Bülent Falakaoğlu
Koranavirüs sayısız komplo teorileri ve felaket senaryoları eşliğinde hızla yayıldı.
Amerikan işi miydi yoksa Çin işi mi? Doğal mıydı yoksa laboratuvar işi mi? İlaç tekellerinin bir oyunu muydu yoksa yapısı gereği felaketler biriktiren kapitalist üretimin doğal bir sonucu mu? Tıkanan kapitalizmi açmak için yol verilmiş “yıkıcı bir silah” mıydı yoksa çürümüş kapitalizmi yıkacak biyolojik bir lütuf mu?
Sürecin sonunda komplo teorilerini haklı çıkarmış gibi gösteren gelişmeler yaşanabilir. Örneğin Çin-ABD arasındaki hegemonya mücadelesinde ABD avantajlı çıkabilir. İlaç tekelleri süreçten çok kârlı çıkabilir. Sanal para, dijital bankacılık, temassız ticaret yaygınlaşabilir. Uzaktan eğitim gibi yöntemlerle kapitalizm bazı yüklerinden (işlevli bir tüketici ve üretici olmayan yaşlılar da dahil) kurtulabilir. ‘Biyolojik savaş’ çalışmalarının ‘iş kazası’ olduğu anlaşılabilir ve saire…
Hangisi olursa olsun, yapılması gereken şey salgının suçlusu bir özne bulmak değil! Yapılması gereken şey, salgının gerçekliğe tuttuğu aynaya bakmak! O gerçekliğe uygun çözüm üretmek. Salgının yol verdiği gelişmelerin fırsata hangi çıkarlar etrafında çevrildiğini görebilmek. Ve karşısında toplumsal çıkarın örülebilmesinin mücadelesini vermek!
Virüsler hep var oldu, hep var olacak; bilinenler biçim değiştirecek veya yenileri türeyecek. Kimisi salgına (bölgesel/epidemik veya küresel/pandemik) dönüşecek. Kimisi karşısında insanlar çaresiz kalacak; “Kara veba”, çiçek virüsü, İspanyol gribi ve koleranın milyonlarca insanın canına mal olmasındaki gibi. Zengin fakir ayrımı yapmadan bünyeye girseler de virüsler zenginler ve yoksulları eşitleyen, yöneten ve yönetileni aynı anda etkileyen demokratik bir özne değildirler.
Salgınlar üretim tarzlarına göre farklı biçimlerde ortaya çıkabiliyor. Virüsler yerleşim yerlerine göre (kırsal ve kent) veya yerleşim yerindeki sınıflara (sermaye-sınıf) göre farklı biçim ve ağırlıkta etkili oluyor. Örneğin nüfusun büyük bölümünün tarımsal faaliyetlerle meşgul olduğu feodal dönemde ortaya çıkan veba salgını kırsalı çok ağır etkilemiştir. Salgının hızı da üretim sürecine bağlı olarak değişebiliyor. Ticari ilişkilerin ve ulaşım olanaklarının daha kısıtlı olması nedeniyle, kapitalizm öncesinin salgın hastalıklarının yayılma hızı günümüzdekinden çok daha yavaştır.
Elbette kapitalist üretim tarzının salgınlarla başa çıkma kapasitesi kuşkusuz feodal çağa kıyasla çok daha gelişkindir. Lakin her salgının sınıfsal karakteri (en fazla kötü beslenenleri, topraksız köylüleri, loncalardaki çırakları, fabrikadaki işçileri, mahallelerdeki yoksulları etkilemesi) kapitalist üretimde de değişmedi.
Özet: Her salgın sınıfsal bir içerik taşır. Ve her salgının toplumsal, siyasal ve ekonomik sonuçları arasında önemli farklar vardır.
Şimdi buradan hareketle ve güncel olan “her şey hem tarihsel hem de sınıfsaldır” bilinciyle koronavirüsün tuttuğu ayna ne gösteriyor ona bakalım!
AYNADAKİ GÖRÜNTÜ 1 :ÖZEL SAĞLIK FELAKETTİR
On yıllardır sağlık hizmetleri özelleştiriliyor, kâra göre hareket eden bir yapıya teslim ediliyordu. Sosyal yardımlar, sermayeyi destekleyen vergi indirimlerinin, teşviklerin yarattığı bütçe açığını kapatmak için kısılıyordu. Sağlık destek kurumları birbiri ardına tasfiye ediliyordu.
Koronavirüs, sağlık hizmetlerinin piyasanın kâr güdüsüne teslim edilmesinin tahrip edici sonuçlarını acı bir biçimde dünya halklarının gözünün önüne sermiş durumda. “Böyle şeyler yoksul, geri kapitalist ülkelerin başına gelir” kibri taşıyan Batı, aynadan kendi çaresizliğini gördü. Sınırda mültecileri savmak için ortak güvenlik oluşturabilen AB üyesi devletlerin koronavirüsün yarattığı tehlike karşısında uygulayacağı ortak bir sağlık politikasının olmadığına bütün dünya tanık oldu. “Sosyal devletlerin” bile sağlık politikaları batmış durumda.
Kuruluş döneminde aşı üretebilen az sayıda Avrupa ülkesi arasında yer alan Türkiye’nin aşı üretim tesislerini kapatmasının, SSK’nın ve askeriyenin elindeki ilaç fabrikalarını tasfiye etmesinin yanlışlığı görüldü. Sağlık Bakanı Fahrettin Koca şimdi diyor ki: “Bu süreçte ülkemizde hangi üniversite veya hangi merkez neyi ne kadar yapabilecekse aşı, solunum cihazı hepsi desteklenecek.”
2018 yılında ulusal güvenlik konseyindeki salgın hastalıklarla mücadele merkezini kapatan ABD şimdi salgınla mücadeleye büyük bir kaynak ayırmanın peşinde.
Anlaşıldı ki bir hasta, parası olmadığından tedavi edilmiyorsa, salgın hastalığın maliyeti o hastanın masrafı ile ölçülemeyecek büyüklüğe ulaşmakta. Hastanın sağlık hizmetine ulaşımının çok ama çok önemli olduğu görüldü. İspanya salgınla mücadele için özel kurumlar dahil tüm hastaneleri ve sağlık hizmeti veren tüm kuruluşları devlet kontrolüne geçirme kararı aldı. Yani bir anlamda kamulaştırdı.
Türkiye’de yıllardır dar boğazın içine itilerek ekonomik olarak çökertilen, firmaların borçları nedeniyle malzeme vermediği kamu üniversite hastaneleri en önde göreve koşuldu. Sağlığın ticari değil kamusal bir hizmet olduğu bir kez daha görüldü.
Korona ile mücadelede başarı hikayelerine kulak verilen üç ülke: Çin, Güney Kore ve Küba! Bu sıralama da bir şeyi gösteriyor; piyasacılar değil “kamucular” avantajlı. Bu ülkelerde emek ve doğa sömürüsü olmadığını kastetmiyoruz. Müdahale olanağının genişliğini gösteren bu örneklerin, halkın denetim ve müdahalesine kapalı olmasıyla eleştirilecek yanları çok. Çin’in halkından ve dünyadan bilgileri nasıl sakladığı da ortada. Fakat zincirlerinden boşalmış piyasa ilişkilerinin devletçilik adına sınırlanmasının bile bir frak yarattığı dünyada yaşıyoruz.
Milyonlarca dolarlık bütçeli şirketlere, küresel ilaç tekellerine sahip gelişmiş kapitalist ülkelerin değil de on yıllardır ambargo altında yaşayan Küba’nın önde olması, bir sosyalist ülke olmasa da halkçılığın mirasını taşıyor olmasından kaynaklanıyor.
Virüs, sağlık sistemindeki vahşi kapitalizmi ve sömürüyü acımasız bir biçimde ortaya çıkardı. Soruna salt salgın belirtileri ortaya çıktıktan sonra alınan önlemler düzeyinde çare aramanın çok edilgen bir mücadele yöntemi olduğu idrak edildi.
Sonuç: Herkese nitelikli kamusal sağlık hizmeti sunabilecek, yeterli beslenme ve dinlenme olanakları yaratabilecek, çalışırken sağlığı koruma altına alacak, hastalıklar karşısında insanların dirençlerini, bünyelerini geliştirebileceği koşulları sağlayabilecek bir ekonomik, sosyal programı savunmanın aciliyetini gösterdi; virüs aynası!
AYNADAKİ EN NET GÖRÜNTÜ: SINIFSALLIK
Hastalık her sınıftan insana bulaşabilir ama risk oranı her kesim için aynı değildir. İngiliz gazetesi The Guardian’dan örnek: Korona virüsü karşısında süper zenginlerin aldığı önlemler el yıkamanın çok ötesine geçiyor. Birçok zengin, yanlarına özel doktorlarını alarak enfekte olmamış ülkelerdeki ‘felaket sığınakları’na kaçıyor. Zenginler, özel test yaptırmak için de doktorları ablukaya aldı.
Ticari uçuşlar yerine özel jetine binip virüs riskini azaltabilen, dünyanın önde gelen doktorlarının gözetimi altında gelişmeleri izleyebilen, salgının daha da yayılması halinde gözlerden ırak sayfiyelerde kendini koruma altına alabilen daha az etkileniyor; zenginler kaçar, diğerleri yakalanır yani!
Virüs yayılmasın diye yapılan ‘evde kal’ çağrısı karşısında çaresiz olanlar kim? Evde kalacak lüksü olmayanlar ile tuzu kuru olanların riski bir olabilir mi, virüs karşısında?
Evde kalanların evde kalmaya devam edebilmesi için evden çıkıp işe gitmesi gereken birileri var. Evde kalanların istediklerini bulabilmesi için fabrikalarda, üretim alanlarında çalışmaya devam eden işçiler gibi. Gıda tedariki sağlayan çiftçiler gibi. Evde kalanların gidip ihtiyaçlarını satın aldığı marketlerin çalışanları gibi. Evden işler görülebilsin diye siparişleri taşıyan kargocular var. Metrolarda, otobüslerde çalışanlar var. Sağlık çalışanları var, eczanelerde çalışanlar var.
Hepsi emekçi gurubunda!
Peki salgın olunca hemen iş durduran değil, önce siparişleri yetiştirme emrine maruz kalan kim? Ya da sokakları temizlemek zorunda kalan…
“İki ay kapattık” deyip evinde oturma lüksü, bütçesi olmayan küçük esnafla zincir market sahibinin riski aynı mı?
Hükümetin, virüsün yol açacağı zararları telafi etme iddiasıyla hazırladığı ekonomik paketin içeriği de oldukça sınıfsal. Ekonomik kalkan adıyla duyurulan paket işten çıkarılacak işçileri, işsiz kalacak emekçileri, kendini zar zor geçindiren küçük esnafı hiç dikkate almadı. Sermaye kesimine, piyasaya vergi indirimi, borç ötelemesi, kredi kolaylığı sağlanırken işçi çıkarma yasağı getirilmedi. Ücretsiz izne çıkarılanlara koruma yok. Elektrik, su, doğalgaz ödemelerinin belli bir süre alınmaması gibi yoksulları rahatlatacak düzenleme yok. Fakat, konut alımında kredi kullanım oranını genişleterek müteahhidi gözeten madde var.
Paketten işçiye verilen yine işçinin cebinden çıkacak! Örneğin, “Kısa Çalışma Ödeneği devreye alınacak.” Faaliyetine ara veren iş yerlerindeki işçilere geçici bir gelir desteği verilecek. İşçiler çalışmadıkları günlerde ücretlerinin bir kısmını İşsizlik Fonu’ndan alacaklar. İşçiye destek gibi gözüken bu aslında, “işten atılmama karşılığında” işçinin işsizlik ödeneği hakkını henüz işsiz kalmadan kullanmasından başka bir şey değil! Ödenek hakkı sona erdiğinde işsiz kalmama garantisi olmayan işçi gelecekten yerken patron ise, “Maliyeti azaltılmış olmak” gibi süslü laflarla ücret yükünden kurtulacak.
Pakette ayrıca 2 aylık telafi çalışma süresinin 4 aya uzatılması var. Patronların, salgın nedeniyle işçileri çalıştırmadıkları günlerin telafisine dönük bir düzenleme. Üretim başladığında patronlar normal mesai dolunca işçileri “üç saati aşmamak koşuluyla” fazladan çalıştırabilecekler. Hem de hiç mesai ücreti ödemeden. Çalışmadığı günler işçinin burnundan getirilerek patronun kaybı önlenecek!
Oysa ortada işçiler emekçiler açısından vahim bir tablo var. Türkiye’de istihdam edilenlerin yüzde 56’sı hizmet sektöründe yer alıyor. Çoğunluğu şimdi geçici işsizlikle karşı karşıya. 200 bin dükkan ve mağaza kapandı. Bu da demektir ki 1 milyona yakın insan işsiz kaldı. Kara kara düşünüyor ailesine ne yedireceğini, nasıl geçineceğini. Eğer bu salgın Haziran ayına kadar sürerse en az 1 milyon vatandaş da turizm sektöründe işsiz kalacak. Virüs salgınına bir de korkunç bir işsizlik salgını eklenecek. Ve ortada hükümetin buna çare üretecek ekonomik bir programı yok.
AYNADAKİ GÖRÜNTÜ 3: BİLGİ ÇAĞINDAKİ BİLGİSİZLİKGİSİZ
Avrupa salgına karşı önlem almakta gecikirken gecikmeyi belirleyen şey Avrupa’nın bilgi ya da bilgisizliği değil sermayenin ürkütülmemesi refleksiydi. Misal ekonomisi “iyi gitmeyen” İtalya turizm gelirine çok bağlıydı ve turizm etkilenmesini göze al(a)madığı için sınırları kapatmakta ağır davrandı. Sonuç ortada!
Ülkelerin tutumu bilinçli bir tercih. Peki ya bireylerin ki? Bilgi çağında “bize bir şey olmazdan”, market raflarını boşaltmaya çok çabuk savrulunduğuna tanık olduk. Nedeni; bilinmezlik! Bilgi olmadığında geriye riski hafife almak ya da abartmak gibi bireysel tercihler, bireyin gerçekleri kendine göre yorumlaması kalıyor. Dakika dakika salgın haberi ve programları izlemek bilgilenmeyi mi sağlıyor yoksa kaygıyı mı tetikliyor. Medyada uzman unvanı taşıyanlar bilimsel bilgiler mi veriyor yoksa ‘şarlatanlık’ mı yapıyor? Bunun süzgeci ne?
Bilgi çağındayız. Lakin kimse virüs karşısında tatmin edici bir şekilde bilgilenemedi. Serbest piyasa bilgileri serbestleştirmedi. “Mutlak doğru ve mutlak bilgi yoktur” söylemiyle bilimi ve uzmanlığı değersizleştiren postmodern anlayış virüsteki bilgi çeşitliliğinin ‘bilgi kirliliği’ yaratması karşısında sessizleşti. Ha keza dinsel çıkışlar da… İtalya’da da, Türkiye’de de önce benzer çıkışlar geldi! İtalya’daki, “Nasıl yani? Tanrı’ya en çok ihtiyaç duyduğumuz böyle bir durumda kiliselerin kapılarını mı kapatacağız” itirazına Türkiye’den “Dua edelim, dua ile virüs belasını püskürtelim” çağrısı eşlik etti.
Dinsel çıkışlar İtalya’da, bir din görevlisinin aktardığı gibi, “Ağladık, uyuyamadık ve sonunda gerçekten de ibadethaneleri kapattık” ile Türkiye’de de camilerin geçici süre ibadete kapatılmasıyla sonlandı. Virüsün kilise şapel, cami, mescit, sinagog, havra, cemevi ayırmadığı ve virüsle dua ile mücadele edilemeyeceği görüldü.
İnsanlar hükümetlerin, bilim insanlarının, toplum sağlığının durumuna ve geleceğine ilişkin planlar yapabilen uzmanların önerilerinin ışığında karar vermesini talep eder hale geldi. Türkiye’de de salgın sonrası oluşturulan Bilim Kurulu’na tek adam yönetiminin müdahale etmemesi temennisi öne çıktı! Kamusal sağlığın öneminin kavranmasına bilimin önemsenmesi de eklendi.
2000’li yıllardan itibaren “yeni ortaçağ” diye tanımladığımız bilimi öteleyip “gökten gelen emirlere” giderek daha çok yer açan süreçte, koranavirüs şokuyla birlikte bir gedik açıldı; insan aklının bilimin ışığıyla yeniden yakınlaşacağı bir gedik! Ve o gedik bilim dışını özendirmeyi aşmak, bilimsel yöntemi, toplumsal yararı bireyin özgürlüğünün başlangıç noktası yapmak için fırsat penceresidir şimdi!
AYNADAKİ GÖRÜNTÜ 4: EKONOMİNİN KELİ GÖRÜNDÜ
Virüsün yayılmasıyla uluslararası ticaret ağır bir darbe yedi. İthalat ve ihracattaki bu düşüş ülkelerin sanayi sektörlerini etkiledi. İflaslar, borsa kayıpları birbirini izledi. Turizm gelirleri gerilemeye devam ediyor, uçuşlar iptal edildikçe havayolu şirketleri zor durumda kalıyor. Sonuç olarak ülke ekonomilerinin ve dolayısıyla dünya ekonomisinin büyüme hızındaki yavaşlama kaçınılmaz hale geliyor.
Özellikle sanayileşmenin/ ticarileşmenin, tedarik zincirleri ağının, finansal işlemler hacminin ve hızının bunca yaygınlık ve ivme kazandığı 21. yüzyıl dünyasında başka türlüsü de olamazdı. Fakat bugün dünya kapitalizminin yaşadığı ekonomik durgunluğu virüsün getirdiği arz talep düşüklüğüyle açıklayamayız. Suudi-Rus kapışması sonucu petrol fiyatlarında yaşanan düşüş de virüsle açıklanamayacağı gibi petrol fiyatlarındaki düşüşün kendisi de yaşanan krizin belirleyeni değil. Bunlar krizi derinleştirebilirler fakat açıklamazlar.
“Koronavirüs kriz getirdi” denemez ama “ekonomik sistemin takkesini uçurdu kel göründü” tespiti yapılabilir. Dünya ekonomisinin bu yıl yüzde 2.5 civarında büyüyeceği (durgunluk seviyesi) öngörüleri yapılıyordu. Küresel krizi durdurabilmek için piyasaya sürülen bol doların ülkeleri fazlasıyla borçlandırdığı, üretimi istenilen düzeyde canlandırmazken yeni finansal balonlar yarattığı ve her an patlayabileceği de tartışılıyordu. Ticaret savaşları, şişen balonlar, uzun süredir durgunluk alameti olarak petrol fiyatlarında yaşanan düşüş ve inişlerin yolunda gitmediğinin göstergesiydi.
2008 küresel ekonomik yangınını söndürebilmek için piyasaya sürülen trilyon dolarlar, 2013-2014 yılından itibaren geri çağrılıyordu. Şimdi yeniden saçılıyor. Zira aynı sonuç zor! Gelir eşitsizliği uçurumunu borçlanma politikası ile doldurmak artık mümkün olamıyor. Bugün borçluluk üzerine kurulu sistemde şirketler de dayanıksız hale geldi. Yüksek borç ve düşük gelir düzeyi en küçük sarsıntıda sistemi allak-bullak ediyor.
Virüsle beraber, zaten kırılgan durumdaki kapitalist küresel ekonomide panik işaretleri yayılıyor, ekonomik kırılganlık daha da artıyor. Koranavirüs insanların canı yanında bazı şirketlerin de sonunu getirecek. Binlerce insanın ölümünün yanı sıra birçok şirketin iflasına tanıklık edilecek. Küresel sisteme bağımlı ekonomiler açısından sonuçlar daha da vahim olacak. Açlık, yoksulluk, işsizlik gibi milyonların hayatını etkileyecek olumsuz gelişmelerin habercisi yaşananlar.
AYNADA GÖRÜNENLER FIRSAT MI GETİRECEK, FAŞİZM Mİ?
Toplumlarda en hızlı değişimler şok dönemlerinde yaşanır. Peki korona salgını şoku ekonomik, siyasi ve kültürel açılardan nasıl bir değişimi tetikleyecek? Koronavirüsten sonra hiçbir şey, hiçbir düzen artık eskisi gibi olmayacak mı? Tüketim, para, kâr, sömürü, savaş düzeninin bir virüs karşısındaki yenilgisi yeni bir yol açma bilinci yaratacak mı? Yoksa ölüm korkusu içindeki insanlar gönüllü evlere çekildikçe otoriterlik rejimleri mi güç kazanacak? Virüs kamusal ve sosyal yaşamı bir “korku iklimi” etrafında iyiden iyiye kısıtlayıp milyonları özel alana kapanmaya sevk ettikçe otoriter siyasetlerin önünü mü açılacak?
Pandeminin zayıflamış, ticaret savaşlarıyla örselenmiş neoliberal düzenin sonunu getireceği beklentisinde olanlar da var… İşsizliğin, iflasların hızla artacağı, günlük yaşamın temposunun aksayacağı bir ortamda güvensizliğin güç kazanacağı, “ötekini” günah keçisi ilan etme eğiliminin daha da yaygınlaşacağı, faşizme kapı aralanacağı fikrinde olanlar da…
Şüphesiz kriz kapitalizm için yeni fırsatları yeni sömürü araçlarını yaratacak. Her başka krizde olduğu gibi. Fakat evlerine çekilenler sadece otoriter sistemlere yol vermeyecekler.
İnsanı ve doğayı tüketen yüksek hızın (hızlı üretim, hızlı dağıtım, hızlı tüketim) yavaşlatılabildiğini de görecekler.
O hız virüsün yayılma hızını da arttırıyor. Dünyanın bir köşesindeki bir köyden çıkan patojenin 36 saat içinde dünyanın bütün kıtalarına yayılacağı bilgisini paylaşan ABD Salgın Hastalıkları Kontrol ve Önleme Merkezi bunu ulusal güvenlik sorunu olarak görüyor. Bu durum karşısında enerji ve iklim uzmanı Önder Algedik şu yorumu yapıyor: “Buradan bakınca bulaşma hızı ile ulaşımın bir ilişkisi olduğunu görüyoruz. Yani kapitalizmin fosil yakıt tüketimi ile patlayan aşırılaşan ulaşım politikalarının bu arada hem iklimi, hem de hastalıkların bulaşma hızını belirleyen parametreler olduğu görülecektir.”[1]
Dünya Sağlık Örgütü Ebola virüsü yaşandığı dönemde yaptığı bir açıklamada insanların yaşam biçiminde değişiklik ile hastalıkların kaçınılmaz olduğunu, mikroskopik ajanların gün içinde milyon kez kendini kopyalayabileceği durumların artık oluştuğunu belirtmişti. Bunu hatırlatan Algedik, “Aşırı üretime dayalı aşırı tüketim ve temponun getirdiği biçimin bir hastalığın ne kadar yayılabileceğini, üretilebileceğini bize gösteriyor” değerlendirmesini yapıyor.
Bu hız gerekli mi? Amerika’dan Türkiye’ye binlerce kilometre öteden soğan gelmeli mi? Yoğun üretim yerini ihtiyaca göre üretime bırakmalı mı? Benzeri sorgulamaların salgın nedeniyle daha çok yapılabileceği bir dönemdeyiz. Evet Tunus, Mısır, Cezayir, Şili, Fransa’da sokaklarda kendi yolunu arayanlar evlere kapatılabilecek şimdilik. Ama unutmamalıdır ki bu süreçte talepleri daha yakıcı hale gelecek olanlar o arayıştan vazgeçmeyecekler.
Emperyalistler için otoriterlik ve savaş daha çok ihtiyaç haline gelebilir. Dönem savaşları da sorgulatabilir. “Savaşa değil salgına bütçe” yakıcı bir talebe dönüşebilir; en çok Ar-Ge harcaması yapan 15 şirket listesinde bir tane bile ilaç şirketi yokken, silah-savunma sektöründen 7 şirketin var olduğu Türkiye’de de!
ÇÖZÜM: SİSTEMLE ARAYA SOSYAL MESAFE KOYMAK
Neoliberalizmin yaldızları birer birer dökülürken kendiliğinden bir iyilik gelmez elbette. Hastaneler kamulaştırıldığında da sorun çözülmez. Çin’in salgını bastırmasındaki başarısının temelindeki “kamucu” yanı da övülesi ve örnek alınası değil. Çin önderliğinde şekillenecek yeni bir otoriter-kapitalist küreselleşme de değil çözüm.
Böyle bir küresel sorunda dahi ülkelerin dayanışmasına değil rekabetine tanık olduk; emperyalizmin uzlaşmaz çelişkileri gözümüze sokulurcasına. Devletler ilaç ya da aşı geliştirme için ortaklaşmak yerine patentinin kendilerinde ait olması yarışına girdiler. Ulus ötesi uluslararası bir çalışma tesis edilemedi. Sermaye yeni fırsatlar peşinde koşarken devletler “güçlü kim” gösterisi eşliğinde az hasarla atlatma telaşına düştüler. Tüm bunlar yeni bir küreselleşmenin (enternasyonal) gerekliliğini ortaya koydu. Kaynak dağılımını, ulusal ve uluslararası düzeyde eşitliği, özgürlüğü, dayanışmayı güçlendirecek, ekolojik dengeleri gözetecek bir küreselleşmenin… Toplumların tüketim ve yaşam tarzlarının yepyeni temeller üzerine yeniden oturtulmasını tasarlamadan; kâr ve servet düzenini dizginlemeyi hedeflemeden, dayanışmacı bir toplumu düşlemeden nihai çıkış umudu yok.
Sonuçta insanlık, hangi sosyal gelişmişlik düzeyine ulaşırsa ulaşsın, hep tehdit altında olacak. Kitlesel ölümlere yol açan virüslerin ortaya çıkması “olağan” olabilir. Lakin buna hazırlıklı olup önlem almamak, günümüz teknolojik ve bilimsel gelişmeleriyle yanıt verememek normal bir durum değil!
Bu kriz aşılacaktır, “sosyal mesafeler” yine kısalacaktır fakat sistemle araya bir “sosyal mesafe” konmadıkça belalar ve çaresizlik eksik olmayacaktır. Her şey kapitalizmin aşılmasını, sosyalist toplumun kurulmasını işaret etmekte!
Elbette kapitalist üretim tarzının salgınlarla başa çıkma kapasitesi kuşkusuz feodal çağa kıyasla çok daha gelişkindir. Lakin her salgının sınıfsal karakteri (en fazla kötü beslenenleri, topraksız köylüleri, loncalardaki çırakları, fabrikadaki işçileri, mahallelerdeki yoksulları etkilemesi) kapitalist üretimde de değişmedi.
Korona ile mücadelede başarı hikayelerine kulak verilen üç ülke: Çin, Güney Kore ve Küba! Bu sıralama da bir şeyi gösteriyor; piyasacılar değil ‘kamucular’ avantajlı. Milyonlarca dolarlık bütçeli şirketlere, küresel ilaç tekellerine sahip gelişmiş kapitalist ülkelerin değil de on yıllardır ambargo altında yaşayan Küba’nın önde olması kâra değil insana, paraya değil sağlığa önem vermesinin farkı!
‘Korona virüs kriz getirdi’ denemez ama ‘ekonomik sistemin takkesini uçurdu kel göründü’ tespiti yapılabilir. Virüsle beraber, zaten kırılgan durumdaki kapitalist küresel ekonomide panik işaretleri yayılıyor, ekonomik kırılganlık daha da artıyor. Koranavirüs insanların canı yanında bazı şirketlerin de sonunu getirecek.
Şüphesiz kriz kapitalizm için yeni fırsatları yeni sömürü araçlarını yaratacak. Her başka krizde olduğu gibi. Fakat evlerine çekilenler sadece otoriter sistemlere yol vermeyecekler. İnsanı ve doğayı tüketen yüksek hızın (Hızlı üretim, hızlı dağıtım, hızlı tüketim) yavaşlatılabildiğini de görecekler.
Böyle bir küresel sorunda dahi ülkelerin dayanışmasına değil rekabetine tanık olduk; emperyalizmin uzlaşmaz çelişkileri gözümüze sokulurcasına. Tüm bunlar yeni bir küreselleşmenin (enternasyonal) gerekliliğini ortaya koydu. Kaynak dağılımını, ulusal ve uluslararası düzeyde eşitliği, özgürlüğü, dayanışmayı güçlendirecek, ekolojik dengeleri gözetecek bir küreselleşmenin…
[1] Algedik, Ö. (2020) “Korona Günlerinde İklim Meselesi”, Gazeteduvar. https://www.gazeteduvar.com.tr/yazarlar/2020/03/20/korona-gunlerinde-iklim-meselesi/ (Erişim Tarihi: 23.03.2020).