İhsan Çaralan

İDLİB’DE HARİTA HIZLA DEĞİŞİNCE

2020 Mart’ı iç ve dış politikada da tarihsel önemde sayılabilecek nitelikte önemli gelişmelere sahne oldu.

Gelişmelerin merkezinde, Türkiye ile arkasında Rusya ve İran’ın olduğu Suriye ordusunun İdlib’de çatışmalara girmesi vardı. Bu yılın başından itibaren İdlib, Türkiye’nin yeni Osmanlıcı dış politikasının laboratuvarı gibi kullanılan Suriye iç savaşının, en azından görünen son etabıydı.

2018 yılında Halep başta olmak üzere Suriye’nin çeşitli bölgelerinden getirilen cihadist-terörist grupların kalıntıları ve ailelerinin yerleştirildiği İdlib, birkaç milyon (Türkiye dört milyon nüfustan söz ediyor) nüfuslu bir bölgeye dönüşmüştü. Türkiye, Astana ve Soçi mutabakatları çerçevesinde bu grupların silahtan arındırılması ve tasfiyesi ile M4 ve M5 karayollarındaki ulaşımın güvenceye alınmasını üslenmiş, bunu geçekleştirmek üzere de bölgede 12 “gözlem noktası”oluşturmuştu. Ancak geçen iki yıla yakın süre içinde bırakalım bu cihadist terörist örgütlerin tasfiyesini, İdlib, El Kaide uzantısı Heyeti Tahrir-i Şam’ın (HTŞ) yönettiği, bir “El Kaide devletçiği”ne dönüşmüştü!

Suriye ordusu, 2020 yılı başında itibaren İdlib’i terörist gruplardan almak için harekete geçmiş, Şubat’tan itibaren de hızlı bir biçimde El Kaide’nin elindeki köy ve kasabaların yanı sıra, M4 ve M5 kara yollarının kesişme noktası olan stratejik Serakıb kasabasını da ele geçirerek, İdlib kent merkezini kuşatacak bir konum kazanmıştı. HTŞ ve cihadist grupların yenileceğini gören Erdoğan yönetimi, İdlib’deki gözlem noktalarının takviyesi amacıyla binlerce asker, tank, obüs, çok namlulu top, yerden havaya füze gibi ağır silahlarını İdlib’in içlerine yığmaya başlamıştı.

27 Şubat’ta İdlib’in güneyinde, Rusya desteğindeki Suriye savaş uçaklarının saldırması ile 38 TSK mensubu askerin hayatını kaybetmesi üzerine Türkiye bütün güçleriyle Suriye hedeflerini vurmaya girişti. Suriye ordusuna önemli zayiatlar verdirdi. Bu saldırı 5 Mart’ta, Moskova’da yapılan Erdoğan-Putin zirvesinde yapılan “ateşkes çağrısı”na kadar sürdü.

Bu tablo içinde, Şubat sonlarında Türkiye’nin İdlib’e daha çok yığınak yapmasına karşı içeride yükselen “İdlib’de ne işimiz var” sorusunun giderek daha geniş kesimlerce ve daha yüksek sesle sorulmaya başlanmasına Erdoğan-AKP iktidarı daha çok askeri yığınak yaparak, milliyetçilik ve İslamist cihadizmin dozunu artırarak yanıt vermeye yöneldi. Şubat sonlarında “Bir gece ansızın gelebiliriz”klişesi yeniden tedavüle çıkarılırken, İdlib’de İstiklal Savaşı verildiği, burada savaşılmazsa Urfa’da savaşmak zorunda kalınacağı; İdlib verilirse Hatay’ın da isteneceği iddiaları tartışılmaz gerçeklermiş gibi propaganda edilmeye başlanmıştı.

27 Şubat’ta İdlib içlerine gönderilen askeri konvoya Suriye savaş uçaklarının saldırısı karşısında cihadist-militarist-milliyetçi ajitasyonun dozu; “Yansın İdlib, yansın Şam, yıkılsın Suriye, Omuz üstünde baş bırakmayacağız, Şehitler tepesi boş kalmayacak vb. sözlerle ve yandaş ve sermaye medyası başta devletin elindeki tüm propaganda araçlarının seferber edilmesiyle daha da yoğunlaştırıldı.

Rusya (bir adım gerisinde de İran), Suriye ordusunun İdlib’de giriştiği askeri harekatı, sadece sahada değil diplomasi alanında da desteklediği bir mevziye geçerek Türkiye’nin Suriye topraklarında bulunmasının;

  • TSK’nın Suriye topraklarındaki varlığına Suriye Hükümeti’nin rızası olmadığını ifade ederek gayri meşru olduğunu;
  • Suriye’nin İdlib’i terörist örgütlerin işgalinden kurtarmak için bu askeri harekatı yaptığını ve tamamen haklı oluğunu;
  • Türkiye’nin İdlib’de bulunma gerekçesi olan terörist örgütleri silahtan arındırarak tasfiye etme yükümlüğünü yerine getirmediği için Suriye ordusunun harekete geçtiğini;
  • Saldırıya uğrayan TSK mensubu askerlerin bulunmaması gereken bir bölgede bulundukları için vurulduğu”nu öne sürerek, Suriye ordusunun Türkiye’nin gözlem noktalarının gerisine çekilmesi konusunda Suriye ordusunun arkasında olduklarını, özellikle Rusya dışişleri ve savunma bakanları ile bu bakanlıkların ve Putin’in sözcüleri tarafından çeşitli açıklamalarla ilan edildi.

ASTANA-SOÇİ MUTABAKATI YERİNE MOSKOVA MUTABAKATI GEÇTİ

5 Mart’ta Moskova’da yapılan Putin-Erdoğan görüşmesi; Rusya’nın Suriye ordusunun operasyonunun açıkça arkasında olduğunu ve Türkiye’nin isteklerinin meşru olmadığını ilan ettiği, Türkiye’nin de Suriye ordusunun Türkiye’nin gözlem noktalarının gerisine çekilmesinin ateşkesin şartı olduğunda ısrar ettiği koşullarda başladı. Moskova’da yapılan görüşmeler tamamen Putin’in inisiyatifinde geçti.

Görüşmelerden sonra yapılan basın açıklamasında Putin ve Erdoğan kendi açılarından toplantıyı olumlu bulduklarını açıkladılar. Erdoğan açıkça İdlib’de yeni oluşan haritanın eski statüyü sürdürülemez hale getirdiğini, dolayısıyla yeni bir statünün belirlenmesi gerektiğini kabul ettiğini söyledi. Böylece Türkiye’nin “ateşkesin şartı” olarak öne sürdüğü, “Suriye ordusunun Türkiye’nin gözlem noktalarını gerisine çekilmesi” ısrarından vazgeçtiği de ortaya çıktı.

Görüşmelerden sora varılan mutabakat, iki ülkenin dışişleri bakanları tarafından kendi dillerinde okundu.

Gerek Putin ve Erdoğan’ın basın toplantısında söyledikleri, gerekse dışişleri bakanlarının okuduğu mutabakat metni ve tabii ateşkesten sonraki gelişmeler birlikte ele alındığında şu saptamaları yapabiliriz:

1- Suriye ordusunun yılın başında başlattığı İdlib’i cihadist-terörist gruplardan temizleme operasyonu, İdlib’de eski statüyle devam etmeyi olanaksız kılmıştır. Türkiye bu yeni statüyü kabul ederek oluşan haritaya uygun bir “yeni statü”nün belirlenmesine razı olmuştur.

2- Dışişleri bakanlarının okuduğu mutabakat metninde, Suriye Hükümeti’nden söz edilirken, “rejim yönetimi” yerine dört kez “Suriye Arap Cumhuriyeti”ifadesine yer verilerek Suriye’nin resmi adının kullanılması Türkiye’nin dolaylı da olsa Suriye Hükümeti’ni tanımaya doğru adım attığı biçiminde değerlendirilmiştir.

3- BM’nin terörist olarak tanıdığı terörist grupların silahsızlandırılıp ortadan kaldırılması amacı mutabakat metinine bir madde olarak girmiş, bu grupları “vatanları için savaşan kahramanlar, Mehmetçikle birlikte şehit olan müttefikler” olarak gören Türkiye’nin tutumu açıkça reddedilmiştir!

4- Stratejik M4 ve M5 karayollarının güvenli biçimde trafiğe açılması kabul edilmiştir. Mutabakatta M5 karayoluna hiç değinilmeyerek M5’in fiilen Suriye ordusunun kontrolüne geçtiği kabul edilirken, M4’deki trafik güvenliğinin de Türkiye ve Rusya tarafından ortak sağlanacağı kayda geçirilmiştir.

5- Moskova mutabakatında, ateşkes için Türkiye’nin en önemli şartı olan “Türkiye’nin gözlem noktaları”nın akıbetine hiç değinilmemesi,“gözlem noktaları”nın, İdlib’in yeni statüsüne göre yeniden konuşulacağı anlamına gelmektedir.[1]

Bu beş maddeye Türkiye-Rusya ilişkilerinin yakın tarihi açısından bakıldığında; Astana ve Soçi mutabakatları İdlib’de oluşan “yeni statü”ile birlikte artık eskide kalmış, bunların yerini 5 Mart’ta ilan edilen “Moskova mutabakatı” almıştır. İdlib’deki gelişmeler ve “Moskova mutabakatı”yla birlikte Türkiye-Rusya ilişkilerinin geldiği aşamayla ilgili şu saptamaları yapabiliriz:

  • Türkiye’nin İdlib’de askeri olarak ne kadar Suriye toprağını kontrol ediyor olmasından bağımsız olarak İdlib’de az çok gerçek anlamda bir askeri zafer kazanması olanaksızlaşmıştır.
  • Türkiye’nin askeri olarak kontrol ettiği bölgelerde mültecileri yerleştirme, onlara kalıcı konutlar inşa ederek Suriye’nin yeniden inşasında rol alma isteği genel olarak görmezden gelinirken, bu inşayı Suriye petrollerinin gelirleriyle yapma yönündeki “somut teklifi” de hem Trump hem de Putin tarafından soğuk karşılanmıştır.

– “Moskova mutabakatı” Türkiye’nin, sadece İdlib’i değil; “Fırat Kalkanı, Zeytin Dalı” ve “Barış Pınarı” harekatıyla askeri kontrolünde bulundurduğu Suriye topraklarını da terk etmesinin yolunu açmış; bu bölgelerde Türkiye’nin kalıp kalmayacağı ne kadar kalabileceği kararı da Rusya’nın inisiyatifine geçmiştir.

Suriye’de Rusya’nın inisiyatifi ele almış olması ve Türkiye’nin Rusya’nın “olur”u ya da“göz yumması” olmadan adım atamaz hale gelmiş olması, ABD’nin Türkiye’yi Rusya’ya rağmen adım atmak için açıkça teşvik eden bir pozisyona geçmesi, Türkiye Rusya ilişkilerini hayli kırılgan hale getirmiştir.

Moskova mutabakatında Rusya’nın hemen her istediğini kabul ettirmiş olması, Türkiye Rusya ilişkilerinin daha sıcaklaşmasından değil, Türkiye’nin Rusya’nın dayatmalarına boyun eğmekten başka çaresinin kalmamasındandır. Bu yüzden Moskova mutabakatı Türkiye Rusya ilişkilerinin geliştirilmesinin değil, iki ülkenin aynı mevzide kalmasının bile eskisine göre daha zor hale geldiğinin göstergesidir. Rusya da bunun farkında olarak Türkiye’yi kendi safında tutmak ve geleneksel ABD’ci çizgiye dönmemesini sağlamak için bir yandan Suriye’deki girişimlerini sınırlarken, öte yandan da Türkiye’yi kendisinden koparabilecek daha ileri adımlar atmamaya özen göstermektedir. Nitekim İdlib’de girişimlerini haklı bulduğunu söyleyip Suriye ordusuna savaş uçaklarıyla açıkça destek verirken Türkiye’yi kendisiyle kafa kafaya getirecek adımlardan da çekinmiştir.  

Moskova görüşmelerinde, onca gerilime karşın soğukkanlı bir biçimde sahadaki gelişmeleri kendi lehine kullanan Rusya, Erdoğan yönetimiyle ilişkileri zoraki de olsa sıcak tutacak bir mutabakat yapmayı başarmıştır. Öyle görünmektedir ki Rusya, bir kolu zaten ABD’nin elinde olan Erdoğan yönetiminin iki kolunu birden ABD’ye kaptırmasına izin vermemek için, Türkiye’ye Suriye’de kimi küçük ve geçici tavizler vermekten, sorunların “çözümünü”, kendi lehine işlediği sürece zamana yaymaktan çekinmeyecektir.

Ne var ki Türkiye’nin acil sıcak para ihtiyacı ve uluslararası sermaye merkezlerine bağımlılığı dikkate alındığında ABD ve batı emperyalizmi ile ilişkilerini ileri götürme zorunluluğunda olan Erdoğan Hükümeti, Suriye’deki işbirliğini şöyle ya da böyle sürdürebilse de eninde sonunda Rusya ile ilişkilerinde çıkmaza düşecek gibi görünmektedir.

ABD DEVREYE GİRMEK İÇİN KOŞULLARI UYGUN GÖRDÜ AMA!

Şubat’ın başlarında; Rusya’nın hava desteğindeki Suriye ordusunun İdlib’de operasyonlarının yoğunlaşması ve bir hafta içinde 13 TSK mensubunun hayatını kaybetmesi karşısında, artık gidişata müdahale etme zamanı geldiğine karar veren Trump yöntemi, Eski Ankara Büyükelçisi ve ABD’nin Suriye Özel Temsilcisi James Jeffrey’i Türkiye’ye gönderdi.

ABD Dışişleri Bakanı Mike Pompeo, Jeffrey henüz yoldayken, yaptığı açıklamada; İdlib ile ilgili adımları koordine etmesi için Jeffrey’i Ankara’ya yolladım. NATO müttefikimiz Türkiye’nin yanındayız. Esad rejimi ve Rusya’nın devam eden saldırıları durmalıdır” diyerek, ABD’nin tutumunu ortaya koymuştu.

ABD’nin Suriye Temsilcisi James Jeffrey 12 Şubat günü akşamı Esenboğa Hava Limanı’na indi. Hava limanında gazetecilerin karşısına çıkan Jeffrey Şehitlerimiz var başımız sağ olsun dedikten sonra, ABD’nin NATO’daki müttefiki Türkiye’nin askerlerinin İdlib’de büyük bir tehditle karşı karşıya olduğunu, bu tehdidin Rusya ve Esed rejiminden geldiğini söyleyerek, Türk hükümeti ile durumu gözden geçirmek için buradayız. Mümkün olduğu kadar destek vermek istiyoruz diyerek sözlerini tamamladı. Pompeo ve Jeffrey’in açıklamaları açıkça gösteriyor ki, ABD’nin sözcüleri, Rusya’yı, Erdoğan’dan da açık biçimde üstüne basarak suçlayarak, Erdoğan ve Türkiye’nin çeşitli düzeydeki temsilcilerini rahatlatmak istemiştir.

Jeffrey’den sonra, Erdoğan-Putin görüşmesinden bir gün önce, 4 Mart’ta Ankara’ya bir ABD heyeti daha geldi.

Bu sefer James Jeffrey’in yanında ABD’nin Birlemiş Milletler Temsilcisi Kelly Craft da vardı.

ABD bu heyetiyle bir kez daha Rusya ve Esad rejimine karşı Türkiye’nin yanında olduğunu belirtirken, aynı zamanda Rusya’dan hayal kırıklığı ile dönme ihtimaline karşı Erdoğan’a, yanı başında dayayacağı bir omuzun olduğu mesajını vermişlerdi.

Nitekim Moskova’dan çıkan “ateşkes” kararına da destek veren ABD Rusya, İran ve Esad rejimi karşısında Türkiye’nin yanında olduğunu bir kez daha vurguladı.

ABD Türkiye’nin Patriot füze sistemi ve İdlib’de hava desteği isteğini, “destek dediysek Rusya ile savaşa girecek kadar değil” anlamına gelecek gerekçelerle reddederken, “mühimmat desteği” verme konusunda bir sıkıntı olmayacağını da açıkça belirtti. Tabii Patriot konusunda “Türkiye’nin Rusya’dan S-400 füze sistemi almaktan vazgeçmesi gerektiği” koşulunu da yeniden hatırlatmayı ihmal etmeden.

Dünyanın ve tabii ABD’nin de koronavirüs salgınına maruz kaldığı günlerde 17 Mart günü ABD Dışişleri Bakanlığı’nın ‘gündeme ilişkin’ yaptığı basın toplantısında Bakan Marc Pompeo’nun gündemin en başına İdlib’i yerleştirmesi elbette ilginçti.

Bu toplantıda Pompeo İdlib’deki sivil altyapıların da Esad yönetimi ve destekçilerinin bombardımanlarına kurban gittiğine işaret ederek, “Rusya’nın bu saldırıları esnasında onlarca Türk askerini öldürdüğüne inanıyoruz. NATO müttefikimiz Türkiye’nin yanındayız. Türkiye’ye ek destek vermeyi düşünmeyi sürdüreceğiz” dedi. Bu açıklama bile ABD’nin; Türkiye’yi Rusya ile karşı karşıya getirmek için her vesileyi kullanmaktan çekinmediğini göstermektedir. “Bayram değil seyran değil”ken bile herkesin bildiği iddiaları yeniden gündeme getirerek “Türkiye’ye muhabbetini” göstermek ve Türkiye-Rusya arasındaki çatlağı büyütmeye çalışmak konusunda epey gayretlidir

İdlib’deki gelişmeler içinde ABD’nin tutumuna paralel olarak NATO da, “70 yıllık sadık müttefiki olduğunu” her vesile ile tekrarladığı Türkiye’nin İdlib politikasına tam destek verdiğini özellikle Genel Sekreter Stoltenberg’in ağzından sıkça yineledi. Ancak Türkiye’nin NATO’nun 5. Maddesi’nin işletilmesi talebine sıcak bakmadığı gibi, İdlib’e havadan müdahale ya da “uçuşa yasak bölge” ilan edilmesi isteğine de olumlu yanıt vermedi.

İdlib krizi” çerçevesinde ABD -Türkiye ilişkilerinin seyrine bakıldığında şu saptamaları yapabiliriz:

1- ABD (NATO ve Batı emperyalizmi kampı); gelinen aşamada İdlib’de Türkiye ve Rusya’nın amaçlarının açıkça çatışmaya başladığını düşünerek “ateşkes” ya da İdlib’in statüsü konusunda geçici uzlaşmalar yapılsa da uzak olmayan bir gelecekte, Rusya ve Türkiye arasındaki iplerin kopacağını ummaktadır.

2- ABD, Rusya-Türkiye arasında ipler koptuğunda, Türkiye’nin ABD ve NATO-Batı kampına dönüşünü kolaylaştırmak için bir pozisyon tutmakta, bu pozisyonunu, Türkiye’nin burnunu sürtme süreci olarak değerlendirmektedir.

3- ABD (ve batılı emperyalistler) bir mülteci kampı ve terörist cihadist örgütlerin kontrol altında tutulduğu, buradan dağılmalarının önlendiği İdlib’in Türkiye’nin denetiminde kalmasını istemektedir.

4- ABD İdlib’in Türkiye’nin kontrolünde kalmasını, Suriye’nin toprak bütünlüğünü sağlayamaması ve İsrail’in ‘güvenliği’nde en iyi tercih olduğu için teşvik etmektedir.

5- ABD için Türkiye’nin kontrolü altındaki bir İdlib Türkiye ile Rusya arasındaki ilişkileri provokasyona açık hale getirecek, ABD ve Batı emperyalizmi için “kullanışlı” bir “saha” olacaktır.  

6- ABD, İdlib’in Türkiye’nin kontrolünde kalmasını Türkiye’nin İdlib’de sıkışmış olmasının Rusya ile S-400 alınması başta olmak üzere askeri işbirliğinin provoke edilmesini kolaylaştıracağı, Türkiye’nin ABD desteğine ihtiyacının artıp süreklileştirilmesi için önemli bir dayanak olması nedeniyle de istemektedir.

TÜRKİYE’NİN ‘AKTİF DIŞ POLİTİKASI’NIN SURİYE’YE YANSIMASI

AKP iktidarının “Yeni Osmanlıcı”; eski Osmanlı topraklarını hatta bütün İslam dünyası coğrafyasını “ata mirası” olarak gören “tarihsel hak” iddiasını, dış politikanın merkezine koyup “aktif dış politika” çizgisine geçileceğini ilan ettiği 2007’den sonraki süreçte, 2011’de başlayan Suriye iç savaşı bu “aktif dış politika”nın uygulamaya sokulduğu en önemli saha oldu!

Aktif dış politika”ya geçişin Suriye sahasındaki yansıması şöyle oldu:

1- Ortadoğu’yu kendi aralarında yeniden paylaşma mücadelesine giren Rusya ve ABD’yle, “Emperyalistler bölgeden ellerini çeksin; halklar kendi kaderlerini kendileri tayin etsin” çizgisinden mücadele ederek değil, tersine emperyalistlerin bölge stratejileriyle uyumlu, ama aralarındaki çelişkilerden yararlanarak bu paylaşımdan pay almak.

2- Bölge gericilerinin Suriye üstünden birbirleriyle giriştikleri mücadelelerde ve mezhep çatışmalarında taraf olarak, “İslam’ın kurtarıcısı” iddiasını canlı tutmak, mülteciliği teşvik etmek ve mültecileri, Türkiye’nin mazlum Müslümanların sığınağı olmasının bir kanıtı olarak kullanırken Avrupa’ya karşı koz olarak tutmak.

3- Bölgedeki cihadisit-terörist guruplarla açık ya da gizli ilişkilere girerek, onları çeşitli biçimlerde desteklemek ve yeni Osmanlıcı dış politikanın dayanağı olarak görmek.

4- MİT’i dış politikanın aktif ve dolaysız bir etkin aracı olarak kullanmaya yönelmek.

5- TSK’yı bu dış politikanın hayata geçirilmesinde uygulayıcı bir güç olarak sahneye çıkarmak.

6- Kürtlerin kendi kaderini tayin hakkı mücadelesini ve Suriye’deki mevcut rejimi gayri meşru ilan ederek Suriye’ye rejim dayatmak. Suriye politikasını, bu ülkeye dair kendi kendine ilan ettiği ‘kırmızı çizgiler’ doğrultusunda kurmak.

7- Suriye’de, Türkiye’nin himayesinde Müslüman Kardeşçi (İhvancı) bir rejim inşa ederek, İhvancı Suriye’yi İran, Suudi Arabistan, Mısır gibi“İslam dünyasının liderliği”iddiasındaki ülkelerle rekabette ve İhvancılığı yaymada bir üs olarak kullanmak.

Geçen dokuz yılın sonunda, bölgedeki gelişmeler, Erdoğan hükümetlerinin bu amaç ve beklentileri içererek kurduğu Yeni Osmanlıcı Suriye politikasının sınırlarını göstermiştir. Türkiye AKP iktidarının bu politikası sayesinde Suriye’de bir bataklığa çekilmiştir.

TÜRKİYE OYUN KURUCU MU, OYUN KURUCULARIN GÖZÜNE GİRMEK İÇİN UĞRAŞAN BİR OYUNCU MU?

Ama burada şunu da hatırlatmakta yarar var. Türkiye Ortadoğu’da belirli bir devlet geleneği olan, ekonomik ve askeri bakımdan gelişmiş, güçlü devletlerden biridir. Bu yüzden de Türkiye’nin Rusya, ABD ve AB ülkeleri ile ilişkilerini örneğin bir körfez ülkesinin bunlarla kurduğu ilişkiler gibi görmemek gerekir. Tersine Türkiye’nin yukarıda belirtildiği gibi “kendi amaçları” vardır. Bu amaçların son yıllarda açıkça “yayılmacı” slogan ve iddialarla ifade edilmesinden de imtina edilmemektedir. Üstelik bunlar; Suriye, Libya, Doğu Akdeniz’de hak iddiaları, İslam dünyasında askeri üsler kurma, bu ülkelerde gösterişli camiler, dini açmalı yapılar inşa etme, okullar açma, yoksul İslam ülkelerinden Türkiye’de okuma kolaylığı sağlanan öğrencileri “Türk muhubi” olarak yetiştirme, İslam ülkelerinden gelen mültecileri barındırma ve bunları Batı ülkeleri için bir tehdit olarak kullanma, bu yoksul ülkelerde MİT’in özel faaliyetler yürütmesi gibi çeşitli girişimlerle kendisini göstermektedir. Hatta bu faaliyetler, AKP sözcüleri ve yandaş medya tarafından abartılı biçimde propaganda edilmektedir.

Ama bundan AKP-Erdoğan propagandasıyla iddia edildiği gibi Türkiye’nin bölgenin “oyun kurucu” ülkesi haline geldiği sonucu da çıkmamalıdır. Türkiye, sadece “oyun kurucu olmada” değil, emperyalist güçler tarafından “kurulmuş oyunları bozma konusu”nda da, yandaş propaganda odaklarının iddialarının çok gerisindedir. Suriye’deki askeri operasyonlardaki iddialarıyla elde ettiği sonuçlar arasındaki mesafe bunu kanıtlamaktadır. İdlib’de ve özellikle de 5 Mart’ta Moskova’daki görüşmelerde de açıkça görülmüştür. Suriye’deki 9 yıllık girişimleri açısından bakıldığında Erdoğan hükümetlerinin pozisyonu, en ileri gittiklerinde bile ABD ve Rusya’nın kurduğu oyunda “daha etkili bir rol almak”la sınırlı kalmıştır!

Suriye yeni Osmanlıcılığın sınandığı laboratuvar olarak bu politikanın Türkiye’yi nerelere savuracağını göstermiştir. Bu yüzden de Türkiye’nin Suriye iç savaşı sırasında oluşan bataklığa sürüklenmesinde sadece emperyalistlerin rolünden ve onların bölgede kurdukları “oyunlar”dan söz etmek yetmez. Türkiye kurulan “oyunu” meşru görüp, bir “oyuncu” olarak daha etkin bir rol almak için (oyun kurucuların gözüne girmek için) kendisini bataklığa sürükleyen siyaseti geliştirmiş ve bu siyasete “meşruiyet” sağlamak için da dinci-milliyetçi zihniyeti (ideolojinin) kışkırtmıştır.

Bu gerçekler ışığında bakıldığında Suriye iç savaşının İdlib’de henüz ne kadar süreceği belli olmasa da artık son perdesinin oynandığını söylemek yanlış olmaz.

Gelişmeler göstermektedir ki Suriye sahasında sınanan Erdoğan-AKP iktidarının yeni Osmanlıcı dış politikası lime lime dökülmektedir. Bu dış politikanın biçimlendiği ortamda ABD ve Rusya ile Türkiye arasındaki iplerin gerginliği hat safhaya varmıştır. Yani Türkiye’nin, bu emperyalistlerin birisiyle ipleri koparmadan ötekiyle yürümesi düne göre bile artık çok zorlaşmıştır.

Bu yüzden 5 Mart’ta Moskova’ya giderken Rusya’ya ağır suçlamalarda bulunan Erdoğan ve ekibi masada, önceden “Asla kabul etmeyiz” dedikleri ne varsa hemen hepsini  kabul etmiş, “Bu isteklerimiz kabul edilmezse omuz üstünde baş bırakmayız” dedikleri hangi konu varsa hiçbirini elde edemeden dönmüşlerdir. ABD’nin “Var gücümüzle arkanızdayız. Yeter ki, Rusya’ya boyun eğmeyin” desteği bile işe yaramamıştır! Çünkü artık gelinen yerde ABD’nin sadece sözlü ya da diplomatik alanda destek, “mühimmat sağlama”gibi vaatleri, Türkiye’nin Rusya karşısında direnmesine ve ABD ile Rusya’ya karşı bir pozisyona geçmesine yetmemektedir.

Öte yandan NATO ile geleneksel ilişkisi, askeri ve ekonomik bakımdan ABD ve Batı emperyalizmi ile güçlü bağları Türkiye’nin ABD ile bağlarını kopararak Rusya ile hareket etmesine engeldir!

Bugün gelinen yerde İdlib’deki sorunun çözümü için yine Cenevre Konferansı işaret edildiğine göre Türkiye sadece ekonomik ve askeri ilişkiler bakımından değil Suriye diplomasisinde de ABD ve Batının, sahada kalabilmek için ise Rusya’nın himayesine ihtiyaç duyduğu bir duruma sürüklenmiştir. Bütün bu gelişmeler göstermektedir ki, Türkiye Rusya ve ABD’nin (NATO ve Batının) kıskacındadır ve üstelik de bu kıskaçtan kurtulmak için tercihi kendisi yapacak durumda değildir.

Burası, Yeni Osmanlıcı dış politikanın Türkiye’yi getirdiği yerdir.

AKP-Erdoğan iktidarının Yeni Osmanlıcı dış politikası için daha da kötüsü; kara propagandayı, “İdlib’de İstiklal Savaşı veriyoruz, Bugün İdlib’de savaşmazsak yarın Urfa’da savaşmak zorunda kalırız, İdlib’i verirsek Hatay’ı da vermek zorunda kalırız”a kadar götürmesine karşın bu hamasi “beka” edebiyatının halk indinde inandırıcılığını yitirmiş olmasıdır.

Bunu Suriye’de olduğu gibi, Suriye politikasının devamı olarak gündeme getirilen Doğu Akdeniz ve Libya’daki girişimler için de söyleyebiliriz. 

***

Nisan ayında Rusya’dan alınan S-400’lerin aktive edilmesi beklenmektedir. Aynı zamanda bu, S-400’ler aktive edilirse ABD’nin iki paket halinde uygulamaya sokacağı; bir bölümü Trump tarafından onaylanmış yaptırımların devreye girmesinin takvimidir de.

Eğer, yılın başında Çin’de ortaya çıkan ama Mart ayı boyunca dünyayı kasıp kavurmaya başlayan koronavirüs ateşi, S-400 etrafında oluşan gerilimi geriye itmezse, Türkiye ile ABD ve Rusya arasındaki ilişkilerin nasıl bir mecrada seyredeceğini daha açıkça göreceğiz.


[1] Erdoğan ve ekibi her ne kadar, “Gözlem noktalarını çekmek diye bir şey yok. Onlar durdukları yerde duracak” açıklamaları yapsa da bu gelişmeler içinde artık gözetleyecek bir şeyi de kalmayan noktaların yeni statüye uygun hale getirileceğini söylemek yanlış olmaz. Elbette, “İdlib’in yeni statüsü” denilen statü nispeten de olsa uzunca bir zaman kalıcı olabilirse! Çünkü, Moskova mutabakatıyla oluşan “yeni statü” çok kırılgandır ve ateşkesin her an terörist cihadist örgütler tarafından provoke edilmesi söz konusudur.