Yusuf Akdağ
Özgürleştirici büyük kolektif girişimlerin çöktüğü sonucuna ulaşan Fransız liberal sol ideologlardan biri, “mazi” sayılamayacak denli kısa bir süre önce, “artık böyle büyük özgürleştirici kuvvetlerin olmadığını, ortada ne ilerleme ne proletarya ne de böylesi bir şey olduğunu biliyoruz“[1] diye ahkâm kesmişti. Ancak “her nasıl olduysa”(!), onun hala yaşamakta olduğu topraklar dahil çok sayıdaki kapitalist ülkede, bir kısmının başını işçilerin çektiği, diğerlerinde ise kitlesel olarak içinde yer aldıkları büyük ve dişediş direnişler birbiri ardına ortaya çıktı. O ve onun gibilerine göre, “herhangi bir büyük kolektif konfigürasyon“, “herhangi bir metafizik bütünlük” artık sözü edilemez şekilde tarihe karışmış ve herkesin salt “kendi adına konum alacağı” bir bireysellik-tekillik durumu dünya “gerçekliği” durumuna gelmiştir! Ne var ki, Paris sokaklarında da “tekil” kişiler olmanın ötesine geçerek aynı talepleri seslendirip kalabalıklar halinde direnmeye yönelenler onları yalanlamaya devam ediyorlar.
Dünyanın itiraz edilemez şekilde istikrarsız olduğunu kabullenmelerine; “liberal ekonomi ve temsili demokrasi“nin dünyanın “şiddet dolu ve kırılgan bir dünya olduğu gerçeğini” gizleme işlevi gördüğünü belirterek onun “bir dizi dramatik kriz ve paradoksal olay sergileme“sinden söz etmelerine karşın, bu tür ideolog, yazar ve politikacıların, bu kriz ve paradoksal olay üretici kapitalist dünyaya karşı, kendileri ve kendi dışlarındaki “düşünsel muhalifler“in tekil tepkileri dışında var gördükleri bir kolektif güç “yok“tur! Son zamanlarda “kültürel, dini, milli ve ırkçı ihtiraslar” gibi “irrasyonel arkaizmin günümüzde büründüğü biçimlerin yükselişe geçmiş” olduğundan yakınan Badiou’nun önerdiği, “bu gerici ihtirasların tehdidi“ne karşı, “evrensel değil tekil özne“lerin tekil felsefi çıkışıdır!
“Biz” figürünün “ortadan kalkışı“ndan yakınır görünürken, “Biz“in ölümünü ilan eden bu “düşün” kurgucuları, “temsilden, partiden, devletten” yakınmakta, “bir zamanlar çokluğun şanlı ayaklanması olan şey“leri “despotik biçimler” olarak reddetmekte; “tek bir adlandırma“yla anılabilecek bir “sınıf varlığı ve tarifi“ni de “hakikat dışı” görmektedirler.
Dünya ABD, Rusya, Almanya, İtalya ve Fransa gibileri dahil kapitalist emperyalist ya da bağımlı kapitalist hemen hemen tüm ülkelerde kaotik bir dönemi yaşıyor: Kendi küçük dünyasının dar çerçevesi dışındaki her şeye gözü, kulağı ve beynini kapatmış olanlar -ki bu bile biyolojik hastalıklar, engelli olma bir yana bırakıldığında pek mümkün değildir-dışındaki herkesin, kendi cephesinden de olsa tanık olmaktan kaçınamayacağı toplumsal gelişmeler birbirini izliyor, birbirinin etkeni oluyor; iç içe geçerek ya da karşıt cepheden katılarak mevcut olanın değişiminde rol oynuyor. Karşıt sınıfların ve çıkarları çatışan toplumsal kesimlerin güç ve olanaklarını seferber etme yetenekleri ölçüsünde etkili ve söz sahibi oldukları gelişmeler, daha çok sayıdaki ülkede daha belirgin biçimleriyle yaşanırken, burjuvazinin ekonomik sosyal saldırılarının yoğunlaşmasına karşı yeni kitlesel ayaklanmalar ortaya çıkıyor. Suriye, Libya, Afganistan ve Irak’taki savaşların; pazar ve etki alanları üzerine emperyalist rekabet ve güç gösterilerinin, mali sermaye ve tekellerin yoğunlaşan saldırılarının nedenlediği moral güç kaybı ve fiziki-örgütsel dağınıklığa rağmen son yıllarda sayısı ve katılımcıları giderek artan ve genişleyen grev, gösteri ve kitlesel ayaklanmalarla, işçi ve emekçilerin talepleri için mücadele alanlarına çıkmaları, bu gelişmelerin en önemli ve başlıca yönlerinden birini oluşturuyor.
Kapitalist-emperyalist ülkelerin yöneticilerinin ancak aptallığa oynayarak kitleleri aldatma amaçlı ileri sürebilecekleri “huzur ve güven içinde olma” iddiası, toplumsal iç kaynamanın yeniden ivme kazanmasıyla boşluğa düşmüş; karşıt çıkarların tetiklediği çatışma unsurları hemen her ülke açısından geçerli olmak üzere giderek daha geniş alanları kapsayacak şekilde daha fazla birikmiştir. “En istikrarlı” olma iddiasındaki ülkelerde dahi, gençlik yığınlarının, kadınların ve işçi kitlelerinin öfkeli protestoları, yönetim saraylarında oturan oligarşik çetelerin “huzuru”nu giderek daha fazla bozarken, birbirlerinden binlerce kilometre uzaklıklarda bulunan çok sayıdaki başka ülkelerde zamandaş olarak, meydanlara çıkan on binler ve yüz binler, canice askeri ve polisiye saldırılara direnerek taleplerini elde etmeye çalışıyorlar.
Tunus’un Ben Ali’sini; Mısır’ın Mübarek’i ve Mursi’sini; Sudan’ın Beşir’ini; Cezayir’in Buteflika’sını deviren halk başkaldırıları, sonuçlarıyla gösterdiklerinden daha çok, işaret ettikleri gelişmelerin kapsam ve önemiyle tarihe not düştüler.[2] 2019’un son aylarında patlak veren, Şili ve Irak gibi ülkelerde yüzlerce ölüye ve binlerce yaralıya rağmen daha çok emekçiyi içine çekerek büyüyen kitlesel başkaldırılar ise -aktüel sonuçlarından bağımsız olarak- işçi-emekçi kitle mücadelesinin yeni bir yükselişe yol aldığına işaret ediyorlar. Ekvador, Şili ve Irak’ta ayaklanma düzeyine varan, Sudan, Haiti, Gine, Lübnan gibi birbirlerinden binlerce kilometre uzaklıklardaki ülkelerde şiddetli saldırılara rağmen geriletilemeyen; aksine Şili, Ekvador ve Lübnan’da olduğu üzere burjuva yönetimleri düzeyinde görevden almalara ve istifalara yol açan -Şili`de darbe Anayasası`nın değistirilmesi talebi de kabul edildi- gösteri ve çatışmaların başka ülkelere “bulaşması” için ekonomik politik neden ve etkenlerin bolluğu, Brezilya, Hindistan, Türkiye dahil birçok başka ülkede yeni ve benzer gelişmelerin ortaya çıkma olasılığını haber veriyor.
Giderek daha geniş kesimleri kapsayan yoksullaşma, artan işsizlik, düşük ücret dayatması ve çalışma sürelerinin artırılması, süreklileşen zamlar, eğitim ve sağlık koşullarının kötüleştirilmesi, yoğunlaşan siyasal baskı vb. bu kitle protestoları ve başkaldırılarının en önemli tetikleyici nedenidir ve bu neden bütün kapitalist ülkelerde “iş başında”dır! On yıllardır uygulanagelen “neoliberal” ekonomi politikaların dayanılamaz kıldığı yaşam ve çalışma koşullarının iyileştirilmesi ve bu kapsamda yeni vergi ve zam yüklerinin reddi, birbirleri ardı sıra patlak verip kısa sürede yığınsal isyan düzeyine evrilen ya da evrilme eğilimi gösteren bu kitlesel başkaldırıların ortak talebini oluşturuyor. Ancak “sahne”de güçleriyle hareket halinde olanlar ve kendi çıkarları için dövüşmeyi göze alanlar sadece işçi-emekçi kitleleri, ezilen uluslar ve halklar, kadın ve gençlik kitleleri değildir. Mali sermaye ve tekellerin hakim olduğu kapitalist dünya adına burjuvazi, ekonomik olanakları, politik-ideolojik kurumsal çeteleri ve en vurucu kuvvetini oluşturan burjuva devlet iktidarını kullanarak işçi ve emekçi kitlelerini püskürtüp teslim almaya çalışıyor.
BURJUVAZİNİN AÇMAZI
Ancak, üretim araçlarının mülkiyetini elinde tutmak ve emek gücü sömürüsüyle sağlanan toplumsal zenginliğe el koyma ayrıcalığını sürdürmek için, istisnasız tüm kapitalist ülkelerde, bürokratik askeri makineyi daha yetkin hale getirip daha etkin şekilde kullanmaya yönelen burjuva devlet iktidarları, kitle başkaldırılarını, ortaya çıktıkları her yerde polis gücü ve askeri kuvvetleri seferber ederek bastırmaya yönelirken, -bu ilk kez yaşanıyor olmasa da- kendileri ve temsilcisi oldukları egemen sınıfın, işçi ve emekçi halk kitleleriyle karşıt kutuplarda yer aldıklarını; onlarla çıkarları ve öncelikleri aynı olmayan farklı toplumsal kesimleri oluşturduklarını bir kez daha ilan etmiş oldular. Şili ve Irak’ta yüzlerce kişiyi katledip binlercesini yaralayan ve gözaltına alan devlet güçlerinin korumaya çalıştıkları burjuva iktidar mevzii ve mevcut sömürü sistemidir. Bolivya’da ortaya çıkan muhalefetin durumunu fırsat bilerek darbe yapan ve yaptıran Amerikancı güçlerin halkın refahı, huzuru, sömürü ve baskıya karşı talepleriyle olumlu herhangi ilişkisi olmadığı gibi, Morales’i darbeyle düşürenlerin Bolivya halkına baskı ve yoksulluk dayatması dışında bir hedeflerinin olmadığından kuşku duymak için neden de yoktur. Daha ilk günden başlayarak yerli halk ve hakları için mücadele eden kesimler üzerindeki baskı yoğunlaştırılarak sokaklarda terör estirilmesi, Amerikan emperyalizmi korumasındaki darbecilerin ve işbirlikçi faşist -ve ırkçı- çetelerin mali oligarşinin uşakları olduğunu açığa çıkarmıştır.
Diğer yandan ama burjuva devlet aygıtının halk kitlelerine karşı bu kullanımı, onun işlevini örtmek üzere sürdürülen “tüm toplumun koruyucu güç ve kurumu” propagandasının manipülatif etkisini zayıflatmakta; onun tüm kurumlarıyla sermaye çıkarları doğrultusunda işleyen bir makine olduğu, yaşanan çatışmalar pratiği içinde, direnen halk kesimleri başta gelmek üzere başkaldırılar dolayımıyla daha çok insan tarafından görülür hale gelmektedir. İşçi ve emekçiler, “daha insani koşullarda yaşama” talebiyle ileriye atıldıkları her yerde burjuva devlet iktidarının özel silahlı güçlerinin vahşi saldırılarıyla karşılaştıkça, “milletin birlik-bütünlüğü”, “halkın refahı” üzerine burjuva yalanı daha fazla deşifre olurken, bürokratik askeri cihazın (devlet), sömürücü azınlığın çıkarlarını işçi sınıfı ve emekçilere kabul ettirmenin aracı ve onlar üzerindeki baskı kuvveti, yıldırma ve sindirme gücü olduğu ve bu işlevi yerine getirdiği, yeniden ve yeniden görülmüş olmaktadır. Ayağa kalkan ve çeşitli biçimleriyle direnişe geçen emekçi kitleler, eğiticiliği tartışmasız canlı pratik içinde bir tür sınavdan geçerek kapitalist parti fraksiyonlarının ve sermaye devletinin “kimliği”ni öğrenmektedirler.
Ekonomik-sosyal taleplerle başlayan kitle gösterilerinin devlet güçleriyle karşı karşıya gelmesi, protestocuların, yönetici burjuva hükümetlerini ya da yönetim yetkilerini ellerinde bulunduran devlet başkanlarını istifaya zorlamaları ve yanıtın belirli tavizler şeklinde ya da vahşi saldırganlıkla verilmiş olması; bu savunu ve saldırı, ekleneceklerle birlikte, bir yanda muazzam zenginlikleri diğer yanda milyarların yoksulluk ve yoksunluğunu biriktiren kapitalist emperyalist sistemin yeni patlamalara yol alma mahkumiyetinin de göstergesidir. Onun, tekelci kesimi başta gelmek üzere egemen sınıf konumuyla sahip olduğu olanak, avantaj ve silahları, kapitalizmin ürettiği çelişki, çatışma ve krizlerle “ayağına dolanma” işlevi de görmekte; artı-değer sömürüsü için ihtiyaç duyduğu canlı emek gücünün, sisteminin “mezar kazıcısı” sosyal güç olarak gelişmesi ve hakları için karşısına dikilmesini, sosyal ekonomik kaçınılamazlıklar kapsamında gündeme getirmektedir. Şili’de, Irak’ta, Lübnan, Sudan, Cezayir ve Fransa’da yaşanan çatışmalar, burjuvazinin bu açmazını, bu çözüm bulmaz gerçekliğini yeniden gösterdi.
KİTLE GÖSTERİLERİNİN KARAKTERİ
Hindistan’da 200 milyon işçi genel greve çıkmıştı. Üzerinden henüz “unutturacak”(!) denli zaman geçmedi. Fransa’da “Sarı Yelekliler”in devlet güçleriyle çatışmaya dönüşen ve aylarca süren eylemleri hala gündemde olmaya devam ediyor. Şili’deki gösterilerde işçiler önemli bir role sahipler. İran’da bir yıl gibi yakın süre önce on binlerce işçinin katıldığı grevler gerçekleşti. İtalya, İspanya, Portekiz, Almanya ve ABD’de farklı zamanlarda çeşitli grev ve gösteriler ortaya çıktı. Bunlar ve örneklenebilecek bazı başka gelişmeler henüz ülke(ler) düzeyinde birleşmiş ve devlet güçleriyle dişe diş mücadele düzeyine yükselmiş olmaktan “uzak olsa” da, çok sayıdaki kapitalist ülkede mücadelenin işçi karakteriyle de belirginleşmeye başladığı bir dönemden geçildiğini gösteriyor.
Kuşkusuz, neoliberal saldırganlığın hedefindekiler yalnızca işçiler olmayıp başkaldırılarla talepleri için direnenler de işçilerle sınırlı değiller. İşsizler, kentlerin konutsuz ve yoksul kitleleri, gençler ve kadınlarla birlikte küçük burjuvazinin çeşitli kesimleri işçilerle birlikte bu protesto ve başkaldırıların kitle gücünü oluşturuyorlar. Mücadelenin seyri ve alacağı biçimler bakımından da işlevli olacak bu toplumsal bileşim, azınlık oligarşik yönetimlerin karşı karşıya oldukları ve kalacakları güçlükleri artırırken, emekçilerin cephesinde de iki yönde etkide bulunmaktadır. Mevcut durumuyla bu yığınsal hareket bir yandan örgütlü-birleşik bir mücadele için dayanak ve kitlesel güç oluştururken diğer yandan bulunulan sınıfsal konumla bağlı istem ve öncelikler nedeniyle istikrarsızlık etkeni olarak rol oynamaktadır. Buna rağmen, yukarıda işaret edilen kitlesel başkaldırı hareketleri ister belirli kazanımlarla sonuçlansın isterse şiddetle bastırılıp püskürtülsünler, yığınların birleşik direnişinin gücünü göstermiş olmalarıyla onların kendi pratiklerinin dersinden bir kez daha geçmelerini sağlamakta; farklı kıtalardan halkların aynı döneme denk gelen ve benzer taleplerle başkaldırıya yönelmelerini nedenleyen ekonomik sosyal koşulların uluslararası karakterini görmeleri ve uluslararası alanda birbirleriyle dayanışma ihtiyacını daha fazla hissetmelerine hizmet etmektedir.
Diğer yandan, proletarya ve emekçilerin sermayeye karşı bağımsız hareketi ve burjuva iktidarının hedefe konması açısından ortaya çıkan direnişler henüz “arafta” görülebilir türdendirler. Tetikleyicisi ekonomik sosyal ve politik saldırı ve baskı yoğunluğu olan ve farklı kıtalardan farklı ülkelerde zamandaş olarak ortaya çıkan “halk başkaldırıları“nın şimdiki mahiyeti, bir iktidar çatışması olmayıp sosyal ekonomik yaşam koşullarının iyileştirilmesi ve politik baskının reddiyle sınırlıdır. Bir çatışma halinin olduğu; çatışanların burjuva devlet güçleriyle “halkın güçleri” oldukları ‘aşikâr’, yani alenidir. Bürokratik askeri karakteri daha da güçlendirilmiş ve merkezileştirilmiş burjuva sınıf iktidarı ve uluslararası sermayenin “neoliberal” saldırganlığıyla bağlı olarak gündeme getirilen zam ve vergi yükü, düşük ücret ve sosyal kısıntılar dayatması, çalışma koşullarının kötüleştirilmesi, işsizliği artıran uygulamalarına yönelen başkaldırı düzeyindeki reddiye(ler), tarihi sınıf mücadelelerinin günümüz koşullarında büründüğü biçimler kapsamındadır. Her bir ülkenin özgün koşullarıyla bağlı belirli farklılıklara rağmen, yaşam ve çalışma koşullarının iyileştirilmesi talebi etrafında şekillenen ve Şili, Irak gibi ülkelerde ağır saldırılara direnerek genişleyen bu “yeni halk hareketleri“, sınıf mücadelesinin “sonu“nu ilan eden yazar, politikacı ve akademisyenleri kara propagandalarıyla birlikte karanlık bir boşluğa savurup atmıştır.
Buna rağmen, kapitalist-emperyalist dünya sisteminin her bir ülkedeki temsilcileri, henüz belki de ilk işaret fişekleri olarak alınabilecek yeni bir ‘çatışmalı dönem’e girildiğinin farkındadırlar. Ortaya çıktığından bu yana sayısız kez, işçi ve emekçilerin kendi talepleri için farklı düzey ve yaygınlıktaki eylemleri, direnişleri ve ayaklanmalarıyla karşılaşmış olan deneyimli burjuvazi, bu gelişmeler karşısında belirli bazı tavizler vererek geri adım atmakla birlikte, hareketin daha ileriye gitmemesi için saldırılarını yoğunlaştırmaktan kaçınmamış, daha sert yöntemlerle kitleleri yıldırmaya yönelmiştir. Ne var ki, bazı yerlerde kalkışma boyutuna varan bu eylemleri askeri kuvvetler ve polis gücüyle kırma politikasının bu kitleler içinde, devlete ilişkin “karşı çıkılamaz-dokunulamaz” öryargı ve ‘inancı’nı yıkıcı işlev görmesi kaçınılmazdır ve bu da, sonuçları açısından burjuvaziye kaybettirici bir gelişme olacaktır. Şili, Ekvador ve Fransa’da “isyancılar”a verilen belirli tavizler, mücadelenin daha etkili biçimleriyle yaygınlaşıp yükselmesini önleme amacıyla birlikte bu yığınsal mücadelelerin oluşturduğu devrimci tehdidin farkında oluş halini de işaret etmektedir.
GELİŞMELERİN İŞARET ETTİĞİ
Gelişmeler, varsayımsal “umut etme hali”ni ya da umut edişi aşar özelliktedir. Patlamalar halinde ortaya çıkan kitle hareketleri, her biri neredeyse bir başka kıtada yer alan ülkelerde ortaya çıkmasına rağmen, taleplerinin benzer ve ortak özellikler göstermesi ve karşıtlar çatışmasının silahlı biçimlere evrilen örneklerinin görülmesi, mücadelenin şiddetlenebilme olasılığının hiç de zayıf olmadığına işaret eder. Sorun, “altın bulma” hayali ve “umudu”yla uykuya dalıp “yatağının altında sarı külçeler bulma” seanslarıyla yataktan fırlamaya benzetilerek basite indirgenemez ya da basite alınamaz türdendir. Karşıt sınıf güçleri mücadele arenasındadırlar ve onlardan biri (burjuvazi, özellikle de onun tekelci kesimi) devasa olanakları elinde tutmakta ve baştan sona silahlandırılmış bürokratik askeri mekanizmayı harekete geçirme ve kullanma yetkesine sahip bulunmaktadır.
Bu böyleyse ama, mücadele, maddi toplumsal zemininden bağımsız bir seyir izlemeyeceğine ve karşıt toplumsal çıkarlara sahip sınıf güçlerinin örgütlenme ve bilinç düzeyleri mücadelenin seyri üzerinde dolaysızca etkide bulunacağına ya da onu belirleyeceğine göre, içinde bulunulan durumun “iyiye yol alacağı” iyimserliğiyle yetinilemez.
Protesto ve direnişler ortaya çıktıkları ülkelerin önemli bir kesiminde devlet güçleriyle çatışmaya dönüşmesine ve Ekvador, Şili gibi ülkelerde istifalara ve görevden almalara yol açmalarına; yani politik bir nitelik kazanmalarına rağmen, hem yığınların ana kitlesini henüz harekete geçirmiş değiller, hem de burjuva devlet iktidarını tasfiye hedefinden uzaklar. Ekvador gibi bazı ülkelerde devrimci sınıf partileri hareketi geliştirici politikalarıyla direnişlerde aktif şekilde yer almalarına rağmen, protestolara asıl niteliğini veren kısmi politik ekonomik ve sosyal hak talepleridir.
Kapitalizmi ve kapitalist emperyalizmi, karşıt unsurları yönünden ‘statik’ hale gelmiş ve aşılamaz gösteren burjuva ideologlarının kuşatıcı melankolisini taş, sopa, kol ve el gücüyle darmadağın etmeye yönelenler, sömürülüp ezilenlerin henüz ancak küçümsenemez bir bölümünü oluştursalar da, halk kitlelerinin diğer kesimleri üzerinde etkide bulunmaları kaçınılmazdır. Bu etki, her zaman ilerletici işlev görmemekle birlikte, çoğu durumda, mücadelenin ihtiyaç duyduğu unsurlar açısından geliştirici olması ve katılımı çoğaltıcı etkenleri geliştirici rol oynar.
“Batı medeniyeti”yle teknolojinin devasa gücünü itaat nedeni sayarak kapitalizmin “sonsuzca yaşayacağına” iman edenler, yığınların, içinde bulundukları ağır yaşam koşullarına isyan etmeleri karşısında, sarılacak yeni bir tür “yılan” bulmaya çalışsalar da, “huzur ve güven içinde yaşayacakları kapitalist bir dünya” bulma olanaksızlığı onları yakalarından tutup sarsmayı sürdürecektir. Zira, ‘beşer dışı alan‘ bir yana, beşeri hayatın hiçbir alanı değişimden azade değildir. Kâr için artı-değer üretimine dayanan bir sistem olarak rekabet, kaos, kriz, çatışma, savaş, işsizlik ve yoksulluk üretmekten kaçınması mümkünsüz olan kapitalizmi, kimi “aksaklıklarını”(!) eleştirerek ve fakat karakteristik özellikleriyle onlardan kaynaklanan sonuçlarını örtmeye çalışarak sömürülen ve baskı altında tutulan kitleleri aldatıp yedeklemek sonsuzca sürdürülemez.
Ayaklanan kesimler dahil kitlelerin büyük çoğunluğunun kuşku yok ki, egemen burjuvazinin hem dayattığı hem de vaat ettiği yaşam koşullarıyla kendi yoksunlukları ve itildikleri ya da içinde yer aldıkları konumun kapitalist toplumsal koşullar ve üretim ilişkileriyle bağını henüz yeterince açıklıkla kurmuş olmadıkları somut bir veridir. Arap halklarının ayaklanmalarıyla bir kez daha görülen, bu türden başkaldırı ve isyanların, belirli acil ekonomik-sosyal ve politik hedefleri ulaşılabilir duruma getirmekle birlikte, mevcut sömürü ve baskı koşullarını bertaraf etme hedefinden uzak olmaları nedeniyle kısmi başarıların ötesine geçemedikleriydi. İşçi sınıfının siyasal sınıf bilinciyle hareketin başında yer almadığı durumlarda, egemen sınıflarla kapitalist parti fraksiyonlarının kitlelerin hareketi ve mücadelesini istismarla hedefinden saptırabildikleri bir diğer veridir. Mısır’daki gelişmeler bunun örneklerinden birini vermiştir. Sömürülen ve ezilen halk yığınlarının burjuvazi tarafından egemen düşünce(ler) aracıyla kuşatılmışlıklarına karşın, hakları için kıyasıya direnişler düzeyinde mücadeleye giriştikleri daha önce de defalarca görüldü. Gelgelelim “burjuva bilinç kuşatması“nın “derin kökleri“ni söküp atmak ve onun kitleler açısından teşkil ettiği önyargı ve alışkanlıkların üstesinden gelmek daha kapsamlı ve kesintisiz bir mücadeleyi gerekli kılar. Burjuva ideolojisi ve politikasının her biçimine karşı, kitlelerin kendi pratiklerinin deneylerinden de çıkarılan sonuçlar yardımıyla yürütülecek mücadelenin yeri bu bakımdan, başkaca bir şeyle değiştirilemez öneme sahiptir.
**
Geçmişi “masalımsı anlatı”, geleceği “imkânsız varsayım”, bugünü ise “parçalı tek gerçeklik” derekesinde indirgemekle meşhur “postmodernist” şarlatanların “yok ve olanaksız” gösterdikleri devrimci ve değiştirici eylem, kolektif “kimlik” bedeniyle de “sahada”dır! Sorunu bir şeyin varlığına ve olabilirliğine “inanmak” ya da “inanmamak” sınırlarında indirgeyenlerin açmazı, nesnel olguları tek yanlı ve burjuvazi yararına değişmez gösterirken, “kanlı-canlı insan unsuru”nun toplumsal kimliği etrafında şekillenen ilişkilerin burjuva ötesi ve burjuvasız ve öyleyse sınıfsız bir dünyanın kurulabilir olmasını -bu bilimsel olarak kanıtlanmıştır- görmemeleridir. Bu gibileri “kesin zafer” isterler! Ya da onun “garanti edilmesi”ni! Onların sorunu, sömürü ve baskı sisteminin kendi yıkıcı kuvvetlerini yaratmaya mahkumiyetini görmemeleri ya da görmek istememeleridir. Bu “hastalığın panzehiri” kitle pratiği; kitlelerin kendi talepleri için savaşmayı göze alarak ayağa kalkışlarıdır. Dünyanın çok sayıdaki ülkesinde patlak veren başkaldırılarla kimilerinde iç savaş düzeyine ulaşan ayaklanmalar bunu hem geçmiş açısından hem de günümüze ilişkin olarak kanıtlayacak özelliktedir.
[1] Alain Badiou, Sonsuz Düşünce, Metis Yayınları, Işık Ergüden, Tuncay Birkan çevirisi, s.23
[2] Tunus’ta kısmi burjuva demokratik haklar içeren Anayasal değişim dışında, ayaklanmaların patlak verdiği Arap ülkelerinde, hareket ya din istismarcısı şeriatçı politik parti ve çevreler tarafından saptırılıp askeri darbelerin gerekçesi için kullanılır hale dönüştürüldü ya da Libya ve Suriye’de emperyalistlerle İran ve Türkiye gibi bölge güçlerinin müdahalesiyle iç savaşlara dönüştürülüp gerici çıkarlar yönünde sabote edildi.