Ç. Çağan Adıgüzel

GİRİŞ

İçeriği, sermaye hareketlerinin önündeki engellerin kaldırılması ve işçi sınıfının kazanılmış haklarının tasfiyesi olarak özetlenebilecek neoliberal politikalar dünya ile eş zamanlı olarak Türkiye’de de uygulanmaya geçti. İşçi sınıfının sendikal ve politik örgütlülüğünün çeşitli biçimlerle zayıflatılması ve etkisizleştirilmesinde kat edilen mesafeye de bağlı olarak bu politikalar toplumsal yaşamın her alanında uygulandı. Neoliberalizmin Türkiye’deki temellerini dayandırabileceğimiz 1980’lerden bu yana 40 yıllık süreçte sermayenin farklı kliklerini temsil eden ve birbirinin devamcısı olarak görülebilecek farklı, ama özde aynı siyasal eğilimlerin iktidarları bu sürecin Türkiye’deki temsilcileri oldu.

Uluslararası kapitalist sistemin neoliberal temelde yeniden organizasyonunun IMF, Dünya Bankası ve Dünya Ticaret Örgütü gibi kurumlarla, hatta darbe, baskı ve çeşitli şiddet araçlarıyla güvenceye alınması, kapitalizmin ve dolayısıyla neoliberal politikaların tek alternatif olarak benimsenmesi sürecini hızlandırdı. Uluslararası tekeller ve emperyalist devletlerin izlediği, tüm dünyayı bir sömürü cennetine çevirmeyi öngören politikalar bağımlı ülkelerin birçoğunda farklı renkten, sağ veya sol işbirlikçi partilerin programlarının neredeyse birbirinin aynısı haline gelmesine yol açtı. Neoliberal politikaları sonuna kadar savunmak bir partinin sermaye açısından kabul edilebilmesinin temel koşulu haline geldi. Muhalif (Muhalefet) ve iktidar partileri arasındaki, hepsi burjuva partileri olduğu ölçüde zaten çok sınırlı olan, ayrım iyice ortadan kalktı.

Türkiye yakın tarihinde neoliberal dönüşümün en başarılı temsilcisi olan AKP’nin toplumsal tabanında önemli kırılmaların işaretleri ortaya çıkıyor. Ekonomik kriz, ağırlaşan çalışma koşulları, artan sömürü, hayat pahalılığı ve geçim derdi AKP tabanındaki emekçilerin rahatsızlığını ve tepkisini artırırken belli ölçülerde kopuş ve yeni arayışların zemini oluştu. Kürt illerine, Suriye’ye, Libya’ya yönelik askeri operasyonlar ve bu operasyonlar temelinde milliyetçi ve dinci bir dalga yaratma çabası, halkta AKP’nin beklediği ölçüde bir karşılık bulmadı. Tek adam rejimi altında tüm demokratik kazanımların ortadan kaldırılması, yargının emir eri haline getirilmesi, her şeyin bir adamın iki dudağı arasından çıkacak söze indirgenmesi halktaki hoşnutsuzluğu körükledi.

Öte yandan kapitalistlere yeni sermaye birikim alanlarını açmakta zorlanan AKP, bir yandan da nemalanma olanaklarının (devlet ihaleleri vb. başta olmak üzere) dışında bıraktığı burjuva kliklerin tepkisini daha da fazla üzerine çekti. Emperyalistler (ABD, Rusya) arasında ikili oynama politikası giderek sonuç alıcı olmaktan uzaklaştı ve bu politikaların vadesi dolmakta. Bu siyasetin başarısına ve savaş alanlarındaki yeniden inşadan nemalanmaya bel bağlamış kimi sermaye klikleri açısından da, AKP’nin toparlayıcı ‘merkez’ olma vasfı eskisi gibi tartışılmaz değil. Bütün bu gelişmeler ve tabandaki rahatsızlığın bir ifadesi olarak görüş ayrılıklarının keskinleşmesi ve AKP içinden yeni particiklerin çıkması, içinden geçtiğimiz ekonomik ve siyasal koşullarda artık kaçınılmaz hale gelmişti.

Yaşanan bu süreç geçen yılın aralık ayında ilk, bu yıl ise ikinci meyvesini verdi. Önce Ahmet Davutoğlu başkanlığında, içinde eski AKP kadrolarının yoğunlukta olduğu Gelecek Partisi (GP) kuruluşunu ilan etti. Bu yılın Mart ayında ise, Ali Babacan başkanlığında Demokrasi ve Atılım Partisi (DEVA) kuruldu. Bu yazıda bu partilerden ilkini ele alacağız.

Gelecek Partisi’nin kurulacağı sinyalinin verildiği andan itibaren, birçok farklı kesim partinin kuruluşunu farklı biçimlerde değerlendirdi. AKP içinden yeni bir parti çıkmasını “AKP için sonun başlangıcı” olarak değerlendiren de Davutoğlu’nu kurtarıcı bir figür olarak gösteren de oldu. Demokrasi anlayışları halkın kendi kaderini kendisinin belirlemesi gibi bir prensibe dayanmayan; parlamentonun eski işleyiş biçimine dönmesi ve bazı hakların kazanılması ile sınırlı olan kimi parti ve çevreler tek adam rejimine karşı Davutoğlu ve partisini “demokrasi cephesi”nin içinde gördüğü gibi bu doğrultuda çeşitli görüşmeler de yaptı, yapıyor. Davutoğlu’nun siyasi geçmişinden yola çıkarak onun kuracağı herhangi bir partiden hayır gelmeyeceğini söyleyenler de oldukça fazla.

Siyasi partiler her zaman bir toplumsal sınıfa veya onun farklı kliklerine dayanarak var olur. “Bütün sınıfların”, “bütün milletin” partisi olma iddiası halkı yedeklemek için ortaya atılan süslü lafların ötesine geçmez. Meselenin esası olarak tanımlayabileceğimiz bu temeli dikkate almayan her inceleme iktisadi ve siyasal gerçeklerin göz ardı edilmesine, politikanın liderlerin söylem, vaat ve propagandasına indirgenmesine, dolayısıyla sürekli olarak şu ya da bu burjuva partisinden beklentiye yol açacaktır.

Gelecek Partisi (GP) hangi sınıfın çıkarı doğrultusunda çalışmak üzere kuruldu? Hangi sınıfın partisi? Çıkarları birbiri ile uzlaşmayan sınıflar arasındaki güç dengesinde nerede duruyor? Egemen sınıfların pastadan pay kapmak için kendi içinde sürdürdüğü mücadelede konumu ne olacak?

Bu yazıda GP programı ve Davutoğlu ekibinin söylem ve faaliyetleri üzerinden, Türkiye’nin temel sorunları olarak ele alacağımız birkaç temel başlıkta, Davutoğlu’nun partisinin sınıf çatışmasında durduğu yeri ve bu partinin halkın emeği ile geçinen büyük kısmının dertlerine derman olup olamayacağını (veya böyle bir niyeti olup olmadığını) inceleyeceğiz.[1]

SERMAYENİN EKONOMİK AJANDASI

Partinin ekonomik programı, içinden çıktığı AKP’ninki gibi sermayenin kısa ve uzun vadeli hedeflerine denk düşen neoliberal bir perspektif ile hazırlanmış. AKP’nin, ekonomi politikalarını adım adım sürdüremez hale geldiği günlerde, GP aynı neoliberal programı daha güçlü bir biçimde uygulamayı vaat ediyor. 142 sayfa ve 8 başlıktan oluşan programın 42 sayfası ekonomi başlığına ayrılmış. GP programının ekonomik bölümü, kendisi gibi yeni kurulan burjuva partilerin programlarının çoğunda olduğu gibi bir yandan sermayenin çıkarlarını merkeze koyarken, diğer yandan ve tam da bu nedenle halka gerçekleşmesi imkânsız vaatler sunuyor. Bu programı benzerlerinin programlarından ayıran tek özellik, daha akademik ve süslü olması. Program, muhalif konumdaki her sermaye partisinin dile getirmekten kaçınamayacağı “şeffaflık”, “israftan kaçınma”, “kaynakların verimli kullanımı”, “liyakatin sağlanması”, “kayırmanın bitmesi ve zümreden yana değil vatandaştan yana planlama yapılması” gibi ifadeler ile AKP’nin ekonomik uygulamalarına eleştiriler yöneltiyor. Bununla birlikte, “büyümeyi artıracağız”, “kamu kaynaklarını artıracağız”, “vatandaşın refahından taviz vermeyeceğiz”, “vergi yükünü azaltacağız”, “özel sektör teşviklerini artıracağız” gibi hepsinin aynı anda nasıl olacağı oldukça muamma olan ama ilk bakışta pozitif bir imaj yaratan söylemleri de sıklıkla kullanıyor.

Programı daha yakından incelediğimizde mevcut hükümet uygulamalarından farklı hiçbir şeyin hedeflenmediğini, sadece “biz bu yapılanları çok daha iyi yaparız” iddiasını görüyoruz.

Toplumsal refah”, “tam istihdam”, “kaynakların ve gelirin adil dağılması”, “büyüme” gibi sözlerin ardına gizlenen program maddeleri, partinin bunların “büyüme” dışında kalan kısmının hiçbirine cevap vermek gibi bir derdi olmadığını gösteriyor. GP’nin temel ekonomik çizgisini kulağa hiç de yabancı gelmeyen şu cümleler ifade ediyor:

Partimiz kurallı serbest piyasa ekonomisini benimser (…) Piyasa ekonomisinde devlet ancak nesnel ve genel kurallar koyarak ve bu kurallara uygunluğu denetleyerek ekonomiyi yönlendirir.

Karşılaştırmak gerekirse, AKP programının ekonomi bölümünde[2] aynı ilkeler çok daha basit ifadelerle yer alıyor:

Tüm kurum ve kurallarıyla işleyen piyasa ekonomisinden yanadır. Devletin ilke olarak her türlü ekonomik faaliyetin dışında olması gerektiğini benimser. Devletin ekonomideki işlevini düzenleyici ve denetleyici olarak tanımlar.

Yani GP, en baştan, mevcut sistemin hiçbir yanına dokunmayacağını, iktidar partisiyle neredeyse aynı cümlelerle ifade edip sermayedarlara bunun güvencesini veriyor. Var olan yağma düzeninin olduğu gibi sürdürüleceğini hatta daha işlevsel hale getirilip eksiklerinin kapatılacağını ileri sürüyor.

Devletin ekonomide düzenleyici ve denetleyici olmaktan başka bir işlevinin bulunmaması gerektiği neoliberal tezine sıkı sıkıya sarılan GP, bu tezin altında yatan kapitalist işletmelerin karlılığını olabildiğince güvence altına almak hedefini de açıkça ifade ediyor. Sermayenin “büyümesi ve genişlemesi” GP programının en önemli dayanağı. GP, ülkenin bütün kaynaklarının sermayeye peşkeş çekileceğini gizleme gereği bile duymuyor. Program, sermayeye vaat edilen sınırsız teşvikin yanı sıra, “zor dönemler” olarak nitelenen dönemlerde sermayenin “kurtarılacağını”, gereken kaynakların “kamu maliyetlerinden kısılması” ile sağlanacağını ifade ediyor.

Üst düzey devlet yöneticilerinin “itibardan tasarruf etmemek” vb. mazeretlerle yaptığı ve AKP’nin büyük tepki çeken birkaç uygulamasına yönelik eleştiriler dışında, programlar arasında ekonomik hedefler yönünden kayda değer hiçbir fark yoktur.

GP programı tıpkı AKP gibi ülkenin “ekonomik büyümesi”ni yabancı sermaye yatırımlarına bağlamış, bu açıdan AKP’nin sürdürdüğü dışa bağımlılık ilişkilerini artıran politikalardan taviz vermeyeceğini açıkça ifade etmiştir:

“… yurt içine teknoloji getiren, istihdam sağlayan ve dış ticaret hedeflerine pozitif katkıda bulunan tüm yatırımların (…) en kısa zamanda hayata geçmesi temin edilecektir. Yatırım ortamının iyileştirilmesi, küresel yatırımcının ihtiyaç duyduğu tüm izinler ile desteklerin tek bir yerden sağlanması ülke düzeyinde yaygınlaştırılacaktır. (…) Finansal piyasaları derinleştirecek ve Türkiye varlıklarını istikrarlı hale getirerek uluslararası finansman kuruluşlarının ülkemize uzun vadeli, makul şartlarda yatırım yapmasını sağlayacağız.

Sermaye yatırımlarının önündeki her türlü engelin kaldırılması program boyunca sık sık tekrarlanıyor. Yabancı sermaye yatırımları zaten 2002’den bu yana kat be kat arttı. Gelen yabancı sermaye 2002-2018 arasında 11,5 katlık bir yükselişle toplamda 197 milyar dolara ulaştı. Kurulan yabancı sermayeli şirket sayısı 2002’de 5 bin iken, 2018 Nisan ayında 61 bini aştı.

Ufku tekelci burjuvazinin çıkarlarının gerçekleştirilmesi ile sınırlı olan GP dâhil bütün burjuva partilerin politik hattı ülkenin emperyalizme bağımlılığının artmasından ibarettir. AKP iktidarı boyunca izlenen ihracata dayalı üretim politikası, bununla birlikte yabancı sermayenin sınırsız teşviki, emekçileri daha büyük bir yoksulluğun pençesine itmenin dinamiklerinden birisi olarak çalıştı, çalışıyor. Yabancı sermayenin ucuz iş gücünü hedefleyerek Türkiye’de kurduğu fabrikalardaki üretim de istisna dönemler dışında sürekli artıyor. Bu fabrikalardan çıkan ürünlerin yurt dışında satılması da üretimle aynı oranda artıyor ve bu biçimde ihracat miktarı yükseliyor. Ancak üretimin yanı sıra ihracatın artması kendi başına bir anlam ifade etmiyor. 2005 yılında yaklaşık 73 milyar dolar olan ihracat, 2018 yılında 167 milyar dolara çıktı.[3] Ancak bu ihracattan elde edilen kârın işçi ve emekçilere yansıması olmadığı gibi geçen 15 yıllık süreçte halkın yoksulluğunun azalmadığı, tersine arttığı görülmektedir.

GP özelleştirme ve kamu hizmetlerinin piyasaya açılmasında da selefinin bayrağını büyük bir coşku ile sahiplenmiş durumda. Özelleştirmelerin bu perspektifte son sürat devam edeceğini ve daha yetkin bir biçimde yapılacağını şöyle ifade ediyor: 

… kamuda faaliyetlerine devam etmesine gerek olmadığına karar verilen işletmeler, faaliyette bulundukları sektörlerde rekabet aksaklığına neden olmayacak şekilde özel sektöre devredilecektir. Özelleştirmede esas ilke teşebbüslerin özel sektör eliyle faaliyetlerine devam etmesi olacak, kamuya gelir kazandırma gibi tek bir amaç hedeflenmeyecektir.

Bunca yıllık özelleştirme politikasının ardından, “özelleştirilen alanlardan bir tanesinde bile işçiler yararına bir gelişme yaşandı mı” sorusunun yanıtı açıkça olumsuzdur. Bu işletmelerden elde edilen karın özel sektöre aktarılmasının yanında işçilere düşen daha düşük ücret, güvencesizlik, sendikasızlaştırma, işten atma ve esnek çalışma olmuştur. Özelleştirilip kapanan işletmelerle birlikte ekonominin dışa bağımlılığı artmıştır. Özelleştirmeden çıkar sağlayanlar ise yerli ve yabancı tekelci sermayedir.

Vergi ve istihdam konusuna gelince:

Vergi idaresinin etkinliğini artıracak ve toplam yükü artırmadan verginin tabana yayılmasını sağlayacağız (…) Etkinliği artırılacak vergi idaresi sayesinde hem hane halkı hem de iş dünyası üzerindeki vergi yüklerini kademeli olarak hafifletecek, (…) istihdam ve üretim dostu bir vergi politikası takip edeceğiz. Vergi yükünün ekonomimizde sermaye birikimini, uluslararası rekabeti, ekonomik büyümeyi ve ekonominin üretken kapasitesini, işgücüne katılımı engellemeyecek düzeyde tutulmasını sağlayacağız.

Verginin tabana yayılması” TÜSİAD’dan MÜSİAD’a kadar bütün sermaye kuruluşları ve bizzat AKP hükümeti tarafından dile getirilen beylik bir söylem. Türkiye’de vergi gelirlerinin hali hazırdaki dağılımına baktığımızda, vergi yükünün çoğunun zaten “tabanda” olduğunu görebiliyoruz. 2020 yılında bütçede toplam vergi gelirlerinin yüzde 67’sinin, gelir durumuna bakılmaksızın herkesten alınan KDV, ÖTV gibi tüketim vergileri ile damga, harç vb. dolaylı vergiler yoluyla sağlanacağı ifade ediliyor. Yüzde 33’ünü ise doğrudan vergiler (gelir vergisi, kurumlar vergisi gibi kazanç üzerinden alınan vergiler) oluşturacak. Yani vergi yükünün büyük kısmı zaten emekçilerin sırtında. Bu tabloda bile GP açıkça “iş dünyası üzerindeki vergi yüklerini kademeli olarak hafifletecek” bir program ortaya koyuyor.

GP’ye göre çalışma hayatı ve istihdamın temel şartı şu:

Yeni istihdam alanları oluşturmak için her sektördeki yerli ve yabancı sermayeli yatırımların artırılmasına (…) yönelik düzenlemeler acilen gerçekleştirilecektir. (…) kişilerin çalışma hayatı dışındaki özel yaşamı ile dengesini kurabileceği esnek istihdam olanakları sunan, prim yatırmayanları değil primlerini ödeyen işverenleri destekleyen bir çalışma hayatı, işgücü piyasası ve sosyal güvenlik altyapısı oluşturulacaktır.

Programda kayıt dışı çalışmanın işverenlere verilecek teşviklerle çözülmesi öngörülüyor. Türkiye’de tekstil, ayakkabı, nakış gibi belirli işkollarındaki kapitalistlerin ihracat gücü bu kayıt dışılığın getirdiği düşük maliyetlere dayanıyor. Bu düşük maliyetler olmadığında ekonominin belirli dalları işlerinin büyük kısmını kaybedecektir. GP’nin kayıt dışılık konusunda hiçbir yaptırım uygulamayı önüne koymamasının sebebi işte bu kapitalist ekonominin zorunluluklarıdır. Ayrıca kayıt dışılığın getirdiği ağır sömürüye ancak kapitalizme karşı bir programla gerçek bir karşı duruş sergilenebilir.

Türkiye’deki her burjuva parti gibi GP de işçilere “esnek çalışma” güzellemesi altında daha yoğun bir sömürü sunmaktan başka bir şey yapmıyor. “Esnek çalışmaya uygun, primlerini ödeyen işverenleri destekleyen işgücü piyasası ve sosyal güvenlik altyapısı” ifadesi AKP eliyle sonuna kadar yaygınlaştırılmış olan esnek çalışmanın daha da yaygınlaştırılması hedefini ortaya koyuyor. GP’nin bu girişiminin ne kadar yerinde olduğunu, bir ayda yedi işyeri değiştirmek zorunda kalan, taşeron, sendikasız, sözleşmeli çalışan, evinden saatlerce uzaklıktaki işyerlerine çalışmaya gönderilen esnek çalışanlara sormak gerekir.

Kamu emekçilerine yönelik saldırı ise programda özel olarak ele alınıyor:

Kamu ücretlerini ve personel alımlarını, işgücü piyasasının dengesini bozmayacak ve enflasyon hedeflemesi ile çelişmeyecek şekilde belirleyeceğiz.

Yani kamu personel alımlarında programın en temel kıstaslarından biri, kamu personelinin ücret ve haklarının özel sektörden yüksek olmaması. Kimse kamuda çalışmanın özel sektörde çalışmaktan iyi olduğunu düşünmemeli ki, insanlar özel sektörü çalışmak için daha çok tercih etsinler. Böylece iş talebinin yükselmesiyle ücretleri düşürmenin ya da işçileri işsizlerle daha düşük ücretle kolayca değiştirmenin yolu açılsın! “Enflasyon hedeflemesi ile çelişmeyecek” ifadesi ise ücretlerin ve bu ücretlere yapılacak zamların sadece özel sektöre göre değil, enflasyon hedeflerinden hiçbir şekilde yüksek olmayacak şekilde de belirleneceği. Enflasyon hedeflerinin, bırakalım gerçek enflasyonu, resmi enflasyonun bile her daim altında kaldığını düşündüğümüzde, kamu emekçilerinin ücretlerinin günden güne eriyeceği GP’nin vaatleri arasında.

En önemli soru şu: bütün kaynaklar sermayeye aktarılmışken emekçilere nasıl bir refah sağlanacak? Ücretler mi yükseltilecek? Sosyal haklar mı artırılacak?

Hayır, çünkü sermayenin “sürdürülebilir” kâr etmesinin ve “dünyada rekabet gücünün artırılmasının” temel yolu üretim maliyetlerinin asgariye indirilmesidir. Kârın artırılmasının temel yolu ise işçi maliyetinin (primlerinin, sosyal haklarının, ücretlerin vs.) kısılması ve sömürünün yoğunlaştırılmasıdır. Bu şartlar altında hem emekçilere “insanlık onuruna yaraşır geçim kaynakları” hem de sermayeye sınırsız kâr imkânını aynı anda sağlamak mümkün değildir.

Burada çok sayıda ayrıntıyı ele alamayacağımız GP programı, ekonomik ve siyasal açıdan işçi sınıfı ve emekçi halkların üzerindeki yükü arttıran klasik bir neoliberal programdır. İşçi sınıfı ve halkın kazanımlarına karşı bir saldırı programıdır. Olası “başarısı” bunu ilk bakışta hoş gelen sözlerle yapmaya çalışmasıdır.

GP ekonomi alanında AKP’nin yapmadığı neyi yapacak” sorusunun cevabı yok. Emekçilere vaat edilen ise “hiçbir şey değişmeden her şeyin iyiye gideceği” gibi bir boş umut.

DEVLET YAPISI

Programda ele alacağımız bir sonraki aşama ise GP’nin devlet yapısına yönelik hedeflediği değişiklikler. GP bu alanda da AKP’nin kurulduğu dönemde verdiği sözleri yinelemekten başka bir şey yapmıyor. Bu nedenle, GP’nin hedeflediğini iddia ettiği “temel hak ve özgürlüklerin güvence altına alınacağı, etnik, dini, mezhepsel ötekileştirmelerin son bulacağı, laikliğin temel ilke edinileceği, anadilde eğitim dâhil kültürel hakların güvence altına alınacağı, Kürt halkının sorunlarının siyaset temelinde çözüleceği, YÖK’ün kayıtsız şartsız kapatılacağı, seçim barajının kaldırılacağı” gibi vaatler pek çok bakımdan inandırıcılıktan yoksun.

Çünkü başta Davutoğlu olmak üzere partiyi oluşturan ekibin çoğunluğu bu sözleri zamanında verdi ve asla yerine getirmedi. Bu da bu sözlerin “ilgi çekici hamaset” boyutunu aşmayacağının en büyük göstergesi. Örneğin Davutoğlu’nun, sözünde durmak bir yana, 2015 yılında 7 Haziran-1 Kasım seçimleri arasında ateşkes sürecinin bozulması ve çatışmalı sürecin başlatılmasının başta gelen savunucu ve sorumlularından birisi olduğu biliniyor. “AKP buralardan giderse buralarda eskisi gibi beyaz Toroslar dolaşacak” diyen de odur. Yüzlerce insanın öldüğü katliamlara defalarca göz yummuş bir hükümete de başbakanlık yapmıştır. GP programı protesto hürriyetini muhafaza edeceğini iddia etse de partinin kurucusu Davutoğlu, polisin bugünkü yetkilerinin kaynağını oluşturan “İç Güvenlik Paketi”ni 2015’te geçiren hükümetin başındaydı. Daha saymakla bitmeyecek onlarca uygulamanın mimarının söyleyeceklerinin inandırıcılığı yoktur.

GP programının devlet yapısı, işleyişi ve hukuk alanındaki önerileri, Davutoğlu’nun çeşitli açıklamalarında belirttiği gibi AKP’nin artık “yorgun” bir iktidar haline geldiği ve burjuvazinin çıkarlarının devamlılığının “enerjik, yeni, yıpranmamış” bir iktidarla mümkün olabileceği fikrine dayanıyor. Devlet işleyişine dair en temel öneri “yeni anayasa” ve “parlamenter sisteme dönüş”.

Bu konulara ilişkin maddelere gelmeden önce, Davutoğlu’nun Mart 2016’da DEİK (Dünya Türk Girişimciler Kurultayı) gala yemeğinde yaptığı bir konuşmayı aktarmak gerekiyor:

İnsan onurunu koruyan, insan hak ve özgürlüklerini güçlendiren, güçler ayrılığını tahkim eden, hukukun üstünlüğü ilkesinden taviz vermeyen yetki ve sorumluluk dengesinin kurulduğu, siyasal sistem olarak başkanlığı benimseyen demokratik ve özgürlükçü bir anayasa için gerekli gereken her türlü adımı kararlılıkla atacağız.[4]

Bu konuşma ile birlikte şu paragrafları okuyalım:

Partimiz milletimizin hak ettiği yeni anayasanın mümkün olan en geniş katılımla sıfırdan yazılması gerektiğini savunmaktadır.

(…) Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi, çok daha büyük yapısal sorunların ortaya çıkmasına yol açmıştır. Yasama ve yürütmenin birbirlerinin görevlerine son verebildiği, hukuki hiyerarşinin alt-üst olduğu, kuvvetler ayrılığının yerini kuvvetler birliğinin aldığı, Türkiye Büyük Millet Meclisinin (TBMM) ve milletvekilliğinin fiilen anlamsızlaştığı, bağımsız ve tarafsız yargının büyük ölçüde ortadan kalktığı bu sistem, (…) devam ettiği takdirde demokratik toplum düzenini sürdürmek mümkün olmayacaktır. Ülkemizin tarihi tecrübesi ve mevcut yapısını göz önünde bulundurarak, her türlü vesayetten arındırılmış demokratik bir Parlamenter Sistemi savunuyoruz.

Yukarıdaki sözleri sarf eden kişi, aşağıdaki sözlerin geçtiği programa sahip partinin genel başkanıdır. Ve kendi ifadesine göre başkanlık sistemini inşa etmek için yürütmenin başında olduğu süreçte yoğun bir çaba göstermiştir. Başkanlık sisteminin kuruculuğunu yapmaya soyunduğu dönemde, “çok üstün bir sistem” olan yapı, Davutoğlu sistemin üst koltuklarından indiği anda, “çok daha büyük yapısal sorunlara” yol açıyor, “demokratik toplum düzenini sürdürmeyi imkânsız hale” getirmeye başlıyor.

Tek adam-tek parti yönetiminin veya “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi”nin, işçi sınıfı başta olmak üzere sömürülen ve ezilen halk kitleleri açısından sermaye diktatörlüğünün açık biçimlerinden biri olduğu ve onun öncülüğünde kurulmak istenen devlet-toplum düzeninin yıkılarak sosyalizme doğru ilerleyen bir halk demokrasisinin inşa edilmesinin gerekliliği kuşkusuz. Ancak böyle bir gerçek demokrasinin GP programında ileri sürülen birkaç yerinden yamalanmış bir parlamenter sistemle uzaktan yakından bir ilişkisi yoktur.

Yönetim biçiminin “otoriter” olup olmadığı, yani emekçiler üstünde yoğun bir baskı kurulup kurulmadığı yönetim sisteminin parlamenter olup olmaması ile ilgili bir durum değildir. Sistemin niteliği sadece bu baskı politikalarının uygulanmasını bir nebze kolaylaştıran veya zorlaştıran bir unsur olarak karşımıza çıkıyor. Yani parlamenter sisteme dönüş, esasa dokunan bir değişikliği değil, şekli bir değişikliği kapsıyor. Otoriterlik, sermayenin en saldırgan politikalarının en hızlı biçimde uygulanabilmesinin aracı olarak sermayenin ihtiyaçlarını karşılayabilmek üzere, bu politikalar karşısındaki mücadeleyi bastırmak üzere kullanılır. Bir parlamenter sistem de oldukça otoriter bir yönetimi bünyesinde barındırabilir. Devletin bekası olarak görülen Suriye’nin kuzeyine yönelik savaş, ekonomik kriz vb. konularda parlamentodaki neredeyse bütün sermaye partilerinin iktidarın arkasında saf tutmaları, konumlarına göre gülerek veya “ağlayarak” destek vermeleri de bu durumu bütün netliğiyle bize gösteriyor. Mesele sermayenin bekası olduğunda, parlamento da başkanlık sisteminden farklı davranmaz, davranmayacaktır. Bu durum deneyimle sabittir. Örneğin Türkiye, Afrin’e saldırdığında, barış sözcüğünü dile getiren herkes bir biçimde baskıya, tutuklamalara maruz kalırken ülke parlamenter sistemle yönetiliyor, burjuva muhalefeti ise, kuşkusuz kendisinin de buradan belirli çıkarlar elde edeceğini hesaba katarak, savaşa sonuna kadar destek veriyordu.

Ancak bu durum, Türkiye tekelci burjuvazinin AKP etrafında kenetlenmiş kesiminin desteklediği ve tek adam yönetimi biçimindeki başkanlık sistemi ile parlamenter sistem arasında hiçbir fark olmadığı anlamına gelmez. Başkanlık sistemi, sermayenin “olağanüstü” ihtiyaçlarını daha hızlı karşılayabilmek, kriz döneminde gerekli düzenlemeleri Meclis gibi “gereksiz tartışma” araçları olmadan yapabilmek için baskıcı bir yürütme gücü olarak inşa edilmiş/edilmektedir. Tek adam yönetimine karşı çıkan burjuva muhalefetin, yine tüm tekelci sermaye kesimlerinin çıkarlarını yansıtacak bir parlamenter sisteme dönüşü talep etmesi ve kendini bununla sınırlaması normaldir. Ve bu talep tek adam rejimini sıkıştırdığı, gerilettiği ölçüde elbette belirli bir siyasal faydaya işaret etmektedir. Ancak sorun olan şu ki, tekelci sermayenin kendi iç mücadeleleri ile dönülen parlamenter sistemin emekçiler açısından gerçek bir demokrasi sağlama kapasitesi, önceki parlamenter sistem deneyiminden de görülebileceği gibi söz konusu değildir.

Sömürülen ve ezilen halk kitleleri açısından demokrasi ve demokratik haklar mücadelesi, parlamenter sisteme geri dönmek için değil, fabrikalardan, işyerlerinden, mahallelerden başlayarak, örgütlü bir güç olarak siyasete müdahale etmek ve işçi sınıfının öncülüğünde gerçek anlamda bir halk egemenliği kurmak için yürütülmelidir. Özgürlüklerden bahsederken, işçi ve emekçiler açısından temel hak ve özgürlükleri elde etmenin ve kullanmanın tek yolunun örgütlülükten geçtiğini göz ardı etmek, havanda su dövmek olur. Maddi kaynakların büyük bölümüne sahip, devlet aygıtının işleyişini elinde bulunduran burjuvazinin karşısında işçilerin haklarını elde etmesini sağlayacak tek şey bu birliğidir.

Dünün parlamenter sisteminin insan hakları ve hukuk alanında, bugünkünden bir nebze daha ileri olduğu düşünülse de işçi sınıfı ve emekçilere özgürce örgütlenebildikleri, ülke siyasetinde rahatça söz söyleyebildikleri bir alana sahip oldukları bir ortam sunmadığı açık.Türkiye’nin uyguladığı parlamenter sistemin, örgütlenme hakkını güvenceye alması bir yana, bunları yıllar içinde nasıl budadığını sendikalaşma oranları net bir şekilde önümüze koyuyor. Parlamenter sistemin uygulandığı yıllarda, 1988’de TİS kapsamında olan işçi oranı yüzde 26,9 iken, 2012’de bu sayı yüzde 6’ya kadar düşüyor.[5] Yani 1988’den 2012’ye dek uygulanan politikalar (10 senesinde Davutoğlu’nun önemli bir aktör olduğu politikalar) işçilerin bırakalım siyasi hayatta söz söylemesini kolaylaştırmayı, patronlarına karşı güvenceli bir şekilde çalışma koşullarına dair pazarlık yapabilmesinin bile önüne geçmiştir.

Yani Davutoğlu’nun hayata geçireceğini vaat ettiği yeni parlamenter sistem, eğer GP’nin neoliberal ekonomi programı uygulanacaksa eski parlamenter sistemden bile daha baskıcı olacaktır.

Programın ilerleyen bölümlerinde yine burjuvazinin diline pelesenk olan bir söylemi görüyoruz:

Türkiye uzun yıllar tam demokratik ve çağdaş standartlardan kopuk hukuk devleti uygulamalarıyla enerjisini tüketmiştir.Hukuk devleti olgusunu yalnızca yasalarda, siyasi parti programlarında bahsedilen işlevsiz ve sonuçsuz bir klişe olmaktan çıkarmak ana hedefimizdir.

GP’nin vaat ettiği demokrasi, emekçilerin anladığı, emekçilerin yararına olabilecek bir demokrasi değildir. Emekçilerin kendi örgütlülüğüyle birlikte politikada söz sahibi olamadığı “demokrasi” programının hukuk konusundaki sözleri “siyasi parti programlarında bahsedilen işlevsiz ve sonuçsuz bir klişe” olmaktan öteye gitmeyecektir. Çıkarları işçi sınıfı ve emekçi halk kesimleri ile taban tabana zıt olan sermaye güçleri, hayatın her alanında sağlam bir örgütlülüğe sahiptir. Bunun karşısında, buna eşit bir konumdan konuşacak oranda örgütlenmemiş işçiler ve emekçiler, siyasetin ancak kısmi edilgen nesneleri olarak kalır. Bu durum da sermayenin her istediğini yaptığı, işçi, emekçi haklarının ise sermayenin vicdanına bırakıldığı bir sermaye diktasını getirir. GP’nin programının özü budur. AKP iktidarının yönetim biçiminde yaptığı düzenlemelerinin ortadan kaldırılması, tek başına bir “demokrasi” getirmez.

Halk için demokrasiyi tesis etmek, ancak ve ancak halkın bütün yaşam alanlarında özgürce, hiçbir engel olmaksızın örgütlendiği ve bu örgütlülük sayesinde sadece seçimden seçime değil, her temel kararda halkın iradesinin belirleyici olduğu bir siyasal inşa anlamına gelir.

Halkın yönetim ve denetim mekanizmasına egemen olmadığı her alan, gücü elinde bulunduranın keyfiyetine tabi olmaya mahkûmdur. Bu mekanizma en temel nitelikleriyle yeni bir devlet ve toplum düzeni kurulmasını ve bunun anayasal güvencesinin sağlanmasını gerektirir.

GP’nin böyle bir derdi olmadığı, herhangi bir burjuva partinin de böyle bir derdi olamayacağı açık. Sermaye için sağlanacak bir “demokrasinin” de emekçilerin kırıntılarını toplayabildiği boş bir kavram olmaktan öteye gidemeyeceği, günümüz pratiğiyle de ortada.

SONUÇ

GP programı tüm varlığıyla tekelci burjuvazinin çıkarları gözetilerek hazırlanmış, neoliberal politikaları sonuna kadar uygulamayı önüne koyan bir programdır. Bu sebeple, Gelecek Partisi ve Davutoğlu’nu bu hamlesini bir demokrasi çıkışı olarak görmek mümkün değildir. En büyük amacı AKP’den rahatsız olan sermaye gruplarının da desteğini arkasına alarak bir bütün olarak tekelci sermayenin çıkarlarını uygulayacak yeni bir alternatif olmaktır.

Davutoğlu ve partisinin AKP’den kayda değer tek farkı, bugün iktidarda olmamasıdır.

Marx’ın da dediği gibi, “Hegel, bir yerde, şöyle bir gözlemde bulunur: bütün tarihsel büyük olaylar ve kişiler, hemen hemen iki kez yinelenir. Hegel eklemeyi unutmuş: ilkinde trajedi, ikincisinde komedi olarak.[6] Davutoğlu’nun partisi işte bu komedidir.


[1] Programın tamamına, https://wp.gelecekpartisi.net/wp-content/uploads/2019/12/Gelecek_Partisi_Program.pdf adresinden ulaşılabilir.

[2] Programın tamamına https://www.akparti.org.tr/parti/parti-programi/ adresinden ulaşılabilir.

[3] T.C. Ticaret Bakanlığı (2019) Yıllara Göre Dış Ticaret 2005-2019 http://risk.gtb.gov.tr/data/572b3a8a1a79f50cd8a22b1a/1-Yillara%20Gore%20Dis%20Ticaret.pdf (Erişim Tarihi: 21 Mart 2020)

[4] Hürriyet Gazetesi (2016) “Başbakan Davutoğlu’ndan yeni anayasa ve başkanlık sistemi açıklamaları” hurriyet.com.tr, https://www.hurriyet.com.tr/gundem/basbakan-davutoglundan-yeni-anayasa-ve-baskanlik-sistemi-aciklamalari-40076265 (Erişim Tarihi: 21 Mart 2020)

[5] Türkiye Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu Araştırma Merkezi (DİSK-AR) (2019) Türkiye’de Sendikalaşma, Toplu İş Sözleşmesi Kapsamı ve Grevler (2013-2019)  http://disk.org.tr/wp-content/uploads/2019/02/Sendikalasma-Arastirmasi.pdf, İstanbul

[6] Marx, K. (2016) Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i, çev. Erkin Özalp İstanbul: Yordam Kitap.