Çetin Akdeniz

İçinde bulunduğumuz dönemin olası kıldığı tehlikelerden biri de, kaderci bir görüş açısından insan türünün ve canlı (beşeri) yaşamın geleceğine dair umutsuzluk halidir. Bu sadece dünyasal bir virüsün mevcut bilimsel düzey ile karşı mücadelenin henüz başarılamamış olmasından kaynaklanmıyor. Bir etken olmakla birlikte ilaç ve aşı çalışmalarının yanısıra gerek bireysel bazda gerekse sermaye devletleri ve hükümetlerinin uygulamaları kapsamındaki “önlemler” bu konuda, tehlikenin aşılabilir olabileceği yönünde belirli bir görüşe yol açabiliyor. Ama asıl tehlike, bir “pandemi” ya da uluslararası salgın nedeniyle sömürü dünyasından çıkışsızlık fikrinin yaygınlaşmış olmasıdır. Açık şekilde dile getirilmiş olanlarıyla birlikte ve daha çok da seslendirilmeksizin taşınan düşünce, işçi sınıfı ve ezilen halk kitlelerinin, burjuvazisiz ve sömürüsüz bir dünya sisteminin kurulması potansiyelinden yoksunluğunun bu son salgın vesilesiyle de “görülmüş olduğu”dur! Ve yine az çok duyulur bir yakınma haliyle de olsa gerekçe olarak ileri sürülen, bu viral salgın dolayısıyla en çok hayatını kaybedenlerin, dünyanın hemen her ülkesinde, toplumun en alt kesiminden olan en yoksul, en korunaksız kesimleriyle salgına karşı hayatını riske atarak mücadele eden sağlık emekçileri olmasına rağmen, işçi ve emekçi kitlelerinin sözü edilebilir bir savunma ve hak alma mücadelesinin görülür olmamasıdır. Oysa denmektedir, bu kesimlerin önemlice bölümü son altı aylık süreçte daha fazla yoksunlukla yüzyüze geldi; işini kaybedenler olduğu gibi, en zorunlu tüketim maddelerini karşılayacak bir gelirden yoksun kalanlar da oldu.

Bu görüş ve gerekçeler, ilk bakışta itiraz edilemez görünümü verse de Brezilya, İtalya, İspanya, Ekvador, Lübnan ve Fransa’daki kimi küçük işçi ve gençlik protestoları gerçekleşmiş; birçok yerde işçi eylemleri olmuştur. Ancak işçi sınıfı ve dünyanın ezilen yüz milyonlarca emekçisinin burjuva devlet ve hükümetlerinin salgın gerekçeli uygulamaları karşısında, bu uygulamaların kapitalistler yararına açık sınıfsal karakterine karşın, bugüne ve geleceğe etkin sonuçlar bırakacak düzeyde olmamıştır bunlar. Buna karşın ABD’de, Brezilya’da ve Almanya’da “kısıtlayıcı önlemlerin kaldırılması” talepli, ancak bir kısmı yönetici sermaye kliği yanlısı, bir bölümü de yabancı düşmanı-faşizan karakterde küçük güruhların eylemleri de ortaya çıktı.

Halk yararına öneri ve önlem bazında gündeme gelen ise daha çok ilerici-demokrat kesimlerle bazı ülkelerdeki işçi sınıfı parti ve örgütlerinin sermaye hükümet ve devletlerinin uygulamalarını teşhir eden, büyük sermaye için trilyonlarca dolar kaynak ayırmalarına karşın, halk kitleleri için “devede kulak” sayılmayacak kırıntıları uygun görme politikaları eleştirilerek kitlelerin buna karşı mücadelelerinin önemi dile getirildi.

Devrimci ve sosyalist muhalefetin bu kapsamda kalması kuşkusuz hareketin kendi öznel durumuyla ve yanısıra içinden geçilen ve geçiciliğinden kuşku duyulmayan salgın bağlantılı “özel durum ve dönem” ile bağlıydı. Ki bu durumdan çıkış, hem burjuva yönetimlerin “sürü bağışıklığı” politikasını hemen tüm ülkelerde uygulamaya geçirmeleri nedeniyle hem de yaşam kavgasının zorlaması sonucu kaçınılmazdır.

Buna rağmen, içinden geçilen bu geçici dönemde yaşananlar, işçi hareketi ve mücadelesinin aşmak zorunda olduğu, deyim yerindeyse bünyesel zayıflıkları ve ciddi örgütsel güçlüklerini de yeniden göstermiş oldu. Kuşkusuz işçi hareketinin yüzyüze olduğu sorun ve zayıflıkları, işçinin üretim sürecindeki etkinliğinin önem yitiminden değil, sınıf içi bölünmüşlüğünün yanısıra kapitalist parti fraksiyonlarının politikaları dolayımında politik-sendikal alanda kendi sınıfının tutumundan uzaklaştırıcı bir aldanma durumuyla da bağlıdır. Fabrika ve işyeri ilişkileri içinde -üretim sürecinin bu alanında- aynı ya da benzer koşullar tarafından biçimlendirilip yönlendirilen işçi, kendi sınıfının öz çıkarları ve sömürülen ve ezilen halk kesimlerinin sorunları söz konusu olduğunda, hemen karşısında burjuvazi ve bol maaşlı “adamları”nı bulur ve onların ya dayatmaları ya da manipülatif etkinlikleri sonucu, burjuva partilerinin, sonuçlarıyla sermaye yararına olan ve sermayenin genişletilmiş yeniden üretimle çoğalmasını öngören uygulamalı politikalarına yedeklenmesi istenir.

Bu yöndeki pratik aslında çok da yalındır. Hemen her gün sermaye partilerinin sözcüleri konuşmakta, yedekleri onların söylediklerini yinelemekte ve emek gücü sömürülen, baskı altında tutulan, çalışması ve yaşam koşulları sermaye sahipleriyle onların devlet aygıtınca belirlenen milyonlarca işçi ve emekçi, bu mütemadiyen algısal etkiyle zehirlenerek şu ya da bu burjuva partisinin politikasına “kazanılmış olmakta”dır!

Mücadelenin geriliğinden, işçi ve emekçilerin kendi çıkarları için mücadeleden geri durmalarından, sermaye parti ve kurumları tarafından aldatılıp birbirlerinden ayrılmış duruma getirilmelerinden “yakınan” ya da rahatsız olan her devrimci ve Marksist için, bu durum, süreklilik gösterecek bir mücadele sorununu oluşturur.

İşçiler örneğin Zonguldak’ta, İzmir’de, Antep’te, Kayseri’de, Diyarbakır’da ve ülkenin birçok başka bölgesi-kentinde bu son birkaç ay içinde yüzlerce kayıp verdi. Bir kısmı koronavirüs nedeniyle, bazı başkaları işyerine giderken trafik kazasında, bir bölümü yanarak vb. nedenlerle öldü ya da sakat kaldı. Buna karşı tekil kapitalist patronları ve devlet-hükümet yönetimini tedbir almaya, çalışma ve yaşam koşullarını iyileştirmeye mecbur tutabilecek güçte bir işçi-emekçi eylemi görülmedi. Bir iki küçük işletmede, işçiler, sınıf bilincine ulaşmış ileri olanlarının yol göstericiliğinde çalışma koşullarının işçi sağlığı öncelikli olmak üzere düzenlenmesini sağlayacak eylemler yaptılar (mesela Gebze’de) ve o işyerine özgü olmak üzere bunu başardılar da.

Bu bir tek örnek bile başlıca iki noktayı işaret eder: Tekil kapitalistlerle onlara çalışan işçilerin mücadelesi işyeri sınırları dahilinde kimi iyileşmeler sağlayabilir. Ancak sınıfın genel ve ortak çıkarları yönünde etkide bulunmak sınıfsal bir tutumu gerektirir. İşçiler, “sıra bana gelmediyse önemli değildir” anlayışıyla hareket edecek bir sınıfı temsil etmezler, etmemeleri gerekir. Kendilerinin sınıfına mensup olanları başta olmak üzere sömürülen ve baskı altında tutulan kesimlerin haklarını savunmada; bunun için direnmede birleşme tutumuyla hareket etmedikleri sürece, “sıra” erken ya da geç kendilerine de gelecektir. Bunun milyonlarca örneği var; tarihin yazılmış ya sözlü anlatımlı işçi yaşam hikayeleri bunları bolca gösterir.

Kaldı ki, Türkiye işçi sınıfının 15-16 Haziran (1970) gibi, 1990-91 genel eylem ve direnişleri ve Zonguldak yürüyüşü gibi, Ünaldı direnişi, TEKEL eylemleri, SEKA mücadelesi gibi eğitici-öğretici mücadele pratikleri var. Bunların bir kısmı önemli kazanımlarla, bazılarısıysa mücadeleye rağmen kayıplarla sonuçlanmıştır. Ancak yengi denli yenilginin de öğretici olduğunu unutacak bir sınıf bireyi, kendisinin tekil ya da işyeri boyutundaki haklarını dahi kararlılıkla savunacak güç bulmakta zorlanır. Sınıfın mücadelesi ve deneyimi çünkü, her işçiyi sınıf hareketinin deneyiminden yararlanma olanağıyla zenginleştirir. Bunun değeri bilinmediğinde, bundan öğrenilmediğinde, sürekli geriden başlama gibi bir handikapla karşıkarşıya kalınır ki, bundan ancak kapitalistler, burjuvazi ve onun iktidar gücü kazançlı çıkabilir.

İşçi sınıfı ile burjuvazi arasındaki mücadelenin evrensel karakterine sosyalist literatürde hakettiği genişlikte yer verilegelmiştir. Son birkaç aylık süreçte yaşananlar örneğin sermaye hükümetlerinin pandeminin yol açtığı olağanüstü ekonomik, sosyal, politik ve kültürel etki dolayısıyla harekete geçirdikleri, harcamak üzere ayırdıkları 8 trilyon dolar büyüklükteki parasal kaynağın “bölüştürülmesi”, gözetilen kriterlerin bütün ülkelerin yöneticileri aynı yerde bir aradaymışlar gibi, büyükleri başta olmak üzere kapitalist işletme ve şirketlerin kayıplarının karşılanmasını esas alması, bir göstergedir. Hem kapitalistler hem de emek güçlerini belirli bir ücret ya da maaş karşılığı satmak durumundaki işçi ve emekçiler, herbiri kendi sınıfının mensuplarıyla hemen hemen aynı şeyleri yaşadılar. Devletler ve hükümetler kuşkusuz kendi ülkelerinin ekonomisi, politikası ve sosyal ilişkileriyle öncelikli olarak ilgilendiler. Ama ABD’de boynuna basarak siyah genci öldüren polis ile Türkiye’de yaşlı bir adamı öldüresiye döven 8 polisi yönlendiren; Kürt mezarlıklarını bozarak topraktan kemik çıkarmayı devletinin güçlü oluşuna kriter gösteren ve böylece milyonlarca insanı yıldırmayı uman anlayışın bir ortaklığı var: Bu ortaklığı belirleyen, egemen güç konumunda bulunma ve sömürü sisteminin sopası olmadır.

Dünyanın neresinde yaşıyor olursa olsun insani ve sınıfsal duyarlıktaki her işçi için, bu durum karşı çıkılması gerekliliğini doğurur ve duyumsatır. Türkiye’nin tüm ulus ve ulusal topluluklarından işçi ve emekçilerin sınıf bilincine ulaşmış unsurları ulusararası dayanışmaya yabancı değiller. Taşıma ve liman işletmelerinin işçileri de, Ford, Opel ve Renault otomobil fabrikalarının işçileri de İngiliz, Alman, Fransız ve Türkiye bölümlerindeki işyerlerinde dayanışma örnekleri göstermişlerdi. Bu bir yana, daha bu 1 Mayıs’ta, hemen tüm kapitalist ülkelerde, içinde bulunulan özgün durumu da gözeten eylem biçimleriyle işçi ve emekçiler, marşları, bayrakları, sloganlarıyla bir uçtan bir uca dayanışmalarını gösterdi. Bu ama, bu kadarını yapabilmenin çok ötesinde, daha temelli, daha kapsamlı bir değiştirici etkinliğin olanaklılığına da bir biçimde işaret eder: Kendi sınıfının ve ezilen diğer emekçi kesimlerinin durumunun bilgisine sahip olmakla yetinmeyecek olan/yetinmemesi gereken proleterler, kendilerini sömürülen bir sınıfın bireyi durumuna getiren üretim tarzı ve toplumsal ilişkilerine olanak tanımak ve sürdürmek zorunda olmadıklarını; aksine bu koşulları ve ilişkileri değiştirebilir ve sömürü olgusunu tarihten silebilir bir güç oluşturduklarını da öğrenmelidirler.

Bölünmüşlüklerinin ve sermaye partileri tarafından aldatılmışlıklarının üstesinden ancak böyle gelebilirler. Bu da, her bir sınıf bireyine, belirli bir işyeri ve fabrika işçi-emekçi topluluğuna, bir sanayi bölgesi işçilerine, bir kentin ya da bölgenin emekçilerine ve ezilen bir halka ve mensuplarına yönelik saldırılara karşı, devrimci bir sınıfın bireyi olarak mücadele etme erdemini kazandırır. Emek gücünü satarak yaşamayı ancak başarabilen bir emekçi böylece, kapitalist barbarlığın sürdürülmesini vazife edinmiş burjuva kurum ve güçlerinin kuvvet gösterilerinden ve zalimlikleriyle öğünmelerinden ayrışırken, gerçekte kendisinin sömürülmesi koşullarına karşı mücadele etmiş, kendisi gibi ezilen durumdaki topluluk mensuplarıyla, onlar nerede bulunuyor olurlarsa olsunlar, dayanışmayı gerçekleştirmiş olur. Güçlü olduğu, ve sınıf düşmanına karşı kazandığı ya da ancak kazanabileceği yer, bu konumlanmasıyla bağlıdır.

Buna “sınıf pusulasını şaşırmamak” da denebilir. Bu kavram son dönemde yeniden gündeme gelmiş bulunuyor ve bu da elbette iyi bir şey! Pusulayı şaşırmamak en çok ve en başta sınıf bilincine ulaşmış ileri işçilerin, devrimci emekçilerin ve militan genç sosyalistlerin sorumluluğuna düşer.