Hasan Erol Eroğlu *

Öğrendiklerimiz nelerdir başlığına geçmeden önce bu salgın ile ilgili bir konuyu aydınlatmakta yarar var. Bu salgının mevsimsel grip salgınları ile arasında önemli bir fark mevcut. Mevsimsel grip dediğimiz durumdan belirli bir zaman diliminde çevre koşullarının etkisi ile insan organizmasının mevsimsel değişiklikler sırasında yaşadığı güçsüzlükle ilişkili ortaya çıkan soğuk algınlığından tüm vücudumuzu etkileyen gribal enfeksiyonlara uzanan geniş bir tabloyu anlıyoruz. Bu süreç dünyanın yarısında başlarken yarısında bitmiş oluyor. Bu noktada sıkça dile getirilen bir tabloyu hemen açıklamak lazım. Gribal enfeksiyonlardan yılda 3 milyon insan hayatını kaybediyor. Bu açıdan sanki çok önemsiz bir durumla karşı karşıya olduğumuzu düşünebilirsiniz. Son derece yanıltıcı bir yaklaşım. Böyle yaparak durumun önemsizliğinden bahseden çok insan ve bilim insanı gördük süreç içinde. Bunlar kelle paçacılar olarak değerlendirilebilir. Yine bu ifadeden yola çıkarak durumun bir komplo olduğunu, istenen şeyin toplumda bir kaos yaratmak ve yeni(!) (onların istediği yeni) bir toplumsal düzen olduğunu, aslında çok rahat baş edebileceğimiz bir sorunla karşı karşıya olduğumuzu söyleyerek bu durumdan küresel emperyalist güçleri sorumlu tutanlar da oldu.

Covid-19 salgınının onu diğerlerinden farklı kılan yönü çok güçlü bir bulaşıcılık yeteneği. Yaklaşık 4 aylık bir süre içinde pandemi sıfatını kazanacak bir yeteneğe sahip oldu. Üstelik bu durum küresel farklılık da göstermiyor. Yani kuzey yarım kürede kış aylarında başladı ve bahar aylarının başında tüm kuzey yarım küreye yayıldı. Diğerlerinden farkı işte burada güney yarım kürede de aynı yayılım biçimini gösteriyor. Bu açıdan bakıldığında 12 aylık zaman dilimine yayılan bir süreç içinde gribal enfeksiyonlar ve onların yarattığı sağlık iş yükünün ötesinde çok büyük bir insan kitlesini aynı zaman diliminde enfekte ediyor ve onların hasta insanlar olarak sağlık sistemine başvurusuna neden oluyor. Yılda 3 milyon gribal enfeksiyona bağlı ölüm olgusunun yarattığı bir sağlık sistem kilitlenmesi bugüne kadar yaşanmadı büyük ölçüde. Ancak şimdi içinde çalıştığımız sistemin baş edebileceğinden çok daha fazla olgu ile karşı karşıyayız. Bu durum tüm dünya için geçerli. Covid-19 salgınını önemli ve farklı hale getiren, işte bu özellik.

Şu anda yaşadığımız sıkıntı bu özelliğe bağlı olarak ortaya çıkan, sistemin hastalarla ve enfekte insanlarla baş edemeyeceği bir tablonun kısa süre içinde ortaya çıkmış olması. İtalya, İspanya ve ABD gibi ülkelerde hepimizin izlediği dramatik sahneler çok sayıda hastanın yarattığı yükle baş edemeyen sağlık sisteminin yaşadığı çaresizlik aslında. Toplumsal izolasyon ve bu bağlamda ısrarla talep edilen toplumsal hareketliliği ve olası bulaşları en aza indirmeyi hedefleyen önlemlerin hepsi bu anlamda değerli idi. Eğer hasta sayınızı sınırlandırabilir ve bunu bir sürece yayarsanız sağlık sisteminiz bu sorunla baş edebilir hale gelir. Bunu ne yazık ki gerçekleştiremedik ve bulaşma açısından yeterli önlemleri zamanında alamadık. Ancak önümüzde hala çok değerli olan bir süreç daha var. Bu anlamda enfekte olan kişilerin saptanması-izolasyonu ve çevrelerindekilerin değerlendirilip onların da izolasyonuna ısrarla devam edilmesi hala çok önemli.

NELER ÖĞRENDİK? EVRİM BİR GERÇEKMİŞ!

Öğrendiğimiz ilk şey evrimle ilgili bir sürü safsatanın dillendirilmemesi gerektiğini ve bunların sözcülüğünü yapanların artık susması gerektiği. 2003 ve 2012’de ortaya çıkan MERS ve SARS salgınları başka türde canlılarda (memeliler, sürüngenler ve kemirgenler) yaşamını sürdüren bir virüs türünün bir dizi çevresel değişiklik sonucunda geçirdiği mutasyonlar ile daha önce insanlarda enfeksiyon yaratmamışken yeni bir konak olarak insanları da kullanmaya başladığını bize gösterdi. Koronavirüsleri ne oldu da böyle bir mutasyon geçirdi, yani nasıl oldu da bir evrim geçirerek insanlarda hastalık yaratır hale geldiler? Öncelikli olarak sorgulamamız gereken bu nokta herhalde.

Mutasyonların kurgusal olmadığını yani rastlantısal olduğunu bildiğimize göre bu türden mutasyona neden olan çevresel faktörleri sorgulamamız gerekir öncelikle. Bu açıdan karşımıza çıkan şey ise bir yok oluş sürecidir. Biz insanlar bu küçük gezegende başka yaşam formları ile birlikte yaşadığımızı ve doğanın bir parçası olduğumuzu unutmuş görünüyoruz. Bu algıyı yaratan temel faktör bizim de her gün içinde yaşadığımız ve yeniden üretilmesine katkı sağladığımız üretim-tüketim sarmalı yani serbest piyasacı kapitalist düzen. Tükenmek bilmeyen bir artı-değer yaratma arzusu ve her şeyin oluşturulan artı-değerin değişim araçları çevresinde şekilleniyor olması gerçekten küçük olan bu gezegeni hızla bir yok oluşa sürüklüyor. Sayımız çok fazla, gereksinimlerimiz çok fazla, tüketimimiz çok fazla, artığımız çok fazla… Doğa böylesi bir çılgın döngü karşısında sıçrama tarzında bazı değişikliklere zorlanıyor biz insanların eliyle. Yani sorunun yanıtı şu; evet bu türden bir virüsün yeni mutasyonlarına en değerli katkıyı biz sunduk kendi elimizle. Komplocu dostlarımızın ifadeleri ile bu bir laboratuvarda üretilmedi ama biz dünyayı uzun zamandır bir laboratuvar gibi kullanıyoruz zaten. Yeni patojenlerin yeni mutasyonlarına hazır olmalıydık. Bunları 2003’den beri yaşıyoruz zaten. MERS ve SARS salgınları bunun habercisiydi aslında. Bilimi ve onun yarattığı çıktıları (düşünsel anlamda) sürekli kötüleyen ve bir çeşit bilinemezciliği savlayanlar post-modern dünyanın en kabul gören insanlarıydı kısa bir süre öncesine kadar. İçler acısı bir tablo ama hiç de umutsuz değil.

Kurduğumuz düzen insanların yaklaşık yüzde sekseninin toplu yaşam alanlarında bulunduğu, şehir dışı yaşam alanlarının hızla üretim amaçlı kullanımlara terk edildiği (maden alanları, sanayiye yönelik tarım alanları, enerji sahaları, sanayiye yönelik orman alanları, devasa otlaklar, yollar, lojistik alanları, askeri alanlar vs.) bir düzen. Kalan doğa veya doğal olan nedir bu durumda? Biz çok yetenekli avcı toplayıcılar olan homo sapiens sapiens’e yani modern insana hominidlerden (insanımsılar) yaklaşık 7-8 milyon yıllık bir süreçte evrildik. Yaklaşık 12-15 bin yıllık bir dönemde tarım toplumu ve ardından bugüne ulaşan sanayi toplumu düzenini geliştirdik. Son yüz elli yıldır sanayi toplumunda yaşarken sözde yeni bir toplumsal düzene adım attık; bilgi toplumu!

Öyle bir bilgi toplumu ki bu yaşadığı çevreyi ve tüm yeryüzündeki çevreyi sürekli her türlü toksik ajan ile kirletiyor ve atıklarını da dünyanın fakir yerlerine çöp olarak para ile veriyor (biz de bu çöpleri ithal eden toplumlardan birisiyiz). Artık doğal olan nedir sorusunun doğru bir karşılığı yok büyük ölçüde. Tüm elde ettiğimiz teknolojik gelişim korkunç bir yeni düzenin yaratıcısı aslında.

Daha rahat yaşam, daha hızlı ulaşım, daha çok ve çeşitli bireysel tüketim, çok çeşitli ve çok değişik tatlarda gıdalara erişim sürekli bu kalabalık yaşam alanlarında özendirilirken bu gereksinimlerin tümünün sağlanması tüm yeryüzü açısından inanılmaz bir ham madde ve emek tüketimi sayesinde gerçekleşiyor. Bir tarafta bu gereksinimlerinin karşılanmasını sağlayan toplumlar ve topluluklar diğer tarafta yaşamlarını sürdürmek adına sürekli olarak korkunç bir sömürü düzeni içinde çoğalarak yaşamlarını tüketen ve bu gereksinimleri karşılamaya çalışarak yaşamlarını sürdüren büyük insanlık. Bu tablo yeryüzünün hızla bir yok oluş sürecine gittiği bir durumla karşı karşıya kalmamıza neden oluyor.

Hızla çoğalan insan nüfusu giderek büyük yerleşim yerlerinde öbeklenmeye başlarken, bu konformist güruhun gündelik gıda, enerji, ulaşım, güvenlik, eğitim ve sağlık gibi gereksinimlerini karşılamak için çılgın bir kaynak tüketimi gerekiyor. Bu kaynakta bizim doğa dediğimiz alanların ham madde ve diğer tüketim ürünlerinin elde edildiği yerlere dönüşmesine neden oluyor. Hepimiz bir yandan Çanakkale bölgesindeki altın arama faaliyetleri için kesilen ağaçlara tepki gösterirken bir yandan da altının bir değerli maden olarak dönüşümüne onu satın alarak, takarak veya biriktirerek katkı sağlıyoruz. Yani aslında bu kahredici yok oluş süreci ve yaşama sınırsız müdahale bizzat insan eli ile ve her geçen gün artarak devam ediyor. Yaşam alanlarının bu kadar hızlı ve radikal değişimi sonucu çeşitli yaşam formlarının çok sayıda mutasyona maruz kalmasından daha doğal ne olabilir ki.

Komplo teorileri üretenlerinin yorulmalarına hiç gerek yok, aslında doğru söylüyorlar, bu virüs bir anlamda insan eli ile yaratıldı. Bu yaratanlar ne olduğu belirsiz emperyalist güçler değil elbette. Tam bu noktada bir parantez açmakta bence fayda var.

EMPERYALİST GÜÇLER MİTİ

Çok uzun bir süredir “emperyalist güçler” artık sol jargonun bir söylemi değil aslında. “Kahrolsun Emperyalizm” sloganlarının ve duvar yazılarının üzerinden uzun zaman geçti. Kendileri de küresel sermayenin bir parçası olan (işbirlikçi) milli burjuvazinin kendine bağlı kitleleri konsolide ettiği önemli bir söylem haline geldi bu slogan. Bizden, yani milli olmayan bu güçler, bizim yani milletimizin kötülüğü ve kendi kârları için her şeyi yapabilirler!

Kapitalist sistem, doğası gereği kârdan ayrı düşünülemeyeceği ve bu kârın rekabet koşulları içinde hayatta kalabilmek için sürekli artması gerektiği için kendiliğinden tekelcidir aslında. Bu zorunlu tekelcilik pazarların (uluslar, kıtalar arası) kontrolünü ve denetimini gerektirdiği için emperyalizm dediğimiz bir aşamaya geçti kapitalist düzen. Küresel emperyal güçler dediğimizde aslında çeşitli pazarlardaki işbirlikçileri ile entegre olmuş büyük bir sermaye–devletler topluluğunu anlamamız gerekiyor. Bu açıdan milli bir burjuvaziden bahsetmek günümüzde olası değil (komünist bir topluma ulaşmak için kendi milli burjuvazisini yaratacağını söyleyen Çin Komünist Partisi bu düzen içinde nerede?). Yani komplo teorisyenlerinin çok sevdiği kendi kârları için her türlü kötülüğü yapacak olan emperyalist güçlerin bu işe para harcamasına gerek yok aslında. Boşuna laboratuvar kurup biyolojik silahlar falan üretmesinler, en büyük laboratuvar dünya şu anda. Hepimiz bu laboratuvarın gönüllü çalışanlarıyız gerçekte. Yoğun bir şekilde çevremizi değiştirerek küçük gezegenimizdeki tüm yaşam formlarını değişime zorluyor veya toptan yok ediyoruz (son iki yüzyıl içinde yok ettiğimiz yalnızca memeli türü sayısı iki yüzün üstünde). Bu çaba elbette meyvelerini veriyor. Örneğin 20. yüzyıl başında kullanılan tarımsal gübre ve ilaç miktarı ile bugünkü miktar arasında yüzlerce değil binlerce kat fark var.  

Koronavirüs ailesinin kendi doğal konaklarının dışında insanı da yeni bir konak olarak kullanmaya başlamasının altında yatan şey, son iki yüzyıl içinde gerçekleştirdiğimiz üretim-tüketim faaliyeti ve bunun çıktıları. Ne yazık ki böyle yıkıcı bir düzeni sürdürmeye devam edersek çok daha yıkıcı ve ölümcül yeni salgınlarla yaşamayı da öğrenmemiz gerekecek. “Evrim yalnızca bir teori” diye yazı yazan değerli bir hocamızın kulakları çınlıyordur umarım.

SALGIN SINIF GÖZETMİYOR MU, HERKESİ EŞİTLEDİ Mİ?

Bu büyük yalana da inanmamızı istiyorlar ne yazık ki. Aslında istedikleri bu salgının öğrettiklerinden yola çıkarak eşitlik, adalet, kardeşlik, özgürlük gibi kavramları hatırlayıp sömürü ve kölelik düzenine başkaldıracak kitlelerin bu yalanla avutulması. Bak işte görmüyor musunuz dünyanın en zengin adamı da en fakir adamı da hasta oluyor diye avutmak istiyorlar bizleri. Saklamak istedikleri şeyler o kadar büyük ve o kadar saklanamaz durumda ki artık hasta olup yaşamını kaybedecek birkaç zengin aranıyor nerdeyse. Yedi sütuna manşet atacaklar ve gördünüz mü bizde hasta oluyor ve ölüyoruz bu salgında diyecekler. Durum hiç de öyle değil elbette. Bu salgında bundan önceki tüm salgınlarda olduğu gibi yoksulları işçileri emekçileri vuruyor. Neden Zonguldak ve Soma hasta sayısına göre ölüm oranlarında açık ara önde sizce? Yaklaşık 1.5 kilometrekarelik bir alanda beş termik elektrik santralı bulanan bir bölgede yaşamlarını sürdürenler, her gün madenlere girmek zorunda olanlar, her gün stratejik(!) öneme sahip inşaatlarda çalışmak zorunda olanlar, günlük yaşamı sürdürmek için işlerinin başında olması gerekenler, kapanan işyerleri nedeniyle işsiz kalanlar ve daha pek çok emekçi ve ailesi hangi izolasyon kurallarını uygulayabilecek? Kim onların günlük gereksinimlerini ve temel yaşam desteklerini karşılayacak, bu konuda destek veya yardımlar hangi kriterlere göre yapılacak? Bu konuda dile getirilecek her sorun, her çözüm, her gelişme bir sınıfsal nitelik içermektedir.

Elbette söylendiği gibi virüs sınıf gözetmiyor önermesi tamamıyla yanlış. Bu virüs sınıf gözetiyor ve gözetecek. Söyleyin lütfen, herhangi bir gelecek kaygısı duymadan bir ay süreyle güven içinde evinde gereksinimlerini karşılayabilerek yaşayanlar mı yoksa yaşamlarını ve ailelerinin yaşamlarını sürdürebilmek için her gün çalışmak zorunda olanlar mı daha büyük risk altında. Sağlıksız ortamlarda yaşayanların mı yoksa daha iyi yaşam koşullarında yaşayanların mı, bağışıklık sistemleri daha güçlüdür. Kaç emekçi doğal ürünlerle beslenme olanağına sahip, kaç emekçi ailesi yeterince protein tüketebilecek şu sırada, kaç emekçi ailesi güvenle herhangi bir sorun yaşamadan evinde kendini izole edebilecek? Salgınlar sınıf gözetir hem de fena halde sınıf gözetir. Tarih bunun örnekleriyle dolu.

Herkes kendi sınıfının çıkarını önceler. Çalışıp işe çıkmak zorunda olduğunu söyleyen kamyoncuya gözaltı, patrona “kerata seni, sevinirsin tabii” ile salgın süresince bir eşitlik ve adalet olmayacağı çok açık.

Sorun yine düzende kilitleniyor. Aynı şeyleri baştan anlatmak mümkün değil ama tekrarlamamız gereken şey, içinde yaşadığımız kapitalist sistemin rekabete ve kârlılığa dayanan sistematiği içinde emekçilere ve emekçi topluluklarına ancak isyan etmelerini önlemek amacıyla yardım yapılacağıdır. Aslında istenen şey bir an önce piyasa koşullarına geri dönmek ve kutsal piyasanın yaşamasını sağlamaktır. Borsalar çalışmaz, bankalar batar, fabrikalar kapanır, alış veriş olmazsa ne yaparız biz? Bu süreç içinde dünyanın her tarafında aynı çıkmazın yaşandığını gözlemledik. Piyasa mı yoksa insanlar mı? Güçlü olanlar yaşasa ya da daha kibarca sürü bağışıklığı sağlansa ve kalan canlar bizim olsa sorusunu sorup seçimini piyasalardan yana kullanan çok hükümet oldu. Hepsinin ya da büyük kısmının nasıl yere düştüğünü gördük hep birlikte. Ne öğrendik derseniz, salgın eşitsizliği daha da arttıran bir süreç yaşattı hepimize diye yanıtlarım.

Salgının geniş halk kitlelerine öğrettiği en önemli şeylerden biri de dayanışmanın ne kadar değerli ve gerçek olduğunun ortaya çıkmasıdır. Evet salgın sınıf gözetiyor ama çözümler de sınıf gözetiyor doğal olarak, emekçilerin dayanışmasını izliyoruz her yerde. Emekçiler ve emekçilerden yana çözümler pek çok yerde siyasal iktidarları sarsıyor. Bunun en belirgin örneklerini her gün ülkemizde yaşıyoruz. Bedava ekmek dağıtımının engellenmesi gibi örnekler hepimizin gözlerini açıyor ve sisteme dair daha fazla sorgulamaya neden oluyor.

SAĞLIK SİSTEMİ MERCEK ALTINDA

Salgın sürecinde yeryüzünün pek çok ülkesinde sağlık sisteminin nasıl bir çaresizliği yaşadığını hep birlikte izledik. Durumun ciddiyeti ancak o görüntüler ortaya çıktığında anlaşıldı. Yoğun bakım ve hastanelerde hayatlarını kaybedenlere ait görüntüler hepimizi etkiledi. Herkes büyük ölçüde ortak bir noktada buluştu: kamucu sağlık politikalarının ne kadar önemli olduğu ve koruyucu sağlık sistemlerinin gerçek toplum sağlığı hizmeti olduğu, aşı ve ilaç üretiminde kamunun yerinin ne kadar önemli ve değerli olduğu hatırlandı yeniden. Ülkemizde tüm sağlık sistemi özelleştirilmiştir aslında. Kamu sağlık hizmetlerinin performans uygulamasına bağlanması ile birlikte bu süreç katmerlenerek yürümektedir. Yaptığı iş kadar para kazanan hekimler ve onlarla birlikte bu ortak havuzdan ek ödeme alan sağlık emekçileri bu anlamda hizmet sunanlar olarak özelleşmişlerdir. Sunduğunuz hizmeti artırdığınız ölçüde daha fazla para kazanıyorsanız artık kamuda çalışsanız bile kendiniz için çalışıyorsunuz demektir. Ne kadar çok ameliyat yaparsanız, ne kadar çok yoğun bakım yatışı gerçekleştirirseniz o kadar çok performans ücreti alıyorsunuz demektir. Bu durumda gerçek anlamda toplum sağlığından bahsetmek imkansız hale gelir. Tedavi edici sağlık hizmetlerinin kutsanıp bunun da yarısının tamamen özel sektör eli ile uygulandığı bir düzende artık kamu sağlığından değil ancak işten ve bedelinden bahsedebiliriz. Son yirmi yılık zaman diliminde muayene, ameliyat ve yoğun bakım yatış sayılarındaki inanılmaz artış bunun en güzel göstergesidir. Şehir hastaneleri sistemi ise kamu eli ile burjuvaziye sermaye aktarımının yani kendi zenginlerini yaratmanın en güzel örneklerinden biridir. Seksenlerde İngiltere’de uygulanan ve hızla terk edilen bu sistem bizim toplumumuz içinde yıkıcı sonuçları ile hatırlanacak bir sistem olarak kalacaktır.

Sağlık sistemimiz veya sağlık sistemlerimiz çöktü ve çöküyor. Çok hızlı bir şekilde toplumcu sağlık sistemlerini, koruyucu sağlık sistemlerini devreye sokmamız gerekiyor. Ancak bunu gerçekleştirmemiz yani sağlık sistemi özelinde bu türden bir değişikliğe gitmemiz genel anlamda düzen değişikliği yapmadan söz konusu olmayacaktır. Sağlık politikaları özelinde diğer alanlarda olduğu gibi ne kadar geriye gittiğimiz çok açık şekilde ortaya çıktı.

Yaşattığımız düzen yalnızca bizi değil gezegenimizi de yok ediyor aslında. Her ne olursa olsun bu düzeni değiştirmemiz gerekiyor. Yukarıda anlattığım şeyleri düşünecek olursak sınırsız üretim ve tüketim faaliyeti ve elde edilen kârın bölüşülmesi tüm düzenin ana amacı gibi görülüyor. Sorun hangi sınıfın bu kârı nasıl bölüşeceğine ait mücadele değil aslında. Üretim-tüketim-kâr sarmalının olmadığı sınıfsız insanca bir düzen. Bu insanca düzen elbette eşit, adil, bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine olmalı. İçinde yaşadığı doğanın bir parçası olduğunu unutmamalıdır. Bu sosyalist bir düzen olacaktır kaçınılmaz olarak. Sorgulamamız gereken çok şey var elbette hem kendimize hem toplumumuza ait. Bu sorguda bize yol gösterecek şeyler bu salgın nedeniyle yaşadığımız ve yaşayacağımız sorunlar sırasında sergilediğimiz ve sergileyeceğimiz dayanışmadan çıkacaktır, merak etmeyin. Yeter ki biz bu sorgulamaya hazır olalım. Bizler cins, din, dil, ırk, ulus değiliz insanız öncelikle ve unutmayalım insanlar topluluk halinde yaşadılar ve gelecekte de topluluk halinde yaşayacaklar. Ancak bu toplulukların hepsi kendi yaşam alanlarının içinde başka canlı topluluklarının da yer aldığı ortak yaşam alanlarında doğdu ve geliştiler. Yani kuracağımız her yeni düzen aslında bu yaşam alanlarının da güvenliğini ve sürdürülebilirliğini de garanti altına almalı ve gezegenin yaşamını da öncelemelidir.

Sorunlar ve toplum yaşamındaki karşılıkları çözüm noktasında sihirli değnekler veya yüz dereceye ulaşan suyun kaynaması gibi doğal yollarla çözülmüyor. Birilerinin doksan dokuz derecedeki suyu yüz dereceye çıkartmak için enerji sarf etmesi gerekiyor. İş yine bize kalacak yani halkın, emekçilerin dümene geçmesi gerekecek. Bunun dışındaki her çözüm bizi yeni salgınlara ve yeni yıkımlara götürecek. O zaman kalkın ayağa ve şu dümene bir zahmet geçelim artık. Yeryüzündeki tüm yaşamın güvenliği için bu yapmanın zamanı geldi ve geçiyor…

Hadi, lütfen toparlanın, geleceğinizi elinize almak için örgütlenin artık. Bunu kendiniz için değil çocuklarınız için yapıyorsunuz, unutmayın.


* Cerrahi Onkoloji Uzmanı, Prof. Dr.