Erkan Aydoğanoğlu
Kapitalist devletin ve yürütme organı hükümetin ekonomik-siyasal programının en somut hali, merkezi yönetim bütçelerinin hazırlanması, tartışılması ve uygulaması sürecinde görülür. Hükümetin politikalarını uygulama aracı olan merkezi yönetim bütçesi, zorunlu olarak politik bir konudur ve politik sürecin merkezinde yer alır. Çünkü devletin öncelikleri, amaçları, hedefleri ve tercihlerinin tamamı siyasaldır. Bu nedenle bütçe süreçleri, aynı zamanda hükümetlerin politik kararlarının belirli bir süre için programa bağlanması olarak görülür.
Merkezi yönetim bütçeleri, bir yönüyle devletin ve onun yürütme organı olan hükümetin bir yıl içindeki programını oluşturan ve siyasi yönleri olan bir belge, başka bir yönüyle söz konusu programın doğrudan etkileyeceği toplumsal sınıflara nasıl ve ne kadar kaynak aktarılacağını gösteren ekonomik metinlerdir. Bütçede yer alan gelir ve harcama kalemleri arasındaki ilişki, iktidarın ülkeyi yönetirken benimsediği sınıfsal tercihler ve kararları somut olarak yansıtır.
Kapitalist devletin elde ettiği gelirler ve yaptığı harcamalar yoluyla ekonomik ve toplumsal yaşama yönelik müdahalesi, başta merkezi yönetim bütçesi olmak üzere, çeşitli ekonomik program ve hedefler üzerinden hayata geçirilir. Başka bir ifadeyle kapitalist sistemde kaynakların toplanması ve dağıtımı merkezi yönetim bütçesi başta olmak üzere, hükümet programları ve orta vadeli ekonomik programların hedefleri üzerinden sağlanır.
EKONOMİNİN MEVCUT DURUMU
Türkiye ekonomisinin temel göstergelerinde kalıcı bir düzelme yaşanmamasına rağmen, büyüme oranlarını yükseltmek için tüketimi canlandırmak adına atılan adımlar (siyasi talimatlarla faiz oranlarının düşürülmesi, bankaların kredi vermeye zorlanması, batık şirketleri kurtarma girişimleri vb), mevcut sorunları daha da derinleştirmeye başlamıştır.
Türkiye ekonomisinin bir süredir içinde bulunduğu kriz koşullarında somut bir iyileşme ortada olmamasına rağmen sadece faiz, döviz ve borsa gibi göstergelere bakılarak ekonominin iyiye gittiği ve toparlanmaya başladığı iddia edilmektedir. Tüketici fiyatlarındaki artış devam etmesine rağmen, yıllık enflasyonun bir önceki yıla göre ‘baz etkisi’ ile düşüş eğilimine girmesi, Merkez Bankası’nın peş peşe aldığı faiz indirimi kararlarının ardından kredi faiz oranlarının düşmesi ve döviz kurlarındaki oynaklığın azalması vb gelişmeler, ekonomideki yapısal sorunların çözülmesi anlamına gelmemektedir.
Enflasyon ve faizlerde geçici olarak ortaya çıkan gerileme, ekonomide geçici bahar havası yaratmış olmasına rağmen, halkın günlük yaşamında gözle görünür bir iyileşmeden bahsetmek mümkün değildir. Nitekim hane halkının özellikle son yıllardaki satın alma gücündeki gerilemeye paralel olarak, temel tüketim harcamalarında yaşanan değişim ve yüksek işsizlik oranları gibi ekonomik sorunlar, ekonomi yönetiminin çizdiği pembe tablonun aldatıcı olduğunu göstermektedir.
2018’in son çeyreğinden itibaren 9 aydır sürekli küçülen Türkiye ekonomisi 2019’un Temmuz-Ağustos-Eylül aylarını kapsayan üçüncü üç aylık dönemde, kamu ve özel tüketim harcamaları ile krediye dayalı borçlanmanın etkisiyle yüzde 0,9 oranında büyümüştür. TÜİK verilerine göre 2018 yılı sonunda 784 milyar 87 milyon dolar olan milli gelir (GSYH) 2019’un üçüncü çeyrek döneminde yıllık 734 milyar 190 milyon dolara gerilemiştir. Kişi başına milli gelir, aynı dönemde 9 bin 632 dolardan 8 bin 930 dolara düşerken, kişi başına düşen milli gelir açısından 10 yıl geriye gidilmiştir.
Türkiye’nin brüt dış borç stoku (Kamu + TCMB + Özel sektör) Haziran 2019 itibariyle 446 milyar 860 milyon TL’dir. Dış borcun milli gelire oranının yüzde 62’ye dayanmış olması, ülke ekonomisinin ciddi bir ‘dış borç krizi’ sorunuyla karşı karşıya olduğunu göstermektedir. Resmi veriler, sadece ülke ekonomisinin değil, halkın da büyük bir borç batağına saplandığını göstermektedir.
Merkez Bankası’nın Finansal İstikrar Raporu verilerine göre, Eylül 2019 itibariyle toplam hane halkı borcu 621 milyar TL’ye ulaşmıştır. Son bir yılda konut ve taşıt kredilerinde düşme olmasına rağmen, yıllık olarak tüketici kredileri (246 milyar TL) yüzde 7,7; bireysel kredi kartları (122 milyar TL) yüzde 12,3; Varlık yönetim şirketlerine olan borçlar (27 milyar TL) yüzde 17,6 oranında artış göstermiştir. Hane halkı borcunun AKP’nin tek başına iktidara geldiği 2002 yılında 6,6 milyar TL olduğu dikkate alındığında, geçtiğimiz 18 yıl içinde halkın sadece bankalara olan borcunun 94 kat arttığı görülmektedir.
YEP HEDEFLERİ GERÇEKÇİ DEĞİL
20 Eylül 2018’de açıklanan üç yıllık (2019-2021) Yeni Ekonomi Program (YEP), birinci yılın sonunda 2020-2022 yıllarını kapsayacak şekilde yeniden güncellenmiştir. İktidar ve ekonomi yönetimine göre ülke ekonomisi ciddi bir ekonomik kriz yaşamasına rağmen, ekonomide tamamen olumlu bir tablo çizilmektedir. Hazine ve Maliye Bakanlığı’nın internet sitesinde yayınlanan program metninde yeni sistem ve ekonomi yönetimine övgüler dizilirken, ekonomide özellikle son bir buçuk yılda yaşananlara dair en küçük bir özeleştiri yer almamıştır.
Yeni YEP içeriği ve hedefleri itibarıyla bir ekonomi programı olmaktan çok ‘değişim başlıyor’ sloganı eşliğinde piyasaya sürülen büyük bir reklam kampanyası izlenimi vermiştir. İktidar yanlısı medyanın ‘Türk ekonomisi uçuşa geçti’, ‘Uyuyan dev uyanıyor’ vb. gibi gerçeküstü manşetler eşliğinde açıklanan ekonomik hedefler ve iktidarın ekonomi politikalarına yönelik abartılı övgülerin ülke ekonomisinin mevcut gerçekleriyle uyumsuz ve büyük ölçüde tutarsızdır. Özellikle enflasyon, işsizlik, büyüme oranları ve cari açık verileri açısından çelişkilerle dolu olan YEP hedeflerinin gerçekçi olduğunu söylemek mümkün değildir.
Her fırsatta IMF karşıtı söylemlerde bulunan Erdoğan ve ekonomi yönetiminin YEP’te IMF tarafından açıklanan son değerlendirme raporundaki tavsiyelere birebir uymuş olması dikkat çekicidir. YEP’te kamunun yönlendirdiği bazı fiyat ve ücretlerde geçmiş enflasyon yerine YEP enflasyon hedeflerine göre ayarlamaların yapılması, bu şekilde enflasyonda ‘atalet etkisi’nin (ücret/maaş artışlarının enflasyonu arttırması) sınırlandırılacağı açık bir şekilde belirtilmiştir.
YEP’te ayrıca Türkiye ekonomisinin uluslararası sermaye hareketlerindeki oynaklığa dayalı kırılganlığını azaltmak ve reel sektöre TL cinsinden ucuz ve uzun vadeli kaynak sağlamak amacıyla Tamamlayıcı Emeklilik Sistemi’nin (TES) kurulacağı belirtilmiştir. Kıdem tazminatı fonu ile ilişkilendirilerek kurulması planlanan böylesine büyük bir fonun reel sektöre kaynak yaratmak için kullanılması hedeflenmektedir. YEP’te yer alan üç yıllık enflasyon ve işsizlik hedefleri, büyüme oranları ve cari açık beklentileri büyük çelişkiler ve tutarsızlıklarla doludur. YEP hedeflerinin 2020’de dünya ekonomisinde yaşanması beklenen gelişmeler ve Türkiye ekonomisinin içinde bulunduğu koşullar açısından gerçekçi ve inandırıcı olduğunu söylemek mümkün değildir.
2020 BÜTÇESİ NE GETİRİYOR?
Türkiye’nin uluslararası kapitalist sisteme uyumunun sağlanması amacıyla alınan 24 Ocak 1980 kararlarının hayata geçirilme sürecinden bu yana kurulan bütün iktidarlar, ülke ekonomisinin yıllık gelir ve harcamalarını gösteren bütçeleri oluştururken halkın değil, yerli ve yabancı sermayenin, patronların ihtiyaçları ve beklentileri doğrultusunda hareket etmişlerdir.
1980 sonrası oluşturulan merkezi bütçelerin piyasa mekanizması ile içli dışlı olması, kamuya (halka) ait yeraltı ve yerüstü kaynaklarının özelleştirilmesi, kamu hizmetlerinin hızla piyasa ilişkileri içine çekilmesi, eğitim ve sağlık başta olmak üzere, kamu hizmetlerinin adım adım ticarileştirilmesi sonucunu beraberinde getirmiştir. 18 yıllık AKP iktidarı döneminde hazırlanan bütün bütçeler de, ‘Yoksuldan alıp, zengine dağıtan’ bir anlayışla hazırlanmış, bütçe gelirlerinin büyük bölümü emekçilerden toplanmasına rağmen bütçe harcamalarından en az payı yine emekçi sınıflar almıştır.
18 yıldır istikrarlı bir şekilde sürdürülen ‘ekonomik teşvikler’, patronlara yönelik olarak getirilen vergi ve prim afları, ekonomi politikalarının vazgeçilmezi olarak her yıl yenilenmiştir. Enflasyonun çift hanelere demir attığı, halkın satın alım gücünün düştüğü, yüksek işsizlik sorununa çözüm üretilemediği, kamuda ve özel sektörde esnek ve güvencesiz istihdamın yaygınlaştığı, işçilerin kıdem tazminatının yeniden hedefe konulduğu bir dönemde, 2020 bütçesinin içeriği ayrı bir önem kazanmıştır.
Bütçeden yapılacak harcamaların hangi alanlara ne kadar aktarılacağının ve finansmanının nasıl sağlanacağının belirlendiği bütçe hazırlık sürecinde, bütçe gelir ve harcamaların asıl muhatabı olan işçi ve emekçiler, sendikalar, emek ve meslek örgütleri her yıl olduğu gibi, bu yıl da bütçe hazırlık sürecinin dışında bırakılmıştır. 2020 bütçesi, bütçe gelirlerinin en önemli kaynağını oluşturan işçi ve emekçiler başta olmak üzere, halkın büyük bir bölümünün talep ve ihtiyaçlarını dikkate almayan bir içerikte hazırlanmıştır.
2020 Merkezi Yönetim Bütçesi 1 trilyon 96 milyon TL olarak belirlenirken, 2020 yılında milli gelirin 4 trilyon 872 milyar TL olacağı tahmin edilmektedir. Bütçede en fazla pay 468 milyar TL (yüzde 43) ile Hazine ve Maliye Bakanlığı’na ayrılmıştır. 1 milyonun üzerinde eğitim emekçisi, 18 milyona yakın öğrenciye hizmet veren Milli Eğitim Bakanlığı’na (MEB) 125 milyar 397 milyon TL ayrılırken, MEB bütçesinin yüzde 84’ünü personele yapılan zorunlu harcamalar (personel giderleri ve sosyal güvenlik devlet pirimi giderleri) oluşturmaktadır. İktidar temsilcileri, her yıl bütçeden en çok payı eğitime ayırdıklarını iddia etseler de, MEB bütçesinden eğitim yatırımlarına ayrılan pay yüzde 4,65’e indirilmiş, böylece eğitim harcamalarının büyük bölümü yine halkın sırtına yıkılmıştır.
2020’de 3 milyar 152 milyon TL olarak öngörülen Cumhurbaşkanlığı bütçesi 2019’da 2,1 milyar TL olmasına rağmen 2019’un ilk 11 ayında yapılan harcama 3,5 milyar TL’yi aşmıştır. Diyanet İşleri Başkanlığı, 11 milyar 520 milyon TL’lik bütçesiyle yine çok sayıda bakanlığı geride bırakırken, diğer bütçe kalemlerinin büyük bölümü zorunlu harcamaları bile karşılamaktan uzak bir anlayışla belirlenmiştir.
2020 bütçesinin 451 milyar TL’sini cari transferler (sosyal güvenlik kurumlarına yapılan transferler, görev zararları, sosyal amaçlı transferler, fonlara yapılan ödemeler vb) oluşturmaktadır. 2019’a göre cari transferler kalemi 60 milyar TL artarken, bütçe transferleri içinde aslan payını 218,8 milyar TL ile Sosyal Güvenlik Kurumu’na yapılacak transferler almaktadır.
2019 yılı sonunda 81 milyar TL olarak hedeflenen bütçe açığı, Kasım 2019 itibariyle 92,9 milyar TL’ye çıkarken, 2020’de bütçe açığının yüzde 72 artışla 139 milyar TL’ye çıkacağı tahmin edilmektedir. Merkez Bankası’ndan hazineye aktarılan 45 milyarlık ‘ihtiyat akçesi’ dahil edildiğinde 11 aylık bütçe açığının gerçekte 138 milyar TL ile 2020 hedefi kadar olduğu anlaşılmaktadır. 2020 yılı bütçesinde faiz ödemelerinin döviz kurunda ani artışlar yaşanmaması halinde, yüzde 18 artışla 138,9 milyar TL’ye yükselmesi beklenmektedir. Faiz dışı harcamalar ise bütçe teklifinde yer alan 2019 gerçekleşme tahminine göre yüzde 7,56 artarken, faiz giderlerinin yüzde 35 artması, 2020 bütçesinden faiz ve rant geliri elde edenlere daha fazla kaynak aktarılması anlamına gelmektedir.
İktidarın Kamu Özel İşbirliği (KÖİ) adı altında yürüttüğü ‘müşteri garantili’ projelere 2018 bütçesinde 6,2 milyar TL, 2019 bütçesinde ise 9,7 milyar TL ayırılmıştır. 2020 bütçesinde ‘garanti ödemesi’ olarak ayrılan miktar iki yıl öncesine göre 3 kat artarak 18,7 milyar TL’ye çıkarılmıştır. Bu miktarın 10,5 milyar TL’si şehir hastanelerine, 8,3 milyar TL’si ise köprü ve otoyolları işleten firmalara aktarılacak. Halkın büyük bölümünün kullanmadığı köprüler, tüneller ve havalimanları ile şehir merkezlerine çok uzak olduğundan gidemediği şehir hastaneleri için müteahhitlere hizmet karşılığı olmayan milyarlarca lira ödenecektir. 2020 bütçesinde Karayolları Genel Müdürlüğü bütçesinin yüzde 27,2, Sağlık Bakanlığı bütçesinin yüzde 21,6 armasının asıl nedeni KÖİ projeleri için taahhüt edilen garanti ödemelerinin karşılanmasıdır.
Trilyonluk bütçede kamu yatırımları için ayrılan bütçe toplam bütçenin sadece yüzde 8’ini (88,5 milyar TL) oluşturmaktadır. Benzer bir durum işçi ve emekçilerin ücret/maaş zamları açısından da söz konusudur. Hükümet, işçi ve kamu emekçilerine resmi enflasyonun altında ‘sefalet zammı’ verirken, 2020 bütçesinde büyük patronlar için muslukları yine ardına kadar açmıştır. 2020 yılında patronlara vergi kolaylıkları ve istisnalar dışında 44,4 milyar TL (2019’da 32,8 milyar TL ayrılmıştı) doğrudan teşvik verilecektir. 2020’de patronlara doğrudan teşvikler dışında, 25,2 milyar TL de sosyal güvenlik prim desteği adı altında kaynak aktarılması hedeflenmektedir. İstihdama yönelik teşvikler, her yıl olduğu gibi, bu yıl da İşsizlik Sigortası Fonu’ndan karşılanacaktır.
SAVUNMA VE GÜVENLİK HARCAMALARI
2019’da 111 milyar TL olan savunma ve güvenlik harcamaları 2020’de yüzde 27’lik artışla 141,1 milyar TL’ye çıkarılmıştır. Cumhurbaşkanlığı’na bağlı tüm örtülü ve yedek ödenekler, Savunma Sanayii Destekleme Fonu kaynakları, iç ve dış güvenliğe ilişkin bazı kalemler ve kayıtlara geçmeyen tüm ‘gizli harcamalar’ bu rakamlara dahil değildir.
2018’de 1 milyar 772 milyon TL olan örtülü ödenek, 2019 bütçesinde 4 milyar 805 milyon TL’ye, 2020 bütçesinde ise 5 milyar 410 milyon TL’ye yükseltilmiştir. 2020 için 8 milyar 763 milyon TL olan ‘yedek ödenek’ ile birlikte 2020 bütçesinde Cumhurbaşkanı’nın kullanabileceği örtülü ödenek toplamda 14 milyar TL’yi geçmiştir. Cumhurbaşkanlığı bütçesi içinde yer alan ve ‘gizli hizmet gideri’ olarak kullanılan örtülü ödenekten MİT, Emniyet Genel Müdürlüğü, İçişleri Bakanlığı, Milli Savunma Bakanlığı, Milli Güvenlik Kurulu ve Ticaret Bakanlığı harcama yapabilmektedir.
2020’de savunma ve güvenlik harcamalarında gözlenen belirgin artış, iktidarın, ülkede yaşanan ekonomik ve siyasi krizin derinleşmesine paralel olarak, içeride daha baskıcı ve otoriter yönetim tarzını sürdürürken, iç ve dış politikada gerginlik stratejisinin artarak devam edeceği anlamına gelmektedir.
VERGİ YÜKÜ YİNE EMEKÇİLERİN SIRTINDA
Kapitalist devletin en temel gelir kaynağını halktan toplanan vergiler oluşturur. Bir ülkede vergi gelirlerinin hangi sınıftan, ne kadar alındığına bakarak o ülkede iktidarın kimlerin çıkarlarına hizmet ettiğini görmek mümkündür. Türkiye gibi azgelişmiş kapitalist ülkelerin temel özelliklerinden birisi vergi yükünün büyük bölümünün yoksul halkın, emekçilerin sırtına yıkılması, bu durumun merkezi yönetim bütçe kanunu üzerinden yasal hale gelmiş olmasıdır.
Bir ülkedeki vergi sisteminin en basit haliyle dolaylı-dolaysız vergiler biçimindeki dağılımına bakmak bile, o vergi sisteminin ne kadar ‘adil’ olduğu konusunda fikir vermektedir. Tüketim ya da harcamalar üzerinden alınan dolaylı vergiler (KDV, ÖTV vb) tanımları gereği gelire göre tersine artan oranlıdır. Tasarruf yapma olanağı olmayan emekçi sınıfların yaşamlarını sürdürebilmeleri tüm gelirlerini, hatta borçlanma yoluyla gelirlerinden fazlasını harcamalarına bağlıdır. Bu nedenle dolaylı vergilerin yükü de emekçi sınıfların üzerindedir. Oysa gelirleri arttıkça tasarruf yapma olanakları artan üst gelir gruplarının dolaylı vergi yükleri gelirlerine oranla çok daha düşüktür. Bu nedenle, dolaylı vergilerin düşük gelirli emekçiler üzerindeki oransal yükü çok daha fazladır.
2019-2020 VERGİ GELİRLERİ (Milyar TL)

Vergiler, tıpkı kamu harcamaları gibi sınıflar arasındaki mücadelenin önemli ve temel alanlarından birisidir. Siyasal iktidarın temsil ettiği sınıfın çıkarları neyi gerektiriyorsa, vergi politikalarının da o doğrultuda belirlenip uygulanması kaçınılmazdır. 2020’de dolaylı vergilerin vergi gelirleri içindeki üçte ikilik payı devam edecektir. ÖTV’deki gelir artışının yüzde 20,7 gibi en yüksek artan kalemler arasında olması, emekçilerin 2020’de gelirlerine oranla daha fazla vergi ödemeye devam edecekleri anlamına gelmektedir.
Merkezi yönetim bütçesinde vergi harcamaları adı altında çok büyük kısmı sermaye geliri elde edenlerden olmak üzere, alınması gereken vergilerin önemli bir bölümü alınmamaktadır. Vergi harcaması en genel anlamda devletlerin gelir toplamını azaltan, standart vergi sisteminden ayrılan ayrıcalıklar veya istisna ve muafiyetler olarak tanımlanmakta, gelir vergisi, kurumlar vergisi, katma değer vergisi, özel tüketim vergisi ve diğer bazı kanunlarda alınması gereken verginin bir bölümünden vazgeçilmesi anlamına gelmektedir.
2020 Merkezi Yönetim Bütçe Kanunu’na göre 2020 yılında 195,6 milyar TL; 2021 yılında 222,7 milyar TL ve 2022 yılında 251,4 milyar TL vergiden sermaye lehine vazgeçilmesi öngörülmektedir. Gelir ve Kurumlar vergilerinde 117 milyar TL gelirden vazgeçilirken, dolaylı vergilerde bu miktarın 72 milyar TL olması, doğrudan vergilerin giderek daha büyük bir kısmına muafiyet sağlanırken, vergi gelirlerinde dolaylı vergilere olan bağımlılığın giderek artmasına neden olmaktadır. İktidarın sermaye yanlısı vergi politikalarının kaçınılmaz bir sonucu olarak, emekçiler her zaman patronlardan daha fazla vergi ödemektedir. Örneğin 2018 yılında ücretlilerden kesilen gelir vergisi 83,3 milyar TL olurken, şirketlerin ödediği vergi 78,6 milyar TL’de kalmıştır.
Yıllardır vergi dilimi aralıkları, her yıl Ekim ayında açıklanan ‘yeniden değerleme oranı’nın altında arttırılmaktadır. Bu durum emekçilerden kesilen vergi miktarının da istikrarlı bir şekilde artmasına, ücretlilerin bir üst vergi dilimine daha erken girmesine, dolayısıyla emekçilerin her yıl daha fazla gelir vergisi ödemesine neden olmaktadır. Ücretli emekçilerin kazancının dörtte biri daha cebine girmeden vergi, prim, fon vb. kesintilerle geri alınmaktadır.
Sermayenin ya da patronların vergi yükü resmi ya da gayri resmi yollardan azaltıldıkça genel bütçe gelirlerinin azalması kaçınılmazdır. İktidar, bu kısır döngüyü aşmak için bütçede dolaylı vergilere yüklenmekte, o zaman da vergi yükünün büyük bölümü halkın, özellikle ücretli emekçilerin sırtına yıkılmaktadır. İktidar, vergi politikaları ile patronları her yönden koruyup kollarken, işçi ve emekçilerin sırtındaki vergi yükünü her geçen yıl arttırmaktadır.
Sonsöz
Bir ülkede yaşayan herkesi yakından ilgilendiren merkezi bütçenin nasıl şekilleneceğinde, karşıt çıkarlara sahip olan sınıfların ve onların ekonomik, siyasal örgütlerinin bütçe karşısındaki tutumu ve mücadelesi belirleyici öneme sahiptir.
Türkiye’de son yıllarda sınıf mücadelesinin bütün alanlarında yaşanan durgunluk, sendikaların ve emek örgütlerinin bütçe görüşmeleri sürecini bir örgütlenme ve mücadele dönemi olarak yeterince değerlendiremediğini göstermektedir. 2020 bütçesinin görüşülmesi sürecinde bu durum daha açık bir şekilde görülmüştür. Emekçiler kendi cephelerinden bütçeye müdahale etmedikleri zaman siyasi iktidar bütçe kalemlerini, temsil ettiği kesimlerin talepleri doğrultusunda istediği gibi düzenlemekte, bütçe kaynaklarının kullanımı ve bölüşümü konusunda temsil ettiği sınıf çıkarları neyi gerektiriyorsa ona göre davranmaktadır.
İktidarın kamu hizmetlerine yeterince kaynak ayırmak, gerçek anlamda istihdam arttırıcı politikalar benimsemek, dolaylı vergileri azaltmak, ücretli emekçilerin temel ihtiyaçlarını karşılayacak ücret politikaları (asgari ücreti vergi dışı bırakmak, emekçiler için vergi dilimi soygununa son vermek, ek ödemelerin temel ücrete yansıtılması vb), iş cinayetlerini durdurmak için gerekli tedbirleri uygulamak gibi hedefleri yoktur.
2020 bütçesi, halkın doğrudan ya da dolaylı olarak bütçenin yapılmasına, uygulanmasına ve denetlenmesine katılımını ifade eden ‘bütçe hakkı’nın tamamen yok sayıldığı, geniş halk kesimlerinin ve emek örgütlerinin taleplerini yok sayması, bütçenin emekçilerin giderek ağırlaşan sorunlarını dikkate almadığı açıkça görülmektedir.