Kadir Yalçın

Kamusallık ve kamulaştırma sorunu, yalnızca Marksistler ve bu iddiada olanlarla sınırlı olmayan, küçük burjuva devrimcileri ve reformcularıyla hatta bazı özel durumlarda liberal ve neo-liberal olanlarını da kapsayarak burjuvazinin çeşitli eğilimlerine varıncaya kadar çok geniş bir çevreyi ilgilendirmiş kadim bir tartışmanın konusudur.

2008 Krizi döneminde hatırlanan kamusallaştırmalar, Covid-19 Pandemisi günlerinde yine gündem olmuş; pandemi karşıtı “paketler” çerçevesinde temel bir önlem olarak ileri sürülmüştür.

Kamusal alanın sermayenin neo-liberal saldırılarıyla ciddi ölçüde daraltılıp en başta sağlığın kamusal bir hizmet olmaktan çıkarılarak, özel hastanelerde bütünüyle, üniversite vb. hastanelerindeyse kısmen paralı hale getirilmesiyle, salgında –en fazla bir iki istisnasıyla– dünya ölçeğinde hastanelerin yetersizliği bütün çıplaklığıyla gözler önüne serilmişti. Avrupa’da örneğin sağlık sisteminde yapılan kesintiler dolayısıyla bu yetersizlik fazlasıyla çarpıcı biçimlerde görülmüş, bazı ülkelerde doktor ve hemşirelere maske bile sağlanamamış, hastanelerin koridorları sedyelere yatırılan korona hastalarıyla dolmuş, hatta bir dönem İtalya, İspanya ve Britanya hastanelerinde yaşlı ve daha çok hasta olanlar gözden çıkarılarak gençlerle, kurtarılabilir hastalara tedavi için yer açılma yoluna gidilmiştir.

Bu durumun kamusal hizmetlerin özelleştirilmesine yönelik tepkileri tazeleyerek yükseltmesi ve yanı sıra kamusallığın önemiyle kamulaştırma ihtiyacını gündeme taşıması herhalde kaçınılmazdı. Özellikle yetersizliği açıkça görülür olan sağlık sistemleri ve hastanelerle ilgili olarak üretim ve hizmetlerin kamusallığıyla kamulaştırma ihtiyacı, Covid-19’un geniş kitlelerin hafızalarının da yenilenmesine neden olan yüksek oranlı ölümlerle sınanmıştı. Tartışılacaktı, kaçınılamadı; tartışma konusu oldu.

Konu başlıca üç biçimde gündeme getirildi.

İlki; 2008 Krizinde de yaygın olarak görülen ve “şirket kurtarma” olarak adlandırılan, kriz nedeniyle zor duruma düşen tekelci şirketlerin borçlarıyla birlikte kamusallaştırılmalarıyla oldukça geniş bir uygulama alanı bulan tekelci pratik günümüzde yine gündemin bir maddesi olmuştur. Pandemi dolayısıyla uçuşlar iptal edildiğinde İngiltere’de ortalıkta British Airways’in kamulaştırılması söylentileri dolaşmış; söylentiler, Ulusal Sağlık Sistemi’nin (NHS) yetersizliğinin herkesçe görünür olmasıyla özellikle özel hastanelerin kamulaştırılmasına ilişkin tavan yapmış, Türkiye’de pandemi sürecinin başında koronavirüs hastalarından yüksek meblağlar talep edip alan özel hastanelere parasız tedavinin dayatılmasıyla hatta kamulaştırma bir yönüyle ve kısmen hayata bile geçmiştir. Aynı şey ABD bakımından daha geniş ölçüde gerçekleşmiş; ABD’de kamusal bir sağlık sistemi olmadığı bilinir ve Obama’nın uzun uğraşlardan sonra yürürlüğe koyduğu herkese kısmen sağlık olanağı (Obama Care) sağlanmasından geriye çok az şey kalmışken, koronavirüs hastalarına hastanelerde parasız tedavi imkanı getirilmiştir. Şimdilik somut örnekleriyle genel bir kamulaştırma süreci yaşanmamaktadır, ancak söylentiler bir yana 2 trilyon dolarla ABD’nin başını çektiği fonlamalarla şirket kurtarmalar son derece yaygın bir uygulama alanı bulmuştur. Kapitalizmin krizinin ilerleyişinin, asıl niteliği şirketlerin kurtarılması olan az ya da çok yaygın kamulaştırmalara neden olması hiç de şaşırtıcı olmaz.

Kamulaştırmanın gündeme getirilişinin ikinci biçimi solcu ilerici aydınlar eliyle oldu. Covid-19 salgını nedeniyle 22 maddelik bir bildiri yayımlayan 14 sosyal bilimci; doğalgaz ve elektrik dağıtımıyla özel hastanelerin hemen kamulaştırılması, “krizle beraber zora giren sivil havacılık, enerji, finans gibi stratejik sektörlerde zorunluluk haline geldiğinde ve “100’den fazla işçi çalıştıran şirketlerde istihdamı korumak amacıyla gerekirse kamulaştırmaya gidilmesi çağrısında bulundu.[1] Sosyal bilimciler, ekonominin hemen bütününe yayılacak kamulaştırmayı, bugün, burjuva egemenliği ve mevcut kapitalist düzen koşullarında koronavirüs salgını karşısında bir çözüm olarak savunuyorlar. Amaçladıkları kuşkusuz farklı olmakla birlikte; bu, patikte şirket kurtarmalar olarak ya da yatırım ihtiyacının büyüklüğü, kârlı olmayışı, kaynakların verimli kullanılması ve hızlı teknolojik atılımlar ihtiyacını karşılaması gibi nedenlerle veya tarihsel gelişiminin sonucu olarak ekonomik ve politik yapının, ileri ölçüde bir merkezileşmeyi ifade eden tekelci devlet kapitalizmi biçiminde örgütlenmesinin tekeller ve burjuva devlet tarafından hayata geçirilmesine bağlanıyor ya da bundan ayırt edilmez oluyor.

Salgın koşullarında ya da salgına karşı mücadele kapsamında kamusal alan ve kamusal ihtiyaçlar üçüncü bir biçimde daha gündeme getirildi. Emek Partisi tarafından ortaya konan yaklaşımda, kamulaştırma, kuşkusuz bir birlik ve mücadele talebi niteliğiyle, kamusal alan olarak kabul edilmesi ve bunun gereğinin yerine getirilmesi tamamen acil bir sorun olarak kendisini dayatan sağlık alanı açısından önerildi: “Sağlık hizmetlerinin özelleştirilmesine son verilerek tüm hastaneler kamuya devredilmeli, aşı, ilaç, tıbbi malzeme vs. üretimi kamu eliyle gerçekleştirilmelidir.[2] Ve burada bırakılmadı, şunlar da eklendi: “Her türlü özel sağlık kuruluşu, ihtiyaç olan medikal malzeme ve ilaçları üreten fabrika ve işyerleri dahil bütün sağlık işletmelerinin yönetimi ve denetimi, sağlık alanındaki sendika, meslek örgütü, dernekler ve sağlık çalışanlarının temsilcilerine verilmeli.[3]

Kamusal alan ve ihtiyaçlardan hareketle geliştirilen önerilerin ikinci ve üçüncü türünün ikisinde de pandemi karşısında halk ve çıkarlarının gözetilmesi amaçlanmakta ve halkın sorunlarına çözüm oluşturulması çabası içinde olunduğu görülmektedir. Ancak amacı bir yana, ekonominin neredeyse bütününün kamulaştırılmasını öngören ikinci öneri, pandemiyle mücadele ihtiyacından hareketle, kamulaştırmanın sınıf niteliğini önemsizleştirip muğlaklaştırmakta; pandemi ve pandemiyle mücadele, bu belanın bunca yaygın ve can alıcı hale gelmesinin sorumlusu olduğu gibi, kitlesel ölümler sürerken “yeni normal” ilanıyla kapitalizmin bekası ve kâr için kapitalist çarkları yeniden harekete geçirerek sömürülen kitleleri ölüm riskiyle yüz yüze bırakmaktan çekinmeyen tekellerin egemenliğini ve kamulaştırmanın onlarla birlikte mi onlara karşı mı gerçekleşeceği gibi temel bir sorunun tartışmanın ve mücadele platformunun dışında bırakılmasının gerekçesi olmaktadır. Öneri, pandemiyle mücadeleyi, kendisini burjuva egemenliğinin örgütlenme biçiminde değişiklik talebiyle sınırlamasının hareket noktası ediniyor görünmektedir.

Bu açıdan bakıldığında üçüncü önerinin çerçevesinin farklılığıysa belirgindir. Burada sağlığın kamusal bir hak oluşundan hareket edilerek kamulaştırma bu alanla sınırlı olarak gündeme getirilmekte ve asıl olarak örgütleriyle birlikte sağlık emekçileri mücadeleye çağrılarak, halk indinde gerekliliği tamamen anlaşılır bir alanın kamulaştırılması talebinin, kapitalist mülkiyet biçimleri arasında bir değişiklik amaçlamak yerine, yalnızca sağlıkçıların değil ama bütün bir emekçi halkın harekete geçişinin kaldıracı olarak tasarlanıp formüle edildiğinden söz edilebilir. Öneri, kapitalist mülkiyet biçimleri arasında tercih yapılmasını hareket noktası edinmemekte, tersine, tekeller ve mali sermaye egemenliğine, tekelci kapitalizme karşı mücadelenin gelişmesine hizmet edecek ileriye doğru bir adım atılmasını öngörmektedir.

ÖZELLEŞTİRME KARŞITLIĞI VE KAMUCULUK

Covid-19 nedeniyle 22 maddelik bir bildirge yayımlayan sosyal bilimcilerin pandemi karşısında –şüphesiz sermayenin emek ve halk karşıtı yaklaşım ve tutumlarına karşı kaleme aldıkları– önerilerinin temel bir yönü olarak ve üstelik sağlık ve eğitim gibi özelleştirilmiş kamusal alanlarla sınırlanmayıp ekonominin hemen tüm  alanlarını kapsayan kamulaştırma ihtiyacına vurgu yapmaları, kamulaştırmayı koşulsuz ve mutlak olarak emeğin ve halkın çıkarlarının bir ifadesi varsaydıklarını gösteriyor ki, bu doğru değildir.

Burjuva egemenliği koşullarında neredeyse ekonominin bütününün kamulaştırılmasının savunulmasıyla özelleştirmelere karşı çıkılması birbirine karıştırılmamalıdır. Kuşkusuz örneğin özelleştirme ve kesintilerle kötürümleştirilmesinin sonucu olan yetersizliği pandemi tarafından tüm çıplaklığıyla gözler önüne serilen sağlık alanı üzerinden birlik ve mücadelenin geliştirilmesinin hareket ettiricisi olarak kamusal alan kamulaştırmanın savunulması başkadır. Ya da gericilik içindeki çelişkilerden yararlanmak bakımından kısmi ve geçici olarak bu sorunu konu alacak manevralar kapsamında taktikler izlenemez değildir. Ancak emekçi halkın birliği ve mücadelesinin ilerletilmesinin bu ve benzeri ihtiyaçlarının ötesinde, KİT’lerin ihyasına varıncaya kadar genelleştirilerek, özelleştirmelere karşı çıkıldığına göre, sınıf egemenliğinde bir değişiklik ya da en azından anti-emperyalist ulusal iktidarlar söz konusu olmadan da otomatikman kamulaştırmaların savunulabileceği herhalde düşünülmemelidir. Kapitalizmin krizlerinin devlet müdahalesiyle aşılmasının savunucusu Keynesçiler olmadığımız ortada. Kamuculuk da içinde devlet müdahaleciliği aracılığıyla iktisadi zorluklarının üstesinden gelme tutumunun benimsenmesinden şüphesiz uzak durulmalıdır.

Neo-liberal saldırganlığın başlıca argüman ve araçlarından biri olan özelleştirmelere işçi ve emekçilerle az çok yakınlığı olanlardan karşı çıkmayan olmadı. Hele kamusal hak durumunda olan ve paralı hale getirilerek örneğin hastalarla öğrencilerin “müşteriler” haline dönüştürülmesine girişildiği eğitim ve sağlık alanında özelleştirmelere rıza göstermek olanaklı değildi ve gösterilmedi. Ancak sosyalistler açısından bunun nedeni, “kamuculuk” denerek burjuva nitelikli devlet mülkiyetinin özel kapitalist mülkiyete tercih edilmesi değildi, ama özelleştirmenin en başta işten atma olmak üzere işçiler bakımından çok sayıda hak kaybı ya da tekellerin hak gaspları demek olması ve buna karşı mücadele zorunluluğuydu. Özelleştirilen her işletmede bu yaşandı ve çok sayıda işçi işten atılırken kazanılmış haklar gasp edildi. Dolayısıyla özelleştirmelere, tekelci devlet kapitalizmi ya da kapitalist devlet mülkiyetinin savunuluyor olması nedeniyle değil, ama işçi sınıfının haklarının gasp edilmesine yol açan neo-liberal bir saldırganlık olduğu ve hak gasplarıyla saldırgan kapitalizme karşı mücadelenin geliştirilmesinin dayanaklarının oluşturulup geliştirilmesi için karşı duruldu. Özelleştirme karşıtlığından herhalde kapitalist devlet mülkiyetinin ve burjuva egemenliği koşullarında işçi ve emekçiler lehine yaygın bir kamulaştırmanın gerçekleştirilebileceğinin düşünülüp benimsenmesi sonucu çıkarılamaz. Şimdi Covid-19 karşısında 14 sosyal bilimcinin benimsediği yaklaşım ise, genel bir yaklaşım niteliğindedir ki, bu genellik bildiride tartışma götürmez biçimde içerilidir. Burada, hatta, Covid-19 dolayısıyla doğal gaz ve elektrik dağıtımıyla özel hastanelerin yanı sıra “gerektiğinde kamulaştırmalara gidilmesi”nin ötesinde bir siyasal tutum olarak burjuva devletin varlığı koşullarında bir kurtuluş ya da ilerleme reçetesi olarak “kamuculuk” savunulmaktadır.

MARX VE ENGELS’TE KAMULAŞTIRMA

Marx’ta kamulaştırma daha çok toplumsallaştırma ya da toplumun mülkiyeti haline getirme/dönüştürme olarak geçer.

Ama önce “kamu” ve “kamusal” üzerine birkaç söz söylemek gerekirse, belirli bir karışıklıktan söz ederek başlanmalıdır. Sözcük, TDK sözlüğünde örneğin, hem “devlet” hem de “halk” olarak geçer ve bu, dile yüklenmiş ideolojinin eseri olarak, öteden beri devletin sömürücü efendilerinin tamamen kendilerinin olan devletle halkı özdeşleştirme ve egemenliklerine sömürülen halkın rızasını yapıştırma çabasının ürünüdür. Daha çok “Doğu”ya özgüdür; Rusya’da zamanında Çar “babamız”dı, bizde de devlet hala “devlet baba”dır. “Kamu” ya da “kamusal”ın Latince karşılığı “publicae”, İngilizce ise “public”tir; “halka açık”, “halka dair” ya da düpedüz halk demektir. Ancak “Batı”da iş az çok farklıdır, iki dilde de “halk” ile “devlet” örtüşmez, “public” aynı zamanda devlet demek değildir ve devlet yerine kullanılmaz ya da devlet ondan türetilmiş bir sözcükle ifade edilmez.

Kamulaştırma”ya gelince karışıklık sona ermez. Gerçekte biçim olarak devletleştirme olarak gerçekleşse de, asıl olarak üretim araçlarının toplumsallaştırılması olan kamulaştırma Türkçede devletleştirmeye eşitlenmiştir, başka bir türlü anlaşılmaz. Hem de nasıl eşitleme: “Devlet veya kamu tüzel kişilerce, kamu yararı gerektiğinde kişinin hukukunu da koruyarak karşılığını peşin ödemek koşuluyla taşınmazların sahiplerinden izin alınmaksızın yasal yollarla tamamını veya bir kısmını almak, devletleştirmek, istimlak etmek, özelleştirmek karşıtı.” (TDK) “Kamu”, yani devlet yararı gerektiğinde… “Kişinin”, yani kapitalistin hukukunu koruyarak… ve üstelik “karşılığını [hem de] peşin olarak ödemek koşuluyla” ve ancak “yasal yollarla” devletleştirmek!

Ancak örneğin İngilizcede durum farklıdır, yine bir ideolojik yüklemeyle karşılaşırız. Yerleşik kabul ve kullanımda kamulaştırmanın İngilizcedeki ifadesi nationalisation=millileştirme ya da aynı anlama gelmek üzere ulusallaştırmadır. Sözlük, expropriation olarak da verir, anlaşılır ama bu biçimiyle kullanılmaz; kaldı ki bu, kamulaştırmayı birebir karşılamasa bile, gerçekte en doğru sözcüktür ve sorunun özüne dairdir: tamı tamına mülksüzleştirme demektir. Hatırlanacaktır. Marx’ın kamulaştırma yerine genellikle kullandığı “mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesi”dir.

Ulusallaştırmalar kapitalizmin sınırları içinde uygulama alanı bulabilir, güncel olarak Chavez ve Venezuela örneğinde tanık olduğumuz gibi, bu önleme anti-emperyalist burjuva hükümetleri de başvurabilir; ancak kamulaştırma, burjuvazinin üstesinden gelemeyeceği belirli yatırımlar ya da zor durumdan kurtulmak için devletini yardıma çağırması içeriğiyle kapitalist üretici güçlerin özel mülkiyet zarfına sığmaması ya da kapitalizmi tedavi ve güçlendirme amacıyla gündemine gelse bile, asıl olarak mülksüzleştirme içeriğiyle sosyalizme özgüdür.

Komünist Manifesto’da sorun tüm çıplaklığıyla konmuştur:

Proletarya, kendi siyasal egemenliğini, tüm sermayenin adım adım burjuvazinin elinden koparılmasına, tüm üretim araçlarının devlet elinde, yani egemen sınıf olarak örgütlenmiş proletarya elinde yoğunlaştırılmasına ve üretici güçleri büyüklüğünün olabildiğince hızla artırılmasına kullanacaktır.

Bu ise ilk aşamada kuşkusuz ancak mülkiyet hakkına ve burjuva üretim ilişkilerine despotça el atmak yoluyla olur, yani ekonomik açıdan yetersiz ve geçici de görünse hareketin süreci içinde kendini aşan ve bütün bir üretim tarzının dönüştürülmesinin aracı olan bu vazgeçilmez önlemler yoluyla olur.[4]

Kapital’deki anlatım ise, diyalektik tarihsel materyalizmin özel mülkiyet ve kapitalizm kategorileri ile ilgili müthiş bir uygulanışıdır ve sosyalistlerin kapitalist mülkiyetle toplumsal mülkiyet arasındaki ilişkiyi nasıl kurmaları gerektiğini göstermektedir:

Sermaye tekeli, kendisiyle birlikte ve kendisinin hükmü altında gelişen üretim tarzının ayak bağı olur. Üretim araçlarının merkezileşmesi ve emeğin toplumsallaşması, sonunda, bunların kapitalist kabuklarıyla uyuşamadıkları bir noktaya ulaşır. Kabuk parçalanır. Kapitalist özel mülkiyetin saati çalmıştır. Mülksüzleştirenler mülksüzleştirilir.

Kapitalist üretim tarzının ürünü olan kapitalist mülk edinme tarzı ve dolayısıyla kapitalist özel mülkiyet, bireyin kendi emeğine dayalı özel mülkiyetin ilk olumsuzlanmasıdır. Ne var ki, kapitalist üretim, bir doğa yasasının şaşmaz zorunluluğu ile, kendi olumsuzlanmasını doğurur. Bu, olumsuzlamanın olumsuzlanmasıdır. Bu, özel mülkiyeti yeniden getirmez, ama kapitalist dönemde edinilmiş şeyler olan el birliği ile toprağın ve emek harcanarak üretilmiş üretim araçlarının ortak mülkiyeti temeline dayanan bireysel mülkiyeti getirir.

Bireylerin kendi emeklerine dayanan dağınık özel mülkiyetin kapitalist mülkiyete dönüşmesi, doğal olarak, şimdiden fiilen toplumsallaşmış üretime dayanan kapitalist özel mülkiyetin toplumsal mülkiyete dönüşmesinden, karşılaştırılamayacak ölçüde daha fazla zaman alan, daha sert ve zorlu bir süreçtir. Birinci durumda halk kitlesinin az sayıda gaspçı tarafından mülksüzleştirilmesi, ikinci durumda az sayıdaki gaspçının halk kitlesi tarafından mülksüzleştirilmesi söz konusudur.[5]

Küçük burjuvaziye özgü radikal demokrasi ya da demokratik sosyalizm taraftarları için değil, ama devrimci bir sosyalist ya da komünist için, sınıf bilinçli işçi için kamulaştırma budur: Mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesi.

Peki ya devlet? Sınıf egemenliği? Marx’ın aktardığımız pasajda ilgilendiği bu değil. Üretim araçlarına el konulması ya da toplumsallaştırma veya biçimi olarak kamusallaştırmanın burjuvazinin sınıf egemenliğine son verilerek işçi sınıfının egemen sınıf olarak örgütlenmesine bağlanmış konuluşunu Manifesto’da gördük, Marx’ın çok sayıda eserinde yine görebiliriz. Devleti işin içine katarak Engels’in söyledikleriyse şöyledir:

Proletarya, devlet iktidarını ele geçirir ve üretim araçlarını önce devlet mülkiyeti duru­muna dönüştürür” Ve devam eder:“Devletin gerçekten tüm toplumun temsilcisi ola­rak göründüğü ilk eylem –üretim araçlarına toplum adına elkonması–, aynı zamanda onun devlete özgü son eylemidir de. Devlet iktidarının toplumsal ilişkilere müdaha­lesi, bir alandan sonra bir başkasında gereksiz duruma ge­lir ve sonra kendiliğinden uykuya dalar.[6]

Engels burada “kapitalizmden komünizme geçiş”ten başka bir şey olmayan proletarya diktatörlüğü sorununa adını anarak değinmez; ama proletarya ve artık “devlet olmayan devleti”nin bu geçiş dönemine özgü eyleminin özünü, “ilk ve son eylemi” olarak tanımlayarak, devletin gereksiz hale gelişi ve sönüşü üzerinde durur. Devlet olarak örgütlenen proletaryanın “ilk ve son eylemi” kamulaştırmadır ya da kamulaştırma burjuvazinin iktidarını alaşağı eden proletaryanın devrimci iktidarının “ilk ve son eylemi”dir. Kamulaştırma, siyasal bir devrimle iktidara gelerek egemenliğini ilan eden proletaryanın üretim araçlarını devlet mülkiyetine geçirmesidir.

EMEĞİN VE ÜRETİMİN TOPLUMSALLAŞMASIYLA DEVLET (KAMU) MÜLKİYETİ KAPİTALİST TOPLUMDA ORTAYA ÇIKAR

Üretim araçlarının toplumsallaşması ve onun bir biçimi olarak da kamulaştırma, evet sosyalizme özgüdür, ancak kapitalizme özgü biçimiyle kapitalizm koşullarında ortaya çıkmaz ve çıkmamış değildir. Hisse senetli şirketlerle ardından tekeller ve bu ikisini izleyerek ekonomide devlet mülkiyeti, emekle birlikte üretimin bir yandan yoğunlaşması bir yandan da toplumsallaşmasının ilerlemesinin belirli bir “doygunluk” noktasında ortaya çıkarak, ekonomik yaşamın üstelik ayırt edici olguları haline gelmişlerdir.

Ne anonim şirketlerle tekellerin ekonomide başat roller üstlenmesi ne de burjuva devletin ekonomiye müdahalesi sadece günümüzün olgularıdır. Mali sermaye ve tekel, kapitalizmin can çekişme dönemi olan tekelci kapitalizmin dayanağı ve belirleyicisidir. Burjuva devlet ise, kapitalist toplumda öteden beri ekonomiye –tabii ki resmi temsilcisi olduğu egemen burjuvazi lehine– müdahale etmiş, burjuvazinin belirli ihtiyaçlarını karşılamış, çıkarları doğrultusunda roller üstlenmiştir.

Üstelik burjuva sınırlılıklarıyla kapitalist nitelikli toplumsallık ve toplumsallaşma yalnızca devlet mülkiyeti ve devletleştirmeler biçiminde ortaya çıkmakla da kalmamış, özel kapitalist mülkiyetin gelişme sürecinde, onun yanı başında bireysel ve özel olmayan toplumsal kolektif ve kooperatif mülkiyet biçimleri de kapitalizmin gerçekleri arasında yerlerini almışlardır.

Marx, Kapitalin II. Cildinde örneğin, “Meta-Sermaye Devresi” başlığı altında “bireysel sermayeler”in yanı sıra bir “devlet sermayesi”nden de söz etmiştir: “Toplumsal sermaye = bireysel sermayelerin toplamı (hisse senetli sermayeler ya da hükümetlerin madenlerde, demiryollarında vb. üretken ücretli emek kullanmaları, sanayici kapitalistler olarak işlev görmeleri ölçüsünde, devlet sermayesi dahil)…[7]

Toplumsal sermayenin tümünden söz ederken Marx, bireysel sermayelerin toplamına a) hisse senetli sermayelerle b) devlet tarafından yatırılmış sermayeyi de eklemektedir. Marx, örneğin “Kapitalist Üretimde Kredinin Rolü” başlığı altında, “devlet girişimleri”nin yanı sıra yaşamının son dönemlerinde yeni bir olgu olarak görülmeye başlanan hisse senetli anonim şirketlerin de, üzerinde durmuştur:

III. Anonim şirketlerin kurulması. Böylece:

1. Üretimin ve girişimlerin ölçeklerinin, geçmişin bireysel sermayeleri için olanaksız olan muazzam genişlemesi. Aynı zamanda, geçmişte devlet girişimleri olan girişimler toplumsal girişimler haline gelir.

2. Aslında toplumsal üretim tarzına dayanan ve üretim araçları ile emek güçlerinin toplumsal bir yoğunlaşmışlığını şart koşan sermaye, burada, doğrudan doğruya, özel sermayeden farklı olarak toplumsal sermaye (doğrudan doğruya birleşmiş bireylerin sermayesi) biçimini alır ve onun girişimleri, özel girişimlerden farklı olarak toplumsal girişimler şeklinde ortaya çıkar. Bu, özel mülkiyet olarak sermayenin, kapitalist üretim tarzının kendi sınırları içinde ortadan kaldırılmasıdır.

3. Gerçekten faal olan kapitalistin sadece bir yönetici, başkalarının sermayesinin idarecisi ve sermaye sahibinin sadece bir sahip, sadece bir para-kapitalisti haline gelmesi. Aldıkları kâr paylarının, faizi ve girişimci kazancını, yani toplam kârı içermesi durumunda bile (çünkü, yöneticinin maaşı, sadece, fiyatı tüm diğer emeklerin fiyatları gibi emek piyasasında düzenlenen belirli bir tür hünerli emeğin ücretidir ya da böyle olmalıdır), söz konusu toplam kâr artık yalnızca faiz biçiminde, yani yalnızca sermaye mülkiyetinin ödülü olarak alınır ve böylece sermaye mülkiyeti, gerçek yeniden üretim sürecindeki işlevden ve aynı şekilde bu işlev de, yöneticinin kişiliğinde, sermaye mülkiyetinden tümüyle ayrılır. Kâr (artık yalnızca kendisini borçlunun kârıyla haklı çıkaran bir parçası, yani faiz değil, tüm kâr), kendisini, sadece, üretim araçlarının sermayeye dönüşümünden kaynaklanan, yani üretim araçlarının gerçek üretici karşısındaki yabancılaşmasından, başkalarının mülkiyeti olarak yöneticiden en son gündelikçi işçiye kadar üretimde gerçekten faal olan tüm bireylerle karşıtlığından kaynaklanan bir başkalarının artık emeğine el koyma olarak gösterir. Anonim şirketlerde işlev sermaye mülkiyetinden ayrılmıştır ve dolayısıyla emek de üretim araçlarının ve artık emeğin mülkiyetinden tümüyle ayrılmıştır. Kapitalist üretimin en ileri derecedeki gelişmesinin bu sonucu, sermayenin bir kez daha üreticilerin mülkiyeti hâline gelmesi yönündeki zorunlu bir geçiş noktasıdır; ama sermaye, bu kez, tek tek üreticilerin özel mülkiyeti değil, birleşik üreticilerin mülkiyeti, dolaysız toplumsal mülkiyet olacaktır. Bu sonuç, diğer yandan, yeniden üretim sürecindeki, şu ana dek hâlâ sermaye mülkiyetiyle bağlantılı olan tüm işlevlerin, sadece birleşik üreticilerin işlevlerine, toplumsal işlevlere dönüşmesi yönündeki bir geçiş noktasıdır.[8]

Marx, anonim şirketler yoluyla sermaye ve kapitalist mülkiyetin bireysel sermaye ve özel mülkiyetin ötesine geçebileceğini ve geçtiğini ve kapitalizm koşullarında, bu koşullarda gerçekleşebileceği sınırlar içinde toplumsallaşabileceğini ve toplumsallaştığını, henüz daha anonim şirketler yeni ortaya çıkmaktayken ve tekeller rüşeym halinde bile ortada yokken saptamış ve bunun gerçek bir toplumsallaşma için “bir geçiş noktası” olduğunu belirtmiştir. Kapital’in 2. ve 3. Ciltlerini yayıma hazırlayan Engels ise, üçüncü ciltte Marx’ın bu saptamayı yaptığı yere şu notu düşmüştür:

Marx’ın yukarıdakileri yazmasından bu yana, bilindiği üzere, anonim şirketlerin ikinci ve üçüncü nesillerini temsil eden yeni sınai işletme biçimleri gelişti. Bir yanda bugün bütün büyük sınai alanlarda genişlemesinin ulaşabileceği hız günden güne artarken, diğer yanda sayıları artan bu ürünlerin pazarlarının genişlemesi durmadan daha da yavaşlıyor. Birinin aylarla ifade edilen bir sürede ürettiğini diğeri birkaç yılda soğurmakta bile zorlanıyor. Buna, her bir sanayi ülkesinin kendisini diğerlerine ve özellikle de İngiltere’ye kapatmasına ve yurt içi üretim kapasitesini yapay olarak daha da yükseltmesine yol açan koruyucu gümrük politikası ekleniyor. Bunların sonuçları, genel kronik aşırı üretim, düşmüş fiyatlar, düşen ve hatta tümüyle ortadan kalkan kârlar; kısacası, uzun süredir yüceltilen rekabet özgürlüğü çaresiz kalmış durumda ve açık, yüz kızartıcı iflasını bizzat duyurmak zorunda kalıyor. Bu da, her ülkede belirli bir dalın büyük sanayicilerinin üretimi düzenlemek için bir araya gelerek kartel oluşturmaları yoluyla gerçekleşiyor. Bir komite, her bir kuruluşun üreteceği miktarı saptıyor ve gelen siparişlerin paylaşımında son sözü söylüyor. Tek tek bazı durumlarda zaman zaman uluslararası kartellerin kurulduğu bile oldu; İngiliz ve Alman demir üretimi karteli böylesi bir örnekti. Ama üretimin bu toplumsallaşma biçimi de yeterli olmadı. Tek tek firmaların çıkar karşıtlığı onları büyük bir sıklıkla parçaladı ve rekabeti geri getirdi. Böylece, üretim ölçeğinin izin verdiği tek tek bazı dallarda söz konusu iş dalının tüm üretiminin tek bir yönetim altında büyük bir anonim şirkette toplanması noktasına varıldı. Amerika’da bu daha şimdiden pek çok kez yapılmış durumda ve Avrupa’da bugüne kadarki en büyük örnek, Britanya’daki tüm alkali üretimini tek bir firmada toplamış olan United Alkali Trust. Otuzdan fazla ayrı fabrikanın eski sahiplerine, tüm yatırımlarının tahmini değerleri, tröstün sabit sermayesini temsil eden ve toplam olarak yaklaşık 5 milyon sterlinlik hisse senetleri şeklinde verildi. Teknik yönetim aynı ellerde kaldı, ama iş yönetimi genel müdürlüğün elinde toplandı. Yaklaşık bir milyon sterlin tutarındaki dolaşım sermayesi (floating capital) halka arz edildi. Yani toplam sermaye 6 milyon sterlin. Böylece İngiltere’de, tüm kimya sanayisinin temelini oluşturan bu dalda, rekabetin yerini tekel almış ve toplumun bütününün, ulusun gelecekteki kamulaştırmasının ön hazırlığı en sevindirici şekilde yapılmış durumda. –F. E.

Engels, tekellerin ortaya çıkışını görmeden ölen Marx’tan daha şanslıydı ve kapitalizmin tekelci aşamasının oluşumuna tanıklık etti. Önce ortaya çıkan tekeller dengeli ve dayanıklı değillerdi ve birleşen şirketler arasındaki çıkar karşıtlığı başlangıçta tekellerin çöküşüne, ama bir yandan üretici güçlerin gelişmesi ve emekle üretimin toplumsallaşması bir yandan da üretici güçlerdeki gelişmeyle birlikte aşırı üretime de yol açan rekabet ve kâr oranlarının düşme eğilimine girmesi tekellerin yeniden ve yeniden kurulmalarına götürdü. Ve Engels ömrünün son yıllarında tekellerin artık kalıcı hale geldiklerini de görebildi. Yasalarıyla birlikte kapitalizmin son aşaması olarak tekelci kapitalizmi/emperyalizmi masaya yatırmak Lenin’e kalsa da, Engels’in vardığı sonuç önemli ve yol açıcıydı: Anonim şirketler ve giderek tekel, kuşkusuz kapitalizmin kendi sınırları içinde gerçekleşmektedir, ancak özel mülkiyetin toplumsal mülkiyete dönüşümünden başka bir şey değillerdir. Artık tekelci şirketlerde mülkiyet, sıradan kapitalist özel mülkiyet olmaktan çıkarak farklılaşmış; hisse senetleri vb. yoluyla, kapitalistlerin önemli bölümü “kupon kesici rantiye”ler, Marx’ın dediği gibi “para-kapitalistleri” durumuna gelirken, bir ya da birkaçının “ücretli” yöneticiler haline geldiği –hala kapitalist karakterde kalmakla birlikte– bir tür toplumsal mülkiyet biçimini almıştır. Kamulaştırmadan tabii ki farklıdır; özel sermayelere el konulması gibi bir durum söz konusu değildir, tekelde şüphesiz kamulaştırmanın özünü oluşturan mülksüzleşme gerçekleşmemektedir; ancak emeğin ve üretimin toplumsallaşmasının zorunlu kıldığı, ona paralel bir tür toplumsallaşmanın yaşandığı da tartışmasızdır. Marx’ın “birleşik üreticilerin işlevlerine, toplumsal işlevlere dönüşmesi yönünde bir geçiş noktası” dediği, kapitalist toplum çerçevesinde sermayenin geçirdiği bu dönüşümü, Engels de “toplumun bütününün, ulusun gelecekteki kamulaştırmasının ön hazırlığı” olarak tanımlar. Kapitalist toplumda sosyalizmin maddi önkoşulları oluşmaktadır. Bu önkoşullar, en başta emeğin ve üretimin kapitalist mülkiyet ilişkileri zarfına artık sığmamakta olan toplumsallaşmasıyla üretici güçlerin devasa gelişmesi ve bizzat bu gelişmenin ilerleyişi bakımından yetersizliği bir yana engel haline gelen kapitalist mülkiyet ilişkilerini zorlamaya başlayarak, bu ilişkileri, kapitalist toplumda olabildiği kadarıyla bu toplumsallaşmaya “ayak uydurmaya” yöneltmesidir.

Üretici güçlerdeki gelişmeyle birlikte üretimin toplumsallaşmasının kapitalizm çerçevesinde ve onun sınırlamaları içinde toplumsal mülkiyet biçimlerine yol açmasını, zorunlu olarak, “kolektif kapitalist” karakterde mülkiyet biçimleriyle yatırımlara yönelen ve kapitalist toplumsal örgütlenmenin resmi temsilcisinden başka bir şey olmayan devletin üretim ve ekonominin yönetimini kısmen ya da tamamen üstlenmesi takip eder. Tekelci devlet kapitalizminin doğuşu ve gelişmesine tanık olunur. Tekelci devlet kapitalizminde piyasa ortadan kalkmaz, rekabet de gerek ulusal gerekse uluslararası ölçekte sürer; ancak tekelin rekabetinin yanında ve üzerinde varolması gibi, tekelci devlet kapitalizminde de, tıpkı belirli bir işkolunda kurulmuş tekel durumunda olduğu gibi, ancak bu kez ülke çapında bir tekel konumu yaratılmış olur. Görünür temel tezi “devletin ekonomiden el çekmesi” olan, ancak asla amacı bu olmadığı gibi, bu kapsamda da uygulanmayan neo-liberal politikalar, tekelci devlet kapitalizmi bakımından şüphesiz belirli sorunlara neden olmuş; spekülatif finans oyunları, özelleştirmeler ve örneğin devlet ihaleleri ve borçlarıyla devlet tarafından semirtilmeleriyle tekellerin önünde yeni “ufuklar” açılmıştır. Ancak devlet, gözetim/denetim işlevini terk etmeden, sadece yeterince kârlı olmaları koşuluyla tek tek tekellerin üstlenebilecekleri alanlardan çekilmiştir. Yarın, üstelik yakın bir gelecekte kimsenin aksini iddia edemeyeceği tersine bir eğilim olanaklı olduğu kadar, zor duruma düşen dev tekellerin “kurtarılmaları” örneklerinde devletleştirmelere şimdiden tanık olunmaktadır.

Neoliberal politikalardan vaz geçilerek günümüzde bunun ne denli olanaklı olup olmadığı konumuz değil. Burada ilgilendiğimiz, gerek kapitalist toplumsal mülkiyet biçimleriyle tekellerin gerekse kolektif kapitalist mülkiyet biçimiyle tekelci devlet mülkiyeti ve tekelci devlet kapitalizminin kapitalizmin inkar edilemez gerçekleri olduğudur.

Engels’in Kapital’in 3. Cildinde düştüğü not, Anti-Dühring’de açılmıştır:

Üretimin fabrika içindeki toplumsal örgütlenmesinin, bu örgütlenme yanında ve üstünde varlığını sürdüren toplumdaki üretim anarşisi ile bağdaşmaz duruma gelecek derecede gelişmesi olgusu, bunalımlar sırasında birçok büyük kapitalist ile daha da çok küçük kapitalistin yıkılışı pahasına gerçekleşen sermayelerin güçlü yoğunlaşması aracıyla, kapitalistler için de elle tutulabilir bir duruma gelir. Kapitalist üretim biçimi mekanizmasının tümü, ken­di yarattığı üretici güçlerin baskısı altında işlemez olur. Üretim biçimi, artık bütün bu üretim araçları yığınını ser­maye durumuna dönüştüremez… Çünkü kapitalist toplumda, üretim araçları, daha önce sermaye durumuna, insan emek-gücünün sömürü aracı durumuna girmedikçe, faaliyete geçe­mezler… bir yandan, kapitalist üretim biçimi, bu üretici güçleri yönetmeye devam etmekteki yeteneksizliğini anla­mış bulunmaktadır. Öte yandan, bu üretici güçlerin ken­dileri de, artan bir güç ile, çelişkinin ortadan kaldırılma­sına, sermaye niteliklerinden kurtulmalarına, toplumsal üretici güçler olma niteliklerinin gerçek tanınmasına götürmektedirler.

İşte güçlü bir gelişme içinde bulunan üretici güçlerin, sermaye olma niteliklerine karşı bu güçlü tepkileri, toplumsal özlüklerini kabul etmekte içinde bulunulan bu büyüyen zorunluluktur ki, kapitalistler sınıfının kendisini, onlara gitgide, hiç değilse kapitalist ilişki içinde olanaklı olduğu ölçüde, toplumsal üretici güçler olarak davranmaya zorlar. Sanayiin canlanma dönemi, büyük üretim araçları yığınını, kredinin sınırsız şişkinliği ile olduğu kadar, çöküşün kendisi ve büyük kapitalist kurumların yıkılışı ile de, toplumsallaşmanın, o çeşitli hisse senetli şirket tür­lerinde karşımıza çıkan biçimine götürür. Bu üretim ve ulaştırma araçlarından çoğu, daha ilk anda, demiryolla­rı gibi, öylesine büyüktürler ki, bütün öbür kapitalist işletme biçimlerini dıştalarlar. Ama, gelişmenin belli bir derecesinde, bu biçim de artık yetmez; bir tek ve aynı sanayi kolunun büyük ulusal üreticileri, üretimin düzen­lenmesi ereğine sahip bir birlik olan ‘tröst’ biçiminde birleşirler; üretilecek toplam niceliği belirler, bunu aralarında dağıtır, ve böylece önceden saptanmış satış fiyatını zor­la elde ederler. Ama bu tröstler, işlerin kötü gitmeye başlamasının ilk döneminde dağıldıklarından, bununla daha da yoğun bir toplumsallaşmaya götürürler: tüm sanayi ko­lu, tek bir büyük hisse senetli şirket durumuna dönüşür, iç rekabet, yerini bu tek şirketin tekeline bırakır; 48 büyük fabrikanın hepsinin birleşmesinden sonra, şimdi 120 milyon marklık bir sermaye ile, tek elden yönetilen bir tek şirketin elinde bulunan İngiliz alkali üretiminde, daha 1890’da bu iş böyle olmuştur.

Tröstlerde, serbest rekabet tekel durumuna dönüşür, kapitalist toplumun plansız üretimi, yaklaşan sosyalist toplumun planlı üretimi karşısında, teslim bayrağını çeker. İlk anda, kuşkusuz, kapitalistler yararına. Ama burada, sömürü öyle elle tutulur bir durumuna gelir ki, yıkılması gerekir. Tröstler tarafından yönetilen bir üretime, bütünün küçük bir kupon biriktiricileri tarafından bu derece utanmazcasına sömürülmesine katlanacak bir halk yoktur.

Ne olursa olsun, tröstlerle ya da tröstlersiz, sonunda kapitalist toplumun resmi temsilcisinin, devletin, üretimin yönetimini eline alması gerekir.* Devlet mülkiyeti du­rumuna dönüşüm zorunluluğu, kendini, önce, posta, telgraf, demiryolları gibi büyük ulaştırma örgenliklerinde gösterir.

Eğer; bunalımlar, burjuvazinin modern üretici güçleri yönetmekteki yeteneksizliğini ortaya çıkarmış bulunuyor­sa, büyük üretim ve ulaştırma örgenliklerinin hisse se­netli şirketler ve devlet mülkleri durumuna dönüşümü de, bu erek için burjuvaziden ne kadar kolay vazgeçilebi­leceğini gösterir. Kapitalistin tüm toplumsal görevleri şim­di ücretli görevliler tarafından sağlanır. Artık kapitalistin, gelirleri cebe indirme, kuponları kesme ve çeşitli kapitalistlerin karşılıklı olarak birbirlerinin sermayelerini kaptığı borsada oynama etkinliği dışında, hiçbir toplumsal etkinliği yoktur. İşe, işçilerin ayağını kaydırmakla başlamış bulunan kapitalist üretim biçimi, şimdi kapitalist­lerin ayağını kaydırır, ve tıpkı işçiler gibi, onları da, daha şimdiden yedek sanayi ordusu içine değilse bile, gereksiz nüfus içine atar.

Ama ne hisse senetli şirketler durumuna dönüşüm, ne de devlet mülkiyeti durumuna dönüşüm, üretici güçle­rin sermaye niteliğini ortadan kaldırır. Hisse senetli şir­ketler bakımından, bu durum açıktır. Ve modern devlet de, burjuva toplumun, kapitalist üretim biçiminin genel dış koşullarını, işçilerden olduğu kadar tek tek kapitalistlerden de gelen saldırılara karşı korumak için kurduğu örgütten başka bir şey değildir. Modern devlet, biçimi ne olursa olsun, esas olarak kapitalist bir makinedir: kapita­listlerin devleti, düşüncedeki kolektif kapitalist. Üretici güçleri ne kadar çok kendi mülkiyetine geçirirse, o kadar çok gerçek kolektif kapitalist durumuna gelir, yurttaşları o kadar çok sömürür. Kapitalist ilişki ortadan kaldı­rılmamış, tersine doruğuna götürülmüştür. Ama bu doru­ğa vardıktan sonra, tersine döner. Üretici güçler üzerinde­ki devlet mülkiyeti, çatışmanın çözümü değildir, ama bi­çimsel çareyi, çözümü yakalama biçimini içinde saklar.

Bu çözüm, ancak, modern üretici güçlerin toplumsal özlüğünün gerçekten kabul edilmesine, bunun sonucu üretim, temellük ve değişim biçiminin, üretim araçlarının toplumsal niteliği ile uyum durumuna getirilmesine dayanabilir. Ve bu da, ancak, toplum kendi yönetiminden başka her yönetim için çok büyük bir duruma gelmiş bulunan üretici güçlere açıkça ve içtenlikle el koyduğu zaman olabilir.[9]

TEKELLER VE TEKELCİ DEVLET KAPİTALİZMİNE “İLERİCİLİK” YÜKLENEMEZ

Mali sermaye egemenliği ve tekeller Engels’in son yıllarından bu yana kapitalizmi tanımlıyorlar: tekelci kapitalizm. Ve tekelci devlet kapitalizmi de, devlet ve devlet mülkiyetinde olmayan tekeller bir arada olsunlar ya da olmasınlar, tekelci dönem boyunca karşımıza dikildiler, dikiliyorlar. Almanya’da kapitalizm, özellikle Bismarck ile birlikte yoğun devlet müdahalesiyle ve esas olarak devlet kapitalizmi olarak gelişti ve Birinci Emperyalist Savaş öncesi Almanya, Japonya ile birlikte, tekelci devlet kapitalizminin bir örneği durumundaydı. İki ülke, giderek devletle fazlasıyla bağlantılı ama devlet tekeli olmayan “özel” tekellerle bir arada, savaştan sonra da kapitalizmin bu örgütsel biçimini sürdürdüler. İkinci savaş sonrası “sosyal refah devleti” döneminde çok sayıda emperyalist ülkede tekelci devlet kapitalizmi gelişti. “Refah devleti” uygulamalarının görülmediği ABD’de de, özellikle devasa yatırımları gerektiren silah ve uzay sanayiinde benzer türde bir gelişme yaşandı. Günümüzde, devlet tekeli olmayan tekellerin de kendilerine yer buldukları Rusya ve Çin ekonomileri, esasta tekelci devlet kapitalizmi olarak örgütlenmişlerdir.

Burada hiçbir ilerici yan olmadığı ortadadır ve ne tekellere ne de tekelci devlet kapitalizmine öykünülebilir. Ancak olmamış değildir; geçmişte de bugün de devlet tekeli durumundaki kamu yatırımlarının baskın olduğu “devletçi” örgütlenmelerle tekelci devlet kapitalizminin geçerli olduğu ülkelerde toplumculuk ve açık adıyla sosyalizm/komünizm arasında ilişkilendirmeler yapılmıştır, yapılabilmektedir.

Son aktardığımız pasajda düştüğü dipnotta Engels şunları söylemekteydi:

…Üretim ve ulaştırma araçları ger­çekten hisse senetli şirketler tarafından yönetilemeyecek kadar büyük oldukları, bunun sonucu devletleştirme, iktisadi bir zorunluluk haline gel­diği durumda, ancak bu durumda, hatta bu işi yapan bugünkü dev­let de olsa, devletleştirme, iktisadi bir ilerleme anlamına, tüm üretici güç­lere toplum tarafından el konulmasına öngelen yeni bir aşamaya erişildiği anlamına gelir. Ama son zamanlarda, Bismarck, kendini devletleştirmelere verdiğinden bu yana, ortaya, hatta şurada burada bir ruh düşkünlüğü biçiminde yozlaşan, ve her türlü devletleştirmeyi, hatta Bismarck’ınkini bile, sosyalist [devletleştirme] olarak ilan eden düzmece bir sosya­lizmin çıktığı görüldü. Kuşkusuz, eğer tütünün devletleştirilmesi sosya­list [devletleştirme] olsaydı, Napoleon ile Metternich, sosyalizmin kurucu­ları arasında sayılırlardı. Eğer Belçika devleti, çok yalın siyasal ve mali nedenlerden ötürü, başlıca demiryollarını kendisi yaptıysa; eğer Bismarck, hiçbir iktisadi zorunluluk olmaksızın, Prusya’nın başlıca demiryolu hat­larını, sadece onları daha iyi örgütleyebilmek ve savaş zamanında yarar­lanabilmek, demiryolu görevlilerini hükümet hizmetinde bir seçim sürüsü haline getirmek, ve özellikle parlamento kararlarından bağımsız yeni bir gelir kaynağı edinmek için devletleştirdiyse, bunlar hiç de, dolaysız ya da dolaylı, bilinçli ya da bilinçsiz, sosyalist önlemler değildi. Yoksa, Krallık Deniz Ticareti Şirketi, Krallık Porselen Manüfaktürü, ve orduda bölük terzisi, hatta, 30 yıllarına doğru, Frederic-Guillaume III çağında, büyük bir muzip tarafından, çok büyük bir ciddiyetle önerilen devletleştirme, –genelevlerin devletleştirilmesi– sosyalist kurumlar olurdu.[10]

Devletin ekonominin yönetimini üstlenmesi ya da devlet tekeli ve tekelci devlet kapitalizmi, evet Engels’in dediği gibi “iktisadi bir ilerleme” ve sosyalizmin önkoşullarının olgunlaşmasıdır; ancak bu “ilerlemeyi” ilerici varsayarak, bundan devlet tekeline geçilmesini talep etmek gibi bir sonuç çıkarmak herhalde fazlasıyla çocukça değilse gericilikle el sıkışmak olur. Engels “her türlü devletleştirmeyi, hatta Bismarck’ınkini bile, sosyalist [devletleştirme] olarak ilan eden düzmece bir sosya­lizmi” yeterince eleştirdiği için sürdürmek gerekmiyor. Ancak eklemeliyiz ki, aynı şeyin, her türlü kamuculuğun sosyalizm yönünde bir adım olarak öngörülmesi ya da sosyalizmle hiçbir bağı kurulmasa bile sosyal bilimcilerin salgın karşısındaki önerilerinde olduğu gibi –emek mücadelesinin hareket ettiricisi ya da “kaldıracı” olmanın ötesinde– genelleştirilip ilericilik yüklenerek savunulması da Engels’in eleştirisinden üstüne düşen payı alır.

Tekeller, çağımızda, bırakalım herhangi türden ilericiliği, dünya gericiliğin kalesidir. Tekele dayanan her türlü örgütlenme de öyledir ve tekelci devlet kapitalizmi şüphesiz gericilikten muaf değildir. Ekonomisi, istisnasız her türden kapitalist veri ve uygulamanın toplamı olan Çin, sadece iki nedenle, 1) çoktan dönüştürülmüş devrimci bir geçmişe sahip olması ve 2) ekonomisi baskın olarak devlet mülkiyetine dayalı olarak örgütlenmiş olması nedeniyle çok sayıda sol örgüt ve kişi tarafından hala sosyalist sayılmaktadır. Küba hakkındaki değerlendirme de farklı değildir. Bu, kamuculuk ya da ekonominin devletçi örgütlenmeleriyle sosyalizm arasında doğrudan bir bağ ve paralellik kurulmasının ürünü ve göstergesidir. Oysa her türlü toplumsal mülkiyet biçimiyle yine her türlü devletçilik (kamuculuk) ne sosyalizm, hatta ne de ilericiliktir!

HER TÜR KAMUCULUK SAVUNULABİLİR VE DESTEKLENEBİLİR Mİ?

Bu, herhalde fazladan bir soru olmalıdır, ancak yine de sorulmalıdır. Nedeni şudur ki, kapitalist ekonominin kendi gelişmesi sürecinde, Engels’in dediği gibi “zorunlu olarak” ortaya çıkan olgular olarak tekeller ve tekelci devlet kapitalizminin ilerici sayılamayacağı ve desteklenemeyeceği; ama yine de henüz proletaryanın egemen sınıf olarak örgütlenmediği burjuva egemenliği koşullarında işçi sınıfının mücadelesinin kamucu politikalar izlenebileceği ileri sürülebilir ve bu ilericilik sayılabilir. Tekellerle tekelci kapitalizmin gerici, ama tekelci devlet kapitalizmi ya da burjuva devletlerinde kamulaştırmalarla devlet tekellerinin kurulması ilerici sayılmak üzere ikisini birbirinden kategorik olarak farklılaştırarak, birbirinin karşısına koymak mugalatadır, ancak herhalde tekellerle tekelci kapitalizmi ilericilikle tanımlamayan sosyal bilimcilerin bildirisinde tam da böyledir.

tüm dünya sağlığın, eğitimin, temel ihtiyaç maddeleri üretiminin piyasa süreçlerine terk edilmesinin bedelini ödüyor. Artık neoliberal ezberlerin terk edilmesinin; kamuculuk, planlama, toplumsal dayanışma gibi kavramların tekrar benimsenmesinin zamanı geldi de geçiyor.[11]

İlk cümle şüphesiz doğru. Ancak bu tespitten, “nasıl ve hangi bağlam ya da koşullarda” soruları sorulup herhangi bir ayrıştırmaya gidilmeksizin, genelleme yapılarak, otomatik olarak “kamuculuk, planlama, toplumsal dayanışma”nın benimsenmesinin zamanının geçmekte bile olduğu sonucunu çıkarmak en hafif deyimiyle sınıflarüstücülüktür! Nedeni açıktır: Kamulaştırma vardır kamulaştırma vardır. Planlama da öyle: SSCB’de planlama vardı, örneğin Türkiye’de de DPT ona öykünerek 5’er yıllık planlar yapıyordu yakın zamana kadar ve çoğu ünlü iktisatçımız bu kurumda çalıştığı gibi, ona olmadık övgülerde de bulundu! Toplumsal dayanışma devletin imzasını gereksinmiyor, bu yönüyle herkesin işi kolay ve hiç kuşku yok ki salgın koşullarında hemen her ülkede sömürülen kitlelerin saflarında dayanışma ve yardımlaşmanın gelişmesi, örneğin sağlıkçıların sahiplenilmesi, özellikle yaşlılarla muhtaç durumdakiler ve hastalara yardım dağıtımlarının örgütlenmesi ve George Floyd’un öldürülmesinin ABD’deki milyonlarca protestocuyu desteklemek üzere başta Avrupa ülkeleri olmak üzere dünyada yüz binleri sokağa dökmesi –bunlar sürecin en olumlu yanıdır. Ancak dayanışma bir yana genelleştirilmiş kamulaştırmayla planlamanın hangi sınıf egemenliği ve hangi devlet erki koşullarında yapıldığı ve yapılacak olmasının hiç mi önemi yok?!

Ve bir not: Kime yönelik olarak konuşulmaktadır? Örneğin sağlığın kamulaştırılması talebi üzerinden birleşmesi ve mücadelesini yükseltmesi öngörülebilecek işçilere, işçi sınıfı ya da hele sosyalistlere olmadığı görülüyor. Terk edilmesi istenen neoliberal söylemler herhalde kesinlikle sosyalistlerin değildi. İşçi söylemi de olmamalı. Kamucu söylemi tekrar benimsemesi istenenler kim olabilir? Neoliberalizmi amentü belleyen burjuvaziydi, yoksa yine onun mu benimseme tutumuna dönmesi isteniyor?

Burada, “eğitim ve sağlığın” “kamusal hak” kapsamında “herkes için ve parasız olması” talebinin ardına gizlenmiş düzen-içi bir politik platform oluşturmaya çalışma tutumu açık olarak görülüyor. Eğitim ile sağlığın kuyruğuna takılan “temel ihtiyaç maddeleri” ile kastedilen nedir? Bunun, yaşam standartları ölçüt olacaksa ülkeden ülkeye değişebileceği açıktır. Sigara bu kapsamda mıdır örneğin ya da otomobil? Evlerin ısınmasında kullanılan ve eğer otomobil temel ihtiyaç maddesi sayılacaksa (ki bir çok ülkede lüx olmaktan çoktan çıkmıştır) oto yakıtı ve bir adım daha atılarak elektrik ya da genel olarak enerji bu kapsama girecek midir girmeyecek midir –ortada kalmaktadır. Ve bildirinin ilerleyen bölümlerde kamuculuk genellemesinin hemen her işkoluna yaygınlaştırılmasıyla, eğitim ve sağlık gibi “sağlam” bir yerden tutularak, kamuculuğun burjuvazinin egemenliği koşullarında üstelik yön verici temel bir yaklaşım olarak savunulmakta olduğunu görüyoruz. Örnek: “Doğal gaz ve elektrikte dağıtım hizmetleri kamulaştırılmalıdır.[12]

Ve iki öneri ya da kamuculuk platformu maddesi daha:

100’den fazla işçi çalıştıran şirketlerde istihdamı korumak amacıyla, bu kuruluşların kapanmasına izin verilmemeli, gerekirse kamulaştırma yoluna gidilmeli, bu amaçla KİT gibi kuruluşlar eski işletmeci işlevlerini üstlenmelidir.

– Krizle beraber zora giren sivil havacılık, enerji, finans gibi stratejik sektörlerde kamulaştırma bir zorunluluk haline geldiğinde tereddüt edilmemeli, bu kuruluşlarda özyönetim uygulaması benimsenmelidir.

Niyet iyi olsa bile yetmiyor. Doğalgaz ve elektrik gibi enerji üretiminin temel iki biçimi kamulaştırılıyor öneriye göre ve bununla kalınmıyor. İşçilerin mi kapitalistlerin mi, ikisi birden ve asıl olarak sistemin işlerliğinin ve işler kalmasının düşünüldüğü mü yanıtsız kalarak, “istihdamı korumak amacıyla” “bu kuruluşların kapanmasına izin verilmemeli” denerek, şerh düşülüyor: “gerekirse”. Şartlı kamulaştırma! Ancak açıktır, kamulaştırma zaten gerektiğinde yapılır. İşçi sınıfı egemenliğinde, –eğer iktidarın alındığı ülkenin içinde bulunduğu koşullar “savaş komünizmi” ya da “NEP” türü politikaları zorunlu kılmıyorsa– mutlak gerekliliktir. Kapitalistler, kriz kaçınılmazlıkla gerekli hale getirdiğinde ve çöküşünün sistem bakımından istenmeyen sonuçlarından kaçınmak amacıyla şirketlerin kurtarılması gerektirdiğinde kamulaştırmaya giderler. Ve bu gerekliliğin bir püf noktası bulunur; biz sosyalistler toplumsallaştırmadan yanayızdır, onun temel biçimi olarak kamulaştırmayı savunuruz, ama hangi koşullarda savunacağımız tayin edici önemdedir; çünkü kimin, hangi sınıfın çıkarlarının ifadesi olduğu belirleyicidir. Özel koşulları akılda tutarak, ama hele genel bir kamulaştırmacılıksa, burjuvazinin mi proletaryanın mı iktidarı koşullarında –bu soru yanıtlanmadan ilerlenemez! Yoksa bu, sosyal bilimciler bildirisinde olduğu gibi önemsiz midir? Hangi koşullarda olursa olsun kamulaştırma mı? İster sosyalizm isterse devlet tekeli ve tekelci devlet kapitalizmi– fark etmez mi? Kamulaştırma olsun da çamurdan mı olsun?!

Öyle görünüyor ki bildiri bu düşüncede. “KİT’lerin eski işlevlerine kavuşturulmaları” önerisinden anlaşılıyor. Tek adam rejimi karşıtlığına benziyor. Karşıyız. Evet hep birlikte karşıyız. Peki, yerine ne konacak? İşte burada rivayet muhtelifleşiyor; kimi yerseniz deyip, eski parlamenter rejimi allayıp pullayıp yenilenmiş ve matah şeymiş gibi güçlendirilmiş haliyle önümüze sürüyor, kimi makyaj öneriyor ve biliniyor ki bir de burjuvazinin değil halkın egemenliği olarak “halk demokrasisi” var. Burada da öyle; işçi sınıfının birliği ve mücadelesinin dayanağı olacak taleplerin formüle edilmesi ve devrimci bir mücadele platformu oluşturulması çabası olduğu ileri sürülebilecek bir bildiri değil elimizdeki. Neredeyse kamulaştırılması önerilmemiş sektör bırakılmamacasına, Türkiye ekonomisinin, özel mülkiyet ağırlıklı neoliberal örgütlenmesinin yerini devlet mülkiyeti ağırlıklı bir kapitalist örgütlenmeye bırakmasının zamanı olduğunu söyleyen bir bildiri ile karşı karşıyayız. Burjuva devlet iktidarına dokunulmayacak, yerli yerinde duracak, ama yaygın devletleştirmelerle kamucu ve planlı bir ekonomiye geçilecek. Bildirinin imzacıları, çoğu iktisatçı olan konunun uzmanı sosyal bilim profesörleri, bilmeden yazmış olamazlar.

İkinci madde, burjuva egemenliği koşullarında kamulaştırmanın genelleme yapılarak savunulmakta olduğunu, işi, zora giren şirketlerin “kurtarılması”nın savunulmasına vardırarak ortaya koymaktadır. Hele finans! Bankalar ve sair finans kurumları, tekelci kapitalizmin kalbidir. Kamulaştırma buraya sirayet ediyorsa geriye pek bir şey kalmamış ve tekelci devlet kapitalizmine varılmış demektir!

Ve son olarak, burjuva egemenliği altında kamuculuk genellemesi yapıldığını kanıtlayan bir diğer bildiri maddesi, “Kamu Özel Ortaklığı isimli projelerin kamulaştırılması hedeflenmeli” önerisine ilişkin olandır.

YA EĞİTİM VE SAĞLIKTA KAMULAŞTIRMA?

Sadece ve yalnızca kapitalist ekonominin bekasını gözeten hükümet tarafından uygulamaya koyulan sermayeyi destekleme paket ya da önlemleri tartışma dışı tutulursa, salgın karşısında gündeme getirilen öneri ya da talepler arasında doğru olan, Emek Partisi’nin önerisi ve yaklaşımıdır.

Belirtildiği gibi, eğitim ve sağlık, bir dizi yerel hizmetler ve önemlisi emeklilik tartışmasız kamusal haklardır, emekçilere parasız olarak sağlanmalıdır ve parasız olmalarının talep edilmesinden doğal bir şey olamaz.

Kapitalizm ise, hele neo-liberal saldırganlığı çerçevesinde emekçi halkların bugünkü yaşamlarını ilgilendiren temel kamusal hakları kadar gelecek güvencelerini de hedefe koymuş ve en sıradan olanlarını bile kâr kaynağına dönüştürmeye girişmiştir. En son, hem de hala koronavirüs kaynaklı ölümler sürmekteyken kıdem tazminatına da göz dikilerek, sosyal güvenlik sisteminin tamamen bireysel sigortacılıkla değiştirilmesi dayatması gündemdedir. Özetle, kapitalistle burjuva devlet, iş güvenliği önlemleri de içinde, emekçilerin yaşamlarının doğal ve emek güçlerini yenileyerek çalışmalarını sürdürmelerinin en basit ihtiyaçlarını bile “gereksiz masraf” sayma ve metalaştırma yaklaşımındadır. Eğitim, sağlık, temiz bir çevrede yaşama ve güvenceli emeklilik sürdürme gibi… Çoktan alınır-satılır kılınmış barınma (konut hakkı), içilebilir suya, ısınma ve banyoyla mutfak kullanımı için enerjiye erişim vb. hakları saymıyoruz bile.

Tümü insan yaşamının doğal ihtiyaçları olan kamusal haklardır ve paralı olmaları kabul edilemez. Ancak bir bölümü neo-liberalizm öncesinde, bir bölümüyse bu saldırganlığa bağlı olarak özelleştirmelerle gasp edilmiştir veya tamamen ya da –eğitim, sağlık ve emeklilikte henüz süreç bütünüyle tamamlanmadığı için– kısmen metalaştırılmıştır.

Bu hakların kamusal haklar oldukları yeniden tanınarak parasız hale getirilmelerinin talep edilmesi ve bu amaçla sermaye ve hükümete karşı bir mücadele yürütülmesinin önemi yadsınamaz.

Peki, bu, sözü edilen hakların parasız olarak sağlanmaları için bu alanların kamunun elinde olmasını gerektirmeyecek ve bu nedenle talep edilmeleri bir tür kapitalizmin sınırları içinde kalan kamulaştırma talebi olmayacak ya da bu anlama gelmeyecek midir? Ve anonim şirketlerle tekeller ve egemenlikleriyle tekelci devlet kapitalizmine, kapitalizm koşullarında kamuculuk savunusuna yöneltilen eleştirilerle eğitim ve sağlık türünden kamusal hakların parasız sağlanmasının, yani kısmen de olsa bir tür kapitalizm koşullarında kamulaştırmanın talep edilmesi bir çelişki oluşturmayacak mıdır?

Hayır, oluşturmayacaktır! Burada bir çelişmeden söz edilemez.

Kapitalist düzen çerçevesinde, mali sermaye ve tekellerin egemenliği koşullarında toplumsallaştırma ya da aynı anlama gelmek üzere onun bir biçimi olan kamulaştırmaların, ancak devrimci işçi ve halk hareketinin yan ürünleri olarak gerçekleşebileceğinin farkında olunarak, mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesi olarak kamuculuk hayalleri kurmadan, hiçbir çelişkiye düşmekten çekinmeden, eğitim ve sağlık türünden kamusal haklar için mücadele edilebilir ve edilmelidir. Bir adım daha atılarak, sağlık ve eğitimin kamulaştırılması talebinin ileri sürülmesinde de bir yanlışlık iddia edilemez. Yeter ki, talebi formüle edenlerin ufukları kapitalist mülkiyet biçimleri arasında değişiklik tercihiyle kararıp sınırlanmış olmasın ve birleşerek mücadeleye çağırdıkları işçi ve emekçilerin ufuklarını karartmaya tevessül etmesinler. İşçi sınıfı ve emekçi halkın, yaşadıkları koşullarla, ekonomik ve politik koşullara uygun benzeri acil talepler için mücadeleye atılmadan, üstelik ne bu taleplerin elde edilmelerinin bile yetmeyeceği ve burjuva sınıf egemenliğine son verilerek üretim araçlarının kapitalist mülkiyet konusu olmaktan çıkarılıp toplumsallaştırılmasının zorunlu olduğu propagandasına açık hale gelebilecekleri ve ne de kendi egemenliklerini kurma mücadelesi yürütebilecekleri ileri sürülemez. Gerçek kamulaştırmaların önünü açacak iktidar mücadelesinin, ancak acil talepler için mücadeleyle birleştirildiğinde başarıya ulaşabileceği kanıtlanmaya ihtiyaç duyulmayacak kesinliklerdendir. Ve zaten “sosyal devlet” uygulamalarında görüldüğü gibi, kapitalist düzen içinde de elde edilebilir olduğunu yaşayarak sınadığımız eğitim ve sağlığın kamusal hak olarak tanınarak kamulaştırılması, eğer bir iktidar değişikliği olmadan gerçekleşecekse, ancak böyle gerçekleşebilir. Yoksa reformcu bir değişiklik talep edilerek değil!

Yanlış olan, ne kamusal hakların talep edilmesi, ne bunun gereksindiği kamusallık, ne de bu hak taleplerinin sözü edilen hakların elde edilmeleri için gerekli olan emekçi kitlelerinin birlik ve mücadelelerinin hareket ettiricisi olarak ileri sürülmeleridir. Yanlışlık burada değil, bir başka yerdedir; yanlış olan, kapitalizmde özel ve kamu mülkiyetinin birbirinin karşısına koyularak, özel kapitalist mülkiyet yerine, “ezber bozma” ve “kamuculuk” denerek, kapitalist devlet mülkiyetinin tercih edilmesi; mülksüzleştirme olmadan ve yalnızca kapitalist mülkiyetin biçim değişikliğinin kamulaştırma adına savunulmasıdır.

Yoksa, tabii ki, kamusal hakların, kamusal haklar olarak parasız kullanılır olması, üstelik emekçilerin acil talepleri arasındadır ve bunun için mücadele ihmal edilemez. Bu, kapitalizm koşullarında elde edilebilir bir taleptir; ancak yine tabiidir ki, bundan, sosyal bilimcilerin bildirisinde olduğu gibi, amaç olarak ileri sürülen ne olursa olsun, ekonominin hemen bütününü kapsamak üzere genişletilmiş bir kamulaştırma talebinin savunulmasının doğruluğu sonucu çıkarılamaz. Bu, ancak kapitalist düzeni iyileştirme ve kabul edilebilir hale getirme içerikli az çok Keynesvari bir savunma olur. Tıpkı Sovyetler Birliği’nin çağrı nitelikli pratik örneklemesinin “yıkıcı” etkisi de içinde önemli yer tutarak, dünya işçi sınıfının ulusal ve uluslararası ölçekteki devrimci mücadelesinin bir ürünü olarak, burjuvazinin, kârlarının bir bölümünden vazgeçip tavizler politikası izleyerek, kapitalizmin “sosyalizasyonu”na gitmek zorunda kalması ve özellikle Avrupa’da “sosyal devlet” politikalarını gündeme almasında olduğu gibi… Kapitalizmde reformlar, bu reformları elde etmekle sınırlı bir perspektifle ve düzen içinde kalınıp, konumuza ilişkin olduğu gibi, ancak kapitalist mülkiyet biçimleri arasında tercih yapıp değişiklikler talep edilerek değil mülksüzleştirenleri mülksüzleştirmeye yönelmiş devrimci işçi sınıfı mücadelesinin yan ürünleri olarak gerçekleştiğinde işçi sınıfı ve halk açısından değerlidir ve mücadelenin gelişmesine hizmet eder; aksi takdirde “sosyal devlet” politikaları örneğinde görüldüğü üzere yatıştırıcı etkide bulunur.

Bu nedenle, Emek Partisi’nin salgın döneminde ileri sürdüğü talepler arasında yer alan sağlık ve sağlık kurumlarıyla ilgili kamulaştırma talebi sıradan bir kamulaştırma talebi biçiminde değil, ama harekete geçirici rol oynaması da öngörülerek, “halkın denetimine verilmesi” olarak formüle edilmiştir: “Her türlü özel sağlık kuruluşu, ihtiyaç olan medikal malzeme ve ilaçları üreten fabrika ve işyerleri dahil bütün sağlık işletmelerinin yönetimi ve denetimi, sağlık alanındaki sendika, meslek örgütü, dernekler ve sağlık çalışanlarının temsilcilerine verilmeli.

KAPİTALİST MÜLKİYET BİÇİMLERİ ARASINDA TERCİHTE BULUNMA KİMİN İŞİDİR?

Peki, kapitalizmde devletleştirme talep edilmesi kimin işidir ve nasıl yaklaşılmalıdır?

Marx ve Engels, I. Enternasyonal öncesinde inisiyatif alarak kurdukları Komünist Birliği’ne çağrılarında, henüz tekeller ve tekelci devlet kapitalizminin izi bile yokken, 1848-49 Devrimleri’nin son günlerinde yeni bir devrim dalgası umarlarken ayrı bir parti olarak örgütlenmesi için uğraştıkları proletarya ile ilişkisi içinde küçük burjuva demokratları üzerine şunları yazdılar:

Tüm toplumu devrimci proleterler için devrimcileştir­meyi arzulamaktan çok uzak bulunan demokratik küçük­ burjuvazi, toplumsal koşulların mevcut toplumu kendisi için olabildiğince katlanılabilir ve rahat hale getirecek bir değişiklik için çabalar. Böylece bunlar, her şeyden önce, bürokrasinin azaltılması ve belli başlı vergilerin büyük toprak sahiplerine ve burjuvaziye kaydırılmasıyla devlet harcama­larının kısılmasını isterler. Ayrıca, kamusal kredi kurumla­rı ve tefeciliğe karşı yasalar aracılığı ile büyük sermayenin küçük sermaye üzerindeki baskısına son verilmesini isterler ki, bu sayede kendilerinin ve köylülerin, kapitalistler yerine devletten elverişli koşullarla avanslar alabilmeleri olanaklı olacaktır; feodalizmin tümüyle tasfiye edilmesiyle kırsal böl­gelerde burjuva mülkiyet ilişkilerinin kurulmasını da ister­ler. Bütün bunları gerçekleştirmek için, kendilerine ve müt­tefiklerine, köylülere, çoğunluğu kazandıracak olan ya ana­yasal ya da cumhuriyetçi bir demokratik devlet yapısına ge­rek duyarlar; komünal mülkiyetin ve halen bürokratlar ta­rafından yürütülmekte olan bir dizi işlevin doğrudan dene­timini onlara verecek bir demokratik komünal yapıya da ge­rek duyarlar.

Sermayenin egemenliği ve hızlı artışı, kısmen veraset hakkının sınırlandırılmasıyla ve kısmen de olabildiğince çok sayıda iş alanının devlete aktarılmasıyla daha da etkisizleştirilecektir. İşçilere gelince, bunların, daha önce de olduğu gibi, ücretli işçiler olarak kalacakları kesindir; demokratik küçük burjuvazi, işçiler için, olsa olsa daha iyi bir ücret ve daha güvenli bir yaşam arzular ve bunu da devlet tarafın­dan yapılacak kısmi istihdamla ve yardımseverce önlemler­le gerçekleştirmeyi umar; kısacası bunlar, az çok üstü örtülü sadakalarla işçileri satın alabilmeyi ve durumlarını o an için katlanılabilir hale getirerek işçilerin devrimci güçlerini kı­rabilmeyi umarlar. Küçük burjuva demokrasisinin burada özetlenen istemleri, … proletaryanın partisi için asla yeterli olamaz.

Demokratik küçük-burjuvazinin devrimi olabildiğince çabuk ve olsa olsa yukardaki istemlerin gerçekleşmesiyle sonuçlan­dırmayı arzulamasına karşılık, az çok mülk sahibi tüm sınıf­lar egemen konumlarından uzaklaştırılıncaya dek, proletar­ya devlet gücünü ele geçirinceye ve yalnızca bir tek ülkede­ki değil, dünyanın tüm önde gelen ülkelerindeki proleterle­rin birliğinin, bu ülkelerin proleterleri arasındaki rekabetin ortadan kalkmış olduğu ve hiç değilse belli başlı üretici güçlerin proleterlerin ellerinde toplanmış bulunduğu noktaya ula­şıncaya dek, devrimi sürekli kılmak bizim sorunumuz ve bi­zim görevimizdir. Bizim için sorun özel mülkiyetin herhan­gi bir değişikliğe uğratılması değil, olsa olsa yok edilmesidir…[13]


[1] Gazete Duvar (2020) “Sosyal bilimcilerden bildiri: Stratejik sektörlerde kamulaştırma yapılsın”,  https://www.gazeteduvar.com.tr/gundem/2020/03/29/sosyal-bilimcilerden-bildiri-stratejik-sektorlerde-kamulastirma-yapilsin/ (Erişim Tarihi: 15.06.2020).

[2] 2 Nisan 2020 tarihli MYK sonrasında basına yapılan açıklamadan.

[3] EMEP (2020) “Bu Köhne Düzeni Sırtımızda Taşımayalım”, Basın Bülteni, 5 Nisan 2020,  https://www.emep.org/tr/bu-kohne-duzeni-sirtimizda-tasimayalim/ (Erişim Tarihi: 15.06.2020).

[4] Marx, K ve F. Engels (1848) Komünist Parti Manifesto, https://www.marxists.org/turkce/m-e/1848/manifest/kpm.htm (Erişim Tarihi: 15.06.2020).

[5] Marx, K. (2003) Kapital: Birinci Cilt, Eriş Yayınları, https://www.marxists.org/turkce/m-e/kapital/kapital1.pdf, sf. 729-730.

[6] Engels, F. (1977) Anti-Duhring, Çev. K. Somer, Ankara: Sol Yayınları, sf. 443-444.

[7] Marx, K. (20012) Kapital: İkinci Cilt, Çev. M. Selik, İstanbul: Yordam Kitap, sf. 98.

[8] Marx, K. (20015) Kapital: Üçüncü Cilt, Çev. M. Selik, İstanbul: Yordam Kitap, sf. 354-355.

[9] Engels, Anti-Duhring, sf. 437-441.

[10] Engels, Anti-Duhring, sf. 440.

[11] Gazete Duvar, Sosyal bilimcilerden bildiri

[12] Gazete Duvar, Sosyal bilimcilerden bildiri

[13] Marx, K ve F. Engels (1976) Seçme Yapıtlar: Cilt I, Çev. A. Kardam, S. Belli, M. Ardos, K. Somer, Ankara: Sol Yayınları, sf. 217.