkilatı’nın (MİT) Türkiye’nin dış politikasında giderek geleneksel diplomasiyi etkisizleştirip tasfiye ederek bir dominantlık kazanması ve bunun sonuçlarını tartışacağız.
MİT’İN KISA TARİHÇESİ
MİT’ın kuruluş yasasında örgütün amacı, “Türkiye’nin bölünmez bütünlüğüne, anayasa düzenine, varlığına, bağımsızlığına, güvenliğine ve millî gücünü meydana getiren bütün unsurlarına karşı içten ve dıştan gelecek mevcut ve muhtemel tehditler hakkında bilgi toplamak, önlem almak ve gerekli durumlarda ilgili makamları uyarmakla görevli bir teşkilattır” deniyor.
MİT’e bu adı veren kanun 22 Temmuz 1965’te çıkarılmıştır ama tabii ki MİT 1965 yılında gökten birdenbire inmemiştir. Tersine MİT 6 Ocak 1927’de Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk istihbarat örgütü olarak kurulan Milli Emniyet Hizmeti Riyaseti (MAH) olarak kurulan istihbarat örgütünün kesintisiz devamıdır ve MAH’ın adı 1965 yılında MİT olarak değiştirilmiştir. Bu yüzden MİT’in kuruluş tarihi olarak 6 Ocak 1927 kabul edilmektedir. MİT de kendi belgelerinde kuruluş tarihini 6 Ocak 1927 olarak kabul eder.[1]
1927’den itibaren faaliyet gösteren MAH’ın 1965’de Milli İstihbarat Teşkilâtı (MİT) olarak değiştirildiği 644 sayılı kanun MİT’in bir Müsteşar tarafından yönetilmesi ve Müsteşarın sadece Başbakan’a karşı sorumlu olmasını öngörüyordu. 12 Eylül darbesi sonrasında MİT yasası bir kez daha değiştirildi. 1 Kasım 1983 tarihinde 12 Eylül cuntası giderayak cuntanın başı olarak faaliyet sürdüren Milli Güvenlik Kurulunun çıkardığı 2937 sayılı kanunla, MİT’i de “zamanın ihtiyaçlarına” göre yeniden düzenliyordu. 7 Temmuz 2018’de çıkarılan 703 Sayılı Cumhurbaşkanlığı KHK’sı ile “MİT Müsteşarlığı”, 2017 Nisanı’nda referandumla yapılan anayasa değişikliğine uygun hale getirilmek iddiasıyla ama her halde başkanlık sitemine daha uygun bir adlandırma olacağı için “MİT Başkanlığı” olarak değiştirildi. Ve MİT’in, 2007 sonrasındaki “aktif dış politika” yönelimine uygun görevleri yerine getirmesini teşvik edecek düzenlemeler yapıldı.
MAH ikinci dünya savaşında Alman istihbaratı ile içli dışlıdır. İkinci Dünya Savaşı sonrasında Türkiye’nin NATO’ya girmesi ve yerini açıkça batı emperyalizminden yana ortaya koymasıyla pek çok kurum gibi MİT de “yenilenir”; ABD’de eğitim görmüş bir grup elamanı tarafından yeniden düzenlenir. Sadece yeniden düzenlenmekle kalmaz, MİT ve CIA’nin kimi elemanları tarafından da açıkça söylendiği gibi CIA’nin bir kolu olarak faaliyet gösteren bir istihbarat örgütüne dönüştürülür.
Bu dönemde MİT’in eğitimden finansmanına kadar her ihtiyacı CIA tarafından karşılanır. MİT elemanlarının maaşlarının bile CIA tarafından ödendiğini, 12 Eylül darbesinin başı Evren (ülkenin nerelere getirildiğini söylemek için olsa bile) açıkça söylemiştir.
1977’de ironik bir biçimde CIA ajanlığı suçlamasıyla tutuklanan (ve kaldığı askeri hapishanede intihar eden) MİT İstihbarat Başkan Yardımcısı Sabahattin Savaşman MİT’in durumunu; “Teşkilatın kullandığı bütün teknik malzemeler CIA tarafından temin edilmiştir. Birçok personel Amerikalılar tarafından yurtdışındaki kurslarda eğitilmiş, teşkilat binası CIA tarafından inşa edilmiş, eğitmenleri CIA sağlamıştır. (…) Personel yıllardan beri CIA gibi çalışmakta, Amerikan Servisi hesabına görev almakta, yurtiçi ve yurtdışındaki operasyonlarda ücret kabul etmektedir” diyerek tarif ediyordu.
Türkiye’de görev yapmış olan CIA ajanı Philip Agea da, MİT’in bu dönemi ile ilgili olarak, CIA Günlerim adlı kitabında CIA-MİT ilişkisini, “CIA uzun yıllardan beri Türk Milli İstihbarat Teşkilatı ile çok yoğun bir işbirliği içindedir. Bu örgütün eğitimi ve donatılmasını CIA sağlar. CIA’nın Türkiye’deki görevi, ‘Doğu Bloku’ ülkelerinin misyon ve operasyonlarını’ kontrol etmek … ABD çıkarları için tehlikeli hale gelmelerini önlemektir” diyerek Savaşman’ı doğruluyordu.
12 Mart darbesi sonrasında darbe ile düşürülen Demirel Hükümeti’nin Dışişleri Bakanı İhsan Sabri Çağlayangil, o zaman gazetecilik yapan İsmail Cem’e “CIA altımızı oymuş, haberimiz olmamış” diye yakınmıştır.
Demirel ise, 16 Mart 1990’da, Cumhuriyet’in 12 Mart ve 12 Eylül darbelerini hükümete haber vermemesiyle ilgili olarak, “MİT Angola’da olanı bilir ama Ankara’da olanı bilmez” diyerek yanıtlıyor. Ama darbeler başarılı olduğu için olacak, MİT “darbeleri neden resmen bağlı olduğu başbakana haber vermedi” diye idari ya da adli bir soruşturma yapılmıyor.[2]
Bu dönemde batı emperyalizminin komünizme karşı mücadele stratejisinin bir ayağını oluşturan “Yeşil Kuşak projesi”nin en gayretkeş ülkesi olması ve NATO’daki rolü itibarıyla Türkiye hükümetleri için MİT’in CIA ile iç içeliği elbette çok sorun teşkil etmedi. Bir de şu darbeleri önceden haber verselerdi!
Yasa maddeleri, görev tarifleri, ortaya çıkan kimi bilgiler ve belgeler, devletin en üst istihbarat örgütünün görevleri konusunda bir fikir verse de bu fikrin gerçekle ne kadar örtüştüğü tartışmalıdır. Hatta söylenenle sahadaki durum çoğu zaman birbirine karşıt bile olmaktadır. Darbeler sırasında MİT’in ne kuruluş yasasında ne de resmi görevlerinde yeri olmayan, hatta görevinin tam tersi bir tutum alarak istihbaratı saklamasında olduğu gibi!
Nitekim kamuoyunda MİT’in imajı, kuruluş yasası ve yasadaki görev tanımıyla da tamamen çelişiktir. Çünkü kamuoyunda MİT’in, komünizmle mücadele adı altında ilerici demokratlara, sosyalistlere, hak ve demokrasi talebiyle mücadele eden güçlere, sosyalistlere karşı açık ve örtülü operasyonlar yaptığına, yerine göre 6-7 Eylül, 77 1 Mayıs, Maraş, Çorum, Sivas katliamları gibi büyük kitle katliamlarının arkasındaki “gizli el” olduğuna dair bir yargı egemendir.
Özellikle 1960 sonrasında anti emperyalist ve anti faşist mücadelenin yüksek tempoda seyrettiği yıllarda MİT, ilerici, antiemperyalist, antifaşist güçlerin gözünde kendilerine karşı faşist, gerici güçleri destekleyen, devrimci güçlere karşı kanlı operasyonlar düzenleyen, emperyalizmin işbirlikçiliğinin somut ifadesi olan bir örgüt; CIA ile ortak iş yapan, darbelerde işkence evleri kurup işkenceli sorgular yapan bir organizasyondur!
Bu yüzdendir ki o yıllardan beri anti emperyalist ve anti faşist mücadelede “MİT kapatılsın” talebi öne çıkan ve yaygın kabul gören bir talep olmuştur.
Bugünden geriye bakıldığında MİT’in bazen açıkça bazen de dolaylı olarak politikaya müdahale ettiği, bu müdahalelerin tartışıldığı dönemler olmuştur. Ama MİT hiçbir zaman 2007 sonrasında olduğu kadar iç ve dış politikanın, özellikle de dış politikanın etkin bir unsuru olmamıştır.
2007’DE NE OLDU?
2007 MİT’in 80’inci kuruluş yılıydı.
80’inci kuruluş yılı nedeniyle MİT bir rapor yayımladı.
Bu raporda MİT daha önce hiç yapmadığı bir şeyi yaptı; ülkenin yüz yıla yaklaşan dış politikasını esasına cepheden karşı çıktı!
Az çok demokrasiden söz edilen bir ülkede herhangi bir istihbarat örgütünün böyle bir rapor yazmaya cesaret edemeyeceği tartışılmazdır.
Çünkü bu raporda MİT, Türkiye Cumhuriyeti’nin, kuruluşundan beri izlediği; “başka ülkelerin iç işlerine karışmama ve başka ülkelerin de Türkiye’nin içişlerine karışmaması” anlamına gelen “Yurtta Sulh Cihada Sulh” sloganıyla ifade edilen TC’nin dış politikası eleştiriliyordu. Raporda bu politika “pasif dış politika” tutumu olarak eleştirilirken, Türkiye’nin artık “aktif dış politika” çizgisine geçmesi gerektiği belirtiliyordu. Çünkü MİT’e göre Türkiye artık “aktif dış politika” çizgisine geçecek kadar güçlenmiş, dünyanın koşulları da bu politikanın ete kemiğe bürünmesine elverecek biçimde değişmişti!
Nitekim bu tarihten sonra; Türkiye’nin dış politikasında, sonraki yıllarda “yeni Osmanlıcılık” olarak da nitelenecek olan “yayılmacı” tutum giderek güç kazanmış, dış politikanın ağırlıklı eğilimi haline gelmiştir. Bu dış politika tutumu, ilerleyen yıllarda sözde de kalmamış; eski Osmanlı topraklarının İslam dünyasındaki bölümünün “ecdat mirası” ve Türkiye’nin bu topraklar üstünde kurulmuş devletlerin doğal hamisi (yerine göre abisi) olduğu zannıyla bu ülkelere ekonomik, siyasi, askeri girişimlerde bulunmanın tarihsel bir hak olduğu iddiası temelinde biçimlenmiştir.
Bu topraklar üstünde Türkiye’nin miras hakkı olduğu ve bundan bir hamilik hakkının doğduğu iddiası AKP iktidarı tarafından dillendirilmiştir. Söz konusu ülkelerin hükümetleri bu hakkı kabul etmiyorlar. Tersine bu ülkelerde Türkiye’nin “miras hakkı” üstünden yaptığı girişimler Osmanlı’ya karşı verilen mücadelelerin acılarını yeniden canlandırmakta, Türkiye düşmanlığının tazelendiği gelişmelerin de yolunu da açtığı görülmektedir. Fransa Devlet Başkanı Macron da bu politikayı “imparatorluk fantezisi” diye eleştirerek hem Akdeniz ülkelerini hem de İslam ülkelerini Türkiye karşıtlığı etrafında yedeklemeyi amaçlamaktadır. Hele de bu “mirasın” ele geçirilmesinin İhvancılık üstünden gerçekleştirilmek istenmesi ve bunun aynı zamanda İslam dünyasının kurtarıcı liderliği mücadelesiyle bağlantılı sorunları da gündeme getirmesi Türkiye ile Suudi Arabistan, Mısır, İran gibi ülkeler arasındaki rekabeti de derinleştirmektedir.
MİT’in 2007’deki çıkışıyla ilgili söylenecekler bu kadar değil.
2007’ye gelen yıllar ABD’nin Türkiye’yi bölgenin “model ülkesi”, “bölgesel gücü”ilan ettiği, Erdoğan’ın Genişletilmiş Ortadoğu Projesi’nin “eş başkanlığı” gibi sıfatlarla taltif ettiği yıllardır. Ve tabii Erdoğan Hükümeti, 2003’te Türkiye’nin Irak işgaline katılmasının yolunu açacak “tezkere”nin TBMM’de reddedilmesinin yaralarını sarmak için büyük bir gayretle ABD’nin bölge stratejisine uyum sağlamaya, kendini ispat etmeye uğraşmaktadır.
2007’deki “aktif dış politika”ya geçiş sırasında AKP iktidarı, bir yandan batı emperyalizminin güvenini kazanmak, en başta da Afganistan ve Irak’ın işgaliyle biçimlenen ABD’nin bölgedeki stratejisine uyum sağlamak; öte yandan da İslam dünyasında giderek radikalleşen batı ve Amerikan düşmanlığı dalgasını kendi dayanağına dönüştürüp kontrol etmek gibi birbiriyle çelişen iki sorunu uzlaştırma gibi önemli bir problemle karşı karşıyaydı.
Nitekim ilerleyen yıllarda; İsrail’e karşı 2009 Davos zirvesindeki “One Minute” şovu, Gazze’de Müslüman Kardeşler (İhvan) ile yakınlaşma, Arap isyanlarının yarattığı otorite aşınmasını fırsat bilen emperyalistlerin bölgeye müdahaleleri artarken İhvancı bir çizgiye kayan AKP iktidarının bölgedeki sorunlara da İhvancı bir hattan müdahaleye yönelmesi; Suriye ve Libya’ya askeri müdahaleler; Katar, Sudan, Somali, Libya, Azerbaycan, Suriye, Irak gibi ülkelerde askeri üs kurma girişimleri, “aktif dış politika”nın dışa vuran alametleri olarak ortaya çıktı.
MİT, ‘AKTİF DIŞ POLİTİKA’NIN NERESİNDE?
80’li yıllarda MİT’in bazı Avrupa ülkelerinde eski ülkücü ve yeraltı örgütleriyle bağlantılı kişilerle ASALA’ya karşı eylemler organize ettiği gündeme geldi.
‘90’lı yıllarda SB’nin dağılmasının ardından MİT Türki Cumhuriyetlerle ilişkilerde öne çıkarıldı. Bu ülkelerdeki dinci ve ırkçı-milliyetçi akımlarla, yeni kurulmuş devletlerin yöneticileriyle MİT’in yakın ilişkisi dönemin iktidarları tarafından hiç gizlenmediği gibi medyada da bu konularda çeşitli haberler ve “dosyalar” yayınlandı.
Türkiye iktidarı bu yeni devletlerin ağabeyliğine ya da hamiliğine soyunarak komünizmin ezdiği Türklüklerini, dinlerini ve geleneklerini yeniden öğretmeyi ve kazandırmayı vaat ettiği Türki Cumhuriyetleriyle ilişkilerinde MİT’i öne sürdü. Irkçı milliyetçi odakların “Adriyatik’ten Çin Seddi’ne Büyük Türk dünyası” hayallerinin yelkenini şişindikleri dönemde MİT bu ülkelerde önemli görevler üstlenmekteydi.
Ancak bu yıllarda MİT’in bazı Türki cumhuriyetlerde darbe hazırlığı girişimleri yaptığının ortaya çıkmasıyla Türkiye ile bu cumhuriyetler arısındaki sıcak ilişkiler soğumaya başladı. Bir süre sonra da “Adriyatik’ten Çin Seddi’ne Büyük Türk Dünyası” propagandası da itibar yitirdi!
AKP iktidarının ilk yıllarında MİT’in Irak’ın ABD tarafından işgali sonrasında ortaya çıkan istikrarsızlıktan yararlanmaya çalışarak Kürt güçlerine yönelik kimi faaliyetleri olsa da bunların rutini aştığını gösteren işaretler yoktu.
Bu açıdan 2007 Ocak ayındaki Türkiye’nin artık “aktif dışı politika” çizgisine geçmesini savunan rapor MİT için olduğu kadar Türkiye’nin dış politikası için de “milat” olarak görülebilecek önemdedir. MİT için artık 2007 öncesi ve sonrası vardır.
Bu yüzden de “MİT aktif dış politikanın neresindendir” sorusunun “MİT aktif dış politikaya geçişin tam göbeğindedir” diye yanıtlamak yanlış olmaz. “Aktif dış politika” adlandırmasının isim babası da MİT’tir.
Burada ortaya şöyle bir soru da ortaya çıkıyor: “Bu rapor MİT tarafından kurumsal bir çalışmanın sonucunda mı hazırlanmıştır yani bağlı olduğu başbakandan bağımsız olarak mı yazılmıştır?”
Bu sorun yanıtı elbette ki “hayır”dır!
MİT tarihinde başbakana bilgi vermediği ilişkiler içine girmiştir (örneğin darbeler konusunda bilgisi olduğu halde bunları başbakana bildirmemiştir) ama resmiyette başbakanın bilgisi dışında rapor yazacak bir özerkliğinin olmadığı da açıktır. Dolayısıyla Cumhuriyetin kuruluşundan beri tartışılmaz biçimde savunulan dış politikanın ters yüz edilmesini isteyen bir raporun başbakandan bağımsız söylemek absürt bir iddia olur.
Gerek raporun içeriğini gerekse sonraki yıllarda sahadaki girişimlere bakıldığında sözü edilen raporun dönemin Başbakanı Tayyip Erdoğan’ın Başdanışmanı Ahmet Davutoğlu’nun dolaysız denetiminde hazırlandığını söylemek yanlış olmaz. Erdoğan’a da en azından raporun amacı ve içeriği hakkında bilgi verilmiş, onayı alınmıştır!
Bu yüzden de raporun “Davutoğlu’nun liderliğinde” hazırlandığı, MİT adına yayımlanmasının MİT’e yüklenmek istenen misyonla ilgili olduğu söylenebilir. Bölgenin ve dünyanın o zamanki konjonktüründe Davutoğlu’nun “Stratejik Derinlik” iddiası etrafındaki tezleri ile Ortadoğu’daki paylaşım savaşlarının açtığı alana dahil olmak isteyen Türkiye burjuvazisinin çıkarlar örtüşmüş ve MİT’e bu süreçte yüklenen rolün belgesi olan MİT Raporu’nda dile getirdi.
Nitekim MİT’in “aktif dış politika” dediği ve sonradan “yeni Osmanlıcı dış politika” da denecek olan politikanın Davutoğlu’nun önce Erdoğan’ın başdanışmanı, sonra da Dışişleri Bakanı ve Başbakan olduğu dönemde uygulanmaları “Davutoğlu-MİT raporu-dış politika” ilişkisini göstermektedir ama bu ilişkinin oluşmasın sağlayan konu Ortadoğu’daki gelişmelerdir.
Ancak Davutoğlu’nun daha sonra görevden alınması ve AKP’ye muhalif bir çizgiye geçip parti kurması, hatta AKP’nin dış politikasını sert sözlerle eleştirmesi ya da gelinen yerde Davutoğlu çizgisinin dışına çıkılıp çıkılmadığı sorusunun yanıtı buradaki tartışmanın dışındadır. Belirtilmesi gereken, Davutoğlu muhalefete geçtikten sonra bile fikrinin iktidarda olmaya devam ettiğidir.
Davutoğlu’nun iktidarın dış politikasına itirazları “Ben olsaydım öyle değil böyle yapardım” demeyi geçmiyor. Aslında bu öteki burjuva muhalefet partilerinin de üzerinde buluştuğu bir çizgidir. 2007 aktif (yayılmacı, gerilim odaklı ve saldırgan anlayalım) dış politikanın partiler üstü şekillendirildiği, iktidarın dış operasyonlarında iktidar-muhalefet arısında esasa ilişkin bir farkın kalmadığı ortak bir yönelimdir.
MİT VE DIŞ POLİTİKA
Emperyalist ülkelerin ve sınırlarının ötesinde birtakım sorunlara sahip ülkelerin bir “dış istihbarat örgütü” kullanmaları, bu örgütleri dış politikanın amaçlarına hizmet edecek biçimde kullanmaları emperyalist kapitalist dünya sisteminin bir gerçeğidir. ABD’nin CIA’sı, İngiltere’nin MI6’sı, İsrail’in MOSSAD’ı, çöküşten önce SSCB’nin KGB’si, Almanya’nın BND’si bu istihbarat örgütlerinin en tanınmışlarıdır. İran’ın SAVAMA’sı, Suriye’nin El Muhaberat’ı da en azından bizim kamuoyumuzca iyi bilinmektedir.
MİT’in faaliyetleri ile ilgili tartışmalar gündeme geldiğinde medyada ve siyasette CIA, MI6, MOSSAD gibi örgütler örnek gösterilerek ‘MİT neden onlar kadar etkili ve nam salmış değil’ diye hep hayıflanılmıştır. Nitekim “aktif dışı politika” çizgisine yönelişe bağlı olarak MİT’in bu uluslararası planda faaliyet gösteren istihbarat örgütlerine öykünülerek yeniden düzenlenmeye çalışıldığı medyada da siyasette de tartışılmıştır.
Bu yüzden 2007’den MİT’in dış politikada giderek artan rolüyle ilgili değerlendirmelerde, özellikle de MİT Müsteşarlığı’nın MİT Başkanlığı’na dönüştürülmesiyle ilgili şöyle tespitler yapılır:
“Çıkarılan MİT yasasıyla dünyadaki diğer etkili istihbarat birimleri olan CIA, MOSSAD, FSB, MI6’nın yetkilerine haiz olmuştur. Böylelikle çalışma alanı tam manasıyla bir istihbarat birimine dönüşmüştür… Abdülhamid’ten bu yana MİT ilk kez uluslararası çapta bir kurum haline yeniden kavuşmuş, bir anlamda aslına rücu etmiştir!”[3]
MİT’in dışı politikada giderek artan ağırlığını (yakın gelecekteki muhtemel gelişmeleri de) ancak son aylarda ortaya çıkan olguları ve arkasındaki gerçekleri değerlendirdiğimiz ölçüde anlayabiliriz.
Bu yaklaşımla ele alındığında son yıllarda şu gelişmeler dikkat çekicidir:
1. MİT Başkanı Fidan bütün dış ziyaretlerin değişmez elemanı olmuştur: Gerek Cumhurbaşkanının gerekse Dışişleri Bakanının bütün ziyaretlerinde heyetteki katılımcılar ziyaret edilen ülkeler ya da ziyaretin konusuna göre değişiklik göstermektedir ama MİT Başkanı bütün dış ülke ziyaretlerinin değişmez elemanıdır. Oysa dana önceki yıllarda MİT Müsteşarı böyle ziyaretlerde çok nadiren ve eğer MİT’i de ilgilendiren bir gündem varsa yer alırdı. Dahası CIA, MOSSAD, MI6’nın başkanları da ülkelerinde hükümetlerinin dış ziyaretlerinde çok nadir haller dışında yer almamaktadırlar. Günübirlik, “çalışma ziyareti” denilen ziyaretlerde bile MİT Başkanı Cumhurbaşkanının, Dışişleri Bakanı’nın hemen yanında yer almaktadır. Çünkü “tek adam yönetimi” MİT’e ayrı bir önem yüklemekte, yeni Osmanlıcı yayılmacı perspektifle, MİT’e ekonomiden siyasete, diplomasiden kültüre her alanı istihbaratın alanı olarak gören bir anlayışla hareket etmektedir. Giderek oluşan tabloya bakıldığında insan; galiba tek adam yönetimi, Cumhurbaşkanı (Başkan), MİT Başkanı, Diyanet İşleri Başkanı ve İletişim Başkanı’ndan oluşan bir ‘tek adam iç kabinesi’ne doğru gittiğini söylemeden edemiyor. Çükü dışarıda MİT Başkanı olmadan adım atmayan Cumhurbaşkanı, içeride de Diyanet İşleri Başkanı olmadan köprü, viyadük temel atmalarına bile gitmiyor. İletişim Başkanlığı ise dünün faşist yönetimlerinin propaganda bakanlıklarının algı operasyonu yapma ve psikolojik savaş görevleriyle donatılarak MİT’in örtülü operasyonlarıyla da bağlantılı hale getirilmektedir.
2. MİT ‘köşk”ten “Kale”ye taşındı: Geleneksel olan MİT binaları; geniş bir arazi içinde etrafı yüksek duvarlar ve dikenli tellerle korunmuş, bu arazinin meskûn mahallere en uzak köşesinde, gösterişsiz ama esrarengiz binalardır.[4] Ancak bu yıl gördük ki MİT artık “köşklerle” yetinmemekte “kalelere” taşınmaktadır. Ankara’da inşa edilen Ocak 2020’de açılan MİT Başkanlığı binası, Dışişleri Bakanlığı ve bütün öteki bakanlıkların binalarından daha büyük ve azametli bir bina olarak inşa edilmiş, “Saray’dan sonra en büyük sensin” denmek istenmiş görünmektedir. İstanbul’da da “MİT’in İstanbul Kalesi” denilen görkemli bir bina inşa edilmiş ve Temmuz 2020’de hizmete sokulmuştur. Böylece “kale”adının verildiği binaların kale adını hak edecek görkemde yapılmasıyla MİT’in ‘azameti’nin simgesi olarak vatandaşın gözüne sokulması, hem devletin güvenlikçi ve istihbaratçı yönünün, hem de MİT’in yeni misyonuna verilen önemin alametinin mimari bir karşılığı olmuştur.
3. Diplomaside MİT’in rolü görülmemiş biçimde artmıştır: 2007’den itibaren, “aktif dış politika”ya geçilmesi ve “Türkiye’nin ulusal güvenliğinin sınırları ülke sınırlarının ötesinden başlar” iddiasının “ulusal bir politika” haline getirilmesiyle birlikte diğer ülkelere yönelik örtülü ve açık askeri operasyonlarda MİT başrolü üstlenmeye başladı. Bu süreç elbette ki tedricen ilerledi. Suriye, Mısır, İsrail ile legal diplomatik ilişkilerin sıfıra yaklaşmasına da paralel olarak, bu ülkelerle ilişkilerin nerdeyse tek imkanı MİT üstünden bu ülkelerin istihbarat örgütleri arasındaki ilişki kaldı. Cumhurbaşkanı Erdoğan, 18 Eylül günü yaptığı açıklamada, “Kim diyor Mısır’la ilişkimiz yok diye. MİT Mısır’la ilişkimizi hep sürdürdü” diyerek, MİT’e yüklenen misyonun arkasındaki zihniyeti de deşifre etmiş oldu.
Suriye’deki iç savaş boyunca terörist cihadist örgütlerle ilişkinin MİT tarafından diplomasiye ayar vermek için kullanıldığı da görüldü.
Cumhurbaşkanı Erdoğan, Ankara’da “MİT’in Kalesi”nin açılış töreninde yaptığı konuşmada, Suriye’de iç savaşa müdahaleye başladığı ilk günden itibaren MİT’in görevini başarıyla yaptığını söyledikten sonra şunları ekledi: “Aynı şekilde şimdi de Libya’da üzerine düşen görevleri hakkıyla yerine getiriyor. Devletimizin ve milletimizin çıkarlarını sınır, mesafe, engel tanımaksızın her coğrafyada savunmaya devam edeceğinize yürekten inanıyorum. Milli İstihbarat Teşkilatımız artık, sadece bilgi toplayan ve rapor eden bir kurum olmaktan öteye geçti. Ürettiği bilgiyi diplomasi masasında muhatapları karşısında kullanan, istihbarat ile diplomasiyi yakınlaştıran bir yere geldi!”
Tabii bu övgülü yaklaşımın arkasında istihbarat diplomasisine devam edileceğinin, dolayısıyla iç ve dış politikada istihbarat diplomasisinin payının giderek artacağının itirafı vardır. Ancak istihbarat diplomasisinin bir faturası da vardır ve bunu ödemesi istenen hep halktır. Öncesini bir yana bıraksak bile son 10 yılda bu fatura;
– “Barış süreci masası”nın devrilerek akamete uğratılması, Kürt sorununda 150 yıllık “ezerek çözme” stratejisine dönülmesi,
– Türkiye’nin Suriye sorununu çözmede IŞİD, El Kaide başta olmak üzere onlarca cihadist terörist örgütle ilişkiye girilmesi, bu ilişkilerin dış politikanın ve bölgedeki sorunlara müdahalesinin dayanağı yapılması,
– Reyhanlı, Suruç, Gaziantep, 10 Ekim Ankara Gar, HDP Diyarbakır mitingindeki kitle katliamlarında olduğu gibi Türkiye’nin terörist cihadist örgütlerin arka bahçesine dönüştürülerek iç siyasetin dizayn edilmeye girişilmesi,
– Türkiye’nin Suriye, Doğu Akdeniz, Libya politikaları nedeniyle halkların gözündeki itibar kaybı, yalnızlaşması. Türkiye’nin bölge halklarının gözünde diğer ülkeleri tehdit eden bir ülke olarak görülür hale gelmesi,
– Diplomasinin askerileştirilmesi ve iktidarın diğer ülkelerle arasındaki her sorunu silah ve askeri güçle çözmeyi dış politikanın rutin tutumu haline getirmesi,
– Diplomasi dilinin “Biz bu oyunu bozarız”dan başlayıp, muhatap ülke yöneticilerine her vesile ile “had bildirme”ye genişlediği ve “gözünüz yiyorsa hodri meydan”la noktalandığı bir karakter kazanması,
– Dış politikada istihbarat diplomasisinin ağırlık kazanması iç politikada da “bekacılığın”, “şoven milliyetçiliğin”, cihadizm ve fetihçiliğin itibar kazanması, her tür muhalif görüşün “casusluk”tan “terörle işbirliği”ne suçlanmasına zemin açmaya kadar önemli sonuçları olmuştur, olmaktadır.
Kısacası dış politikada onun geleneksel ama vazgeçilmez aracı olan diplomasinin giderek ve artan biçimde istihbaratçı yanının öne çıkması, uluslararası planda Türkiye’nin dış politikasının itibarsızlaştırılmasını kolaylaştırmaktadır.
4. MİT, dokunulmazlık zırhına büründürülüyor: Sınır ötesinde örtülü operasyonlar yapma yetkisiyle donatılan MİT’in yükümlülüklerinin çerçevesi genişletildikçe onun her eylemini meşru ve yasal gösterme çabası yoğunlaştı. MİT’in yasadışına çıkan eylemlerinin deşifre edilmesi “devlet sırlarını ifşa etme”yle (casusluk) eşitlenerek ağır suçlamaların gerekçesi yapıldı.
MİT’in faaliyetlerin deşifre edildiği iddiasıyla;
- İlki Ocak 2014’te olan “MİT TIR’ları Davası”nda Suriye’deki terörist cihadist örgütlere silah götürülmesinin ortaya çıkmasıyla ilgili haberler nedeniyle gazeteciler yargılandı; aylarca hapis yattılar. Eski bir gazeteci olan CHP Milletvekili Enis Berberoğlu’nun davası yeni skandallarla devam ediyor. TIR’ların durdurulmasına rol alan askerler (subaylar ve erler) hakkında soruşturmalar açıldı, görev yerleri değiştirildi.
- İkincisi olarak; 2020 Şubatı’nda Libya’da ölen bir MİT mensubunun cenazesini haber yaptıkları gerekçesiyle altı gazeteci tutuklandı. Üçü 3 ay üçü de 6 ay tutuklu kadılar. Haklarında 3 yıl 6 aydan 4 yıl 8 aya varan cezalar verildi.
Her iki davada MİT yasasını ihlal ve devletin sırlarını ifşa etme (casusluk) suçlamaları yapıldı. Cezalar sadece MİT yasasını ihlalden verildi. Ama davalar hükümetin gazetecilere yönelik abartılı suçlamaları ve gözaltına alma ve tutuklamaların sadece suçlanan gazetecileri cezalandırma amacının ötesinde medyaya ve siyasete ayar vermenin, “MİT’e dokunan yanar” denmenin dayanağı olarak kullandı.
***
Evet, hemen bütün ülkeler istihbaratı kendi dış politikalarının önemli bir dayanağı olarak kullanmışlardır, kullanmaktadırlar. Ama AKP iktidarı yayılmacı amaçlarının gerektirdiği dış politikayı ancak bölgedeki cihadist terörist örgütler ve en gerici güçlerin desteği ile oluşturacağını var sayarak, “istihbarat diplomasisi” mecrasına girmiştir. Çünkü AKP iktidarının amacı, elbette ki bölgede barış değildir. Terörist örgütlerle ve pek çok ülkenin terörist gördüğü İhvan’la işbirliği ile olağan diplomasisinden çok istihbarat diplomasisinin alanını genişletmektedir. Mısır, Suriye, İsrail’le ilişkilerin hemen tamamı zaten istihbarat diplomasisine dayanmaktadır.
Elbette burada Türkiye’nin bugün eleştirdiğimiz yayılmacı, bölgede çatışmaları kışkırtan, bölge ülkeleri ve halkları için tehdit oluşturan dış politika çizgisine girmesinin nedeni istihbaratçı diplomasiyi benimsemiş olması değil, tersidir. Yani Türkiye’nin yayılmacı dış politikası etrafında yaptığı girişimler istihbarat diplomasisinin alanını genişletmektedir.
Bu yüzden burjuva muhalefetin yayılmacı dış politikasına itiraz etmeden, eleştirilerin geleneksel diplomasiyi hor gören tutumun eleştirilmesine indirgenmesi muhalefetin itirazlarını zayıflatan, dolayısıyla iktidara yarayan eleştiriler olarak kalmaktadır.
Bu yüzden bugün demokrasi güçleri elbette ki istihbaratçı diplomasiyi eleştirecek, onun yol açtığı sorunlara karşı mücadele edeceklerdir ama bu eleştirileri;
- Bölgeye emperyalist müdahalelere karşı çıkan,
- Türkiye’nin bölge ülkeleri ve halkları için tehdit oluşturan yayılmacı girişimlerine karşı mücadeleyi ihmal etmeyen,
- Bölge haklarının kendi kaderlerini tayin etmesine saygı gösteren,
- Laik ve demokratik Türkiye mücadelesiyle birleştiren bir tutumu gözden kaçırmadan yaparak!
[1] Osmanlı İmparatorluğu’nda da elbette ki istihbarat faaliyetleri vardı. Ama modern anlamda bir istihbarat örgütünün Abdülmecit döneminde kurulduğu bilinmektedir. Abdülhamit’in “Yıldız Teşkilatı”nın ve İttihat Terakki’nin ünlü fedailerinin de içinde olduğu Teşkilatı Mahsusa’nın çok ciddi istihbarat örgütleri olduğu da tartışmasızdır. Ya da Kurtuluş Savaşı sırasında kurulan “Karakol Teşkilatı”, “Zabitân”, “Yavuz”, “Hamza” ve “Felâh” gurupları da birer istihbarat örgütlenmesidir. Ama bir devamlılıkları olmamıştır.
[2] 15 Temmuz darbe girişiminde de MİT’in darbeyi bağlı olduğu başbakana haber vermediğini görüyoruz. En azından resmi açıklamalar bu doğrultuda. Nitekim Cumhurbaşkanı Erdoğan, “Darbeyi MİT’den değil eniştemden öğrendim” derken dönemin Başbakanı Binali Yıldırım da darbeyi “komşuları”ndan öğrendiğini söylemişti. Ancak burada bir fark daha var. Darbe başarısızlığa uğruyor. Olağan olan darbeyi gerekli mercilere haber vermeyen MİT Müsteşarı ve Genelkurmay Başkanının baş şüpheliler olarak görevden alınıp yargılanmalarıdır. Ancak böyle olmadı. Tersine bu iki kişi TBMM Darbeleri Araştırma Komisyonu’na ifade vermeye bile gönderilmedi; taltif edildiler. Genelkurmay Başkanı Akar Savunma Bakanı yapıldı. MİT Müsteşarı Fidan’ın yeri ise fiilen “Cumhurbaşkanının en yakını” olma durumuna getirildi. Bu tuhaf durum ister istemez, MİT ve Genelkurmay’ın darbeyi çok önceden haber aldığını, bunu Cumhurbaşkanı ve Hükümete bildirdikleri ama “darbenin kontrollü bir darbe girişimine, Allah’ın lütfuna dönüştürülmesi” için son ana kadar beklendiği iddialarına güç kazandırmaktadır. Bu da MİT’in bu sefer görevini yaptığı anlamına gelmektedir. Tabii geçekten darbeyi önceden haber vermişse!
[3] Abduhamit’ten Hakan Fidan’a MİT Tarihi, Haber7.com. Serkan Üstüner’in derlemesi
[4] MİT mekânlarının en ünlüsü İstanbul-Ziverbey’deki Zihni Paşa Köşkü’dür. 12 Mart darbesi sonrasında MİT’in nam salan bir işkencehanesi olarak kullanılan köşkte, tanınmış pek çok aydın ve devrimci işkence görmüş, işkence görenlerin çabalarıyla bu köşk deşifre edilmişti. Ki, MİT’in İstanbul başta olmak üzere kentlerde tarihi binaları kullandığı da “herkesin bildiği gizli gerçekler”dendir.