Yusuf Akdağ

Son yerel seçimler döneminde bazı siyasi çevrelerde daha yoğun biçimde tartışılmakla kalmayıp aralarında CHP ve AKP’nin de olduğu kimi düzen partilerinin ya seçim bildirgelerinde yer verdiği ya da seçim sonrasında seçilmiş belediye başkanlarından bazılarının “meclis” veya “konsey” toplantıları adı altında düzenledikleri toplantılarla haberlere konu olan “halk meclisi”-“mahalle meclisleri” sorunu, bazı devrimci grup ve çevrelerin de bir süreden beri gündemleştirmeye çalışmasıyla birlikte daha geniş kesimlerin ilgi alanına girmiş bulunuyor.[1]

Halk Meclisi” ya da “meclisleri”nden söz eden parti, grup ve çevrelerin bu “meclis”lere biçtikleri rol ve göreceğini ileri sürdükleri işlev farklılık göstermekle birlikte, onları “demokratik katılım organı” olarak ele alma gibi bir iddiaları bulunuyor. Buna rağmen, AKP, CHP ve “Vatan Partisi” gibi düzen partilerinin “Halk Meclisi”, “Gençlik ve Kadın meclisleri” ya da “Belediye Konseyleri” türünden adlandırmalarla ve “vatandaşları yönetime ortak etme” iddiasıyla düzenledikleri toplantılarla HDP’nin “Özerk Yerel yönetim” anlayışı ve “Haziran Hareketi” ve ÖDP gibi sol devrimci çevrelerin “Halk Meclisleri”ne yükledikleri anlam ve bu meclislere yaklaşımı birbirinden ayrışan önemli farklılıklar gösteriyor.

Bu ayrışma ve temel önemdeki farkların başında, düzen partilerinin yaklaşımında “meclis”, belirli sayıdaki vatandaşın katılımıyla “sorunların dinlendiği, çözüm önerilerinin alındığı” ve böylece “yönetime katılımın demokratik biçimde gerçekleştirildiği” iddiasının inandırıcı kılınmaya çalışıldığı bir şekilsellik ifadesiyken; sol devrimci grup ve partilerin sorunu “mücadele ve örgütlenme”yle ilişkili ele almaları gelir. Bu da, genel oy hakkı ve genel ve yerel seçimlerde oy kullanma aracıyla “politik mücadeleye katılım” ve “yurttaş iradesini ortaya koyma”yı, bu iradenin ortaya koyuş koşullarından soyutlayarak demokrasinin (burjuva demokrasisi) en önemli göstergesi ilan eden kapitalist parti fraksiyonlarının göstermelik ve yanıltıcı girişimleriyle devrimci hedeflere sahip çevrelerin yaklaşımının birbirinden farklı ele alınmasını gerektirir. Aşağıda bunu kimi yönleriyle yapmaya; düzen partileriyle devrimci çevrelerin soruna yaklaşım farklılığının yanı sıra, sorunun nasıl içeriklendirilmek istendiğini ortaya koymaya çalışacağız.

1. DÜZEN PARTİLERİNİN “HALKLA BİRLİKTE YÖNETME” İDDİASI

1 Mayıs 2019 tarihli Yeni Şafak’ta, Fazlı Şahan imzasıyla yayımlanan bir haberde, Erdoğan’ın, Kızılcahamam’da belediye başkanlarıyla yapılan toplantıda, belediye başkanlarına “mahalle meclisleri kurma” talimatı verdiği; kurulacak meclisler aracıyla “yatırımların halka sorulacağı” ve sorunların “meclislerde görüşülerek çözüm aranacağı” iddiası yer alıyor ve bu iddianın, daha önce (Ocak 2019) açıklanan “manifestoda yer alan başlıklar”dan biri olduğu ileri sürülerek “Halk ile birlikte yönetim” modelinin “hayata geçirilmesi”yle ilişkilendiriliyordu. Mahalle meclisleri kurulacak, halkın sorunları dinlenecek, beklenti ve istemleri ‘yerel yöneticilerle paylaşılacak’, belediye başkanlarıyla yerel yöneticiler bu meclisler aracıyla “mahalle sakinleri ile bir araya gelecek”, verilen sözlerin yerine getirilip getirilmediği “vatandaş denetimi”yle kontrol edilecek ve bürokrasi “böylece ortadan kalkacak”tı! Haberde “kadın, gençlik ve çocuk meclisleri”nin de “daha aktif hale” getirileceği ve “toplumun tüm kesimlerinin buralarda temsil edilmesi”nin sağlanacağı iddiasına da yer verilmişti.[2]

Daha eski bir “sosyal medya haberi”nde ise (7 Temmuz 2018), “Çok Sayıda STK Temsilcisiyle Birlikte 81 İlde Yerel Yönetimler Halk Meclisi Platformu Kuruldu”ğu, bu “platform”un Erdoğan ve Bahçeli’ye, 26 Haziran 2018 tarihinde öneriler sunduğu belirtiliyordu. Buna göre, merkezi Ankara’da olmak üzere “Yerel Yönetimler Halk Meclisi, Sağlık, Eğitim, Spor, Kültür, Dayanışma ve Yardımlaşma Derneği” (kısaca ‘Yerel Yönetimler Halk Meclisi Platformu’) adıyla kurulan ve Yurtiçi-Yurtdışında şubeler açabilen bu “platform”, “İnsanı Yaşat ki, Devlet Yaşasın” anlayışına hizmet eden “başkent platformu”nun misyon ve faaliyetlerinden etkilenerek oluşmuş bir platform olup “din, dil ırk, mezhep, siyasi düşünce ayrımı yapmaksızın, merkeze insanı koyarak insanı sadece insan olarak değerlendiren ve değer veren sivil bir inisiyatif” idi! Bu “inisiyatif” (!), “sivil toplum kuruluş başkanlarını, halk meclis platform temsilcilerini, kanaat önderlerini haftalık, aylık ve yıllık toplayarak yerel yönetimlerde sorunların tespiti ile birlikte öncelikli konu başlıkları belirleyerek konuşma panelleri düzenleyerek” yerel yönetimleri tartışarak, “toplumun tüm katmanlarını, halk meclisine dahil ederek, halkın beklentilerini, görüş ve düşüncelerini alacak”, “hizmet veren ile hizmet alan arasındaki sorunların tespitini” yaparak ve ülkeyi yönetmeye talip olanlara sunarak “devlet aklına, millet menfaatine” faydalı icraatlarda bulunacak; “devlet ile millet arasında asla ve asla mesafe olamaz” anlayışıyla buluşmayı sağlayacaktı! “Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmanın haklı gururunu birlikte yaşamayı ve mutlu olmayı hedeflemiş” olduğunu beyan eden bu “platform”, “milli ve yerli birçok sivil toplum kuruluşlar”larıyla “çok sesli ve çok renkli fikir ve düşüncelerde buluşarak” üreteceği projelerle ve “lobi faaliyetleri çerçevesinde ülkemize ve tüm insanlığa faydalı” olacak “mutlu bireylerden mutlu aileler, mutlu ailelerden mutlu toplumlar, mutlu toplumlardan mutlu devletler, mutlu devletlerden mutlu bir dünya”nın oluşması için çalışacaktı!

Kendini “Yerel Yönetimler Halk Meclisi Platformu” olarak adlandıran bu ‘kuşatma, şekillendirme ve yönlendirme’ kuruluşunun yöneticileri, “devletimizin ülkesiyle ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü savunan, milli, manevi, ahlaki, evrensel değerlere sahip üstün vasıflı bir toplum oluşturma” hedefinden söz etmekte ve “herhangi bir iç ya da dış kalkışma ve müdahaleye karşı; Türk devletinin milli reflekslerinin zayıflaması söz konusu olduğunda her daim ‘devletin sahibi millettir’ anlayışıyla devletimizin yanında” olacağını ilan etmekte; “Söz konusu vatansa vatanı korumak yerel yönetimler halk meclisi platformunun en asli görev ve hedefleri arasındadır” demektedirler.[3]

Halk Meclisleriyle yönetim”den söz eden bir diğer düzen örgütü, “Vatan Partisi”dir. Genel Başkanı Doğu Perinçek, partisinin yerel seçim bildirgesinde, belediyeleri “Halk Meclisleri” aracıyla yöneteceklerini açıkladı.[4]

a. Burjuva Telaşı ve Yeni Arayışlar 

Burjuva düzen cephesinde “Halkla birlikte yönetim” sözlerini ve bu yöndeki kimi girişimleri -göstermelik olmaları ayrı bir sorundur- gündeme getiren başlıca etken, halk kitlelerinin saflarında yaşanan uyanış; yeni alternatif arayışı ve giderek belirgin biçimde dışa vuran tepki birikimidir. Burjuvazi, işçi ve emekçi kitlelerinin -henüz çok farklı, birbirinden ayrı ve dağınık özellikler gösterse de-, düzen partileriyle sermaye devletinden umut keserek kendi talep ve çıkarları doğrultusunda örgütlenmeye girişmesinden kaygı duymakta ve bu yönlü bir gelişmenin önünü kesecek manevralara başvurmaktadır.

Burjuvazi ve siyasal-askeri kurumları ve temsilcilerinin açmazlarının artması, iç ve dış çelişki, gerginlik ve çatışmaların yoğunluk kazandığı dünya, bölge ve ülke koşullarında, izlenen yayılmacı-fetihçi politikanın yol açtığı handikapların emekçi kitlelerde giderek artan tepki birikiminin yanı sıra, çeşitli burjuva kesimler arası ilişkileri de olumsuz yönde etkilemesi, “toplumsal bazlı” yeni arayışları tetikleyici işlev görmekte; her bir sınıf ve toplumsal kesim, içinde bulunulan koşullardan çıkış için, önceliği kendi çıkarları olmak üzere yol-yöntem ve araç bulmaya yönelmektedir.

Bütün öteki alanları da etkileyen ekonomik kriz koşulları giderek ağırlaşmış; işsizlik, yoksulluk ve yoksunluk artmıştır. 500 milyar dolara yaklaşan borç yükü, artan vergiler ve yükselen fiyatların, kredi borçları ve faizlerinin, iflasların ve işi sürdürememe korkusunun neden olduğu huzursuzluk ve sosyo-psikolojik yorgun ruh hali, kendiliğinden patlama ögelerini biriktirerek yaygınlaşıp artmaktadır. Ve bunun farkında olmak, toplumun diğer kesimlerine göre devlet yönetimini elinde bulunduranlarla kapitalist parti fraksiyonlarının yöneticileri açısından daha mümkün ve kolaydır. Halk kitlelerini aldatmak ve sömürü çarkına bağlı tutmak üzere politikalarına yedeklemek üzere yeni hamlelere girişmeleri bu “farkındalık”la dolaysızca bağlıdır. Bir “sivil savunma” ve psikolojik harp kuruluşunu ima eden “YYHM Platformu”nun, yığınların saflarında ekonomik sosyal ve politik sorunların nedenlediği tepki birikimi ve arayışın farkında olarak, gelişmenin devlet kontrolüne alınması ve sömürü sistemine zarar verecek boyutlarda direnişlere dönüşmesinin önünü kesmeyi hedeflediği anlaşılmaktadır.

AKP ve CHP’nin “mahalle, gençlik, kadın ve çocuk meclisleri” kurmaktan söz ederek “halkla ilişkilerini daha fazla geliştirme ve yayma” ihtiyacı duyması, “Vatan Partisi” adlı, Kürtlere ve sosyalizm mücadelesine düşman iktidar tetikçisi teşkilatın aynı doğrultudaki söylemi veya başkaca düzen güçlerinin benzer girişimlerde bulunmaları, işçi sınıfı ve kent-kır emekçilerinin sermayeden bağımsız ve ona karşı devrimci örgütlenmesine karşı oluşturulacak yeni barikatlar işlevi görecektir. Bir devlet girişimi-kuruluşu olan “Yerel Yönetimler Halk Meclisi Platformu”nun amaç ve hedefinde bu politikanın en barbar araç ve yöntemlerle pratiğe geçirileceği, Erdoğan ve Bahçeli’yle koordineli bir kuşatma, bastırma ve etkisizleştirme örgütü olarak çalışılacağı ilan edilmiştir.

b. Burjuva Demokrasisinin Açmazı

Sermayenin egemenliğini temel alan burjuva demokrasisini “herkes için demokrasi” olarak reklam eden burjuvazi ve propagandacıları, genel oy hakkını ve parlamenter sistemi buna kanıt olarak gösterirler. Bu, burjuva sınıf egemenliğinin korumaya alınması, savunulması ve sürdürülmesi için gerekli görülür. Sınıf zoru, şiddet ve baskısının örgütlü biçimi olan burjuva demokratik devlet biçimi altında da, işçi sınıfı başta olmak üzere sömürülen ve ezilen sınıf ve kesimler (bunlar alt sınıflar olarak da adlandırılmıştır), kendi hakları ve talepleri doğrultusundaki istem ve mücadelelerinin kontrol altında tutulması ve sömürü koşulları ve ‘düzeni’nin sınırlarını aşmaya yönelişinin önlenmesi için, sistematik biçimde bastırılırlar. Burjuva yasallığı ve sözde eşitliği ise bu sistemin maskesidir. Görünüşe, kimi yasalara ya da Anayasa türü daha “bağlayıcı” olduğu ileri sürülenlerine, “herkes, millet ya da halk iradesinin temsil organları aracıyla her kademedeki yönetim organlarında yer alabilir.” 

Gerçek durum ve uygulamayla alakası olmayan bu iddianın aksine olarak işçi ve emekçilerin kendileri adına “iktidar organlarında yer almaları”nın önü ise ekonomik, sosyal ve politik çok çeşitli engellerle kapatılmıştır. İktidar sorunu, bir yıkma ve yeniyi kurma sorunu olmak üzere, işçi sınıfı ve emekçilerin hak sahibi olmaları; çalışma ve yaşam koşullarının iyileştirilmesini sağlamaları, söz, basın-yayın ve örgütlenme özgürlüğüne sahip olması ve kullanabilmeleri ise, burjuvaziye ve devlet iktidarına karşı mücadeleleriyle koşullu ve bağlıdır. Türkiye gibi ülkeler bir yana, “en demokratik” olarak adlandırılan veya görülen burjuva devletlerinde dahi demokratik hakların kullanımı işçi-emekçi mücadelesinin gücü ve düzeyi ile bağlıdır.

Burjuva demokrasisini halk iktidarının ifadesi gösteren söylem, sosyalizm ve işçi hareketinin -geçici olması kaçınılmaz, ancak tarihsel önemdeki- geriye püskürtülmesi ve yenilgiye uğratılmış olması dolayısıyla daha da pervasızca, ve sözümona doğrulanmış olmasının kanıtla desteklendiği etkisini koruyabilmek için, çok çeşitli entrikalara baş vurulmasına rağmen, neoliberalizm koşullarında daha belirgin olmak üzere, “en demokratik” olarak gösterilen ülkeler dahil kapitalist-emperyalist ülkelerde, “kişi hürriyeti”, grev ve gösteri, seyahat ve ikamet hakkı dahil temel özgürlükleri sınırlama ve ortadan kaldırma girişimleri artmış; siyasal gericiliği yoğunlaştırma politikası yönetim politikasına dönüşmüştür. Burjuva demokratik ülkeler dahil hemen tüm kapitalist ülkelerde burjuva demokratik haklar budanmış ve giderek ortadan kaldırıcı doğrultuda siyasal gericiliğin artmasıyla bağlı olarak burjuva demokrasisine güven “dibe vurma”ya doğru yol almaktadır.

Burjuvazinin, “yurttaş iradesinin temsili”yle özdeş ve özgürlük-eşitlik göstergesi olarak propaganda ettiği burjuva demokrasisi; burjuva sınıf egemenliğinin bu sözde “en demokratik ve ideal biçimi” de, onun ekonomik–mali “özsel çıkarları”nın korunmasını esas alır ve bu çıkarların yurttaşlara kabullendirilmesini hedefler. Burjuva demokrasisinin bu karakteristik özelliği üzerinden sürdürülen iddia, tekelci sermaye egemenliği koşullarında ve tekellerin çıkarlarınca belirlenecek biçimde günümüzde daha da ‘katılaşmış’ halleriyle (sınırları daraltılmış ve biçimselliği daha da belirgin) devam ediyor. Fransa, ABD, Avusturya, İspanya, İngiltere ve Danimarka gibi “Batılı demokrasiler”de yaşananlar açık göstergelerdir.

Bu durum, halk kitlelerinin ve ilerici entelektüel birikimi temsil eden aydın çevrelerinin, tekelci sermayenin çıkarlarınca sınırları belirlenen burjuva demokrasisinden beklentilerini darbeleyip yeni arayış eğilimine girmelerini, uluslararası gelişmelerin bir yönü olarak ortaya çıkarmış bulunuyor. Bundandır ki, günümüzün olgusal gerçekliklerinden biri de, hemen bütün kapitalist ülkelerde işsizliğe, yoksulluğa, çalışma ve yaşam koşullarının emekçiler aleyhine olmak üzere kötüleştirilmesine, sosyal ve politik hak kısıntılarına karşı büyüyen tepkinin çeşitli arayışları gündeme getirmesi, kimileri yeni olan sağ gerici ve sol liberal parti ve örgütlerin kuruluşunu beslemesi, en gerici sermaye güç ve partilerinin dahi “halk” ya da “millet”in “temsili” adına çeşitli yeni girişimlerde bulunarak sermayeden bağımsız gelişebilecek işçi-emekçi örgütlenmelerinin önünü kesmeye çalışmalarıdır. Türkiye’nin burjuva politik idaresi ise, kuruluşundaki özgünlükleri, devlet partisi olarak CHP’nin yönetimde olduğu 1930’lu yıllardaki iç ve dış gelişmelerle bağlı faşist biçimleniş, “çok partili parlamenter sisteme geçiş” manevraları, DP dönemi, birbirini izleyen askeri darbeler ve onların açtığı yolda, belirledikleri “yasa”ları uygulayan “sivil yönetimler” gibi, hayli “çetrefil” bir süreçten geçerek AKP-Erdoğan dönemindeki “yeniden şekilleniş”e varmıştır. Bu uzun süreçte yaşananlar bir yana; “yeni Türkiye” söylemiyle yakın dönem önce inşasına girişilen “Türkiye’ye özgü başkanlık sistemi”nin karakteristik özelliği, bütün yönetim yetkilerinin merkezi oligarşik niteliği güçlendirilmiş bir “tek el”de toplanmış olmasıdır. Ancak burjuva muhaliflere dahi göz açtırmayan bu despotik baskı yönetimi kitlelerin çok geniş kesimlerinde giderek artan şekilde tepkilere yol açmış ve AKP-Erdoğan yönetimini gelişen tepkileri bastırmak ve etkisizleştirmek amacıyla yeni manevralara baş vurmak zorunda bırakmıştır. Erdoğan iktidarının “Halkla birlikte yönetim” söylemini geliştirerek “mahalle-semt, kadın ve gençlik meclisleri” manevrasını gündeme getirme ihtiyacı buradan doğmuştur. Parlamentoyu ve kendi partilerini “millet iradesinin temsili”yle ilişkilendiren ve bu temsilin organları olarak gösteren, parlamenter sistemi burjuva demokrasisinin göstergesi olarak işaret eden burjuva propagandası, sadece “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi”ne geçişle parlamentonun “rafa kaldırılması” nedeniyle değil bu “yeni meclis biçimleri” manevrasıyla da böylece boşluğa düşmüş ve geçersizleşmiştir.

AKP, CHP gibi düzen partilerinin bir süreden beri “demokratik katılım ve temsil” iddiasıyla “halk meclisleri”nden söz etmeleri ve belediye yönetimleri aracıyla “halkla ilişkileri geliştirme” ihtiyacı duymaları, toplumun “alt sınıfları” içinde yaygınlaşmakta olan ve baskı ve sömürü yoğunlaşmasının yol açtığı arayışları “manipüle” etme hedefli girişimlerini artırmaları, aktüel ve somut veridir. Muhalif düzen partisi olarak CHP’nin bazı belediye başkanlarının “Halk meclisleri oluşturma ve halkla birlikte yönetme” söylemi ve bu yöndeki kimi girişimleri, belirli bazı farklılıklar göstermekle birlikte[5], düzen partilerine bağlı bazı belediye yönetimlerinin ilgili alandaki yurttaşları “temsil eden” şu ya da bu sayıdaki kişinin katılımıyla yörenin-alanın sorunlarını konuşmaları, yurttaşların istemlerini öğrenme ve eleştirilerini dinlemeleri, toplumun ezilen ve sömürülen geniş kesimlerindeki tepki birikimi ve arayışların farkında olma ve tepki birikimini önleme, ortaya çıkabilecek protesto biçimlerini gereksizleştirme ve “konuşma ve dinleme”yle sınırlı “katılım”ı demokrasinin göstergesi ve biçimi olarak propaganda etme olanağını elde etme hedefiyle bağlıdır. Birbirleriyle de bazı farklılıklar gösteren AKP ve CHP’nin bu türden girişimleri, “irade temsili” ve “yöneten-yönetilen ayrımıyla bürokrasinin ortadan kalktığı” yönündeki burjuva iddiasını inandırıcı kılmaya yöneliktir. “Meclis toplantıları”nın yapılması, bu toplantılara şu ya da bu sayıda kişinin katılması, bulundukları ve yaşadıkları alanın sorunları üzerine konuşup önerilerde bulunmaları, bu tür girişimlerin aldatma amaçlı ikiyüzlülüğüne rağmen, “kötünün iyisi” gibi bir özelliği de gösterirler. Ne var ki, bu toplantılarda dile getirilen istemlerin karşılanması, alınacak kararların uygulamaya geçirilmesi resmi bürokratik mekanizmaların dışında ve onlara rağmen olmayacağından, “katılım”cılık katılımcılık olarak kalacak, yerel ve merkezi bürokratik işleyiş kuralları geçerliliğini sürdürecektir. Bu aldatmacanın süreç içinde, geniş yurttaşlar kitlesi içinde “kendi kendimizi yönetmek öyle değil böyle olur” anlayışını besleyerek burjuva bürokratik kurumlara karşı tepkileri ortaya çıkarma gibi bir işlev görme olasılığından da belki söz edilebilir. Ancak mevcut durumda, örgütlü mücadeleden soyutlanmış bir anlayışla, hatta bu mücadeleye karşı işlevi de bulunan bu tür toplantılara katılmış olmak, ne “yönetime katılma”yı ifade eder ne de sorunların “halkla birlikte çözüm” anlayışına işaret eder. Bu politika ve bağlı olarak yapılan toplantılar, emekçi kitlelerini düzen partileri aracıyla sömürü koşullarında yaşama “rıza gösterme”ye ikna işleviyle yüklüdürler.[6]

2. ‘HALK MECLİSLERİ’NE ‘SOL YAKLAŞIM’

Halk kitlelerinin kapitalist sömürü ve burjuva baskısına karşı tepkiyle, henüz yeterince güçlü bir eğilim haline gelmemiş olmakla birlikte, içine girdiği yönelim ve arayışa, “sol” çevre ve grupların bir kısmı da, “Halk Meclisleri” ya da “özyönetim” politikasıyla “yanıt oluşturma” iddiasındadır. Kürt hareketi üzerinden şekillenen HDP’nin “özerk yerel yönetimler” anlayışının farklılık ve özgünlükleri ayrı tutulduğunda, Büyük Haziran Direnişi sonrasında yoğunluk kazanmış biçimiyle “Halk Meclisleri” tartışması çeşitli sol hareketler ve “platformlar” tarafından aktüelleştirilmiş; mevcut sol siyasal parti ve örgütlerin yığınların örgütlenmesi ve mücadeleye seferber edilmesinde “yetersiz kaldığı ve kalacağı” iddiasıyla, yerine ikame edilmek üzere “gündeme taşınmış”tır. Buna göre, “doğrudan ve katılımcı demokrasi”nin göstergesi ve biçimi olarak nüfusun çeşitli kesimlerinden temsilcilerin katılımıyla oluşturulacak bu “meclisler”, yaygın mücadele potansiyelinin “toparlanıp birleştirilmesi”nin araçları olarak, diyelim işçi sınıfı ve diğer emekçi kesimleri örgütlemeye çalışan parti ve örgütlerin “yapamadığı işler”i yapmayı başaracak, “meclisleşme” ile “toplumsallaşma” sağlanacak, halkın çeşitli kesimleri bulundukları alanlarda talepleri doğrultusunda seferber edilecek ve “İslamcı faşist yönetim”in despotik baskı politikasına böylece set çekilerek faşist rejimi inşa girişimleri engellenmiş olacaktır! Buradan hareketle eski Yugoslav “özyönetim sistemi”ne, Mao Tse Tung’un Halk Ordusu ve Kültür Devrimi seferberliğine, sosyalist Sovyetler Birliği’nin “Sovyet deneyimi”ne örneklemeler üzerinden savunularını güçlendirmeye çalışan sol çevreler ve solcu yazarlar az değildir.

a. HDP’nin “Özerk Yerel Yönetim” Anlayışı

2014 Cumhurbaşkanlığı seçimlerine HDP’nin adayı olarak katılan Selahattin Demirtaş, kazanması durumunda ülkeyi Halk Meclisleri ile yöneteceğini söylemiş; HDP ise, 2014 Yerel Seçimleri dolayısıyla bir bildirge yayımlamış, hedefinin “Yerinden Yönetim ve Doğrudan Demokrasi” olduğunu belirtmiş ve “Güçlü, Özerk Yerel Yönetimler ve Yerel Demokrasi” ididasıyla “Etkin ve Demokratik Yerel Yönetim”ler oluşturacağını ileri sürmüştü. 

Buna göre, demokrasinin ve barışın tesis edileceği alanlar olan yerel yönetimler aracıyla “Yerel Demokrasi” gerçekleştirilecek, “öğrenciye ve emekçiye ücretsiz, yurttaşlara ucuz toplu ulaşım”, “herkese anadilinde, parasız ve demokratik eğitim” olanağı ve “rahat ulaşılabilir, parasız ve anadilinde sağlık hizmeti” sağlanacak; “yoksullukla mücadele” edilip “farklı halklara eşit temsil; tüm inançlara ve inanmayanlara eşit mesafe”de durulacak; “Cinsiyet Eşitlikçi ve Kadın Özgürlükçü Yaklaşım” gösterilecek; “şiddetsiz spor ve kitle sporları” teşvik edilecek vb. “Gerçek demokratikleşmeye giden yolun, halkların geleceklerini kendi ellerine almasından geçtiğini” belirten HDP, bunun için mücadele ettiğini ve “Bu amaca ulaşmak için, halkların; ezilenlerin, yoksunların ve yoksulların yaşamın her alanında söz ve karar sahibi olması; yönetim süreçlerine doğrudan katılması; devletin ve sermayenin hakimiyetinin sınırlandırılması ve aşılması gerektiği”nin bilinciyle hareket edeceğini; bunun da, yurttaşların “seçilenleri ve bütün görevlileri denetleme, hesap sorma ve geri çağırma hakkına sahip olma”larıyla birlikte gerçekleşebileceğini açıklar. Yerel yönetimlerde, “Yerellik hakkını garantiye almak ve demokrasiyi güçlendirmek, Halkların yönetime doğrudan katılmasını sağlamak, Merkezle yerel arasındaki ilişkiyi, yerinden yönetimin güçlendirilmesi yönünde geliştirmek, Yerel yönetimi toplumsal ihtiyaçlar temelinde geliştirmek, Yerel kaynakların adil, etkin kullanımını sağlamak, Yerelde ortak kamusal alanların çoğaltılmasını sağlayarak, toplumsal dayanışmayı desteklemek, Yerellerdeki dil, kültür, inanç, hafıza ve ihtiyaç farklılıklarını gözeten çoğulcu yaklaşımlar geliştirmek ve farklı grupların birbirleriyle ilişkilenmesini ve müzakeresini desteklemek vb.” değişlikleri gerçekleştirmek için mücadele edeceğini ilan eden HDP, “bu hedeflerin ulaşılabilir olduğunu” belirterek halktan destek istiyordu.

Bu bildirgede ileri sürülen “Özerk Yönetim” politikası ve hedefiyle bağlı “yerel iktidar programı”nın, merkezi burjuva diktatörlüğünün egemen olduğu koşullarda gerçekleştirileceği iddiası, bir iddia olmaktan öteye gitmez, gitmemiştir. Bildirgede dile getirilen vaatlerin pratiğe geçmesi durumunda bunun, halk kitleleri yararına iyileştirmelere yol açması, halkın örgütlü mücadelesini geliştirici işlev görmesi elbette mümkündür. Yapılacağı belirtilen iyileştirmeler doğrultusunda kimi küçük adımların atılmış olması (anadili kursları, belediye hizmetlerinde anadilin kullanılması olanağı vb.) “halkların, ezilenlerin, yoksunların ve yoksulların yaşamın her alanında söz ve karar sahibi olması; yönetim süreçlerine doğrudan katılması” iddiası yanında “devede kulak” bile olmamıştır. Yurttaşların “denetim ve geri çağırma hakkı” ise tümüyle lafızda kalmıştır.

Böyle olması salt bir niyet sorunu ya da yetersizlikle bağlı olmayıp sınıflı toplum koşulları ve merkezi burjuva devlet iktidarının egemenliği gerçekliğiyle bağlıdır. Her ne denli “Özerk Yönetim” anlayışı doğrultusunda “yerellik hakkı”nı güçlendirmeye yönelik bazı girişimlerde bulunulmuş ise de burjuva bürokratik merkezi devlet egemenliği koşullarında, özerklik gibi çok yönlü ve boyutlu bir ‘yapılanma’nın teminat altına alınamayacağı veya teminatta sayılamayacağı görülmüştür. Sorun bir hakkın savunulmasından öte, somut toplumsal koşullarla bağlı olarak halk iktidarı ve onun organı olarak “Halk Meclisi” ve onun da alt organlarının hangi sınıf güç ilişkileri çerçevesinde ve hangi durumda gerçekleşebilir olup olmayacağının doğru olarak belirlenmesidir.

b. “Yol”daki Tartışma; Kitle Örgütleri ve “Meclisleşme”

Meclisleşme”yi hareketin ihtiyaçlarına işaret ederek teorik-politik ve örgütsel pratik bir “tartışma” ve uygulama sorunu olarak aktüelleştiren devrimci grup ve partilerden biri de ÖDP ve onun politikaları doğrultusunda yayımlanan “Yol” Dergisi’dir. Gerekçe, “toplumsal örgütlenme açısından” durumun “pek parlak olmaması”dır! Sendikaların ve demokratik kitle örgütlerinin zayıflatılmış olmasının ve “yeni örgütlenme biçimlerinin dağınık ve süreklilik problemleri yaşaması”nın, bağımsız bir “devrimci siyasi seçeneğin yaratılması”nı, ülkedeki bütün devrimci güçlerin “temel tarihsel sorumluluğu” haline getirdiğini belirten Yol yazarları, bunun için “her düzeyde toplumsal örgütlenmeler”in güçlendirilip derinleştirilmesi gereğine işaret etmekte, “Mahalle meclisleri, kültürel ve dayanışma örgütlenmeleri, kooperatifler vb. yoluyla halk kitleleriyle ortaklaşmanın örgütsel ayakları”nın yaygınlaştırılmasını, çıkış için gerekli saymaktadır.[7]

Halk kitlelerindeki hoşnutsuzluğun giderek artacağını belirten “Yol” dergisi yazarları, “ilerici emek örgütlerinin bu zorlu görevlerinin üstesinden gelebilmeleri”nin ancak, mevcut durumlarını aşacak bir “yenilenme sürecine girme cüretini göstererek taban inisiyatiflerine, işyeri örgütlenmelerine dayanan gerçek anlamda bir emek hareketini örgütlemek için soyunmaları”yla mümkün olduğunu belirtmekte, bunun için “Sendikaların çeşitli sebeplerle giremediği daha küçük ölçekli işyerlerinde iş yeri Meclisleşmeleri ile sendikalar ve toplumsal hareketler arasında bağ kurularak, emekçi dinamiklerinin örgütlenmesinde yeni alanlar açıl”masını önermektedirler.[8]

“Yol” dergisi yazarları, toplumsal dinamizm ve mücadele kararlılığının artmakta olduğu bir döneme girilmesi ve “toplumsal dinamizmin ürettiği örgütlenme ve muhalefet biçimleri”yle “örgütlü toplumsal muhalefet güçlerinin bir daralma içinde” olması arasındaki çelişkiyle işaretle, “Sol yapıların, örgütlü toplumsal muhalefet güçleri”nin toplumun dinamik kesimlerinin söz ve inisiyatif talebine “yanıt veremediği bir durum” oluştuğunu belirtmekte ve bu durumdan çıkış için “Çağımızın muhalefet hareketlerinin ve kendiliğinden nitelikli kitle hareketlerinin ortaya çıkardığı en önemli özelliklerden birisi” olan “katılımcı, demokratik ve birbiriyle esnek bağlarla ilişkilenen örgütlenmeler”in gelişmesi ya da geliştirilmesinin gerekli olduğunu ileri sürmektedirler.[9] Toplumun “kendi sorunlarına sahip çıkma reflekslerinin, bunun için sorunları ekseninde örgütlenme biçimlerinin çoğaldığını” belirterek buna 2019 1 Mayıs meydanlarına çıkışı ve EYT’lilerin eylemleriyle “mahalle örgütlenmeleri”ni örnek gösteren yazarlar, değişim arayışı ve hak için mücadele tutumuna işaretle, bunun için çaba gösteren “tüm insanların özlemlerini gerçekleştirecek, toplumsal muhalefetin örgütlü zayıflığını” ortadan kaldıracak örgütlenmelere ihtiyaçtan bahisle, “Haziran Hareketi’nin meclisler temelli inşa sürecinde”, 1 Mayıs’ın “yeni bir başlangıç noktası olarak ortaya çıktığı”nı belirtmektedirler. Derginin aynı sayısında yayımlanan “Emek Hareketi ve KESK” başlıklı yazıda da, “Sendikal mücadelenin, işyerini temel alan bir meclisleşme eksenine” oturtulması, mevcut sendikal zayıflık ve dağınıklığın aşılmasının koşulu olarak gösterilmektedir. Derginin, “Tartışma Notları” bölümünde yer alan “Meclisleşme, Toplumsallaşma ve Hareketler” başlıklı makalede ise, direniş eğilimi ve dinamizmi ile toplumsal örgütlenme düzeyi ve biçimleri arasındaki çelişkiye yeniden işaret edilerek, “bir örgütü dar anlamda örgüt olmaktan çıkararak yaşama ve çalışma alanları içinde küçük inisiyatifler olarak örgütleme”nin gerekliliği vurgulanmakta; yeni tipte emek örgütlenmesinin “öyle belirli sanayi iş kollarında odaklanmış” olmayıp “küçük küçük üretim iş kollarından oluşan dağınık ve yaygın ve mahallerin içine doğru taşınmış bir örgütlenme formu” haline geldiği; “büyük ölçekli fabrikalardan küçük ölçekli yaygın iş kollarına doğru taşınma süreci”ne girildiği belirtilerek mahalle çalışmasıyla işyeri çalışmasının iç içe geçmesini gözeten bir “meclisleşme” ihtiyacına vurgu yapılmaktadır. “Haziran Hareketi”nin “meclislere dayanan birleşik bir örgütlenme olarak kendisini ifade ettiği”nin belirtildiği aynı makalede, “meclisleşme fikrinin giderek daha büyük bir ihtiyaç haline geldiği” ileri sürülerek meclislerin “aşağıdan yukarıya kurulması” sorumluluğundan söz edilmekte ve “sadece muhalefet dalgasının yükseldiği değil aynı zamanda geri çekildiği dönemlerde de örgütlü kalabilen, gündem üretip harekete geçebilen bir meclis yapısına ihtiyaç var” denmektedir.[10]

Yol’da, sorunun ortaya konuş tarzının anlaşılırlığı açısından bu uzun aktarım gerekliydi. Şimdi bu anlayışa daha yakından bakalım.

Her şeyden önce, herhangi sol devrimci örgütün ya da işçi sınıfı partisinin kitle mücadelesinin yükselmesine hizmet etmek ve kitlelerle ilişkilerini geliştirmek üzere çalışma ve yaşam alanlarında farklı örgüt biçimlerini teşvik etmesi, kurulmalarına yardımcı olması ya da öncülük etmesi, belirli dönemlerde daha acil ihtiyaç gösterse de, genel ve daimi sorumluluğudur. Kent-kır emekçilerinin bütün yaşam ve çalışma alanlarında, fabrika, semt, okul ve kurumlarda çeşitli örgüt biçimleri oluşturarak sermaye egemenliğine ve burjuva devlet iktidarının politikalarına karşı kendi yaşam ve çalışma koşullarını iyileştirme, sosyal-politik haklarda iyileştirme sağlama, söz, basın-yayın ve örgütlenme özgürlüğü başta olmak üzere demokratik siyasal hakları elde etmek için mücadeleyi geliştirme ve birleşik bir mücadele hattı örmek üzere daha ileriden çaba gösterme ihtiyaç ve gerekliliği de, tartışma götürmez biçimde net ve açıktır. İşçi ve emekçilerin mücadelesini ilerletecek bu türden çeşitli ve farklı türden platform ve örgütlenmeler, olabildiğince geniş katılımlarla halkın çeşitli kesimlerinin kendi talep ve sorunlarını birlikte konuşma, tespit etme, çözümü için yerel ve merkezi yönetimlere yönelik girişimlerde bulunma işlevini yerine getirdikleri oranda yararlı olacaklardır. Bu “meclis”lerin özellikle Yol dergisi yazarlarınca olduğu türden emekçi kitlelerin AKP ve “tek adam yönetimi”nin ağır baskı ve saldırı politikalarından bunalarak geliştirdikleri tepki birikiminin ortaya çıkardığı “yeni arayış eğilimi”yle ilişkilendirilmesi, daha yaygın ve mücadeleci örgütlenmelere ihtiyaca işaretle gerekçelendirilmesi de kuşku yok ki, özellikle gereklilikler ve olanaklarla mevcut örgütlenmelerin güç ve düzeyi arasındaki ilişki yönünden belirli bir haklılık gösterir. Ama bu belirli haklılık, ne sol grup ve partilerle çevrelerinin kendilerini “Halk Meclisi” ilan etmelerini ne de bu “meclis”leri işçi sınıfı başta olmak üzere sömürülen ve ezilen sınıf ve kesimler içinde, onların bulundukları her yer ve alanda birimler temelinde örgütlenme gereksiniminin yerine ikame etme politikalarını doğrular.

ÖDP-Haziran Hareketi ve “Yol” yazarlarının gerekçeleriyle “çözüm aracı” olarak gösterdikleri örgüt biçimi arasında kurdukları ilişki bu bakımdan sorunludur. Şöyle ki; “toplumsal dinamizm” ve mücadele eğiliminin artması ve fakat “sol yapıların, örgütlü toplumsal muhalefet güçlerinin” bu gelişmeye “yanıt oluşturma”da yetersiz kaldıkları, diyelim ki söylenebilir. Bu yetersizliği giderme gerekliliği ve sorumluluğu da tartışma gerektirmeyecek denli açıktır. İşçi sınıfı ve emekçi kitlelerinin mücadelesini geliştirmeye yardımcı olacak, bu mücadelenin aracı olarak doğacak daha güçlü örgütlenmelere de ihtiyaç vardır ve sorumluluk sahibi her devrimci örgüt bunun için çalışmasını yoğunlaştırmak ve hatta yeniden düzenlemek durumundadır. Bunun için kendisinin örgütsel çalışmasını geliştirip güçlendirirken, farklı “bileşenler”in bir araya geldiği daha yaygın mücadele ve eylem birliklerinin oluşumu için çaba göstermekten de geri durulamaz.

Aynı neden ve benzer gerekçelerle olmalı, içinde EMEP’in de yer aldığı ilerici demokratik ve sosyalist parti ve örgütlerle kitle örgütleri ve demokrat aydın çevrelerinin “katılımcı ve esnek” de denebilecek mücadele ve eylem birliği örgütlerinde bir araya gelerek ve acil demokratik taleplerin elde edilmesi için kitle mücadelesini ilerletme çaba ve girişimleri gündeme gelmiş; “Barış Bloku”, “DİB” ve yerel demokrasi platformları bu çabalarla bağlı olarak bazı adımlar atmışlardır. Her ne kadar, “sosyalistlerin birliği” ve “Kürt milliyetçiliğinin yörüngesine girmemek” gibi gerekçelerle bu girişimlere mesafeli duranlar olmuşsa da bu ve benzeri çabaların “toplumsal muhalefet güçlerinin katılımcı ve esnek” bir aradalığını sağlamaya yönelik oldukları reddedilemez. Diyelim ki “Haziran Hareketi” gibi girişim ve oluşumların bazı farklılıklarla da olsa yığınların dinamizmini ve mücadele potansiyeli ve arayışını dayanak almalarından da pekâla söz edilebilir. Ya da benzeri çeşitli diğer, ancak daha geniş “birleşiklikleri içeren oluşumlar”a ihtiyaca da işaret etmek mümkündür.

Ancak “Yol” yazarlarının varlıklarını işaret ederek ya da oluşturulmalarını emekçilerin mücadele birliği ve gücünün koşulu göstererek önerdikleri “mahalle-işyeri meclisleşmeleri”nin bir parti ve örgütlerinin yerine ikame edilmek üzere mi, sendikal örgütlerin kendilerini güçlü şekilde var kılmak için küçük işyerlerine dek ve mahallelerde örgütlenmelerinin biçimleri olarak mı önerildikleri belirsiz olup her ikisini de çağrıştıracak şekilde muğlaktır. Gerekçelerinden birinin büyük ölçekli üretimin dağılmakta oluşu ve “küçük küçük işyerlerine dayalı üretim koşulları” olması, diyelim bir fabrika işçi komitesi türünden mücadelenin gerekleri ve düzeyi ile bağlı örgütler yerine esnek “meclisleşme”nin fabrika ve işyerlerine dek yayılmasının savunulduğunu, işçilerin sendika gibi kitle örgütlerinde birleşmesi yerine “meclisleşme”lerinin geçirilmek istendiği izlenimi vermektedir. “Yol” yazarlarının gündeme getirdikleri biçimiyle “meclisleşme”, bir partinin örgüt çalışması ve örgütlerinin niteliğini de sendikal örgütlerin bütün iş ve çalışma alanlarındaki emekçilerin mücadele örgütleri olarak hareket etme ve örgütlenme sorumluluğunu da belirsizleştiren bir formülasyondan ibarettir. ÖDP, Haziran Direnişi’ni “kalkış noktası” alarak adına “Haziran Hareketi” dediği ve “meclisleşme”ye dayandığını söylediği türden “kendi örgütleri”ni elbette kurup çoğaltabilir. Ancak, “Yol”da ileri sürüldüğü üzere adına “meclis” denerek ve bir parti organı ya da örgütünden farklılığı, esnekliği ve biraz daha kalabalık oluşundan ibaret grup ve çevre örgütlerinin fabrika, işyeri, semt ve okul vb. gibi birim örgütlerinin ve çalışmasının yerine ikame edilmesi, işçi sınıfı ve kent-kır emekçilerinin en ileri ve bilinçli unsurlarının sermaye egemenliğine karşı devrimci örgütlenmesi ihtiyacı ve sorumluluğu anlayışını muğlaklaştırmakla kalmaz, sendikal örgütlenmeleri de, adına “meclis” denen küçük grup örgütlerine çevirir.

İşçi ve emekçiler, açık olmalıdır ki çalışma ve yaşam alanlarında mümkün en geniş ve yaygın örgüt biçimlerini geliştirmelidirler. Fabrika, işyeri, mahalle (semt), okul vb. gibi alanlarda oluşması, mücadelenin örgütlülüğü açısından gereklilik gösteren komitelerin yetersiz kaldığı ya da henüz söz konusu olmadığı yer ve durumlar başta olmak üzere farklı örgüt biçimleri etrafında (çeşitli platformlar, kol-kulüp şekillenmeleri vb.) bir araya gelmek, kadın-erkek emekçilerin ve gençlik kesimlerinin örgütlenmesine hizmet edecektir.

Meclisleşme”yi bütün bunların yerine geçmek üzere tarif edip “yenilenme” adına, işyeri örgütlenmelerine dikkat çekerek “gerçek anlamda emek hareketini örgütlemek” üzere “küçük ölçekli işyerlerinde işyeri meclisleşmeleri” önerisi, devrimci bir örgütün yapmakla mükellef olduğu çalışmayı “meclisleşme”ye indirgeyerek işyeri birim örgütleri yerine, daha esnek olacağı söylenen ve taban inisiyatifine yer veren “işyeri meclisleşmeleri”ni ikame ederek, fabrika ve işyeri işçi komiteleri ve hücre tipi örgütlenme anlayışını tahrif eder. “Yol” yazarlarının formülasyonunda, ülkenin bugünkünden farklı koşullarında, halk egemenliğinin her düzeydeki organları olacak olan “Hak meclisi” örgütleri, grupsal küçük politik şekillenmelere indirgenerek içeriğinden ve işlevinden koparılmıştır. Söz konusu yaklaşımda “meclisler”, örgütlenme ve mücadele organları olarak tarif edilmesine rağmen, bu durum, bu yaklaşımın “halk meclisi” anlayışını belirsizleştirici işlevini ortadan kaldırmamaktadır.

3. İHTİYAÇ OLAN İLE ONUN ARACINI DOĞRU BELİRLEME GEREKLİLİĞİ

Okurun rahatlıkla görebileceği üzere kimilerinin “halk iktidar organları” olarak gösterip bazı diğerlerinin de “katılımcı demokrasi”nin gerekleri içinde sayıp “mücadele ve örgütlenmenin geliştirilip yaygınlaştırılması için ihtiyaç” olarak gördüğü ve önerdiği “Halk meclisleri” ve “meclisleşme”, işçi sınıfı ve emekçilerin mücadele ve örgütlenme düzeyi, hareketin gereksinimleri ve mücadele biçimleriyle bağı, biçilen işlevleri ve ilişkilendirildikleri bağlamlarıyla bu örgüt biçimlerinin sovyet ya da “özyönetim organları”yla benzerlikleri bir yana “doğrudan demokrasi” organları olarak alınamayacaklarını da gösterir. Sovyetlerden ya da “özyönetim modeli” olarak gösterilen Yugoslav örneğinden[11] farklı olarak Türkiye’de kuruldukları ya da örgütlendikleri ileri sürülerek ‘mücadele ve örgütlenme organları’ işleviyle önerilen “Halk Meclisleri”, halkı oluşturan emekçi kitlelerinin sermaye ve burjuva devlet iktidarına karşı mücadele içinde, dolaysızca kendi mücadelelerinin ürünü olarak doğan, daha ileriye yürümek üzere gündeme getirdikleri biçimler olmak yerine, bizzat bu sol devrimci grup ya da partilerin kitlelerle ilişkilerini geliştirmek ya da “kitleleri örgütlemek” amaçlı olarak giriştikleri “oluşum”lardan ibarettirler. Onlara biçtikleri rol bir yana salt bu farklılık bile tek başına, bizde tartışmaya açılan ya da varlıkları ileri sürülerek geliştirilip yaygınlaştırılmaları önerilen “işyeri, mahalle, kadın ve gençlik meclisleri”nin hareketin ve mücadelenin gelişimi ve ihtiyaçlarıyla değil, gerçekte bu sol örgütlerin kendi gereksinmeleri çerçevesinde “gündemleştirilmek istendiğini” gösterir. “Yol” yazarlarının da eleştirdikleri KESK’teki durumun, KESK’i üye tabanının iradesi hiçe sayılarak ve kitlesel gücünün “çözülmesi”ne rağmen dayatılan “meclis”lerle yönetme anlayışıyla bağı bunun örneklerinden biridir.

Bu böyleyse ama, “halkın üretim ve yaşam alanlarında örgütlenmesi ve mücadelesi”nin ilerletilip yaygınlaştırılması ihtiyacıyla da gerekçelendirilerek gündeme getirilen “mahalle, işyeri meclisleri”nin, “halkın öz gücüne dayalı”, halkın çeşitli kesimlerince belirlenen temsilcilerden oluşan ve “halk idaresi”yle görevli “halk meclisleri”yle karıştıran görüş, ciddi ölçüde sorunlu demektir.

Halk iktidarı ve onun en yüksek organı olarak halk meclisi çünkü, kapitalist koşulların aşılması devrimci mücadelesiyle bağlı olarak yeni bir devlet iktidarının ve toplum düzeninin kurulmasıyla; sosyal kurtuluş mücadelesinin başarıyla ilerlemesi ve aynı anlama gelmek üzere burjuva devlet iktidarının yenilgiye uğratılmasıyla koşulludur. Sermaye egemenliği altında ve burjuva devlet iktidarının toplumsal yaşamın her alanına hakim olduğu koşullarda, “halk idaresi”nin gerçekleştiğinden, “halk iktidarı”nın aracı olarak “halk meclisleri”nin kurulabilir olduğundan söz etmek sorunu karmaşıklaştırmaktan ve bilinç çarpıklığına yol açmaktan başka bir şeye yaramaz. Bu gibi koşullarda olsa olsa işçi sınıfı başta olmak üzere kent-kır yoksulları ve emekçilerinin tekelci sermaye başta olmak üzere burjuvazi ve emperyalist gericiliğe karşı mücadelesini geliştirip yaygınlaştırmak için, yaşam ve çalışma alanlarında, içinde bulunulan koşulları ve emekçilerin durumunu; emekçi hareketinin ve mücadelenin düzeyini gözeten çeşitli örgüt biçimlerine; kadın-erkek, genç yaşlı emekçilerin bir araya daha fazla gelmesine yardımcı olan, esnek ya da daha disiplinli örgütler oluşturmalarını teşvik eden platform, oluşum, komite, birliklerden söz edilebilir. Burjuvazinin merkezi ve yerel düzeyde sınıf hakimiyetini sürdürdüğü koşullarda çünkü, yukarıda sözü edilen sol çevrelerin ileri sürdükleri türden meclislerde bir araya gelecek olanların alacakları kararlar ve yapılmasını istedikleri düzenlemeler ancak çok kısmi olarak uygulama olanağı bulabilir.

Yol” yazarlarının sözünü ettikleri “mahalle, işyeri, sendika” olan “meclisleri”, “Halkın seçtiği temsilcilerden oluşan ve halkın en geniş katılımıyla belirlenerek kararlaştırılan istemleri” pratiğe geçirme güç ve olanağından yoksun olup, “halkın temsili ve onayı”nı azımsayan, onun “egemenliği ve iktidarı”na bağlanmayan; demokratik hak ve özgürlüklerin burjuvazinin tasallutundan kurtarılması açısından yalnızca muhalif bir güç olarak ve gücü ölçüsünde işlev görmeden öteye gidemeyecek “devrimci grup örgütleri”dirler. Bu “meclisleşmeler”in yönetim yetkisini ele alma, diyelim bir bölgede olsun burjuva devlet kontrol, denetim ve erki olmaksızın bir tür iktidar ve egemenlik kurumu olma işlev ve olanağı yoktur. Farklı bir gelişme ancak ikili iktidar koşullarında ya da burjuva devletinin devrimci tarzda yıkılarak yerine proletarya ve kent-kır emekçilerinin iktidarının kurulması durumunda mümkün olabilir.

Halk demokrasisinin organları olarak halk meclisleri” oysa, yığınları burjuva siyasetine yedekleme entrikalarından farklı olarak emekçilerin kendi temsilcileri aracıyla kendi yönetimlerini oluşturma ve her düzeydeki görevli temsilcilerini gerekli gördüklerinde görevden geri çekme hakkına sahip organlardır. Bunun en tipik örneklerinden biri 1905 Rus burjuva devrimi döneminde mücadele ve örgütlenme sürecinde ve ayaklanma organları olarak doğan “işçi ve asker temsilcileri sovyetleri”nin Ekim sosyalist devrimiyle kurulan yeni sosyalist devletin kitlelerle ilişkili en geniş devrimci örgütlenme biçimleri ve işçi-köylü kitlelerinin dolaysızca temsili ve iktidarı kullanma organları olarak, proletarya ve kent-kır emekçilerinin doğrudan demokrasisini hayata geçirmeleridir. Sovyetler, eski bürokratik burjuva aygıtının devrimci tarzda yıkılarak bütün yönetim yetkilerinin işçilere ve köylülerin iradesine göre belirlemeye girişilen bu yeni devrimci dönem ve devlet yapısında, en demokratik cumhuriyet olma iddiasındaki burjuva devletlerinin asla ve asla sahip olamayacağı ve erişemeyeceği gerçekten demokratik bir sistem kurulmuş ve sosyalizmin inşasına girişilerek sömürünün ve sınıfların ortadan kalkacağı bir yeni toplum yaşamına geçiş için çalışılmıştır.

4. SONUÇ YERİNE BAZI VURGULAR

Yukarıda gördük ki, “Halk meclisleri” ya da “meclisi” sorunu, birincisi “mahalle-semt halk meclisleri”yle birlikte “yönetme” iddiasıyla bağlı belediyecilik anlayışı çerçevesinde; ikincisi ise, mücadele ve örgütlenmenin ihtiyaçlarıyla bağlantılandırılarak bütün çalışma ve yaşam alanlarında hareketin ve mücadelenin gereksinmelerini karşılamak üzere gerçekleştirilecek “meclisleşme” anlayışının ürünü olmak üzere başlıca iki gerekçeyle bağlantılı olarak gündeme getirilmekte ve tartışılmaktadır. Her iki durumda da iddia daha demokratik bir yönetim ve örgütlenmedir! Konuyu yukarıda iki boyutuyla da irdelemeye çalıştık. Ancak bir sonuç da çıkarmak üzere belirli bazı vurgulara yine de ihtiyaç var. Şöyle ki; 

a) İlkiyle ilgili olarak herhangi belediye yönetiminin il, ilçe, mahalle-semt gibi alanlarda yürüteceği işleri, resmi yöneticilerin haricindeki halktan insanların katılımıyla oluşacak, adı meclis ya da başka olsun, çeşitli diğer oluşumları oluşturanların düşünce ve önerilerini alarak ve onların denetimine açık durarak yapması, mevcut bürokratik işleyiş tarzıyla kıyaslandığında, olumlu bir işlev görebilir. Ancak bunun için bu tür “meclis” ya da platformların her şeyden önce göstermelik şekilde (AKP’nin Bağcılar Belediye yönetiminin yaptığı türden) “öneri alma-dinleme ve teşekkür” durumunu aşacak bir yaptırım gücüne sahip olacak bir yapılanmaya sahip olması gerekir. Düzen partilerinin yerel yönetimlerinin böylesine karar ve uygulama ve hesap vermeye açık bir “işleyiş”i benimsemeleri beklenemez.

Burjuva düzen partilerinin, ilerici devrimci politika kapsamında söz edilen ve gündeme gelme olasılığı ya da gerekliliği üzerine tartışılan kadın, gençlik ve mahalle meclisleri üzerine demagojik söylem ve ikiyüzlü girişimlerinin gerisindeki‚ ‘örtülü gerçek’; onların aynı doğrultudaymış gibi görünen girişimleri, burjuvazinin geniş halk kitleleri üzerindeki etkisini pekiştirme ve emekçilerin sermaye karşıtı arayış ve girişimlerinin önünü kesme hedefiyle bağlıdır ve halkın tüm yaşam ve çalışma alanlarında alınan kararlarda söz sahibi olmakla kalmayıp bu kararların uygulanmasını denetleme ve yapmayanları görevden alma hak ve inisiyatifini dışlar. Bu düzen partilerinin karikatürleştirilmiş biçimiyle ve halkın aldatılarak yedeklenmesi politikasını daha kolay uygulamaya geçirmek üzere kurdukları ya da kuracaklarını ilan ettikleri “mahalle, gençlik ve kadın meclisleri”nin halk meclisleri olma özelliği taşımadığı kendiliğinden anlaşılır olmalıdır. AKP, CHP ve Vatan Partisi isimli kontra teşkilatın ya da “platform” adıyla oluşturulan ve devletin “sivil yurttaşlar içindeki uzantısı” rolünü üstlenerek işçi sınıfı ve halkın çeşitli diğer kesimlerinin mücadelesine karşı silahlı-silahsız saldırı gücü olarak hareket edecek olan kuruluşlar, içinde halktan insanların da olduğu “meclisler”, halkın talep ve kararlarının değil burjuvazi ve çıkarlarının temsilini ifade ederler.

Farklı bir “yönetim anlayışı” ve “işleyiş” ancak “Halkçı Belediyecilik” olarak da ifade edilmekle kalmayan demokratik yönetimlerin, merkezi burjuva devlet iktidarı ve aktüel durumdan hareketle söylenirse Erdoğan yönetimindeki saray iktidarının baskı ve engellemelerini aşacak bir kararlılık göstermeleriyle mümkün olabilir ki, bu da sınıf güç ilişkilerinden ve emekçi mücadelesinin düzeyinden bağımsız olarak belirlenemez. Sömürülen ve ezilen emekçi kitlelere karşı gerçekten sorumluluk duyan belediye yönetimlerinin kadınlar, gençler ve çocuklara yönelik kültürel aktiviteler için parasız yer göstermeleri, sağlık merkezleri, okuma odaları açmaları mümkündür. Yönetimi altında olan alanlarda elde edilen gelirlerin yerel hizmetlerin (su, ulaşım hizmetleri vb.) ucuza yerine getirilmesi doğrultusunda kullanılması da hakeza mümkündür. Belediyelerde çalışan emekçilerin ücret, izin, toplusözleşme ve grev-gösteri haklarının tanınması, “demokratik belediyecilik” iddiasının önemli bir gereğidir. Buna, gelir-giderlerin halkın bilgisine açılması, belediye meclisi toplantılarının açık yayımlanması şeklinde bazı belediye yönetimlerince başlatılan “halka açık olma” tutumu eklenebilir.

b) İkinci olarak, “Yol” yazarlarınca, işçi sınıfı ve emekçilerin mücadelesinin geliştirilmesini öngören siyasal ve sendikal daha güçlü ve kitlelerle birleşmede ileri adımlar atabilecek örgütlenme ihtiyacına vurguyla önerilen “meclis”(leşme)ler, proleter ve emekçi kitlelerinin sermaye karşısında bağımsız örgütlenmesi gerekliliğiyle bağlı görünmekle birlikte, önerilen biçim ve yükümlü kılındıkları işlevle, devrimci politik örgütle sendikal kitle örgütleri ayrımı dahil olmak üzere örgüt ve örgütlenme biçimlerini muğlaklaştırıp belirsizleştirmekte; burjuvazinin her türden saldırısını boşa çıkaracak sağlamlıktaki örgüt gerekliliği anlayışını, esnek yaygınlaşma adına liberalize etmektedir.

Tarihsel deneyim ve sınıf mücadelesi pratiği, kitlelerin “kendiliğinden örgütleri”yle sınıf bilincine varmış işçi ve emekçilerin devrimci örgütleri arasındaki nitel ve nicel farklılıkların önemsiz sayılamayacağını ve fakat bunlar arası ilişkilerin güçlü ve kalıcı olmasının da mücadelenin başarısı için hayati öneme sahip olduğunu gösterir. Günümüz Türkiye’sinde bu iki tür örgütlenme ve örgüt biçimi açısından da aşılması şart olan ciddi zayıflıklar, dağınıklık, güçsüzlük, gevşeklik vardır. Ancak bunun için mücadele ederken, parti örgütü-kitle örgütü ayrımını ve onların arasındaki olmaz ise olmaz ilişkiyi göz önünde tutmak yaşamsal önemdedir. Kitle örgütlerinin dayatılacak yeni biçimlere değil mücadeleci bir hatta güçlenmeye; güçlü hale getirilmeye, sermaye işbirlikçilerinin etkisini boşa çıkaracak bir çizgide üye tabanının ve henüz üye olmayan milyonlarca işçi ve emekçinin birleştikleri merkezler olmaya ihtiyacı var. Devrimci bir parti ve örgütün ise, büyük fabrika ve işyerleri ve emekçi semtleri başta olmak üzere yığınların bulundukları her alanda bir ağ şeklinde örgütlenmiş güçlü, azimli ve kararlı örgütler oluşturarak ilerlemeye.


[1]Devrimci Güç Birliği’nin Ovacık Belediyesi eş başkan adayları” (EMEP ve HDP adayları), kendileriyle yapılan bir röportajda, “Ovacık Belediyesi’ni halk meclisleri üzerinden, halkı belediye çalışmalarının tamamına dahil ederek yöneteceğiz” dedi. Bkz. https://www.evrensel.net/haber/373529/ovaciki-halk-meclisleri-uzerinden-yonetecegiz-2

[2] https://www.yenisafak.com/gundem/ak-partiden-halk-meclisi-talimati-3468882

[3] http://www.baskentplatformu.com/guncel/yerel-yonetimler-halk-meclisi-platformu/

[4] https://www.yenicaggazetesi.com.tr/hdp-ile-ayni-vaat-halk-meclisleri-ile-yonetecegiz-223091h.htm

[5] Menemen Belediye Başkanı Serdar Aksoy, “halkçı belediyecilik” anlayışı doğrultusunda, “Menemen Halk Meclisi”nin kurulduğunu; “halka her şeyi anlatıp birlikte yürüyeceklerini, Terzi Fikri’yi rol model olarak aldıklarını” açıklayarak kadın ve gençlik dayanışma merkezleri açılacağını, “Menemen Belediyesine ait olan mallar”ın artık belediyenin elinde olduğunu; gelirlerini artıracaklarını ve yatırımlara yöneleceklerini açıkladı. (https://www.birgun.net/haber-detay/menemende-halk-meclisi-kuruldu-terzi-fikriyi-rol-model-aldi.html)

[6] AKP’nin halk kitlelerini aldatma ve yedekleme politikasıyla bağlı olarak kurduğunu ileri sürdüğü “halk meclisi” örneklerinden biri olarak İstanbul Bağcılar Güneşli Mahallesi’nde düzenlenen Halk Meclisi Toplantısı’nın yandaş basındaki haberine göre, “ilçede görev yapan yöneticiler ile vatandaşlar bir araya” gelmiş ve “Toplantıda söz alan mahalle sakinleri hizmetlerden dolayı ilçenin yöneticilerini teşekkür yağmuruna tut”muşlar; toplantıda vatandaşlar yalnızca, “gece yarısı motosikletlerin çıkardığı egzoz sesinden ve BEDAŞ’ın çalışmalarından dolayı kaldırımların bozukluğundan şikayetçi olmuş” ve “Söz alan mahalle sakinlerinin çoğunluğu hizmetlerden dolayı teşekkür konuşması” yapmışlardır. Bunun üzerine söz alan ilçe kaymakamı da, “Halk Meclisi toplantılarına katıldığımdan beri olumlu gelişmeler görüyorum. Demek ki bu toplantılar amacına ulaşıyor. Devlet ve yerel yönetim el ele verip varsa sorunların üstesinden gelecektir. Gördüğüm kadarıyla egzoz gürültüsü ve trafik yoğunluğu dışında pek sıkıntı yok. En büyük sıkıntımız bu olsun. Bunlar çözülmeyecek sorunlar değil” şeklinde konuşmuştur. Belediye Başkanı Lokman Çağırıcı ise, okullara halı sahaları, kapalı spor alanları yapacaklarını, Aile Sağlığı Merkezi kurulacağını söylemiş ve “Kentsel dönüşüm” bölgelerinde “dönüşümü devam ettirme”den sözetmiş; “bunun bir duyarlılık, bir sorumluluk” olduğunu söylemiştir! AKP’li Bağcılar İlçe Başkanı İsmet Öztürk’ün ifadesiyle “Bağcılar’ın güzel geleneği olan halk meclisi” Güneşli Mahallesi’nde böylece icra edilmiş; halkın “şikâyet, öneri ve tebrikleri” alınmış ve katılımcılara teşekkür edilmiştir! Bkz. http://www.bagcilar.bel.tr/icerik/472/17644/halk-meclisi-gunesli-mahallesinde-toplandi.aspx, 20.10.2017

[7] Bağımsızlık, Devrim ve Sosyalizm Mücadelesinde Yol, Sayı: 4, Mayıs 2019, sf. 7

[8] Agy, sf. 9

[9] Agy, sf. 10

[10] Agy, sf. 45-47.

[11] Bu uygulama ya da modelin günümüzde aktüelleştirilmek istenen “Halk Meclisleri” ya da mahalle-işyeri; kadın-gençlik meclislerinden diğer en önemli farkı, faşizme ve işgale karşı ulusal-sosyal kurtuluş mücadelesinin başarısıyla bağlı ve bir devrim sürecinin ürünü olarak doğmalarıydı. Mücadelenin zaferle sonuçlanmasına bağlı olarak “toprağın köylülere”, “fabrikaların işçilere” verilmesi girişimleri bu tür bir modelin şekillenmesinde etken olmuştur. Yugoslav “özyönetim” modelinde ortaya çıkan, ileri sürüldüğü gibi, kapitalist sömürünün tasfiyesine yönelik işçi inisiyatifi ve dolaysız yönetimini gerçekleştirme değil, birbirleriyle rekabet içinde kendi işletmelerinin iktisadi ve diğer yönetimlerini ele alan işçi guruplarının daha iyi yaşam ve gelir güdüsü ve hedefiyle ve kendi dışlarındaki işçi-işsiz ve diğer emekçi kesimlerinin gereksinimleri ve yaşam koşullarını önemsemeksizin geliştirdikleri kapitalist işletme tipi oluşumlar olarak şekillenmişler ve sonuçta da kâr amaçlı işletme mantığıyla uluslararası kapitalist sermaye ilişkilerine bağlanmaktan kurtulamamışlardır. “Özyönetim” işletmeleri, kapitalist üretim koşullarında olduğuna benzer biçimde işçi ve emekçiler arasında bölünmeleri sistematik hale getirmiş; milliyet ve cinsiyet ayrımını körüklemiş, özel mülkiyet duygu ve pratiğine güç katmıştır. Üretim araçlarının kolektif mülkiyeti ve kolektif üretim bu model ve uygulamada küçük grup mülkiyetine ve rekabetine dönüştürülmüş; pazar ilişkileri içinde kâr-zarar hesaplarıyla uğraşmak durumunda kalan işçiler, kendi alanları dışındaki toplumsal yaşama ve sömürünün tasfiyesi hedefine yabancılaşarak şirket sahipliği anlayışıyla hareket etmişlerdir. “İş kolektifinin üyeleri” olan işçiler, kurulları aracıyla sanayi ve tarım işletmelerini yönettiler, bunun için düzenledikleri toplantılarda bir araya geldiler, işyeri organizasyonunda görev aldılar, ürün miktarını, fiyatlarını, reklam edilmesini, iş koşulları ve işçi ücretlerine dair kararlar aldılar vb. Ama, onlar için belli başlı iş ve kaygılardan en önemlisi, “şirket kârının nasıl bir yatırımda kullanılacağı ve özel gelir olarak kaç para dağıtılacağı”ydı. İşçi kurulları bir yönetici “heyet” ve bir sorumlu müdürle çalışırlardı. “İşçi kurulları”nın yetkili olduğu bu tip “özyönetim” işletmeciliğinin başlıca özelliği, piyasa kurallarıyla bağlı olmasıydı. İşletme karının işçi kurullarınca paylaşılması bu işletmelerin kapitalist kâr mantığıyla çalıştığının göstergesiydi. “Yugoslav Komünistler Birliği”nin gösterdiği adayın “işçi kurulları”nca reddi mümkündü ve bu dolaysız demokrasinin göstergesi olarak görülürdü. Bu anlayış ve “özyönetim”ci işçi kurullarının merkezi iktidarın yetkilerine karşı geliştirdikleri retçi tutum süreç içinde birbirleriyle rekabet eden ve kârlarına bağlı olarak eşitsizlikleri artan ve arttıran özel kapitalist şirketler olarak şekillenmelerinin etkenlerinden biri oldu.