Kadir Yalçın

SURİYE’YE 3. HAREKAT, MUTABAKATLAR VE ATEŞKES

Barış Pınarı” adı takılan ve Afrin’in ardından Kuzey Suriye’deki diğer iki Kürt Kantonunu hedef alan askeri harekatı Amerikan ve Rus emperyalizminin “olur” vermemesiyle durduran Erdoğan, iki mecburi “Mutabakat” imzalamıştı. ABD ile “Ankara”, Rusya ile “Soçi” Mutabakatları.

Yoksa üçüncü kez “bir gece ansızın”, besleme muhalif Cihatçı çetelerden derlenen sözde “Suriye Milli Ordusu”, namı diğer ÖSO önden sürülerek Suriye’ye girilmiş ve 20 millik bir “koridor”un, “güvenli bölge” haline getirileceği ilan edilerek 444 km boyunca denetim sağlanacağı ileri sürülmüştü. Bu, üstelik Amerikalılarla birlikte harekat düzenleme tartışmaları ve ilk iki adımı olarak “ortak harekat/koordinasyon merkezi” kurulup “ortak devriyeler” düzenlenmeye başlanmasının ardından, “ABD oyalıyor” gerekçesiyle Türkiye’nin tek başına düzenlediği bir harekat olmuştu. Arasını iyice açarak, Türkiye’yi Amerika ve NATO’dan uzaklaştırma amacındaki Rusya’nın yaktığı “yeşil ışık”, Suriye seferi için yeterli sayılmıştı.

ABD, “müttefikimiz” dediği Suriye Kürtlerini Afrin’den sonra bir kez daha kendi başına bırakıp kaderine terk ederek askerlerini TSK’nın önünden çekti. Birkaç gün, eli kolu serbest kalan Türkiye’nin Serekaniye ve Tel Abyat yönündeki ilerlemesiyle geçti. Ardından –“Türkiye’nin tek yanlı istilasını önleriz” demiş olan Savunma Bakanı Esper’in harekat öncesinden bildirdiği– ABD’nin resti geldi. Ve Erdoğan’ın Trump’ı kastederek, “ben ancak kendi düzeyimdeki muhatabımla görüşürüm” açıklamasına rağmen ABD’nin Başkan Yardımcısı Pence ve Dışişleri Bakanı Pompeo’lu heyetiyle Saray’da düzenlenen toplantıda 120 saatlik “ateşkes olduğu kabul edilmeyen ateşkes” kararı alınan mutabakat sağlandı. Zaten “savaş”ın da “savaş” olduğu kabul edilmemekteydi!

Tarafları belli olduğu için mutabakata varılmama olanağı yoktu! Pence ve Pompeo tehditlerle gelmişlerdi. Önceden alınan Trump’ın mektubuysa yenilir yutulur değildi. “Aptal olmama” gereği vurgulanıyor ve “ekonomiyi çökertme” tehdidi savuruluyordu. Ekonomiden daha önemli olanı da vardı, “Erdoğan’ın mal varlığı” sıkıntıya girmiş; üç bakanla Erdoğan ve ailesinin ABD’ye girişleri bloke edilmişti. Mektup yanıtsız kaldı. ABD tarafı sızdırınca, önce “yok hükmünde saydık”, “çöpe attık” dendi; olmayıp altından kalkılamayınca “iade edeceğiz” açıklaması yapıldı.

Sonuç olarak, Suriye’de askeri harekat, tıpkı başladığı gibi “bir gece ansızın” durdu.

Erdoğan, bir umutla, derhal Rusya’ya, Putin’e koştu. Ancak Esad rejiminin destekçisi olan ve çıkarlarıyla Türkiye’nin Suriye’deki varlığı çelişen, ABD ve NATO’dan uzaklaşmasını önemsediği Türkiye’nin harekat nedeniyle ABD ile ilişkilerinin yeterince gerildiğini ve Rusya ve çıkarlarını kolaylıkla yok sayamayacağını gören Putin de “bu kadar yeter” deyip Erdoğan’a 150 saatlik yeni bir ateşkes kabul ettirdi.

Gerek ABD gerek Rusya’nın dayattığı “ateşkesler” koşulluydu ve saatle ölçülmekteydi; Kürt güçlerinin geri çekilmeleri içindi. Koşul yerine getirildiğinde harekat bitecekti. Nitekim bitti.

NE ELDE EDİLDİ?

Kilometre ve mil hesapları herkesin kendisine göre. Ve Türkiye, üzerinde anlaşılanın ne olduğunu açıklamadığı gibi, Erdoğan’ın ağzından, taciz olursa 444 km boyunca 20 millik bölgede harekatı sürdüreceğini söylüyor. Ama şurası kesin ki, en azından bölgedeki güç ilişkileri köklü bir değişimden geçmedikçe TSK’nın harekatı durdu ve başlamayacak. Ve harekat süresince ele geçirilen toprakların dışında belirli bölgelerde, Ruslarla birlikte 10 km derinliği aşmayacak ortak devriyeler düzenlenecek.

Suriye Kürtleri belirli bir toprak kaybı yaşadı. Ancak Suriye’deki varlıkları, şimdi yalnızca ABD değil Rusya’ca da tanınıyor ve bu iki ülke tarafından Türkiye’nin yüzüne karşı söyleniyor. Kürtler, harekatın ardından yalnızca bu iki ülke tarafından Suriye’nin bugünü ve geleceğinin bir gerçeği olarak kabullenilmekle kalmadı, ama meşruiyetleri birkaç ülke dışında uluslararası ölçekte tanındı.

Çin, Türkiye’nin harekatını oldukça sert biçimde eleştirdi. Ancak asıl tepki Batı’dan geldi. Başta Almanya olmak üzere Avrupa ülkeleri Türkiye’ye silah satışını durdurdular ve AB yeniden üyelik müzakereleri koşullarını gündemine aldı. ABD’deki tepkiler en sertiydi. Temsilciler Meclisi, “Ankara Mutabakatı” gereğince kaldırılan Türkiye’ye yönelik yaptırımları yeniden koydu. Araya sıkıştırılan Ermeni Soykırımı kararı Meclis’ten ezici bir çoğunlukla geçti. Halk Bankası mahkemede ve Erdoğan’ın dünyadaki mal varlığının araştırılması kararlaştırıldı.

ABD GEZİSİ: ALINAN YOK, VERİLEN ÇOK!

Erdoğan, tepkilerin doruk yaptığı dönemde ABD’ye gitti. Gidişi öncesi ciddi bir ikirciklenme yaşadı Erdoğan. Uzun süre gidip gitmemeyi ölçüp biçti, gitmeyi son birkaç gün içinde kararlaştırdı. Üstelik Trump’ın mı davet ettiği Erdoğan’ın mı kendisini davet ettirdiği netlik kazanmadı. Gidip gitmeme kararsızlığı gibi görünen karar verme zorluğu biraz da bu yüzdendi.

Öncesinde, AKP ve “yandaşlar” Erdoğan’ın ABD gezisine olmadık anlamlar yükleyip beklenti çıtalarını gerçekleşmesi olanaksız yüksekliklere koydular. Erdoğan, gönderdiği hakaretamiz mektubu Trump’ın yüzüne çarpacaktı… ABD’nin Kürtleri mi Türkiye’yi mi müttefiki kabul ettiğinin yanıtı istenecek, PYD-YPG’yi “terör örgütü” kabul etmesi ve bu “PKK uzantısı örgüt”le birlikte olmaması ve silah göndermemesi dayatılacak, Fetullah Gülen’in iadesi talep edilecek, yapım programından çıkarılmış olan Türkiye’ye verilmesi durdurulan F35 sorunu çözülecek… cek de cekti! Yandaş yazar-çizer takımıyla kendilerinden menkul siyaset bilimciler TV kanalları ve yazılı basında üst perdeden atıp tutarak “reis ne eylerse doğru eyler” modunda –Suriye ve son harekat dahil– Erdoğan-AKP politikalarını yere göğe sığdıramayıp küçük eleştirileri bile hainlikle suçlama yarışı yürüttüler. Gizli koalisyon ortağı Bahçeli, gider ayak Erdoğan’a desteğini ortaya koydu: “Bütün dünya bilmelidir ki, Türk milleti Cumhurbaşkanımızın yanındadır. ABD’deki zirvede çıkacak sonuç ne olursa olsun Türkiye tek yürektir.[1]

Ancak herkes biliyor ki, “dağ fare doğurdu”! Beklentilerin bir teki bile gerçekleşmediği gibi, sorunlar ortaya bile konamadı. Üstelik tersi oldu.

Mektup örneğin, ne demekse, “takdim edildi”! Belki görüşme odasındaki masaya bırakıldı, belki bırakılmadı bile.

Görüşme öyle gelişti ki, F35 konusu hiç gündeme gelmedi, getirilemedi. Trump, L. Graham’ın da aralarında olduğu senatörleri Erdoğan’la görüşmeleri için Beyaz Saray’a davet etmiş, beşi gelmişti. Aslında Erdoğan’ın iyi arkadaşıydı ve özel davetlerine mazhar olmuştu. Bu kez, görüşmede, Roma Senatörleri gibi, kaykılarak uzanma-oturma arası bir pozisyonda bacak bacak üstüne atmıştı. Trump, kendi yerine tehditleri senatörlerin yöneltmesini istemiş olmalıydı. Graham, S-400’lerin “traktörle çiğnenmesini” istedi örneğin. Trump oysa, sadece kutularında tutulması ve aktive edilmemelerini istemiş ya da dayatmıştı. Basın toplantısında parası ödenip satın alınmış olan S-400’ler konusunun ABD ile müzakere sürecinde olduğu açıklandı! Muammaydı!

Erdoğan, basın toplantısında, Kürtlere değil PYD/YPG’ye karşı olduğunu ve askeri önlemlerin bu örgüte karşı alındığını söyledi söylemesine, ancak Trump’ın aksi yöndeki açıklamalarını yanıtsız bıraktı. Trump, oysa, bir gazetecinin sorusuna, “Suriye’de Kürtlerle ittifakı” sürdüreceklerini belirterek başlayan, “YPG ile birlikte yakın çalışıyoruz. Sizin Cumhurbaşkanınızla da çalışıyoruz” yanıtını vermişti.

Erdoğan’la YPG’yi eşitleyip aynı düzeyde ele alan Trump, General Kobani ve Gülen’le ilgili taleplere yanıt bile vermedi. Erdoğan’ı övmekle ve teşekkürlere boğmakla yetindi. İki ülke arasında ticareti 100 milyar dolara çıkarma hedefinden söz etti sadece ve Türkiye’nin bunun için kendilerine “şimdiden kapıları açtığını” belirtti.

Türkiye’nin taleplerini basın toplantısında bir kez daha sıralayan Erdoğan, tüm talepler karşılıksız kalsa bile, bu nedenle, çok iş yapmış göründü. Ancak laf düzeyinde bile durum ancak “perişan” sözcüğüyle tanımlanabilir türdendi. O “Eyyy… Amerika” söylemi ve havasından eser olmayan ve “S-400 ve F35 başta olmak üzere karşılaştığımız sınamaların üstesinden ancak diyalogla gelebileceklerini vurgulayan Erdoğan, teslim olmuş görüntüdeydi: “Köklü müttefiklik bağımıza uygun şekilde ilişkilerimizde yeni bir sayfa açmakta kararlıyız. İşbirliğimizin geliştirilmesi konusunda hemfikiriz. Suriye’deki krize kalıcı çözüm için ABD ile mutabakatımıza olan bağlılığımızı sürdürüyoruz.

KOF ANTİ-EMPERYALİZM İDDİALARI…

Bir ay önce, harekat başlamadan, esip gürleyip yağıyordu oysa. “Böyle stratejik müttefiklik mi olur?” diye soruyor, “ABD oyalarsa harekatı tek başımıza yapacağız” diyordu. Yandaş medya Erdoğan ve politikalarıyla tutumlarının “anti-emperyalist” içerikli olduğu iddiasıyla Amerika’ya veryansın eden yayınlarla doluydu. Müslüman tabanın “gavur düşmanlığı” ile iç içe girmiş Amerikan karşıtlığına seslenilip dinci olduğu kadar milliyetçi rüzgarlar estiriliyor, iç kamuoyu açısından ve burjuva muhalefet karşısında bu rüzgarlardan medet umuluyordu.

Olmaz değildir. İdeolojik tutumlar; dincilik, burjuva ideolojik biçimler, örneğin milliyetçilik, feodal ve tekelci olmayan burjuva tabakaların anti-emperyalist olabilmelerinin engeli sayılamaz. Lenin zamanında İngiliz saldırganlığına direnen Afgan Emiri Emanullah Han ve yakın geçmişte Chavez’in, feodalizm ve orta burjuvazinin temsilcileri olmalarına rağmen –tutarlılık-tutarsızlık tartışmasına girmeden konuşulursa– anti-emperyalistler oldukları kuşkusuzdur.

Ancak feodal sınıflar, tefeci-tüccarlarla tekel-öncesi ve bugün tekel-dışı burjuvazi ve sözcüleri ile tekelci burjuvazi ve temsilcileriyle sözcülerinin benzeştirilip aynılaştırılarak anti-emperyalistliklerinin ileri sürülmesi olacak şey değildir.

Emperyalist burjuvaziyle görece geri ülkelerin işbirlikçi burjuvazileri aynı topun kumaşıdırlar. Aralarında fark yok değildir, ancak iki burjuvazi de tekelci niteliklidir ve tekelci kapitalizmin egemenleridirler. Emperyalizmse, başka bir şey değildir, ama mali sermaye ve tekelci kapitalizmdir. İşbirlikçi tekelci burjuvazi de öyle.

İki burjuvazi de uluslararası burjuvazinin, tekelci sermayeleriyse uluslararası mali sermayenin “parçaları” durumundadır. Aralarındaki fark, emperyalist burjuvazinin; kendi ülkesinde kapitalizmin gelişmesinin tekelleşmeye yol açması ve oluşan mali sermayenin, ticaretin ötesinde sermaye ihracı yoluyla da gücü ölçeğinde ağlarını yaydığı dünyanın ekonomik olarak ele geçirilmesine yönelip paylaşımında hak iddia etmesi… Ama geri ülkeler burjuvazilerinin; emperyalizmle birleşmesiyle oluşan işbirlikçi tekellerin, şekillenişlerinden başlayarak, –sonradan kendileri de belirli sermaye ihracı gerçekleştirseler bile–, ihraç edilen emperyalist sermaye ile bağlantısı içinde gelişmesi ve genel olarak uluslararası sermaye, özel olarak da belirli emperyalist mihraklardan biriyle bağımlılık ilişkisi içinde bulunmasıdır. Dolayısıyla görece geri ve orta boy bağımlı kapitalist ülkelerin burjuvazisi, bu tür ülkelerdeki mali sermayedarlarla tekellerden başkası değildir ve anti-emperyalistlikleri olmayacak şeydir.

Öte yandan, her şeyden önce emperyalizm tekelci kapitalizm olduğundan, anti-emperyalizm, tekel karşıtlığını gerektirir. Tekellere, mali sermaye ve tekelci kapitalizme kim karşı çıkacak? Tekeller mi? İşbirlikçi tekelci burjuvazi mi? Bu, olur şey midir?

Erdoğan-AKP yönetiminin “yerli ve milli” edebiyatı, edebiyat oluşunun ötesinde tam bir aldatıcılıktır.

Yerlilik? Evet, Türkiye tekelci burjuvazisi, her ne kadar ciddi dış/yabancı bağlantılara (kredi, borç, teknoloji transferi, know-how, emperyalist burjuvaziyle ortak yatırımlar ve hisse satış ve alımları, son zamanların modası olarak sermayelerini dışa taşımaları vb.) sahip olsalar da, Türkiye topraklarında iş görmeleri nedeniyle yerlidirler. Bu bile tartışmalıdır, ama işte o kadardır.

Anti-emperyalizm iddiasının başlıca zemini olarak “millilik” iddiası ise baştan aşağı saçmalıktır! TV kanallarıyla yazılı basında atıp tutan milliyetçi zevattan hangisi emperyalizmin baskı altına alıp kendi hizmetine koşma çabasında olduğu milli değerlerin savunucusudur? Anti-emperyalist içerik taşıyan ilerici milli değerlerin yurtseverlikle savunulmasına ne bu besleme propagandist zevat ne de yönetimin kendisi yanaşmıştır ve yanaşmaktadır. Tank-palet fabrikasının Katar’a uzun dönemli kiralanması olarak yeni moda satışını bile meşrulaştırıp aklamaya çabalayanların milliliğine kim inanır? Trump’ın mektubunu dahi allem kullem unutturmaya, olmuyorsa, yumuşatarak, halkı, geri verildiğine ikna etmeye çalışanların milliliği mi olur? Hangisi, hangi Amerikan yatırımının ulusallaştırılarak kamulaştırılmasını kabullenir? Hangisi, Wolksvagen’in fabrikasını Türkiye’de kurması için yana yakıla çaba harcamayıp yabancı yatırım peşindeki hükümeti eleştiriyor? Kim NATO’dan çıkma yanlısıdır? Hangisi, bunca olan bitenin ardından emperyalist bağımlılık ilişkileriyle bunun herhangi unsuruna en küçük bir zarar vermeyi aklının ucundan geçirmiştir? Hem de emekçileri işsizliğe ve sefalete sürükleyen krize rağmen hisse senetlerinin yarıdan çoğu emperyalistlerin elinde olan borsaya ve senet alım-satımına yönelik üç kuruşluk vergi artışını “akıl eden” hangi milliyetçidir? Tersine, ülkeye “sıcak para”, yani emperyalist –üstelik, yatırım bile değil– vurguncu sermaye girişi peşinde koşana anti-emperyalist demeye dili varanın kendisi emperyalizmin işbirlikçisi bir gericidir. ABD Patriot verilmesini şarta bağlayınca başka bir emperyalistten S-400 almak akla gelmekte, ama güzide gerici milliyetçilerimizin aklına Türkiye’deki Amerikan üslerini kapatmak hiç gelmemektedir.

İzlenen politikalar da aynı içeriklidir ve anti-emperyalizme değil işbirlikçiliğe özgüdür. Anti-emperyalizm iddiasının üzerinden ileri sürüldüğü başlıca alan olan Suriye ve Suriye müdahaleleri açısından örneğin durum budur: Suriye’ye, Emevi Camiinde namaz kılmayı hedefleyerek, Davutoğlu’nun ABD ile işbirliğinin savunulduğu “Stratejik Derinlik”i uyarınca Suudilerle el ele ilk Türk müdahalesi, Amerika ile birlik ve emperyalist çıkarlarıyla uyum halinde düzenlendi. Suriye’ye yönelik AKP Türkiye’sinin “özel çıkarları” Amerikan emperyalizminin çıkarlarıyla farklılaşmaya başladığında sonraki müdahaleler bu kez Rus emperyalizminin “oluru” ile gerçekleşti. Ama tüm müdahalelerin ortak olan yanı, gerici milliyetçiliğin, “anti-emperyalizm” ile uzaktan bile ilgisi olmayan gerici “milli değerler”in savunulmasına dayalı olmasıydı, bunlar başlıca iki ana başlıkta toplanabilir: 1) İşbirlikçi tekellerle siyasal temsilcilerinin uluslararası kapitalizmine entegre durumdaki “kendi” pazarını, emperyalistlerle çoktan paylaşmışken, “başka kimseyle paylaşmama kararlılığı”nın ürünü ve göstergesi olan Kürt karşıtlığı ve 2) bu pazarı genişletme eğiliminin ürünü ve göstergesi durumundaki yayılmacılık. Gerisi hamasetten ibarettir.

Yerli ama işbirlikçiliği kanıt gerektirmeyen tekelci burjuvazinin çıkarları emperyalist burjuvazinin çıkarlarından ayrılabilir değildir. Bu burjuvazi, zamanında bölünme yaşayan yerli burjuvazinin belirli kesimlerinin emperyalizmle birleşmesiyle oluşmuştur. Hangi tekelci sermaye grubu emperyalist sermaye ile el ele diz dize değildir, hangi yatırımlarının önemli bir bölümü emperyalist sermaye ile ortak yapılmamıştır? Uluslararası sermayenin bir parçası durumunda olmayan ve emperyalist sermayeye karşı tutum geliştirebilecek hangi yerli mali sermaye grubundan kim söz edebilir? Koç mu yoksa Sabancı mı; Limak mı yoksa Kalyon mu– hangisi uluslararası nitelikli değildir ve emperyalist sermayeden kopuktur? Yanıt, hiç biridir![2] Sermaye ihracı ve ekonomik yayılması az-çok bazı Türki Cumhuriyetler, Somali, kuzey Irak ve başlıca askeri ama henüz oturmamış yayılmasıyla kuzey Suriye vb. ile sınırlı olan işbirlikçi tekellerin tümü öncelikle emperyalist tekellerle olan ortak yatırım, kredi, teknoloji transferi vb. bağımlılık ilişkileri dolayısıyla –kattıkları ve ihraç ettikleriyle değil aldıkları ve ithal ettikleriyle– uluslararası niteliklidir.

Bakın sermayelerinin bileşimine, birer parçası oldukları uluslararası tekellerin Amerikan, Çin, Japon, Alman vb. merkezli olanlarıyla birlik-beraberlikten başka ne görebilirsiniz? Erdoğan’ın övündüğü büyük yatırımların; köprülerin, tünellerin, otoyolların, metro ve hızlı trenlerin yapımcılarına bakın, hangi uluslararası tekellerle ortaklıkların ürünüdürler, görürsünüz.

Peki, tekelci sermaye, emperyalizm karşıtı olmak bir yana, emperyalistlerin işbirlikçisi ise, egemenliklerinin temsilcisi Erdoğan ve AKP ve tek adam rejimi nasıl emperyalizm karşıtı olabilir? Tek adam yönetimi dediysek, Erdoğan’ın iplerini elinde tuttuğu iktidar, kişisel iktidarı mıdır ki, iktidarın asli sahiplerine boş verip Erdoğan ve hakkında ileri sürülen millilik iddiaları üzerinden, Türkiye’nin izlediği politikalarla tutumlarının anti-emperyalist nitelikli olduğu düşünülebilsin?

Erdoğan ve AKP’ye izafe edilen anti-emperyalizm, yalnızca Müslüman tabanın yüreğini soğutmak için öne sürülmüş, iddia sahiplerinin bile inanmadıkları bir iddiadan ibarettir, lafı güzaftır!

MİLLİYETÇİLİĞİN DİŞİNE GÖRELİĞİ VE KÜKREMELERLE TESLİMİYET

Erdoğan/AKP ve tek adam rejiminin anti-emperyalist değil ama milliyetçi oldukları ise tartışma götürmez. Kendisi tekelci nitelikli olan milliyetçilik burjuvaziye özgüdür ve milli değerlerle çıkarları sahiplenme iddiasındadır. “Millilik” ile tabii ki ilişkilidir. Ancak kapitalizmin son aşaması olan emperyalizm (ve proletarya devrimleri) çağında emperyalizme karşı olmayı gerektirir; ancak burjuva milliyetçiliğin her durumda anti-emperyalizme tekabül etmediği tartışma götürmez. Tekelci burjuvazi değil, ama yerli ve yabancı tekellerin baskısı altında olan orta ve küçük burjuvazi, bu baskı nedeniyle tekellerle çelişme halindedir ve belirli koşullarda emperyalizme (tekelci kapitalizme) karşı mücadeleye atılıp anti-emperyalizm yolundan yürüme eğilimi gösterebilir.

İşçiler ve sömürülenler yurdunu, toprağını ve yeraltı ve yerüstü kaynaklarıyla manevi değerler de içinde olmak üzere milleti millet yapan değerleri sahiplenir. Varlığı ve çıkarlarıyla emperyalizmle çoktan birleşmiş tekelci burjuvazi ve büyük toprak sahipleriyle siyasi temsilcileri ise, Türkiye’deki tartışma ve iddialardan bilindiği gibi, yalnızca milli değerleri sahiplendiğini ve milliliğini ileri sürer. Birincisi nesnelliğiyle gerçeğin ifadesidir. Çünkü işçi sınıfı ve sömürülenlerin sınıf çıkarları emperyalistlerin çıkarlarıyla çelişir ve ona karşıdır. İkincisiyse, emperyalizmle ilişkileri söz konusu olduğunda kuru bir iddia ve aldatmacadan ibarettir; karşı olmak bir yana onunla birlik halindedir.

Tekellerin “milliliğidişine göre olan rakiplerine yöneliktir, emperyalizme karşıtlık olarak şekillenmemiştir, şekillenmez, ama emperyalizmin işbirlikçisi olarak, genellikle ezilen milletlerle çelişir ve onları tekeli altına almaya, altındaysa tutmaya çalışır. Şu demektir: Tekelci burjuvazi, uluslararası pazarın entegre bir parçası olan ve iktidarın kendi elinde yoğunlaştığı burjuva devletin egemenliğiyle garanti edilmiş pazarını yabancı sermaye, teknoloji ve mallara açarak emperyalistlerle paylaşmakta hiçbir sakınca görmez. Ancak pazarını ve üzerindeki egemenliğini başka bir milletle paylaşmaya yanaşmaz; kendi pazarını kendi egemenliği altında tutacak, hatta olabildiğince genişletmeye çalışacak ve emperyalizme sadece kendisi hizmet edecektir.

Tekellerin çıkarları ve pazar söz konusu olduğunda, herkes biliyor ki, Türkiye, örneğin ne Yunanistan ne de Kıbrıs’la anlaşabilmektedir. FIR Hattı, kıta sahanlığı, “münhasır ekonomik bölge” sorunları daimi bir çekişme konusudur. Sonuncusu, şimdi Doğu Akdeniz’de bulunan zengin petrol ve doğalgaz yatakları dolayısıyla iyice önem kazanmıştır ve Türkiye bu nedenle Kıbrıs’la tam bir dalaşma sürdürmektedir.

Ülke içindeyse, biri Oslo diğeri Türkiye’de olmak üzere iki kez masaya oturulmuş olmasına karşın, bırakalım ayrı bir devlet kuruluşuyla pazar paylaşımını, Kürtlerin herhangi türden özerklik hakları bile kabul edilmemekte, tekeller ve siyasal sözcü ve temsilcileri, pazar paylaşımı anlamına gelebilecek en küçük bir tavize yanaşmamaktadır. Emperyalistlerle birlik halinde sömürülüp talan edilen Türkiye pazarını paylaşma eğilimi hiç yoktur, ama tatlı bir rüya olsa bile, Suriye ve bir ölçüde kuzey Irak’ta olduğu gibi, bu pazarın genişletilmesi için girişimler eksik olmamakta ve Somali’yi de eklersek, hiç değilse bu pazarlardan pay alınmaya çalışılmaktadır.

Emperyalizmle işbirlikçileri, emperyalist tekellerle işbirlikçi tekeller arasında hiç çelişme yok değildir. Tüm diğer olgu ve şeyler gibi, belirli bir birlik ve bütünlük oluştursalar bile, emperyalist ve işbirlikçi tekeller de şüphesiz ayrıntıda çelişirler ve bu ayrıntılar, Suriye’ye yönelik ABD ve Türkiye arasındaki taktik farklılığında örneği görüldüğü biçimde zaman zaman önem de kazanabilir. Buradan başlıca iki tutum türer: İlki, yakınmayla efelenip bağırıp çağırma arasında dalgalanan laf düzeyindeki farklılık beyanlarıdır. İkincisi, farklılığın konusu olan “özel” çıkarlarla ilgili farklı tutum alışlarla yaltaklanma arasında gidip-gelen pratik karşılığı da olan tavırlardır. Bu ikisi, ama özellikle ikincisi, genellikle ilişkinin iki yanından birinin, emperyalistler ya da işbirlikçilerinin tam bir taraf değiştirme olmasa bile, bu içeriğe sahip eğilimlerinin ortaya çıkışı ölçüsünde görünür ve az-çok etkili hale gelirler. Buna, Trump’ın ortak basın toplantısındaki “YPG ile birlikte yakın çalışıyoruz. Sizin Cumhurbaşkanınızla da çalışıyoruz.” sözlerinde yansıyan eski rol ve öneminde indirime gittiği işbirlikçisinin yanına yenisini ekleme yönelimi örnek verilebilir. Bir diğer örnekse, buna itirazla dile getirilen “TIR’lar dolusu silah sevkiyatı müttefikliğe sığmaz” yakınmasıyla mektubun geri verilmesinden bile kaçınılırken parası ödenip satın alınmış S-400’leri hala müzakere konusu kabul eden alttan alıcılık, ama öte yandan ABD ve Rusya arasındaki çelişkilere oynayıp “özel” çıkarlarını gerçekleştirmeye çalışma tutumudur ki, yaltakçılığı görmeyip bu yönelimi abartarak Amerikan karşıtlığı ve Avrasyacılık yapanlar yok değildir.

Ancak emperyalist ve işbirlikçi tekeller ve siyasal temsilcileri arasındaki ilişki bakımından örnekleriyle sabittir ki, genel kural, emperyalizm karşısında “kedi” olanların ezilen uluslar karşısında “aslan” kesilmesidir. Bu, Amerikan ve Rus emperyalistleriyle Türkiye büyük burjuvazisi, temsilcileri ve Kürtler konu olduğunda, tamamen doğrudur. Ama bir yere kadar geçerli olduğu da doğrudur. Örneğin, şimdi artık, –yarın değişebilecek olsa bile, bugün ve yakın gelecek bakımından– hem Amerikan hem de Rus emperyalistlerinin meşruiyetlerini tanıyıp Suriye haritasında yerleri olduğunu ilan ettikleri Suriye Kürtleri ve örgütleri olan PYD-YPG’ye karşı sefer düzenleme olasılığı artık çok zorlaşmıştır. Türkiye’nin Suriye Kürtleri ve örgütlü varlıklarını tanıma zorunluluğu, bölgenin asıl karar vericileri durumundaki her iki büyük emperyalist devletle ayrı ayrı düzenlenen mutabakatlarla kayıt altına alınmış haldedir.

Yine de artık fazlasıyla zorlaşmasına karşın bu olasılığın sıfır olmadığı belirtilmelidir. Nedeni şudur ki, olur-olmaz “anlaştılar” iddialarının tersine dünyada olduğu kadar bölgenin paylaşılmasında da iddia sahibi iki büyük emperyalist devlet ve tekelleri, kavgalarında “ateşkesler” niteliğinde belirli geçici anlaşmalar yapsalar bile, anlaşma sağlamaktan uzaktırlar; aralarındaki çelişki uzlaşmazdır. Ve bu çelişkileriyle ikisi bakımından da önemi büyük olan Türkiye gibi bölgenin görece güçlü bir kapitalist devletini kendi yanlarına çekme çabaları, “özel” çıkarları ile “üçüncü taraf” olan Türkiye ve büyük burjuvazisi ile siyasal temsilcilerine, gelişmeler ve izlenen maceracı politikalarının giderek oldukça daralttığı manevralar yapabilme ve iki büyüğün arasından kendisine bir yol açabilme olanağı yine de sağlar. Serekaniye ve Tel Abyat’a yönelik son harekat öncesinde Rusya’nın uzakta durup ABD ile Türkiye arasındaki çıkar ve Suriye politikası farklılığının pratikte derinleşmesini kışkırtmak üzere ikisini baş başa bırakması taktiğini bugün –hemen öncesinde askerlerini harekat bölgesinden çekerek– Amerikan emperyalistlerinin izlemekte ve Suriye’ye ilişkin politika, taktik ve pratik yaklaşımları arasında ciddi farklılıklar olan Rusya ile Türkiye’nin bu nedenle çıkarları çatışarak birbirine düşmelerini kışkırtarak beklemeye geçtiği herhalde görülmektedir.

ZAYIFLATICI ETKEN OLARAK GERİ TEPMELİ MİLLİYETÇİLİK SİLAHI

Son atağıyla tek adam rejimini örgütleyip kanlı-canlı bir gerçek olarak devlet partisine dönüşen ve şimdi hala devlet gücünü ve başlıca stratejik iktidar ilişki ve mevzilerini kontrol ediyor olsa da yalan üzerine kurulu olan AKP macerası ya da “doruk”tan “davamız” olarak tanımlanan şey, sonun başlangıcını da aşmış bulunuyor. AKP artık duraklama dönemini geride bıraktı. Gerileme döneminde. Bu gerilemeye, yalanların ayağa dolanması eşlik etmektedir. Son ABD gezisi, Trump’la –senatörlerin de katıldığı– görüşmeler ve ortak basın toplantısı, bunun altını bir kez daha kalınca çizmiştir.

Geriye bir sorun kalmaktadır: Erdoğan/AKP ya da tek adam rejimi bu gerilemenin altından nasıl kalkacaktır? Genel gerilemesinin altından kalkması pek mümkün görünmüyor. Ya özel olarak son bir-bir buçuk ay içinde ileri sürülenlerle birlikte düşünüldüğünde, Erdoğan-AKP yönetiminin, Suriye’ye “güvenli bölge” taarruzunun başlamasından Trump görüşmesine kadar yaşananların altından kalkabilme imkanı? Bu imkan var mı?

Hatırlansın. İki ay öncesinden başlayarak, içeride yurt-dışına asker yollama tezkeresine “evet” dedirtip Suriye’ye yönelik askeri harekatı desteklemesi sağlanan burjuva muhalefeti peşine takıp bölerek etkisizleştirmek ve dışarıda askeri harekatın ideolojik-politik-moral ortamını yaratmak üzere, AKP, milliyetçiliği körüklemiş ve “barış” talep etmeyi, hatta “savaş”la “ateşkes” sözcüklerini kullanmayı bile vatan hainliğiyle eşdeğer tutar olmuştu.

Zaten öteden beri milliyetçilik kulvarında dolu dizgin gidilmekteydi. Ancak son yerel seçimlerde “beka sorunu” propagandası hatta ajitasyonunun sonuçsuz kalmasında görüldüğü gibi, laf yetmeyip etkisini gösterecek icraat gerekli olduğunda, vites büyütüldü ve üçüncü bir Suriye harekatı gündeme alındı. Şüphesiz harekatın nedeni yalnızca “icraat” aracılığıyla milliyetçiliği şaha kaldırmakla sınırlı değildi. İçeride ve dışarıda Kürtlere savaş açılmıştı ve sonuç alınmak isteniyordu. Bir ikincisi, yayılmacılık, tekelci kapitalizmin doğasında olduğu kadar, yalın kılıç o yurt senin bu ülke benim fetihçilik peşinde at koşturmuş ve “Yeni Osmanlıcılık” namıyla özentisi moda olmuş Osmanlı akıncılığının tarihsel vecibelerindendi de.

Amerikalılar oyalıyor”, “güvenli bölgeyi tek başımıza kurarız” dendi. “15 km olmaz, 32 km derinlik” dendi. “Fırat’ın doğusunda 444 km’lik sınırın tümünde” dendi. “Bitmeden durmayız”, “son terörist etkisiz hale getirilinceye kadar” dendi. “Ateşkes olmaz” dendi. Mektup açıklandı, “çöpe attık”, sonra “iade edeceğiz” dendi. Dendi de dendi!

Sonra?

Yüksekten desteksiz atılan tüm iddiaların üzerine bir bardak soğuk su içilerek geri basıldığı kabul edilmeyecek gibi değil. Hala iddialarında direnen en avanak yandaşların bile kısa süre içinde ayakları suya erip saldırı pozisyonundan savunma pozisyonuna geçeceklerini herkes görecektir. Gerçeklere aykırılığı açıkça görülen iddiaların iddia sahiplerinin ayağına dolanıp bizzat kendilerini daha zor ve kötü durumlara düşürdüğü deneysel bir bilgidir, bu kez de düşürecektir. Şimdiden fazlasıyla zor durumda oldukları, yalanlarını ortaya çıkaran yeni bir gelişme karşısında yanlışa düşmeme kaygısıyla bir ya da birkaç gün sus-pus olup “yukarıdan” açıklama bekledikleri gittikçe daha sık görülüyor.

Yalan söylenir, burjuvazinin şanındandır ve iyi söylenirse burjuva politikasında sadece tutmaz, son Suriye saldırısında “taciz var”, “devletin bekası” vb. gerekçeleriyle şoven milliyetçilik gazının köklenmesinin gösterdiği gibi, etkili de olur. Burjuva politikası yalan üzerine kuruludur, hatta bir yönüyle gerçeği ters-yüz ederek yalan söyleme sanatıdır. Bir avuç egemenin çıkarını bütün halkın çıkarı olarak ambalajlayıp pazarlayabilme yeteneğiyle yükselme ve karizma sahibi olma, burjuva politikacıların karakteristik özelliğidir. Ancak iyi burjuva politikacısı, nerede hangi yalanı nasıl söyleyeceğini bilen olduğu kadar, nerede duracağını ve hangi yalanın inandırıcı olacağını hangisininse insanı alay konusu edeceğini doğru kararlaştırandır. Demirel örneğin, bu işin ustalarındandı. Öte yandan her ustalık iddiasının “usta” payesi için yeterli olmadığıysa görülüyor.

Erdoğan-AKP yönetiminin, öncesi bir yana, son yerel seçimlerde desteklerinin bir bölümünü yitirerek tökezlemekte olduğu biliniyor. Aslında 2015 Haziran Seçimlerinde yaşanan çoğunluk kaybıyla görünen tökezleme, o günlerde, milliyetçilik tırmandırılıp savaşa baş vurularak Kasım’da tekrarlanan seçimlerle aşılmış, belirli bir toparlanma sağlanabilmişti. 31 Mart’ın İstanbul sonucu kabullenilmeyip yine öyle olur varsayımıyla tekrarlanan seçimse tersi sonuç verdi.

Yakın geçmişte de milliyetçiliğin doruğuna çıkıldı. Ve sonucun yine fiyasko olduğu ortada.

Üstelik bu kez tırmandırılan milliyetçiliğin fiyaskoyla sonuçlanıp duvara çarpmasının, tersi sonuçlara yol açmasının önü alınamıyor, alınamayacak.

Yaparım ederim, asarım keserim iddialı içi boş övünmelerle tırmandırılmış milliyetçiliğin sonucu sıfıra sıfır elde sıfır olunca, ödenecek bedelinin olması kaçınılmaz. Sonuna kadar gideceğiz denip bir mektupla durulur, üstelik hakaretler sineye çekilirse, mektup “takdim edilerek” işin içinden çıkılamaz. Hangi yandaş hangi dolambaçtan nasıl açıklamaya çalışırsa çalışsın, kimse aptal değildir, ne denli dolambaçla hangi dereden kaç kova su getirilirse getirilsin, bu açıklamalara inanan belki yine olur, ancak azalacağı kesindir. Kimse kör değildir, Amerika’ya atıp tutularak sonuna kadar gidilecek dendikten sonra, Amerikan zoru görüldüğünde, gidiliyor mu duruldu mu, bunun görülmemesi ve laf salatalarıyla geçiştirme çabalarının inandırıcı olması olanağı yoktur. Yargılama yapılır, not verilir. Defalarca “S-400 konusu kapanmıştır” dendikten sonra basın açıklamasında yeniden “müzakere” ve “diyalogla çözüm” noktasına gelinirse, harekat öncesi ve sırasında AKP yelkenlerini şişiren milliyetçiliğin ters tepmeye başlaması şaşırtıcı olmaz. Başlamıştır. Bundan böyle Erdoğan-AKP yönetimi daha az inandırıcı olacak, emekçi yığınlarını ideolojik saiklerle peşinden sürükleme yeteneği zayıflayacak ve giderek sürükleme gücü daha da azalacaktır.

Zaten sadece Kürtlere yönelik olan ve birbirine düşürülerek aralarından “özel çıkarlar” için yol açılmaya çalışılan büyük güçler karşısında teslimiyetçi milliyetçiliğin, sonuçları açığa çıktıkça etkisizleşmesi kaçınılmazdır. Aynı değer kaybı ve etkisizleşme, bir diğer sürükleyici ideolojik kaldıraç olan dincilik bakımından da geçerlidir ve yaşanmaktadır. “Davamız” ileri sürülerek üstü örtülebilen yolsuzluk, rüşvet, rant ve yağma düzeni, hele ekonomik kriz katlanılması zor sonuçlara neden oldukça, artık sürdürülemez olmak üzeredir. Sözde “faiz karşıtı” İslam’ın Türkiye’deki gölgesi Diyanet’in yüzlerce lüks makam arabasıyla şatafata giden 11.5 milyar TL’lik 2020 bütçesinin de bu yoklukta açıklanması kolay değildir, ancak 2018’de 2 milyon 354 bin TL faiz geliri elde etmiş olması hangi “dava” ileri sürülerek açıklanacaktır? Ya yine halk yokluk çekerken kürk ve ultra lüks jeepiyle ortalıkta gezinen tesettürlü ve de “liyakatli” müşavir “hanım”ın açlık çekenlerin gözlerin içine bakarak 1. yaş günü “şerefine” kızına tek taş yüzük takması? Bunun, inançlı tabanda haram sayılan kadeh kaldırmaktan daha az tepkiye neden olacağını kim iddia edebilir?

Erdoğan-AKP yönetimi açıklayamayacağı bir duruma sürüklenmektedir!

Sonunu birlikte göreceğiz.


[1] Kendi adına konuşmakla da yetinmeyip “bütün Türkiye”yi suça ortak etmeye çalışan anlı şanlı milliyetçi Bahçeli’nin yaşanan milliyetçilik fiyaskosunun ardından şimdi ne düşündüğü herhalde merak konusudur!

[2] Bkz. Kadir Yalçın, “‘Yerli ve milli’ nedir? Kim millidir?”; Teori ve Eylem, Sayı: 15.