Yusuf Akdağ

Beyni dışındaki organları felç durumunda olan, ancak uzay fiziği ve evrenin oluşumu üzerine geliştirdiği görüşleri büyük ilgi gören İngiliz bilim insanı Stephan Hawking, 2016’da BBC’ye bir açıklamasında, dünyanın ve insan yaşamının göktaşı çarpması, kozmik olaylar, iklim değişikliği, genetiği değiştirilmiş virüsler, nükleer savaşlar vb. gibi nedenlerle büyük tehdit altında olduğunu belirterek insanlığın “yok olmamak için uzayda başka gezegenlerde yaşam koşulları yaratması gerektiği”nden söz etmişti. Zeki robotların geliştirilmiş formlarının insandan daha üstün yeteneklerle donatılabileceğine de dikkat çeken Hawking’e göre, yapay zekâ, “tam olarak gelişmesi” durumunda, yukarıda işaret edilen diğer etkenler gibi “insanlığın sonunu getirebilir”di!

“Acı ve korku duymayan bir android değil sadece, duygulu robot yaratımı çalışmaları devam eder ve “hizmet robotu olarak adlandırılan biçimleriyle kimi süper zenginlerle gösteriş budalası kişilerin evlerine dek girerken, ortaya “sınır, güç, dogma, din engeli tanımaz bir virüs çıktı. Hawking’in varsayımsal iddiası bu denli uçuk olmasa da, virüsün bulaşma özelliği oldukça güçlü, yayılma hızı olağanüstü denilecek türdendi.[1] Öldürücülüğünün uluslararası yaygınlıkta görülmesiyle birlikte sadece bilim dünyası değil burjuva devlet yönetimleri de harekete geçmek zorunda kaldı. Sınırlar kapatıldı, ticaret ve ulaşımda sınırlamalar başladı, küçükleri başta olmak üzere yüz binlerce işyeri kapandı. Sokağa çıkış tehlikeli ilan edildi, “evde kal komutu dönemin parolasına dönüştürüldü.

Bilim insanlarınca Korona-Covid-19 adı verilen, ancak gelişmiş mikroskoplarla görülebilen virüsün büyük bir yayılma gücüyle üst solunum yoluyla insan bedeninin merkezi istasyonlarına hücum ederek nefessiz bırakıp öldürmesi, akciğerleri zarar vererek kendi varlığını sürdürmeye yönelmesi, toplumsal ilişkilerin ve üretimin örgütlenmesi başta olmak üzere toplumsal yaşama dair hemen her sorunu, farklı insan kümeleri, grupları ve sınıfları yönünden farklı biçimlerde  yeniden tartışılır hale getirdi ya da bu yönlü eğilimleri güçlendirici işlev gördü. Yakın gelecekte “nelerin yaşanacağı” sorusu sadece ölmek-yaşamak bağlamının bireysel kaygı sorunu çerçevesinde değil, ‘sistemik’ veya sistemsel olan ne varsa hemen hepsini kapsamak üzere, yeniden gündeme geldi/getirildi? İnsan-doğa; bilim-dogma; toplum-devlet ilişkileri bu anımsama ve tartışmaların en önemli konularını oluşturdu. Egemen söyleme bakılırsa bu, insanlık tarihinin en büyük krizlerinden biriydi. Haliyle de yıkıma ve yeniden inşaya -hatta var olmaya- dair yeni ilişki biçimleriyle yeni politikalar gereksinmekteydi!

Burjuva devlet yöneticileri istisnasız tüm ülkelerde, “insanlığın” bir büyük bilinmez düşman karşısında olduğunu söyleyerek kitleleri yönetim politikalarına uymaya çağırdı. Karşı karşıya olunan ‘vahim durum’dan söz ederken Trump, “Dünya gizli bir düşmanla savaş halinde”; Macron “savaştayız, paniğe kapılmayın, güçlü olalım” diyordu. Virüsün yayılma hızı ve öldürme gücü[2]; ülke-millet tanımaksızın bulaşma olanağı bulduğu her yer ve iklimde aktif saldırıya geçmesi, yaş farkıyla bağlı etkinlik derecesindeki dezavantajını giderecek “bir akıllılık”la giderek her yaştan insanı pençesine almaya yönelmesi, karşı savunu çabalarının “bir savaş hali” olarak nitelenmesini kolaylaştırıyordu. Herhangi askeri savaşın yol açacağı muhtemel ölümlerden farklı olarak herkesi işyerinde, fabrikada, büroda, sokakta, meydanlarda veya yolda sinsi ve görünmez bir saldırı tehdidiyle karşı karşıya bırakan virüs, “savaş” kavramının askeri alandan sağlık ve hayatta kalma alanına çekilmesine olanak sağlıyor. “Savaş” sırasında tüm kapitalist ülkelerin yönetimlerinin halk kitlelerini kendileriyle işbirliği içinde olmaya çağırmaları ise ‘vakayı adiye’dendir.

Karşı karşıya gelinen tehlikenin büyüklüğü, söyleme bakılırsa “insan yaşamını öncelikli sorun haline getirmişti” ve çok sayıdaki sosyolog, iktisatçı ve siyaset bilimcinin yanı sıra burjuva devlet yöneticilerine göre de artık en önemli sorumluluk “bütün diğer sorunları geriye atarak elbirliğiyle bu musibet’in üstesinden gelmek”ti! Artık “hiçbir şeyin eskisi gibi olması beklenemez”di!

Bu son cümlecik, toplumsal yaşama, doğa-toplum ilişkilerine, bilim-dogma zıtlığına, sanayileşme-nüfus çoğalması ve kaynaklar sorununa dek hemen her şeyin “eskisi gibi olmayacak” yeni biçim ve tarzının yeniden tarifi ve tartışılmasının bir tür parolası oldu ya da o hale getirildi. Kimileri “kriz sonrası değişim”i sistem içi liberal reformlar üzerinden tarifleyerek, bazı başkaları sistemin bu biçimde devam edemeyeceği varsayımlarıyla, kimileri bilim ve teknolojideki ilerlemelerin tehlikesine ve yine başkaları bu gelişmenin burjuvaziye sağladığı olanakları küçümseyici bir cahil cesaretiyle “eskisi gibi olmayacak” olanı tanımlamaya girişti. Kimi siyaset bilimci, sosyolog ve iktisatçılar, kapitalist uluslararası sistemde ortaya çıkan durumun “içe kapanma”ya ve faşizan politikaların güçlenmesine yol açacağını söylerken; bazı diğerleri de yine uluslararası özellik gösterecek şekilde “kamucu, sosyal reformcu” devletçilik dönemine geçileceğini ya da zaten bunun bir zorunluluk olarak ortaya çıktığını ileri sürdü. Malthusçuluk ve Darwin’in evrim ve “var olma savaşı” görüşleri yeniden tartışmaya açıldı. Spekülatif ve rivayet olanları bir yana bırakıldığında, toplum yaşamının ve toplumsal ilişkilerin geleceğine dair ileri sürülenlerin genel karakteristik özelliği karamsarlıktan malûl olmalarıydı.[3]

Koronavirüs salgınının yol açtığı “yeni uluslararası durum” ve ilişkilerden hareketle bugüne ve geleceğe dair belirlemeler kapsamında gündeme getirilen bu görüş ya da varsayımların -ki bunlar bir hayli çeşitlilik gösteriyor- üzerinde durulmaya az çok değer olanlarından başlıcalarını; a) dünyanın “şimdiye dek görülenlerden daha kapsamlı bir ekonomik bunalıma sürüklenmekte olduğu”; b) “Küreselleşmenin sona erdiği” ya da ereceği; c) Covid19 nedeniyle karşı karşıya gelinen çözümsüzlüğün dersleriyle burjuvazinin yeni bir Keynesyen ekonomi politikaya yönelerek sosyal reform uygulamalarına geçeceği; d-) ekonomik sorunların ağırlaşmasıyla da bağlı olarak yeni bir faşizm tehlikesinin uluslararası alanda artacağı ve otoriter devletçiliğin öne çıkacağı şeklinde özetlemek mümkün görünüyor. Bu varsayımsal belirlemelerin mevcut durum ve gelişmelerle bağını aşağıda göreceğiz. Bununla birlikte yine bu virüs ve yol açtığı salgın hastalık bağlantılı “olağanüstü dünya durumu”nun yeniden kanıtladığı bilimsel bulgular bulunuyor ki bunları da, dogmalara karşı bilimin ve materyalist dünya görüşünün gücü ve kazanımı kapsamında ifade etmek mümkündür. Bu konu başlıklarına biraz daha ayrıntılı olarak bakalım:

1. ‘KÜRESEL KÖY’ÜN SONU MU?

Koronavirüs salgını, bu salgının uluslararası hızlı yayılması karşısında alınan önlemler kapsamında sınırların ulaşıma kapatılması ya da sınırlı şekilde açık tutulması, her bir ülke yönetimlerinin deyiş yerinde ise “kendi iç sorunlarına gömülmesi” vb. gelişmeleri “küreselleşmenin sonu ve devlet sınırlarına geri çekiliş” olarak gösteren bir söyleme de yol açtı.

Küreselleşme” kavramı, “ulusal sınırların ortadan kalktığı”, bütün ülkelerin “karşılıklı olarak birbirlerine bağımlı hale geldikleri” yeni bir dünya durumunu tanımlamak üzere popüler kullanıma sürülmüştü. Dünyanın “küresel köye dönüştüğü”nü söyleyenlerin kanıtlanmış olgusal gerçeklik olarak görülmesini istedikleri, kapitalizmin herkes için refahı öngören çelişkisiz bir sistem olduğuydu. Sınırlar kalkmış; serbest dolaşım, sermaye ve üretimin uluslararası hareketiyle bağlı olarak gerçekleşmiş; ulusal devletler işlevsizleşmiş, burjuvazinin rahatını bozup meşgul olmasına gerek kalmayacak şekilde bürokrat ve teknokratların yönettikleri toplumların barışçıl bir yeni dünya düzenine geçilmişti! Mali sermaye ve tekellerin sınır tanımaz etkinliği bu iddiayı doğrular gibiydi.

Küresel köye dönüştüğü” ileri sürülen dünyada asıl belirleyici de artık piyasalar olacaktı. Sermaye devletleriyle kapitalist piyasa arasındaki kopmaz-koparılamaz ilişkinin örtüldüğü bu varsayıma göre, serbest piyasa ekonomisi önündeki devlet engeli ortadan kalkmış; refah ve hatta adil paylaşımın önü bile açılmıştı!

Üretim ve işin; sermaye ve emek hareketinin uluslararası boyutlu gelişmesi ve örgütlenmesi kuşku götürmez bir durumdu. Marx ve Engels daha 19. yüzyılın son çeyreğine girilirken buna işaret etmişler; Hilferding ve Lenin de, tek tek ülkeler ekonomisinin emperyalist ekonomi zincirine bağlandığını 20. yüzyılın başında ortaya koymuşlardı. “Küreselleşme” tanımı ve belirlemesi bu bakımdan uluslararasılaşmayı işaret ettiği oranda ancak bu gelişmenin daha ileri bir düzeyinden bahisle bir anlam kazanabilirdi.

Ne var ki, “küreselleşme” ve “küresel köy” tanımlı teori ve politika “barışçıl ve çelişkisiz kapitalizm” iddia ve anlatısıyla 1989’a dek yaşanan sorunları, çatışma ve savaşları, silahlanma ve yoksulluğu “sosyalizmin varlığı”yla ilişkilendirip açıklamaya çalışarak revizyonist SSCB yönetiminin politikaları üzerinden kanıtlamaya yönelirken, emperyalist saldırganlığı ve kapitalist gericiliğin her tekil ülkedeki baskı politikalarını “komünizm tehlikesinin bertaraf edilmesi” ile gerekçelendirirken, salt manipülatif ve dayanaksızdı. Bu söylem ve tespitler kapitalist uluslararasılaşmayı veri almakla birlikte, ondan daha çok ve asıl olarak Sovyetler Birliği ve ‘Doğu Bloku’nun dağılmasını dayanak ediniyorlardı. Büyük uluslararası sansasyonel gösterilerle duvarların yıkıldığı ve Amerikancı hürriyet güneşinin tüm insanlığın üzerine boca olacağı ilan edildi. O zamandan bugüne otuz yılda yaşanan ise cehennemi vahşet oldu.

Küresel kapitalist köy”ü barışçıllığı, refah getiriciliği, ulusallığın ve ulus devletlerin tarihe karışmışlığı üzerine varsayımlarla güzelleyen söylem hemen her ülkede işçi ve emekçilere karşı neoliberal saldırılarla ve uluslararası alanda pazar ve etki alanları üzerine rekabet ve yer yer askeri işgal ve savaşlarla yalanlandı. Uluslararası ilişkilerde gerginlikler arttı; Ortadoğu’da, Mağrip bölgesi ve Latin Amerika’da askeri biçimleriyle de zenginleştirilmiş emperyalist müdahaleler devam ediyor. Emperyalist askeri saldırı ve müdahalelerin dolaysızca nedenlediği göçler arttı. Milyonlarca insan topraklarından ayrılmak zorundu kaldı. Savaş sanayi en faal sektör olmaya devam ediyor. Silahlanmaya trilyonlarca dolar para harcandı. Rekabet ve çatışma unsurları uzaya taşınmaya başlandı.

Kapitalist yıkımın ve bu askeri politik ve ekonomik ‘strateji’nin beklenen ve beklenmeyen felaketlere yol açması kaçınılmazdı ve sonuçlarından biri de, uluslararası yayılma özelliği gösteren ve öldürme güç ve hızı yüksek koronavirüs bağlantılı hastalık oldu.

Şimdi, daha önce, “sınır aşımı”nı “burjuva devletlerinin tarihe karışması”na delil gösterenlerin saflarından yeni bir ‘lakırdı‘ yükseliyor: Bu kez yazılmaya başlanan hikayede, “küreselleşmenin son bulacağı”, “küresel köy”den küçük mezralara dönüleceği; her bir ülke ve devletin içe kapanarak kendi sorunlarını çözmeye çalışacağı rivayet ediliyor. Gerekçe olarak gösterilen yeni gelişme, koronavirüs bağlantılı hastalığın yayılmasına karşı alınan önlemler çerçevesinde devletler ve kentler arası sınırların kapatılması ya da sınırlı açık tutulması, ulaşım ve ticaretin sınırlanmasıdır. Buna, ABD-Çin “ticaret savaşları”, Trump’ın AB’nin büyük güçleriyle Çin’e karşı politikaları, AB üyesi ülkeler arasında Covid-19 açmazı nedeniyle yaşanan sorunlar, Almanya ve Hollanda’nın, İtalya ve İspanya’da yaşanan felaket karşısındaki umursamaz çıkarcı politikaları, bazı büyük tekellerin yatırımlarını Çin, İtalya gibi salgının çıktığı ya da büyük etkiye sahip olduğu ülkelerden başka ülkelere kaydırma girişimleri, Trump’ın Çin yönetimini suçlaması, Dünya Sağlık Örgütüne mali katkıyı keseceğini söylemesi, maske-tulum-eldiven hırsızlığının devletler düzeyinde yapılıyor olması vb. gibi, ilişkileri gerginleştirici yeni unsurların eklenmesi ekleniyor.[4]

Ama bu yeni hikâye eskisinden de beter derecede banaldır: Bu hikâyeyi yazmaya koyulanlar, kâr için pazar arayışını ve rekabetin kaçınılmazlıkla ortaya çıkaracağı sonuçları göz ardı etmekte; politika ekonomi ilişkilerini politik kararlar yönünde indirgemektedirler. Mali sermayenin egemenliği koşullarında, devlet yöneticilerinin aldığı ve alacağı kararlar oysa, her şeyden önce o ülke kökenli tekel, kartel ve tröstlerin çıkarlarıyla bağlıdır ve bu da, “küreselleşme”nin güçlü bir siyasal karar mekanizmasının tutumuyla başlatılıp sona erdirilebilir salt iradi bir süreç ya da gelişmeye indirgenemezliğini gösterir. Bu bir yana, burjuva devlet yönetimlerinin, mevcut uluslararası ilişkileri sonsuzca sınırlayacak ya da sona ermesini sağlayacak türden “içe kapanmacı” kararları da söz konusu değildir. Ne İspanyol gribi, ne “kara veba”, ne de büyük dünya savaşları kapitalist uluslararasılaşmayı engellemedi. Geçici sınırlamalar mümkün olsa dahi bunun devamlılık göstermesi mümkün değildir. Çelişkisiz, barışçıl küresel sistem masalı gibi bu “içe kapanık küçük köye dönüş” hikayeleri de gerçeklerden tümüyle kopuktur.

Küreselleşme” olarak tanımlanan uluslararasılaşma, kapitalist uluslararası sistem şimdi pratik olarak yaşanmakta olduğu üzere ekonomik ve diğer sorunların nedenlediği büyük çaplı gelişmelerin uluslararası alanda etkili olmasının nesnel zemini olmaya devam ediyor. Olası bir ekonomik bunalımın etkileri de bundandır ki uluslararası ölçekte olacaktır.

2. KORONAVİRÜS, EKONOMİDE DARALMA VE KRİZ OLASILIĞI

Yıkıcı unsurlarının daha etkin hale geldiği belirtilen bir ekonomik kriz koşullarında bulunulduğunu ileri sürenlerin yanı sıra, Covid-19’un nedenlediği kısıtlama, düşüş ve durağanlıkla bağlı bir büyük ekonomik krizin kaçınılmazılığını işaret eden çok sayıda iktisatçı ve yazar da bulunuyor. Kapitalizmi ve burjuvaziyi süreklilik gösteren “kesintisiz kriz” müptelası gören ve gösteren kaba materyalist yaklaşımlar bir yana bırakılırsa, burjuva devlet iktidarlarının trilyonluk kaynakları sermaye şirketleri yararına kullanıma sokmalarına rağmen, tekellere bağlı ve batılı literatürde ‘kız-torun şirketler’ olarak adlandırılan ikinci-üçüncü dereceden taşeron üretici firmalar dahil olmak üzere küçük ve orta boy işletmelerin, ulaşım-konaklama ve turizm sektörünün büyük oranda çöküşe sürüklenmekte olduğu, büyük üretici firmaların üretimlerinin düşüşe geçtiği koşullarda büyük bir uluslararası ekonomik bunalıma doğru evrilmesi olasılık dışı değil, hatta, IMF yönetimince öngörüldüğü belirtilen yüzde 3 civarındaki küçülme durumunda güçlü olasılık dahilindedir.

Ekonomide durgunluk belirtileri bu salgın öncesinde de vardı. Covid-19 saldırısı öncesinden başlayan süreçte eğilim düşük oranlı büyümede düşüş yönündeydi. Koronavirüs salgını durağanlık ve daralma eğilimine hız kattı. Gıda, ilaç, temizlik-hijyen maddeleri üretimindeki artışa karşın, otomotiv, demir-çelik, yapı-inşaat sektörlerinde üretimin ciddi oranda gerilemesi -bu arada birikmiş fazlayı tüketim olanağı bulsalar da- kaçınılmaz görünmektedir. Uluslararası Finans Enstitüsü (IIF), dünya piyasalarında işlem gören şirketlerin borsa değerinin 2020 ilk üç ayında 18 trilyon dolardan daha fazla değer kaybettiğini açıkladı.[5]  

Covid-19’un hemen ve en başta vurduğu ve daha ilk iki-üç ay içinde on binlercesi kapanan turizm, konaklama ve eğlence sektörünün kısa sürede yeniden canlanması, küçük ve orta boy işletmelerin bu süreçten kayıp vermeden çıkmaları mümkün değildir. Temel sanayi sektörlerindeki üretim gerilemesi, işçi çıkarımı ya da zorunlu ve ücretsiz izin uygulamalarıyla birlikte yüz binlerce işçi işini kaybetti. ILO yönetimi dünya işsiz sayısına en iyimser tahminle 5 milyon, daha güçlü görünen olasılıkla 25 milyon kişinin daha ekleneceğini açıkladı. Bu, dünya ölçeğinde kayıtlı işsiz sayısının 195-215 milyona yükselmesi demektir. Dünya Bankası yetkilileri, dünya ekonomisinin 2019’da yüzde 2.9 olan ortalama büyüme oranının 2020’de yüzde 1.5’a gerileyebileceğini;[6] IMF yönetimi dünya ekonomisinde yüzde 3 oranında küçülme beklendiğini açıkladı. IMF Başkanı Kristalina Georgieva, koronavirüs salgını nedeniyle ekonominin sürüklenmekte olduğu durumu 1929 büyük ekonomik bunalımıyla kıyaslayarak o zamandan bugüne görülen en büyük düşüşün yaşanması olasılığının güçlü olduğunu açıkladı.[7] Hükümetlerin aldıkları 8 trilyon dolarlık “ekonomik teşvik önlemleri”nin yeterli olmayabileceğine dikkat çeken Georgieva’ya göre bu durum en fazla gelişmekte olan ülkeler”i etkileyecektir. Aynı çevrelere göre 9 trilyon civarında bir toplam kaybın yaşanması beklenmektedir. On milyonlarca insanın işsiz, dolayısıyla da yüz milyonlarcasının ihtiyaçlarını karşılayamaz duruma düşmesi, üretim düşüklüğü ve ekonomik daralmanın önemli bir etkeni olacaktır. Virüsün ikinci-üçüncü dalga saldırısının mümkün ve hastalık bağlantılı sosyo-psikolojik barikatların daha uzun süre işlevli olma olasılığı, ulaşım, turizm ve ticaretin uluslararası ve ülkeler içi eski türden devamını engelleyici etkiye sahiptir. Burjuva yönetimlerin ilan ettikleri önlem ve “kurtarma” paketlerinin ne oranda iyileştirici işlev göreceği belirsizdir. Salgın öncesindeki duruma kısa sürede dönülemez. Her bir ülkenin bu gelişmelerden etkilenme düzeyi sahip oldukları güç ve kaynaklarla bağlı olarak farklılık göstereceğinden, harekete geçirecekleri araç ve kaynaklara bağlı olarak üretim artışını yeniden sağlama süreçleri de farklılık gösterecektir. 

Bu durum diğer yandan daha saldırgan bir yeniden yükselişi öngerektirir özelliktedir. Büyüme oranının ortalama olarak yüzde 1,4 ila yüzde 3 civarında düşeceği, ekonomide en iyimser tahminlerle yüzde 3 oranında küçülme olacağı yönündeki varsayımların gerçekleşmesi durumunda, bunun nedenleyeceği yıkıcı sonuçlarla bağlı olarak bu durumdan çıkış için şirketler ve ülkeler bazında rekabet daha fazla kızışacak ve sertleşecek; bu da işçi sınıfı ve emekçilere karşı ekonomik-sosyal ve politik saldırıların yoğunlaştırılmasına; çalışma ve yaşam koşularının ağırlaşmasına yol açacaktır. Büyük şirketler, kayıplarını (yığılmış servetin bir kısmı) kısa sürede gidermek üzere daha saldırgan bir üretim politikasına yönelecek, daha ağır çalışma koşullarını dayatacaklardır. Bu emek yoğun üretim alanları açısından da geçerli bir uygulama olacaktır.

Koronavirüs salgınının uygulamada olan esnek çalışma, düşük ücretli evde çalışma vb. gibi yöntemlerde artışa yol açması mümkündür. Diğer yandan, büyüme oranlarındaki düşüş ve ekonomik daralma, bu durumdan çıkış için çalışma süresinin uzatılması, fazla mesaiye mecbur tutma, izin kısıtlaması vb. gibi uygulamaların yaygınlaşmasına neden olabilecektir. Bu yüksek tempolu çalışma disiplinine siyasal baskı yoğunlaşmasının-çeşitli ülkelerin koşullarına göre farklılık göstermek üzere-eşlik etmesi ise, güçlü bir olasılıktır. Fordist ya da Taylorist üretim yöntemleri türünden ancak onlardan daha ileri teknolojiye dayanan üretim teknik ve yöntemlerine geçiş olacağı yönündeki varsayımlar ise, halihazırda pratik karşılıktan yoksundur.

3. BURJUVA SINIFSALLIĞININ ÇIPLAK HALİ

İleri teknoloji ürünü çeşitli araçların kullanım alanı genişler, başta otomotiv ve kimya olmak üzere bazı üretim alanlarında robot kullanımı artar, uzaya istasyonlar kurup Mars’a ‘taksi uçak yolculuğu’ projelendirilirken, gelişkin mikroskoplarla ancak görülebilir bir virüsün saldırısı karşısında düşülen acziyet, kapitalist üretim sisteminde öncelikleri işaret eden yeni bir gelişme oldu. Salgın yayılırken en güçlü, en zengin ve ileri teknoloji kullanımı bakımından önde giden ülkeler yönetimlerinin içine düştükleri açmazla birlikte, ‘toplum sağlığı’ gibi toplumsal çoğul insan kitlelerinin yaşamsal gereksinimlerinin kapitalist kâr kıstasıyla ele alındığı; 20-30 bin yoğun bakım yatağından fazlasına para ayırmanın zarar sayıldığı açık hale geldi. İnsanı iyileştirme ve yaşatma gibi zor bir meslek grubu olarak doktorların ve sağlık elemanlarının eldeki araçların yetersizliği nedenli olarak hastalar arasında ‘entübe edilmeye değer’ kişi seçimine mecbur bırakıldıkları bir çaresizlik durumu, televizyon ekranlarından, ‘ilgisi artmış seyirci’nin bilgi dağarcığına yansıdı. Koruyucu malzeme (maske, eldiven, hijyenik sıvı, kolonya vb.), tuvalet kağıdı kavgası bir yana, suni solunum cihazı ve yoğun bakım yatağı yetersizliği, sokaklara taşan şekilde hastane koridorlarında oturma banklarına ve yerlere yatırılmış halde tedavi edilmeye çalışılan hasta görüntüleri vahametin büyüklüğünü ortaya koydu. Kapitalist üretim sisteminde sermayenin insan için gerekli olanı değil daha çok kâr getirecek olanı esas alarak yatırıma yöneldiği bir kez daha böylece açıklık kazandı. ABD, İtalya, İspanya gibi ülkelerde tıbbi malzeme ve solunum cihazı yetersizliği nedenli ölümlerin artışı, askeri birliklerin cenaze taşımak üzere devreye girmelerine yol açtı. İspanya tıbbi malzeme ve solunum cihazı için NATO’dan acil yardım talebinde bulundu. İtalyan yöneticiler, AB’ın (Avrupa Birliği) yardım etmemesini protesto ederek “birlik”ten ayrılmanın gündeme gelebileceğini açıkladılar. Macron, Almanya ve Hollanda yöneticilerini “AB’yi tehlikeye atmak”la suçladı. AB’nin her bir ülkesi “kendi derdine düşmüş”ken, “Biz Che’nin, Castro’nun evlatları, devrimci doktorlarız” diyen Kübalı doktorlar grubu İtalya’ya yardıma gitti.

Burjuva kapitalist sistemin (dünyasal ölçekte ve tekil ülkelerde) bir virüs salgını/saldırısı karşısındaki bu açmazları sadece hazırlıksızlığıyla açıklanamaz. Burjuvazi her ne kadar, sistemini ayakta tutmak ve sömürü olanaklarını tüketmemek için ‘rıza üretme araçları’na ihtiyaç duysa da, önceliği kârın maksimize edilmesidir. İlaç sanayi ve sağlık ‘sektörü’nün kapitalist burjuva toplumda, tekellerin çıkarları üzerinden şekillendirilmiş olması ile, insanın, emek gücü dolayımıyla nesneleştirilmesi arasında koparılamaz bir bağ vardır. Bazılarının düzinelerce, diğer bazılarının birkaç trilyon dolarlık varlıklarına rağmen, ve her biri birkaç yüz-veya birkaç on milyon nüfusa sahip oldukları halde, kapitalist ülkelerin en ileride olanlarında dahi yirmi-otuz bin solunum cihazının, yine bir o kadar ağır bakım yatağının olması, burjuvazinin ‘hesaplanamayan akılsızlığı’nın sonucu olmayıp kâr getirici yatırım önceliğine bağlıdır. Tekil kapitalistler için olduğu denli, büyük kapitalist şirketler ve sınıf olarak burjuvazi için de önemli olan “insan” değil, sermaye artırıcı nesne(ler)dir. Makine sahibi için makinenin haşmetli çalışması, gürültüsü, havaya zerrecikler savurması, gözleri kör edebilecek etkinlikte ışık, bedenin diğer parçalarını deforme edecek ısı ve ışın yayması, “ekmeğinin peşindeki işçi”nin katlanması gereken kaçınılmazlıklardır. İşçi bir ücret almakta ve yaşamaya devam etmektedir. Bununla yetinmeli ve kendisi gibi iş bulma ‘şansı’na sahip olmayanları da düşünerek mutlu olmalıdır! İnsan sağlığı ve sosyal güvenliğin burjuva “önemsenmesi”nin sınırlarını belirleyen de aynı kıstaslardır. Kapitalistlerin bu alana ilgi duymadıkları söylenemez. Dünya ilaç sanayinin yüzde yetmişine yakını, başlıcaları Roche, Pfizer Inc, Johnson&Johnson, Bayer; Novartis vb. olan az sayıdaki ilaç-kimya tekellerinin elinde ya da denetimindedir. Sosyal sigorta sistemi ve hastaneler Küba gibi bazı istisnalar dışta tutulursa, dünyanın neredeyse tüm ülkelerinde sermaye tekelleri yararına özelleştirilmiştir. Korona gibi yeni virüs kaynaklı hastalıklar görüldüğünde de bu tekeller birbirleriyle de rekabet içinde farmakoloji ve genom bilimini de kullanarak yeni ilaç geliştirme ve piyasaya hakim olmaya çalışırlar. Ancak her durumda öncelikleri, ‘atıldıkları iş’in getireceği kazançtır! Salgın hastalık karşısında yürürlüğe konan politikalar bu bakımdan gösterge niteliğindedir.

Koronavirüs salgını nedeniyle ortaya çıkan evrensel ölçekli ‘toplumsal drama’ tarihte ilk örnek olmamakla birlikte kendi özgülünde olağanüstü bir yeni hal durumu oluşumuna yol açtı. Burjuva devlet yönetimleri, bu durumu, “görünmez düşmana karşı savaş” seferberliğiyle karşılama ihtiyacına dikkat çeken açıklamalar eşliğinde, salgının değil ama virüsün kimlik sormaksızın saldırma özelliğinin nedenlediği toplumsal duyarlılığı kapitalist çıkarlar yönünde işlevli kılmak için kullandılar. Kitlelere “virüse karşı savaş”ta siper tutacakları mevzi olarak ev duvarları işaret edildi. İşçi ve emekçilerin kapitalist “ekonomik çarkın işlemesi” için fabrikaları doldurmalarında ise bir sakınca görülmedi. Kitleleri disipline edip yedeklemenin ideolojik argümanlarını zenginleştirici işleve sahip savaş ve “milli birlik” çağrı ve söylemleri eşliğinde ilan edilen trilyonluk ve yüzlerce milyar dolarlık (ya da diğer para birimleri) paketlerin yüzde 80 ila 90’lık kısmı kapitalist şirketlere pay edildi. 2007-2008 krizi patladığında yaptıklarına benzer biçimde, hemen bütün ülkelerde sermaye şirketlerinin, işletmelerin, fabrika ve işyerlerinin çıkarları yönünde koruyucu ‘önlemler paketi’ açıklandı. Bu kapsamda olmak üzere, başlıca emperyalist-kapitalist ülkelerde 6 trilyon dolar civarında parasal kaynak seferber edildi. Türkiye’de ise bu kaynak 100 milyar lira olarak belirlendi. Bunun 98 milyar lirası sermaye kesimine, 2 milyar lirası ise iktidar partisinin “doğal tabanı” olarak listelenmiş “hane”ler başta olmak üzere “halk kesimi”ne verilecekti![8]   

Kapitalist ülkelerin yöneticileri tarafından Covid-19 salgını dolayısıyla gündeme getirilen ve hemen tüm ülkelerde ‘havuç-sopa’ politikasıyla uygulamaya konan bu iktisadi-sosyal ve politik kararların sınıfsal karakteri, virüsün “zengin-yoksul farkı gözetmemesi”, “millet, din, dil farkı dinlemeden herkese saldırması” argümanlarının yarattığı sis perdesi altında kalmasına rağmen, nüfusun tüm kesimlerini aynı derecede etkilemesi olanaksız bir hastalık dolayısıyla oluşan evrensel ölçekli duyarlılığın, sermayenin toplumsal yaşama hakimiyeti yararına kullanıldığı böylece bir kez daha açıklık kazandı. Hastalık tehdidinin oluşturduğu toplumsal duyarlılık üzerinden geliştirilen “savaşı kazanmak için milletçe birlik olmalıyız” söylemi açık ki halk kitlelerinin önemli bir kesimi tarafından önemsendi ve dikkate alındı. Diğer yandan ama, burjuva yönetimlerin insan ve insan sağlığını, yaşam-çevre/doğa koşulları sorunlarını kâr mekanizmasına bağladığını gösteren çözümsüzlükleri; solunum cihazı, ağır bakım yatağı, maske yetersizliğiyle birlikte uygulanan ayrımcı politika ve karşı karşıya gelinen yoksunluklar, burjuva devlet ve hükümet yönetimlerine güvensizlik artırıcı işlev gördü.   

Emekçilerin kendi talep ve sınıfsal kurtuluşları yönündeki mücadeleden geri kaldıkları hemen her zaman, yüksek toplumsal duyarlılık nedeni olan gelişmeler (savaş, büyük doğa olayları vb. gibi) etrafında yoğunlaştırılmış milliyetçi propagandanın, kitlelerin çoğunluğunu iktidar partilerinin çağrıları doğrultusunda yönlendirme işlevi görmesi pekâla mümkündür. Güçlü bir işçi ve sosyalist hareketin alternatif olmadığı koşullarda, iktidardaki burjuva partisi ve militer bürokratik aygıt, düşman gösterilene karşı “ayrımsız birlik” söylemiyle‚ ‘sokaktaki insan’ı, genellikle yığınların büyük çoğunluğunu sermaye politikaları yönünde tuzağa çekerek aldatabilmiş ve kendilerinin çıkarları yönünde mücadeleden alıkoyabilmiştir.

Egemen sınıf devlet iktidarları açısından şimdi karşı karşıya olunan ekonomik-sosyal sorunlar, kitlelerle ilişkiler yönünden bir kez daha laboratuvar işlevi görecektir. Burjuvazi, karşılaştığı bugünkü türden sorunları, “yüz karalığı”nı gizleme manevraları eşliğinde halk kitlelerinin sırtına binerek çözmek zorundadır. İşçi emekçi hareketi ve mücadelesinin bugünkü geri ve dağınık düzeyinde devamı durumunda da, bu zor olmayacaktır.

4. YENİ KEYNESYEN EKONOMİ-POLİTİKA MÜMKÜN MÜ?

Bazı liberal ekonomistlerle kimi reformist politikacılar, Covid-19 hastalığının açıklığa çıkardığı sağlıktaki açmazlardan hareketle önümüzdeki dönemde “daha kamucu bir sağlık politikası izlenmesi” yönünde güçlü bir beklentinin zaten oluştuğundan bahisle “yeni bir Keynesyen ekonomi politika uygulaması”na ihtiyaç olduğunu söylemekle kalmadılar, 1929 bunalımı dolayısıyla ve İkinci Dünya Savaşı sonrasında olduğu üzere böylesi bir politikanın hükümetlerce uygulanacağı iddiasında da bulundu.

Bu iddia ilkin, burjuva devletinin ekonomik işleyiş ile ilişkisini olduğundan farklı gösterdiği ve ikinci olarak Keynesyen politikaların gündeme geldiği tarihsel koşullarla doğru olmayan paralellikler kurduğu için başlıca iki açıdan sorunludur. Sermaye devlet ilişkilerini karartan birinci yaklaşım burjuva devletinin kapitalist üretim sisteminin koruyucu çıkar aleti olduğunu ve ekonomik ilişkilere müdahalesiz bir devletin söz konusu olmadığını/olamayacağını göz ardı etmekte ya da hatta bilerek gizlemektedir. Bu yaklaşım, devlet işletmelerinin varlığını kapitalizm “dışı” ya da kapitalist ilişkilerden “farklı” görme gibi bir ekonomik-siyasal körlükle de malûldür. Oysa devlet hem ekonomik piyasanın-işbölümü ve sınıfların oluşumu ürünü ve “düzenleyici aygıtı”dır, hem de anonim işletmecidir. Bu yaklaşımın diğer sorunu, Keynes politikalarının ‘tarihsel koşulları’nı eksik ve tek yanlı olarak ele almasıdır. 

İngiliz iktisatçı John Maynard Keynes’in 1929 dünya ekonomik bunalımıyla kapitalizmin içine düştüğü açmazdan çıkışına hizmet edeceğini düşünerek uygulanmasını istediği ve devletin, talep artırıcı mali ve parasal politikalara başvurarak piyasayı canlandırmaya yönelik müdahalesini içeren ekonomi politika, bir bunalım ekonomisini formüle eder ve burjuvaziye, proleter ve emekçi hareketinin baskısına karşı ‘sosyal reformcu politikalar’la önlem almayı önerir. Keynes’in 1936’da İstihdam, Faiz ve Paranın Genel Teorisi adlı kitabında teorileştirdiği bu ekonomi politikanın sol liberal ve reformist çevreler tarafından desteklenmesinin nedeni, istihdam ve talep artırıcı devlet politikaları kapsamında işçi ve emekçilerin ücret ve sosyal güvenlik alanında yararlanacağı bazı iyileştirmeler aracıyla “toplumsal barış”ın tesis edilmesi ve büyümenin gerçekleştirilmesi yönündeki iyimser beklentileridir. Bu ekonomi politika özellikle İkinci Dünya Savaşı’nı izleyen 20-25 yıllık süreçte uygulandı ve kapitalist gelişmeye ivme kazandırdı.

Ancak bu beklenti, toplumsal sınıflar arası ilişkilerin seyri gibi, belirleyici başlıca etkeni göz ardı eden bir bakış açısının ürünüdür ve son 40 yıllık kapitalist uluslararası ekonomi politikalarla proleter ve emekçi kitlelere karşı elde ettikleri mevzilerinden kapitalistlerin ve burjuva devlet iktidarlarının gönüllü olarak geri çekilebileceğini varsaymaktadır.

Keynesyen ekonomi politikaların, sosyalizmin uluslararası düzeyde güçlü bir alternatif oluşturduğu, tekil kapitalist ülkelerin başlıcalarında güçlü işçi partilerinin var ya da kurulmakta olduğu tarihsel koşullarda, sosyalizm ve işçi mücadelelerinin baskısı altında ve yeni devrimlerin önünü kesme ihtiyacıyla da bağlı olarak gündeme geldiği bilinmektedir. Oldukça zayıf bir olasılık olmasına karşın, önümüzdeki dönemde sağlık alanı başta olmak üzere kısmi sosyal iyileştirmeleri içeren “sosyal reformcu devlet politikası” yönünde bazı uygulamalar varsayılsa dahi, bunlar, işçi ve emekçilerin uğradıkları kayıpların çok küçük bir kısmının giderilmesini aşmayacak, çalışma ve yaşam koşullarının iyileştirilmesine burjuvazi kendiliğinden girişmeyecek; işsizlik, düşük ücretler, çalışma koşullarının ağırlığı, otomasyonun nefes aldırmaz yıpratıcılığı, sosyal hak kısıtlılığı vb. devam edecektir. Değişimin emekçi kesimler açısından ancak birleşik sınıf hareketinin sermaye ve burjuva devlet iktidarının politikalarına karşı mücadeledeki başarıyla “orantılı” ve bağlı olacağı apaçıktır. Bu bakımdan gerekli olan liberal reformcu beklentilere ve mekanik materyalistlerin “dip dalga” esintili kendiliğindenci söylemlerine umut bağlama değil, kapitalistlerle onların “kolektif makinesi”ne karşı mücadele kararlılığıdır.

5. SALDIRILARIN YOĞUNLAŞMASI VE DAHA BASKICI YÖNETİMLER OLASILIĞI

Görünürde olan, burjuva devletlerin her ülkede, “ayrım gözetmeksizin ve herkesin yararına olacak şekilde”, Covid-19’un yayılmasını ve ölüm olaylarının çoğalmasını önlemeye çalıştıklarıdır. Bunun için bireylerden istenen ise, “yetkililerin uyarılarına ve alınan kararlara kesinlikle uyma”ları; çalışmak zorunda olmayanların “evde kalmaları”dır. Bu istem ve yaptırımın hastalığın yayılmasına karşı önlemler bağlamında “rasyonel” bir yanı bulunduğu reddedilemez.

Gelgelelim bu rasyonel istem ve tutum, toplumsal ilişkilerin egemen burjuvazi yararına işleyen kapitalist sömürü mekanizmasını gizleme işleviyle de yüklüdür. Evde kalma olanağı, diyelim, kalacak bir evi olmayan milyonlarca insan (ABD, Hindistan gibi bazı ülkelerde on milyonlarla ifade ediliyor) bir yana bırakılsa dahi, kalacak evi olan işçi ve emekçilerin büyük çoğunluğu açısından da yoktur. Onlar çalışmaya devam ediyor, günün yarısından fazlasını işe gitmek üzere yollarda ve işyeri-fabrika gibi çalışma alanlarında geçiriyorlar. Bu bir zorunluluk ya da mecbur tutulma halidir ve kapitalistlerden farklı olarak “sürü bağışıklığı” deneyimine tabi tutulmalarını sağlayan realiteyi de açıklayıcıdır. Ne de olsa kapitalistler üretim sürecinde işçiler gibi, bir arada bulunma, birlikte çalışma zorunda değillerdir ve işçi yaşamının onlar için önemi, emek gücüne duyacakları ihtiyaçla orantılıdır. Bu durum örtük dahi sayılmaz. “Korona krizi” gerekçesiyle herkes “ulusal çıkar birliği için fedakarlığa”çağrılır ve sermaye şirketleri yararına yüzlerce milyar dolar -bazı ülkelerde trilyonlarla ifade edildi- dolar, euro, sterlin vs. kaynak seferber edilirken, işçilerin ihtiyaçlarını karşılayarak evde kalmaları yönündeki istemler “ekonomi, ekonomi” (bu sermaye, sermaye demektir) yanıtıyla reddedilip işçi ve emekçilerin yaşamsal tehdit altında kalmasında sakınca görülmedi. İşçi sınıfı ve emekçiler yönünden çalışabilmek için önce yaşamayı başarma sorununa dönüşen gereklilikler, burjuva devlet yöneticileri ve kapitalistler tarafından reddedildi.[9] Oysa emek gücü sömürüsü sonucu üretilmiş zenginlik birikimi, gıda, ilaç, su, enerji gibi zorunlu olanları dışında üretimin durması halinde dahi, temel gereksinimlerin karşılanmasına değil birkaç ay birkaç yıl yetecek büyüklükteydi.[10]

Ekonomi, ekonomi” diye önceliklere dikkat çeken burjuva yönetimleriyle sermaye sahipleri ekonomik çarkın işlemesiyle toplumun çoğunluğunun yaşamı/hayatta kalması arasında denklemler kurarak “sürü bağışıklığı” politikasının yararları üzerine açıklamalarda bulunmaktan kaçınmadı. Sorun yaşam için gerekli ihtiyaçların karşılanması amaçlı üretim zorunluluğu değil, sermaye kârının düşmesiydi ve sömürülüp ezilenlerin yaşamıyla kurulan bağın ölçüsü ne oran ve miktarda kâr nesnesi olabilecekleriydi. İsveç yönetimi yayımladığı gizli belgeyle doktorları 80 yaş üstü hastalara öncelik tanımamaları yönünde uyardı. Boris Johnson, “sürü bağışıklığı” olarak nitelenen ve “en zayıflar”ın ölümünü olağanlaştıran yaklaşımıyla, Trump daha baştan 250 bin kişinin ölümünün göze alınabilir olduğunu söyleyerek ve salgının yayılma hızı artarken “olağan duruma dönüş” egilimini kışkırtıcı açıklamalarıyla; Erdoğan, “üretim her şart altında devam edecek” talimatıyla burjuva yaklaşımın bariz örneklerini sergiledi.[11]

Koronavirüs salgını burjuva yönetimlerin karşı karşıya oldukları ekonomik, sosyal, siyasal sorunları ağırlaştırıcı rol oynadı, onlara yenilerini ekledi. Bunun nedenleyebileceği sonuçlardan birinin de daha fazla baskıya yönelme, daha fazla otoriterleşme olması pekâla mümkündür. Bolsonaro, Mundi, Obran, Trump, Erdoğan gibi “aşırı merkezci” ve baskıcı yöneticilerin, politik baskı ve şiddet yöntemlerini yoğunlaştırmaları buna işaret ediyor. Burjuva devlet iktidarları, işçi ve emekçilerle iflasa sürüklenen küçük üreticilerden ve bazı orta tabaka kesimlerden gelebilecek tepkilere bariyer örmeye; tepkileri henüz görünür etki düzeyine ulaşmadan etkisizleştirmeye yönelik yasal değişikliklere giriştiler. Macaristan, Polonya, Filipinler, Hindistan, Türkiye gibi ülkelerde muhalifleri teslim alma politikası daha da sertleştirildi. Donald Trump, korona tedbirlerinin bir an önce iptal edilmesi yönündeki politikasına taraftar kazanmak için televizyon şaklabanı bazı “bilim insanları”nı da kullanarak silahlı sokak gösterilerini kışkırtıcı açıklamalar yaptı.

Filipinler Devlet Başkanı’nın “talimatlara uymayanı vurun” talimatı, ordu güçlerinin birçok ülkede “savaş ve seferberlik hali uygulamaları”na benzer biçimde “ahaliye yardım” adına sokağa çıkması, Hindistan ve Endenozya’da sopa ve kırbaç cezaları, yer yer ortaya çıkan polis-vatandaş çatışmaları bu yönlü gelişmelerin önünün kapalı olmadığını gösteriyor. Trump’ın başlattığı, Alman Der Spiegel ve İngiliz The Economist yazarlarının balıklama atlayarak yaygınlaştırdıkları “Çin’in sorumluluğu” yönündeki suçlayıcı söylem, “çekik gözlüler”e karşı önyargıların artması, farklı ülkelerin kenar semtlerinde birikmiş “göçmen” ve mülteci kitlelerinin “hastalık bulaştırıcı virüs” kaynağı olarak görülmesi, yabancı karşıtı gerici ve faşist akım ve örgütlenmeleri güçlendirici işleve sahiptir.

Bir diğer gösterge, yeni olmayan, ancak bütün toplumları ilgilendiren uluslararası bir salgın ve sağlık sorunu nedeniyle daha gelişmiş teknik biçimleriyle devreye girmesi için koşulların elverir hale geldiği yurttaşların tüm kimlik bilgileri, hareketleri ve ilişkisel etkinlikleriyle kontrol edilmesi uygulamasının daha çok sayıdaki devlet yönetimlerince benimsenmesidir. İleri teknoloji, kişi ve toplulukların zaman ve mekanla bağlı hareketlerinin kontrolünü olanaklı kılan bir düzeye ulaşmış bulunuyor. Bu alandaki gelişmeler, işçi ve emekçileri yaşamlarının her anı ve alanında denetim altında tutarak kontrol etmek, eğilimleri, yönelişleri, tepkileri, düşüncelerini bilmek ve yönlendirici müdahalelerde bulunmak, örgütlü sınıfsal birliklerini önlemek ve mevcut üretim tarzı ve toplumsal ilişki biçimlerinin değişmezliği fikrine adapte ederek sömürü nesneleri halinde tutmak için kullanılıyor. Bu yöndeki yasal engeller, salgın hastalık kontrol zorunluluğu gerekçeli olarak aşılmaya başlandı. Hemen uygulama alanı genişletilerek başvurulan “sanal yenilik”, sağlık durumlarının kontrolü gerekçeli olarak insanların ev içi dahil, yaşamlarının “gözlem altına alınması” oldu. Sağlık gibi yaşamsal bir sorun gerekçesiyle gündeme getirilen bu uygulama, birey ve toplulukların her tür hareketinin kontrolü yönünde devlet denetiminin etkili bir aracına dönüştürülecektir. Baskı ve denetim yoğunluğu salgın hastalık-toplum güvenliği gerekçesiyle kitlesel ‘rıza’yla takviye edilmek isteniyor. Bu türden bir salgının mümkün ve hatta gelmekte olduğunun on yıl öncesinden uluslararası paylaşılmış bir bilgi ya da SARS-MERS bağlantılı varsayım olarak devletlerin gündemine geldiği ve devletlerin “proje geliştirici birimleri”nin böylesi durumlarda ne türden “ulusal karşı stratejiler uygulayacakları” planlamalarına gidildiği, televizyon ekranlarından ‘sıradan vatandaş’ların bilgisine sunuldu. Ve görüldü-duyuldu ki, hazırlıklar yalnızca sağlık alanında değil, bu alanı gerilere atacak şekilde, öncelikli olarak militer-istihbari mekanizmanın “mükemelleştirilmesi” alanında yapılmıştır.

Burjuva devlet ve hükümetleri bu politikayı uygularken, sermayeye ve hükümetlerin politikalarına karşı mücadelenin geri düzeyini bir olanak olarak görmekte; tersinden aynı durum burjuvazi ve devletlerinin karşı karşıya bulundukları ekonomik-toplumsal sorunları sermaye çıkarları temelinde “bir çözüme kavuşturma” politikalarını kolaylaştırmaktadır. Buna rağmen, onların dinmeyen korkusu, sömürülen ve ezilenlerin içinde tutuldukları koşulların köleleştirici karakterini görerek zincirlerini parçalama etkinliğinde birleşme eğilimine girmeleri ve bu eğilimin güçlenmesidir. Bu eğilim çünkü, özellikle sınıf farklılıklarının örtüsüz haliyle görülebilir olduğu zamanlarda daha belirgin biçimde ortaya çıkar. Covid-19’un, sınıf ayrımı gözetmeyerek herkese saldırması, burjuvazinin ve burjuva yönetimlerin sınıfçı ayrım politikalarını maskelemek için bir “avantaj sağlamış” gibi görünmekle birlikte, izlenen ayrımcı sınıfsal politika kesin ve keskin hatlar taşımaktadır.

6. MÜCADELE ARAÇ VE YÖNTEMLERİNİN GELİŞTİRİLMESİ İHTİYACI

Yukarıdaki bölümlerde ekonomik sosyal ve politik koşulların emekçiler açısından daha yıpratıcı, yoksunlaştırıcı sonuçlara yol açmaya yol aldığından söz edildi. Sadece ilerici-demokrat ve sosyalist aydınlar değil, burjuva liberal, hatta devlet politikalarının yönlendiriciliğinde yönetim mekanizmasını aklamaya çalışan sosyolog, ekonomist vs. de, bir kriz durumundan söz ederek, önümüzdeki dönemde uluslararası alanda rekabetin kızışacağından, üretim sektörünün uluslararası örgütlenmesinde bazı farklılıkların gündeme gelebileceğinden, kimi ülkelerde daha baskıcı politikaların uygulanmasının güçlü bir olasılık olduğundan söz etmektedirler. Çin, Avusturya, Macaristan, Türkiye, G. Kore örnekleri üzerinden “otoriter yönetimlerin başarısı”na işaret edenler hiç de az değil. Ve gerçek o ki, Koronavirüs salgını -ya da “savaşı”- başlamazdan önce, uluslararası alanda sermaye ve hükümetlerinin uyguladıkları ekonomi politikalar nedeniyle çalışma ve yaşam koşulları giderek kötüleşen işçi ve emekçiler, bu salgının ortaya çıkardığı uluslararası ve ulusal ‘yeni durum’ dolayısıyla daha da ağır ve ezici bir mengene içine alındılar. Sermaye devlet ve hükümetleri, salgın dolayısıyla ve “can güvenliği” endişesiyle “eve kapanma”nın “kurtarıcı işlevi”ni, sınıf hakimiyeti ve kapitalist çıkarlar için, kapsamı genişletilmiş şekilde yaşamın tüm alanlarında kazanca dönüştürmeye çalışacaklardır. İşsizlik ve yoksullaşmanın arttığı, milyonlarca işçi ve emekçinin ücretsiz izne zorlandığı ya da gönderildiği, sosyal hakların gasp edildiği, küçük üretici ve işletmeciliğin büyük bir darbe yediği koşullarda, burjuva “uzlaşı” çağrılarının uyumlu bir kabullenmeyle karşılık mı bulacağı, yoksa ‘bıçak kemiğe dayandı’ öfkeli tepkisiyle mi karşılaşacağı, her bir ülke işçi ve emekçilerinin mücadele ve örgütlenme deneyimi, düzeyi ve kararlılığıyla bağlı olarak değişmekle birlikte, içine girilen dönemin giderek ağırlaşan koşulları sosyal ekonomik ve politik talepler için mücadele olmaksızın, yaşam ve çalışma koşullarında iyileşme olmayacağına işaret ediyor. Burjuva devlet ve hükümetleri, sermayenin çıkar aleti, emekçilere karşı sopası olduklarını gösterdiler. Paketler sermayeye açıldı. İşçi ve emekçiler ise, sopa her an inmek üzere yukarıda hazır tutulmak üzere oyalayıcı şarkılarla, alkışlarla, “aman hepimiz biriz” uykuya davet söylemiyle yatışmaya çağırıldı. Daha zor bir döneme giriliyor ve haklarda, yaşam ve çalışma koşullarında hangi yönde değişim olacağı açısından belirleyici olan her ülkede -uluslararası emekçi dayanışması unutulmaksızın- işçi sınıfı ve emekçilerle onların sınıf örgütlerinin mücadele gücü ve kararlılığı olacaktır.

Ancak toplumsal gelişme ve bilim ve teknolojinin burjuvazinin elinde sömürülen ve ezilen sınıf ve kesimlere karşı güçlü bir araca dönüştürülmüş olması gerçeği, işçi ve emekçileri ve politik-ekonomik örgütlerini yeni olmayan, ancak aktüel gelişmelerle pekişen bir gereklilikle karşı karşıya da bırakmıştır. Maddi yaşamın üretimi ve yeniden üretiminin her türden insan etkinliğinin temelinde yer almasının kapitalist toplumdaki en çarpıcı sonucu, kapitalist üretim sisteminde ekonominin can damarlarının işçi sınıfının elinde olmasına yol açmış olmasıdır. Bu nesnel durum, işçi sınıfı ve emekçilerin burjuvaziyi, onun bütün gücüne ve olanaklarının genişliğine rağmen yenilgiye uğratmalarını mümkün kılar. Tarihsel deneyim ise, bu nesnel dayanağın bilinçle kullanımının; toplumsal gelişmenin olanaklı kıldığı araç ve yöntemlerin mücadelenin araç, güç ve olanağına dönüştürmesinin gerekliliğine işaret eder. İşçi sınıfı ve emekçiler tarihsel deneyimden, toplumsal gelişmenin sunduğu olanaklardan yararlandıkları oranda kazanabilmişlerdir. Materyalist Marksist öğreti bu bakımdan da yol göstericidir.

Marx ve Engels, insanı hayvanlıktan insanlığa yükselten en önemli tarihsel etkinliğin yaşam gereksinmelerinin üretimi ve yeniden üretimi olduğunu söylerken, bu etkinliğin tarihsel süreçteki ‘serüveni’nde kaydedilen gelişmelerin bilimsel keşiflerle ilişkisine de, önemle dikkat çektiler. Buharlı makinenin, içten patlamalı motorun bulunuşunu sadece sanayideki rolüyle, insan emek gücünün sömürülmesinde yol açtığı yeni büyük atılımla değil doğa bilimleri alanındaki büyük devrimlerle, tarihsel ilerlemeyle bağı yönünden de değerlendirdiler.[12] Okyanus aşırı gemilerin yapımı sermaye ve meta hareketinin uluslarasılaşmasında devasa rol oynadı. Burjuvazinin modern kent planlaması ve inşası, sınıf mücadelesinin araç, biçim ve yöntemlerindeki değişimin etkenlerinden biri oldu. Su altı gemilerinin ve mitralyözün yapımı savaş sanayisinde ve savaş taktiklerinde muazzam değişikliklere yol açtı. Bunlara yüzen uçak gemileri, süpersonik jetler, kıtalar arası füzeler eklendi. Yenilenen yapısal organizasyonlarıyla yeni ‘kapitalist kentler’in bina, sokak ve meydanları mobese kameralarla donatıldı ve ısı ve ışığa duyarlı dronlarla kontrole alındı. Uzaya istasyon kuran ABD, Rusya, Çin gibi emperyalist devletlerin yönetimleri, gezegen sistemimizde ‘yaşanabilir’ bir başka alan ve yer bulma ve “işgal etme”nin yarışı içindeler. Dünyadan yüz binlerce ışık yılı uzaklıklardaki madde ve enerjinin durumunu elektromanyetik dalga yayılımının uzaktan kumandayı olanaklı kılmasından yararlanarak incelemeyi başarabilecek denli gelişmiş teknolojik bilgi birikimi, insan soyunun büyük çoğunluğunun yeryüzünde boğuşmakta olduğu sorunların çözümü için değil, tersine, bu çoğunluğun boyunduruk altında tutulması için kullanılıyor. 

Bilim ve teknolojinin burjuva emperyalist güçlerin elinde, proletarya ve emekçilere karşı sömürü ve baskıyı artırmanın aracı ve silahı olarak kullanılması, toplumun bu büyük çoğunluğunu yeni sorunlarla yüz yüze getirmiştir. Bu durum, diyelim insanın biyolojik-biogenetik ve sosyopsikolojik bilgi ve davranış bilgilerinin depolanmasını da içeren elektronik kimlik kartı kullanımı ve yüz okuma tekniğinin Covid-19 salgını vesilesiyle uluslararası alanda uygulamaya konması, burjuvazi ve devlet iktidarlarının “bütün yurttaşlar”ı fişlemesinin önünü açmış, işçi sınıfı ve emekçilerin muhalif devrimci hareketi ve eylemi ek engellerle karşı karşıya gelmiştir.

Bu durum başka şeylerin yanı sıra, insanı robotlaştırmaya ve tersinden robotları insan yerine ikame etmeye koyulan burjuvaziye karşı mücadelenin, onun güç ve olanaklarını küçümseyici bilim dışı şişirilmiş cehaletle, proletaryanın sınıf mücadelesinde nesnel olarak sahip olduğu güç ve olanaklarla karşı karşıya bulunduğu zorlukları ve engelleri yüzeysel formülasyonlarla basite indirgeyen mekanist anlayışların mahkum edilmesini zorunlu kılıyor.

Burjuvazi ancak, onun elindeki güç, araç ve olanakları sağlayan kaynağın yaratıcıları olan proleter ve emekçilerin örgütlü mücadelesiyle yenilgiye uğratılacaktır. Bu, proletarya-burjuvazi mücadelesinin tarihsel deneyimiyle kanıtlanmıştır. Proleter ve emekçi kitlelerinin yaşam ve çalışma alanları mücadele ve örgütlenme alanlarıdır. Örgütlü mücadele ise, üretim tekniklerindeki ve toplumsal ilişkilerdeki gelişmelerle bağlı olarak çeşitlilik gösteren araç ve yöntemleri gereksinir. Bilim ve teknolojideki gelişmeler ve bilimin teknik uygulanması üretim tarzıyla bağlı olarak verimlilik artırıcı-kâr sağlayıcı araç işlevi görmüş, denetim, disiplin ve baskı aracı olarak kullanılmış, ancak diğer yandan insan türünün tarihsel ilerlemesinin aracı işlevi de görmüştür. Makine kapitalist kullanımıyla baskı ve işsizlik nedeniyken, üretim araçlarının kolektif mülkiyete dönüştürüldüğü sömürüsüz toplumda insanın hizmetinde, işini kolaylaştırıcı, boş zaman yaratıcı, dinlendirici ve zenginleştirici işlev görecektir.

Materyalist tarih görüşünün kat ettiği gelişkinlik ile doğa bilimleri ve genel olarak bilimsel gelişmeler arasındaki bağ, işçi sınıfı ve emekçiler ile proletaryanın devrimci sınıf örgütleri açısından mücadelenin her dönem ve aşamasında büyük bir önem gösterir.

Marx ve Engels, proletaryanın burjuvaziye karşı mücadelesinde bilimsel sosyalist teorinin kitleleri sararak değiştirici maddi güç haline gelmesinin tayin edici önemine dikkat çekmişler, parti örgütlenmesini de bunun merkezi kolektif aracı olarak tarif etmişlerdi. Lenin’in, sosyalizmin inşası ile bilimsel teknik gelişme arasında kurduğu bağ ise, bilimsel gelişmelerin proletarya ve emekçiler açısından önemine bir diğer vurguydu. O zamandan bu yana bilimin üretici güç olarak burjuvazinin elinde büründüğü biçimler genel olarak emekçiler aleyhine kullanılageldi. Şimdi bu durum teknik donanımdaki ileri düzey nedeniyle daha çarpıcı biçimler alıyor. Bu gelişmelerin bir yönü de, sınıf farklılıklarını daha açık halleriyle sergileyen pratik göstergelerin çoğalmasıdır. Böylesi zamanlarda, “kölelik üzerine kurulu her türlü üretim ile onun üzerine kurulu” toplumsal ilişkilerin toplumun çoğunluğu aleyhine işlediği daha açık hale gelir. Bu durumun yığınlar yönünden ‘uyandırıcı’ bir etkide bulunması mümkün olmakla birlikte bunun, kitlesel tepkiler şeklinde ortaya çıkması birçok başka etkene bağlıdır. Nedenledikleri çöküşün düzeyi ne olursa olsun, böylesi “kriz koşulları”, değiştirici insan etkinliği (proletarya ve kent-kır yoksullarının mücadelesi) olmaksızın kesintisiz şekilde dibe doğru ‘derinleşip’ kapitalizmi, kendi kendini yok edici sona götürmezler. Bu durum, devrimci-sosyalist partilere kitlesel yönelişlerin, kendi durumlarının farkındalığı ve burjuva kapitalist partilerden umut kesme ile bağını da açıklayıcıdır.

Politik pratik, ekonomik ve ideolojik boyutlarıyla sınıf mücadelesi nesnel toplumsal zeminde gerçekleşir ve bu da “sanal dünya”daki etkinliklerin gerçek-somut ilişkilerin yerine ikame edilemeyeceğini gösterir. Hayat ve insan ilişkilerinin nesnelliği, yaşam ve çalışma alanlarının örgütlü mücadele alanları olmasını hem sağlar hem de gerekli kılar. Somut gerçek toplumsal insan ilişkilerinin sınıfsal karakteri, sömürülen ve ezilenlerin genel toplumsal yaşam alanları içinde olmakla birlikte bir ayrı dünyalarının olmasına da yol açmaktadır. İşçi-emekçi kitlelerinin bu virüs bağlantılı gelişmeler kapsamında karşılaştıkları ve yaşadıkları ‘öz sorunlar’ın pratikte gösterdiği, herkesin aynı zamanda yaşasa dahi, aynı durumda olmayıp aynı sorunları yaşamadığıdır! Sınıf mücadelesinin sanallaşmadığı; aksine temel çalışma ve yaşam alanlarının bu mücadelenin alanı olduğu; grevin, gösterinin, mitingin, protestonun en etkili ve burjuvaziye karşı yaptırımcı özelliğinin tarihe karışmadığı; fabrika ve işyerindeki üretimin durup durmamasının, şalterlerin indirilip indirilmemesinin burjuvazi ve devletiyle ilişkilerde tayin edici işlevini korumaya devam ettiği toplumsal karşıtlıklar dünyasındayız. Bilim ve teknolojideki gelişmeler bu somut gerçek dünyasal faaliyet ve ilişkilerle bağlı olarak söz konusu olabilmektedir. İşçi sınıfının burjuvaziyi alaşağı etmesi ve kapitalist sömürüye son vermesi için bilim silahına, materyalist bilimsel yönteme ihtiyacı vardır. Her türden irrasyonel sapkın düşünceye, kuşkucu teslimiyete, reformist liberal beklenticiliğe ve kaderci kurguculuğa karşı tarihsel materyalist görüş etkin bir silahtır. Bu bilimsel silahla donanmak, bireyciliğin ve kaderciliğin ivme kazandığı böylesi zamanlarda daha fazla gereklilik gösterir.


[1] Dünyayı etkisi altına alan koronavirüs (Covid-19) salgına karşı mücadele tüm dünyada sürerken, Fransız bilim insanlarından kritik bir açıklama geldi. Fransa’da bulunan Aix-Marseille Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde Viroloji, Biyoteknoloji, Genetik ve Moleküler Biyoloji üzerine araştırmalar yapan Boris Pastorino ve ekibi, koronavirüs üzerinde 10 ayrı deney yaptıklarını, bu deneylerin sonucunda virüsün 92 derece sıcaklıkta 15 dakika boyunca hayatta kalabildiği ve daha sonra etkisini kaybettiğini tespit ettiklerini açıkladı. Bkz. https://www.hurriyet.com.tr/dunya/fransiz-bilim-insanlarindan-kritik-corona-virus-uyarisi-virus-yuksek-sicaklikta-41496886

[2] 1331‘de başlayıp 1347-1351 yılları arasında Avrupa başta olmak üzere Asya’nın batı bölgelerini ve Kuzey Afrika’yı etkisi altına alan “Kara Veba”nın tarihte insan türünün yaşadığı en büyük felaket olduğu ve bu hastalık nedeniyle 100- 200 milyon insanın öldüğü tahmin ediliyor. 1918’de baş gösteren ve beş yıl sürdüğü belirtilen İspanyol Gribi nedeniyle de 35-50 milyon arasında olduğu belirtilen insan kaybı gerçekleşmiştir. Koronavirüs, ortaya çıktığı dönem itibarıyla, uluslararası nüfus sirkülasyonu açısından daha tehlikeli bir durumu işaret ederken bilimsel gelişmenin düzeyi bakımından daha kolay başa çıkılır olması nedeniyle bu eski salgınlarla kıyaslandığında, olasıdır ki daha az kayıpla atlatılacaktır.

[3] Bu virüs salgınıyla bağlantılı olarak yeniden gündeme getirilen Malthusçu “sürü bağışıklığı” görüşü ve bağlantılı olarak Darwin’e yöneltilen suçlamalarla virüsün doğasal-maddi gerçekliğini örtbas eden spekülatif-skolastik görüşleri burada ayrıntılı olarak irdelemeyeceğiz. Bunlar ayrı bir makale konusu olarak irdelenebilirler.

[4] Alman Sağlık Bakanı Jens Spahn maske pazarında savaş yaşandığını belirtti ve “Tüm dünya maske peşinde. Maskeler altın değerinde” dedi.

[5] https://www.haberturk.com/dunya-borsalari-3-ayda-18-trilyon-dolar-deger-kaybetti-haberler-2636089-ekonomi

[6] https://www.yurtgazetesi.com.tr/ekonomi/dunya-bankasi-vites-kuculttu-h148848.html

[7] https://www.f5haber.com/ekonomi/imf-baskanindan-urkuten-aciklama-5472642 

[8] Erdoğan’ın sermaye temsilcilerinden birini işaretle “bakıyorum neşen yerinde” şeklinde ‘takılarak’ ilan ettiği 100 milyar liralık kaynağın yüzde 98’ini sermayeye ve sadece yüzde 2’sinin “halka” ayrıldığı, “Başkanlık Sarayı”ndan açıklandıktan sonra yine Erdoğan’ın “biz bize yeteriz Türkiyem” seslenişiyle para toplama kampanyası ilan edildi. Tarikatlar ve vakıflar –ki çoğu iktidar bağlantılıdır- engelsiz ve sınır olmaksızın bağış adı altında para toplarken, muhalif belediyelerin ihtiyacı olan yurttaşlara yardım için kampanya açmalarının, sadece kendi elinde birikmeyeceği için “devlet içinde devlet” olmaya kalkışma suçlamasıyla engellemeye koyulan Saray iktidarı, “biz bize yeteriz Türkiyem”  kampanyasıyla bankalardan, kurumlardan, şirketlerden, sendika konfederasyonlarından, şahıslardan “mecburi katılım” payı kopararak yardım için ayrıldığı belirtilen 2 milyar liradan daha fazlasını geri toplamış oldu.

[9] Zorunlu çalışma gerektiren sağlık, ilaç, enerji vb. gibi bazı sektörlerin emekçilerine fazla çalışmaları da gözetilerek gelir desteğinde bulunulması, bütün diğer işlerin durdurularak kayıtlı-kayıtsız tüm işçi ve emekçilere temel gereksinimlerini karşılayacak ücret ödenmesi, zenginlerden servet vergisi alınması ve küçük üreticiler dahil “alt sınıfların tüm kredi faiz borçlarının iptal edilmesi vb.

[10] Diğerleri bir yana sadece 26 trilyonerin 3,6 milyar dünyalının toplam servetinden daha büyük bir serveti vardır. Yine 2 bin 153 dünya zengini, 4,6 milyar kişinin toplam servetinden daha fazlaya servete sahipti (Oxfam 2019 Raporu). Devlet hazinelerindeki birikim, örnek olsun sermaye şirketlerine 8 trilyon aktaracak ve arada da halk kitlelerine karşı militarist makineyi çalıştıracak kadar büyüktü.

[11] Türkiye’yi yönetenler, başlıca Batılı emperyalist devletlerin bu salgın karşısında içine düştükleri ‘gülünç durum’dan hareketle, “asrın Türkiye’ye ve Türk milleti’ne güzel günleri getirmekte olduğu” masalımsı anlatıyla milyonlarca insanı, “önü açık ve dünyanın yeni lideri olmaya aday Türkiye ve ‘başkanlık ekibi’yle yürünecek parlak gelecek” hayali kurmaya çağırırken, sağlık ve eğitim dahil özelleştirme nedeniyle yaşanan sorunlara yönelik eleştiriler “ihanet” suçlamasıyla bastırıldı. Muhalefet kundağında boğulmalıydı! Beştepe’deki “Külliye”den, “Aziz milletim, 18 yıllık iktidarımızda yaptıklarımızla bu salgına hazırlıklı olan tek ülkenin Türkiye olmasını sağladık” türünden açıklamalar yapılır ve günlük raporlarla ölüm ve belirti vakalarının sayıları verilirken diğer ülkelerle kıyasla iyi durumda olunduğu ileri sürülürken, Dünya Sağlık Örgütü’nün Avrupa ofisi yaptığı bir açıklamada kıtada ölenlerin yüzde 95’inin 60 yaş üzerinde olup, Türkiye’de ise aksine 60 yaş altı ölümlerin kıta ortalamasının 4 katından da fazla seyrettiğini duyurdu ve tehlikenin ciddiyetine dikkat çekti. Dünya genelinde 60 yaş altı ölüm oranı yüzde 2.3 iken Türkiye’de bunun 9 katıdır.

[12] Burjuva uygarlığı, bilim ve teknolojinin daha ileri düzeyde gelişmesinden soyutlanamasa da, burjuvazi, bilim ve teknolojiyi insanı köleleştirmek, emek gücünü vahşice sömürmek, rakiplere üstün gelerek pazarlara egemen olmak için insanları yüz binlerle katletmek üzere kullanmakta tereddüt etmedi. İleri teknoloji en ilk ve en çok savaş sanayi alanında kullanıldı. Makine, daha rahat, kolay ve mutlu yaşamın değil, daha fazla kârın aracı, işçileri yığınlar halinde işsiz bırakmanın, emek gücünü aşırı sömürmenin silahı oldu. Makinenin bu özelliği, yeni sömürüsüz toplumsal yaşam için kullanılmasını da mümkün kılar. Bu bir yana, bir varsayım olmaktan da çıkarak gerçekleşme yolunda ileri adımların atıldığı otomasyonun daha ileri bir düzeyinde, robot kolların bütün işleri ya da işlerin büyükçe bölümünü yaptığı, çok az sayıda kalifiye ya da daha sıradan emek gücünün bazı istisnai basit işleri yerine getirdiği bir düzeneğin yaygınlaşması, hiç kimsenin aç, yoksul ve yoksun olmaması koşuluyla, aklı yerinde hiç kimse tarafından yadsınmaz. Ancak, böylesi bir durumun kapitalizm koşullarında genellik gösteremeyeceği de besbellidir. Kapitalizm artı-değer sömürüsünü gereksinir ve bu olmadığında da kapitalizmden söz edilemez.