Ahmet Cengiz
Hemen baştan belirtmek gerekir ki, Avrupa Birliği’nin (AB) geleceği sorusu, artık kesinlik kazanan Brexit ile gündeme gelmiş bir sorun değildir. Yine de Brexit’in, birkaç yıldır tartışılan gelecek sorununa özel bir yakıcılık kattığı açıktır. Fakat bunun dışında Brexit aslında bir yılan hikayesine dönüştüğünden beri, piyasacıların tabiriyle, çoktan “fiyatlandırılmış” bulunuyor. İleride değineceğimiz AB Komisyonu’nun Mart 2017 tarihli Beyaz Kitabı’nda da zaten 28 değil, 27 AB üyesi ülkenin varlığından hareket edilmektedir.
Gelecek sorusu, doğası gereği, yanıtının en belirsiz olduğu bir ortamda ortaya çıkar. Öngörme zorlaşmıştır ki, bu soru gündeme gelmektedir. Bu yönüyle gelecek sorusu, belirsizliklerden doğar. Belirsizlikler ise, her daim, o ana kadar belirli olan şeylerin muğlaklaşması ve evrileceği yerin de henüz netleşmediği bir değişimden geçmesinden türer. Öyleyse, belirsizlikler hakkında, belirli olan şeyler üzerinden bir fikir yürütmek durumundayız.
AÇI KAYMASI
AB’nin ileri gelen ülkelerinin siyasetçileri ve bürokrasisinin gelecekle ilgili söylemlerine dikkatlice bakıldığında, AB’nin yüz yüze olduğu ve hiç de hafife alınmayacak risk ve meydan okumalarının, esasında kendi çıkarlarına uygun sonuçların çıkarılmasına vesile edilmeye çalışıldığı görülmektedir. Bu söylemlerde dikkat çeken, AB’nin kendini anlamlandırmasında bariz bir açı kaymasının mevcut olmasıdır: Önceleri AB’nin, sayısız savaşlar görmüş bir kıtanın hem gelişmesinin hem de barışının bir projesi olduğu vurgulanırdı. Şimdilerde, bu barış projesinin kendisinin, günümüzün dünya gerçekliği karşısında “öncesinde rastlanmayan meydan okumalarla” yüz yüze olduğu öne çıkartılmaktadır. Bu durum karşısında, AB’de hep sözü edilen şu iki husus artık daha özel bir anlam kazanmaktadır: a) İç birliktelik (kohezyon) ve b) ekonomik konvergenz (yani karşılıklı olarak yaklaşma, aynı yöne yönelme). Beyaz Kitap da olası senaryolarını sıralarken, bunu baştan varsayıyor: “Her bir senaryonun kalkış noktası, 27 üye devletinin Birlik [AB] olarak ortak ilerlemesidir.” (sf. 15)
Bu varsayıma sonra döneceğiz; ama söylemdeki açı kaymasının anlamsız olmadığını belirtelim. Hiç şüphesiz, AB dışarıdan baskılanıyor. İç birliğini tahrip etmeye dayanan eğilimler hızla artıyor. Buna, birliğini güçlendirmeyle vb. karşılık vermek gerektiği söyleniyor. Beyaz Kitap’ta da bu amaçla, ‘AB hep yol ayrımlarıyla karşılaştı, ama bu ayrımlardan güçlenerek ve gelişerek çıktı’ vurgusu yapılmaktadır.
Soru ama şu: Yaz aylarına göre inşa edilmiş bir yapı olarak AB’nin, sert ve fırtınalı geçecek bir kışı atlatması mümkün olabilecek mi? AB’nin akıl verenlerinin dilinde bu problem şöyle ifadesini buluyor: “AB, çok taraflı bir [uluslararası] sistemin ayakta tutulması için mücadelesine devam etmeli; ama bu mücadelesini küresel yasaların; daha az işbirliği yanlısı ve daha az ortak düşünceye sahip partnerler tarafından yeniden yazıldığını idrak ederek vermek durumundadır.”
Avrupa Menajerleri’nin “Dayanaklı bir Avrupa” başlıklı broşüründen ise, “küresel yasaların” hiç de dostane sayılamayacak “partnerler tarafından yeniden yazıldığı”nın nasıl idrak edilmesi gerektiğini okuyoruz: “Ekonomik rekabetin, jeopolitik tansiyonun ve çevre tehditlerinin arttığı küresel bir bağlamda, hiçbir Avrupa ülkesi, fırtınaya kendi başına göğüs gerebileceğini gerçek manada düşünemez.”
AB’nin kendini yeniden anlamlandırmasındaki bu dışsal ele alış, yani “fırtına”daki payını atlayan bu ele alış karşısında Einstein’ın ünlü bir sözünü hatırlamakta fayda var: “Kendisi etki edebilirken, kendisine etki edilemeyen bir şey yoktur”! Aslında burada, AB’nin bir nevi amiral gemisi olan Almanya’nın dünya ihracat şampiyonu olmasına işaret etmek yeterli olacaktır. Kaldı ki AB denildiğinde, ABD’den Doğu Avrupa’ya, Asya’dan Afrika ve Latin Amerika’ya uzanan devasa bir sermaye ve yatırım gücünden söz edildiği açık olsa gerek. Bu etkinliğin gerisindeki çıplak gerçek ise, pazar hakimiyeti uğruna mücadeleden başka bir şey değildir!
Tehditlerin saptandığı, “küresel bağlamda” kendisinin de önemsiz olmayan bir faktör olduğuna dair bu “unutma”, açıktır ki bilinçli bir saptırmadır.
BEŞ SENARYO
Sözü edilen Beyaz Kitap’ta, haklı olarak, Avrupa’nın geleceği tartışmasını, iki şıklı bir seçeneğe, yani daha çok veya daha az Avrupa seçeneğine indirgemenin doğru olmadığı belirtilmektedir. Beyaz Kitap 2025’i öngörerek 5 senaryodan yola çıkıyor:
- Senaryo: AB olduğu gibi devam eder (bir tür statükoyu korumak) yani ‘güncel reform gündemini’ yaşama geçirir.
- Senaryo: AB kendisini tedricen ortak pazara yoğunlaştırır. Yani 27 ülke AB’si, pek çok politik alanda (göç, güvenlik veya savunma) daha fazlasını yapmada anlaşamadığı vakit, ortak pazarın bugünkü anahtar konuları üzerinde odaklaşmaya yönelir. Bu demektir ki ortak kaygıları ilgilendiren yeni olaylar, daha çok ikili ilişkiler üzerinden çözülecektir. AB’nin 2025’teki varlık gerekçesi ortak pazar olacaktır bu durumda.
3. Senaryo: Daha fazla yapmak isteyenler daha fazlasını yaparlar. AB, istekli üye devletlere özel alanlarda daha fazla şeyler yapmalarına müsaade edecektir. “İsteklilerin koalisyonu”! Büyük ihtimalle savunma, iç güvenlik, vergilendirme veya sosyal sorunları kapsayabilir. Bu yakın işbirliğini yapmak isteyenler büyük oranda Avro Bölgesi ülkelerini kapsayacaktır. Çeşitli konularda yakın bir ortaklaşma ve çalışmaya yönelebilirler.
4. Senaryo: Daha az, ama daha verimli şeyler yapılır. AB tercih edilen politika alanlarında daha fazla ve daha hızlı şeyler yapmaya yoğunlaşır; fakat aynı anda diğer alanlarda daha az şeyler yapar. Burada sorun, yeni öncelikleri belirlerken, verilen sözleri, uyandırılan beklentileri ve bunların karşılanmasını birbirleriyle daha uyumlu kılmaktadır.
5. Senaryo: Daha fazla şeyler birlikte yapılır. AB bütün politik alanlarda daha çok şeyi birlikte yapmayı kararlaştırır. 27 ülke AB’sinde bir konsensüs oluşmuştur: Gerek şimdiki biçimiyle AB, gerekse üye devletlerin kendisi, zamanın meydan okumalarıyla tek başlarına baş edemeyeceklerini kabul ederler. Bu nedenle, daha çok gücü, kaynağı ve kararları geniş bir alanda paylaşmayı kararlaştırırlar.
Belirtelim ki, Beyaz Kitap da benzer bir uyarıyla bitiriyor: “Güvenli olmayan bir dünyada bazıları için izolasyon çekici olabilir, ama bölünme ve parçalanmanın sonuçları geniş kapsamlı olacaktır. Avrupa ülkelerini ve yurttaşlarını kendi bölünmüş geçmişlerinin korkunç hayaleti ile yüz yüze bırakacak ve onları daha kuvvetli güçlerin çıkarlarının kurbanı yapacaktır.” (sf. 26)
Herhangi bir yanlış anlamayı önlemek için soralım: AB dışarıdan ciddi risklerle, meydan okumalarla yüz yüze midir? Hiç şüphesiz, evet! Üstelik bugün Avrupa denildiğinde, bir zamanlar dünya kapitalizminin yegane merkezi Avrupa’dan bahsedilmediğini de hatırlamak gerekir. Örneğin, Avrupa 1900’de dünya nüfusunun yüzde 25’ni barındırırken, bu oran 1960’da yüzde 11’e, 2015’de ise yüzde 6’ya düşmüş bulunmaktadır. 2060’da ise dünya nüfusunun sadece yüzde 4’ünün Avrupa’da yaşayacağı öngörülmektedir. Beyaz Kitap’ta bu verilerden şu sonuç çıkarılır: “Dünyanın diğer kesimleri büyürken, Avrupa’nın dünyadaki yeri küçülmektedir.” (sf. 8)
Öte yandan, Avrupa’nın dünya ölçeğindeki GSYİH’daki payı bugün yüzde 22 iken, 2030’da bu oranın yüzde 20’e düşmesi beklenmektedir. Bu oranın 2004’de yüzde 26 olduğunu hatırlatmakta fayda var. (ABD’nin ise payı 2004’de yüzde 28 iken 2015’de yüzde 24’e düşer, Çin’in aynı sürelerde yüzde 5’den yüzde 15’e fırlar!)
Veya: Avro, dünyanın ikinci sık kullanılan para birimidir. Fakat burada da geriye doğru bir trend var: 2015’de en sık kullanılan para birimleri arasında yüzde 33 iken, 2017’de yüzde 30’a gerilemiştir. Dolar da aynı süre zarfında yüzde 48’den yüzde 43’e gerilemiştir. Japon Yen’i ise yüzde 7’den yüzde 8’e çıkarken, Çin’in para birimi Renminbi 2017’de yüzde 11’e tırmanmıştır!
Dolayısıyla Avrupa’nın “tek sesle konuşması ve tek tek kesimlerinin kolektif ağırlığıyla hareket etmesinin gerekliliği”ne dair ifadeler anlamsız değil. Bu bağlamda atılması gereken adımlar artık çoktan ekonomik, sosyal ve hukuki boyutlarla sınırlı olmayıp askeri alanları da içermektedir. Nitekim: “NATO, birçok AB ülkesi için güçlü güvenliği sağlamaya devam edecektir, ancak Avrupa naif olamaz ve kendi güvenliğini sağlamak zorundadır. Eğer kuvvet kurallara hükmedebiliyorsa ‘ılımlı güç‘ olmak yeterli bir etkiye sahip olmaz.”! (sf. 9) Aynı yerde, 2045 yılına varıldığında birçok büyük devletin silahlanma harcamalarının ikiye katlanacağı da öngörülmektedir.
TEMEL AÇMAZ
Gerekli ve acil olanın hemen yapılması, eğer aksi yönde bir irade sorunu yoksa, yapılması gerekenlerin koşullarının olup olmadığına bakar. AB’nin açmazı şu ki, yenilenmesini dayatan koşullar, aynı zamanda yenilenmesini zorlaştıran özellikler barındırır!
Bir kere, AB’nin kendisinin ikircikli bir yapısı bulunmaktadır. Hem ulus ötesi bir yapısı vardır, hem de ama bu yapısı kendi reel karşılığından yoksundur. Devletler üstü takılan kurumları vardır, ama tam da bunlar (belirli) devletlerin iradesiyle hareket etmektedirler. AB emperyalistler arası rekabetin ürünüdür, fakat rekabetten doğan tekel misali, rekabeti ortadan kaldırma eğilimine rağmen onu tümden ortadan kaldıramama açmazıyla maluldür. Yani AB’nin bazı ulus ötesi özellikler taşıması, ürünü olduğu emperyalistler arası rekabeti ortadan kaldırmıyor, aksine bu rekabet dolaylı biçimler altında sürdürülüyor.
AB’nin somut ve belirli bir görünüşü vardır, fakat özü görünüşünün zıddıdır. Söz gelimi Avrupa parlamentosu bir olgudur, ama kendisi olamayan, yani tam da bir parlamentoyu parlamento yapan temel özellikten (kendi iradesi ve inisiyatifiyle yasalar çıkarma) yoksundur; adı parlamentodur, ama aslında büyük bir noterlik (onaylama) kurumu olmaktan ibarettir. (Avrupa Konseyi ve Komisyonun kararlarına “demokratik” meşruiyet sağlama işin başka bir boyutudur!)
Bunların yanı sıra ve asıl olarak; AB’nin temel açmazı, kapitalizmin eşitsiz gelişme yasasıdır. Lenin “Avrupa Birleşik Devletleri Şiarı Üzerine” başlıklı ünlü makalesini yazarken, dünya kapitalizmi esas olarak Avrupa merkezliydi. Bugün durum bu bakımdan daha karmaşıktır. Avrupa artık merkezlerden sadece biridir. Demek oluyor ki, kapitalizmin eşitsiz gelişme yasasının etki alanı genişlemiş bulunuyor. Yani sadece Avrupa’nın kapitalist ülkeleri arası gelişmesinin eşitsizliğini değil, başta ABD olmak üzere diğer merkezlerdeki büyük kapitalist ekonomileri de işin içine dahil etmek gerekiyor.
Bu yapıldığında ise şu görülür: Dünya kapitalizminin genel çerçevesindeki değişiklikler ve eğilimler, AB’nin kapitalizmin eşitsiz gelişme yasasından kaynaklı sorunları karşılamasını/denkleştirmesini giderek zorlaştıran bir yöne doğru ilerlemektedir. Yani AB bakımından eşitsiz gelişme yasasından kaynaklı sorunlar yeni değil; yeni olan, bu sorunları aşma, açmazları karşılama/denkleştirme olanaklarını darlaştıran bir genel çerçevenin dünya bağlamında belirmiş olmasıdır. Birliği koruyalım, kohezyon vb. vurguları bu bakımdan son derece hayatidir. Ama işin reel karşılığına baktığımızda, yani ekonomik konvergenz (karşılıklı olarak yaklaşma) boyutunu değerlendirdiğimizde, AB üyesi ülkelerin ekonomik gelişme düzeyindeki açının, tersine daha da büyüdüğünü görürüz. Bu, herhangi bir veriyi aktarmayı bile gerektirmeyecek açıklıkta bilinen bir gerçektir. Kaldı ki, sınai üretimin çehresinde değişikliklere yol açmakta olan teknolojideki yenilikler (dijitalleşme, yapay zeka, gen mühendisliği vb.), ulusal ekonomilerdeki sektörler arası dengeleri değil sadece, aynı zamanda çeşitli ülkeler arasındaki eşitsiz gelişmeye de yeni bir ivme kazandıracaktır. Yeni ekonomik ve sınıfsal çatışma öğelerinin burada hızla birikmekte olduğu açıktır!
Elbette, AB içindeki kapitalist ülkelerin kendi aralarındaki eşitsiz gelişmesi olgusu, dünya ekonomisinde yer alan diğer gelişkin ülkelerin gelişme düzeylerinden de soyutlanamaz. Öyleyse AB’nin geleceği bakımından burada sorun şudur: AB’nin kendisi; kendi üyeleri arasındaki eşitsiz gelişmeden kaynaklı kaçınılmaz sorunları şimdiye kadarki biçimiyle çözme imkanını da giderek darlaştıran “dış etkeni” nötralize edebilecek mi? Hatta yapının bütününe yönelik bu tehdidi “tek kalırsak bizi parçalarlar” söylemiyle bir avantaja dönüştürebilecek ortak bir pozisyonu alabilecek mi? Yoksa kendi arasındaki eşitsizlikleri dengelemenin yeni bir yöntem ve fikir birliğini oluşturamadığından, yeni merkezkaç eğilimlerin peydahlanıp güçlenmesini engelleyemeyecek mi?
İşte yukarda AB’nin geleceğine dair sözü edilen 5 senaryonun tüm esprisi, AB’yi ayakta tutma gayesiyle, tam da iç ve dış etkenlerin karşılıklı etkileşiminin doğuracağı veya ortadan kaldıracağı imkanlara bağlı olarak ve hatta onlara rağmen, birlik olarak yol alma olanaklarını saptamaktır! Hangi senaryonun 2025 yılında gerçeklik kazanacağı bugünden kestirilemez, çünkü bunda belirleyici olabilecek faktörler bu makalede bahis konusu edilenlerden hem daha çok ve hem de henüz pek çok belirsizlikleri içermektedirler (başta da işçi ve emekçilerin hareketinin ilerleyeceği yön ve kazanabileceği nitelikler).
Bununla birlikte şu bellidir: AB’nin motor gücü olan Almanya ve Fransa’nın arasındaki ilişkinin seyri son derece önemlidir. Aralarındaki ekseni muhafaza etmek bu iki emperyalistin ortak çıkarlarına tekabül etmekle birlikte, ilişkilerindeki görüş ve öncelikler ayrılığı giderek büyümektedir. ABD’nin koruyucu kanatlarını kapatması, dahası başta Almanya olmak üzere AB’yi zayıflatmaya yönelik hamleler geliştirmesi, Çin’in İtalya örneğinde görüldüğü üzere AB’nin birliğini bozmaya dönük girişimleri, Brexit vakası, Rusya ile ilişkiler sorunu vb. gelişmeler, hem bu iki emperyalistin ilişkileri üzerinde baskı oluşturması ve hem de her birinin bu gelişmeler karşısında kendi konumlarını güçlendirmeyi öngören özel tutumları AB’nin bütününe mal etme çabası içine girmesi, AB bağlamında görüş birliği içinde olunan konularda da gereken hızda ilerlenmesini baltalayan özellikler sergilemektedir. Fransa, gerek dünya bağlamındaki yeni gelişmelerden çıkartılacak sonuçlar, gerekse AB’nin yeniden yapılandırılmasıyla alakalı, atılmasını gerekli bulduğu adımlar konusunda Almanya’dan tavizler koparmak isterken, Almanya en az tavizle bu talepleri savuşturmaya çalışmaktadır.
Sonuç itibarıyla, bu çekişmelerden kimin hangi tavizi kopardığı veya vermek zorunda kalmadığı hususu, her iki ülkedeki sermaye gruplarının kendi içindeki nüfuz kavgalarına etkisi olacaktır, bu etki de dönüp bu iki ülke arasındaki çekişme üzerinde yeni boyutlar katacaktır. Dolayısıyla, dünya bağlamındaki gelişmelerin AB’nin iç birliğini tahkim etmenin imkanını doğurup doğurmayacağı, başta bu iki emperyalist gücün kendi aralarındaki ilişkiyi yeni bir dengeye oturtup oturmayacağına bağlıdır.