Ender Şiar Argın

Teori ve Eylem’in 31. sayısında Adorno ve Horkheimer bağlamında Eleştirel Teori’nin tarihsel gelişimine, ortaya çıktığı koşullara ve günümüz sosyal bilim teorileri ve düşünce dünyası açısından nerede durduğuna dair bir inceleme yapmıştık. Bu yazıda ise, Eleştirel Teori’nin genel bir okumasından uzaklaşıp, özel olarak kültür eleştirisine ve Theodor Adorno’nun Frankfurt Okulu’nun en popüler teorisyeni olmasına vesile olan ‘kültür endüstrisi’ kavramı etrafında şekillenen kültür kuramını inceleyeceğiz.

İlk olarak Adorno’nun kavramsallaştırması açıklanmaya ve kapitalist toplum incelemesi belli yönleriyle özetlenmeye çalışılacak, ardından Marx’ın ekonomi-politik eleştirisinin temel kavramlarından yabancılaşma ve meta fetişizmi kavramları etrafında toplum ve tarih incelemesine dair kimi vurgular öne çıkarılacak. Modernizm-Aydınlanma yorumları bakımından Marksizm-Frankfurt Okulu kültür kavramı tartışmaları etrafında bir tartışma da yürütülecek. Sonunda varacağımız noktada Adorno’nun kültür eleştirisinin kimi boşlukları ve yanılgıları vurgulanacak, teorisyenin Amerika’da geçirdiği sürenin ve izlenimlerinin kültür kuramını önemli oranda şekillendirmesinin sonuçları ve post-modern toplum ve dünya okumaları açısından temel referanslardan biri haline gelişinin özellikleri incelenecek.

Adorno ve Horkheimer’ın birlikte kaleme aldıkları ve Frankfurt Okulu’nun kapitalist toplum ve ideoloji eleştirisinin temel eseri olan Aydınlanmanın Diyalektiği isimli kitaba dair önceki yazıda birkaç değini yapmıştık. Aynı kitapta yer alan “Kültür Endüstrisi: Kitlelerin Aldatılışı Olarak Aydınlanma[1] isimli makale, kültür endüstrisi kavramının en açık ve derli toplu ifade edildiği metindir. Horkheimer’ın da kültür endüstrisi kavramının geliştirilmesinde önemli katkıları olduğunu, ancak hem kolaylaştırıcı olması açısından hem de kültür endüstrisi kavramının birincil olarak Adorno ile anılmasından ötürü, yazı boyunca Adorno’nun isminin öne çıkarılacağını belirtelim.

ŞEYLEŞMİŞ İLİŞKİLER VE TOTALİTE

Adorno’nun toplum eleştirisinin önemli özelliklerinden birinin ‘birey’ soyutlamasını içermesi olduğunu (Marx’ta da birey soyutlaması ekonomi-politik eleştiri temelinde kullanılır, aradaki fark daha sonra açıklanacak) belirtmenin, Adorno’yu anlamak açısından işimizi kolaylaştıracağını söyleyelim. Birçok düşünür gibi Adorno’nun da başlıca uğraşı bireyin mutluluğu ve özgürlüğünün mümkün olduğu sosyal koşullar hakkında fikir yürütmektir. Adorno’da toplum, tek tek bireylerin oluşturduğu ve şekillendirdiği bir ilişki biçimidir ve bu ilişkiler toplamda ‘belirli’ ve ‘yekpare’ bir ilişki biçimine tekabül eder. Lukacs’ın nesneleşme/nesnelleştirme ve Marx’ın meta fetişizmi kavramları Adorno’nun kültür kuramının esas dayanaklarını oluşturur. Kapitalist üretim ilişkilerinde insan emeğinin, üretilen bir metaya aktarılma sürecinde meydana gelen nesneleşme süreci yani emeğin bir nesnede içerilmesi kapitalist üretimin ayırt edici özelliğidir. Burada, Adorno’nun toplum incelemesinin hareket noktası nesneleşmeyi ortaya çıkaran nesneler, yani metaların dünyasıdır. Adorno’ya göre tüketim nesnelerinin gelişmesiyle birlikte birey, toplum içinde bütünüyle nesneye bağımlı, ‘şeyleşmiş’ bir varoluş deneyimler. Buradaki ilişkilerin temeli bireylerin değil, nesnelerin değişimidir. Bireyler, bu ilişkilerle nesnelerin birer parçası haline gelir ve belirleyici olma hakkını kaybederler, artık bireylerin söz hakkı yoktur. Bu ilişkisellik ve bütünlük Adorno’nun kapitalist toplum okumasında özgün bir form olarak ‘totalite’yi meydana getirir. Toplumun özgül biçimi olarak totalite, bu andan itibaren kendisini topluma ve bireylere dayatır.[2] Bireylerin kendi iradeleri ve istekleriyle ‘var olma’ ihtimalini ortadan kaldırarak olumsuz bir evrensel ilişki ağı meydana getirir. Bireyler böylelikle kullandıkları nesnelerin esiri haline gelirler, bu ilişki ağı içerisinde hem nesnelere bağımlı, hem de emek-güçlerini sattıkları sermaye sınıfına (öznelere) bağımlıdır. Bu durum bireylerin kendi varlığının öz-bilincini yitirmesine, kendi kontrol mekanizmasını kaybetmesine yani ‘otonomi’sini yitirmesine neden olur.[3]

Totalite, böylece kapitalist toplumdaki bireylerin bilincine ‘şeyleşmiş bilinç’ olarak yansır. Böylece akıl nesnel kullanımını yitirir ve başka nesne ve öznelere bağımlı olarak varlığını sürdürebilir.[4] Bu durum da aklın ‘araçsallaşmasına’, bireylerin araçsal akıl ile yönlendirilmesine ve toplamda yekpare bir ‘yönlendirilmiş toplum’ oluşmasına neden olur. Şeyleşmiş ilişkilerin bireylerin zihnine yansıması olarak araçsal akıl, aklın bağımsız kullanılma şansını yitirmesine ve topluma egemen olmasına neden olur. Çünkü birey artık özerkliğini yitirmiş, gerçekliği özgür bir birey olarak nesnel haliyle kavramaktan uzaklaşmıştır.

Bu sürecin devam etmesi, kapitalist ‘tüketim ilişkilerinin’ bütün topluma yayılması için kapitalistlerin şeyleşmiş ilişkileri ve şeyleşmiş bilinci her gün yeniden üretecek araçlara ihtiyacı vardır. Bunun için kullanılan düşünce ya da ideoloji işçileri, sürekli olarak modern toplumun kendisinin sebep olduğu totalitenin bireylere baskı kurmasına yardımcı olur.[5]Onların kitle toplumu, müşterilere sunacağı bayağılığı üretmeden önce müşterilerin kendisini üretmiştir.[6] Bu ilişkiler kapitalist rasyonalizasyon süreciyle her an yeniden üretilir. Rasyonalizasyon, bireylerin şeyleşmiş ilişkilerden olası kaçışlarına karşı düşüncelere ve onlara bağlı olarak eylemlere yeniden yön veren müdahaledir. Bireylerin yönlendirilmiş bilinçlerinde rasyonel olarak şeyleşmiş ilişkileri ve araçsal aklı korumak, totalitenin temel görevidir. “Sürece katılmayan, insani akıntıya boylu boyunca dalmayan kişiyi kolektifin öcü bekler; tıpkı totaliter bir partiye katılmakta geciken ve treni kaçırdığı için de hep misilleme korkusuyla yaşamak zorunda olan kişi gibi.[7]

Rasyonalizasyon, bireylerin zihinlerine ihtiyaçmış gibi yansıyan sahte ihtiyaçlarla tüketim kültürünü ve şeyleşmiş ilişkileri kontrol eder. Sahte ihtiyaçlar üretildikçe, birey tüketim metalarının dolaysız dolaşımı içerisinde sınırsız bir özgürlüğe sahipmiş gibi hisseder.[8]

BİR TESELLİ: KÜLTÜR ENDÜSTRİSİ

Aydınlanma ve modern toplum, bireylere verdiği vaatlerin birçoğunu yerine getirememiştir. Aydınlanma insanlara yeni özgürlükler değil, yeni sınırlar getirmiştir ve ‘kendi kendini yıkıma’ uğratmıştır.[9] Bu felaketlerin kaynağı ise başka yerde aranmamalıdır, aydınlanmanın kendi içsel dinamikleri ve gelişim süreci insanlığa felaket getirmiştir. Tam da burada kültür endüstrisi, kapitalizmin bütün yıkım ve felaketlerine rağmen bireylere ve topluma önerdiği teselli aracıdır.[10]

Kültür endüstrisi veya endüstriyel kültür, kültürel unsurların meta formunda, satılmak üzere üretilen ve aşağıda açıklayacağımız üzere ‘rasyonalizasyona dayalı bir kültür inşasını’ ifade eder. Adorno’ya göre kültür endüstrisi, radyo, sinema, televizyon, müzik gibi birçok alanı etkisi altına alarak her türden kültürel unsurun metalaştırıldığı dev bir üretim alanıdır. Bu üretim alanını, endüstrinin herhangi bir sektöründen ayırmak mümkün değildir ve diğer ekonomik sektörler gibi kültür endüstrisi de büyük bir sermaye birikimini ifade eder.[11] Kültür endüstrisi, tıpkı bir gıda endüstrisi gibi işler ve tüketicileri için çeşitli nesneler (kültür metaları) üretir. Tıpkı gıda endüstrisinin enerji endüstrisiyle olan bağımlılığı gibi kültür endüstrisi de diğer sektörlerle oldukça bağımlı olarak hareket eder. Örneğin bir müzik albümü yapmak, önemli oranda piyasanın çeşitli şirketleriyle anlaşmaları zorunlu kılar. Bir sanat galerisinin açılması işi banka kredilerine, çeşitli kurumsal fonlara bağımlı hale gelmiştir. Herhangi bir meta üretiminin olduğu sektörden farksız olarak üretilen kültür metaları, bir otomobilin galeriye yerleştirilmesi gibi tüketicinin ulaşabileceği mekanlara gönderilir. Tüketici olarak kültürel ürünlerle ilişkiye giren bireyler, kendilerini bir yandan ekonomik bir ilişki diğer yandan da kültürel bir ilişki alanında bulur. Toplumsal açıdan da kültürün içerisinde belirli bir yer işgal ederler.

Kültür endüstrisi eşitlikçi tüketim formlarıyla eşitliğin olmadığı kapitalist toplumda bir ‘yanılsama’ yaratır. Kültür metaları, burjuvaziye hitap ettiği kadar, emekçi sınıflardan bireylere de hitap eder. Tüketimin değerleri ve özellikleri, bütün toplum sınıfları tarafından kabul görür. Kültür endüstrisi, sınıfsal farklılıkları görünmez kılar; kentin varoşlarında yaşayanlar da zengin bölgelerinde yaşayanlar da aynı kitle iletişim araçlarına ve kütürel ürünlerin reklamlarına maruz kalırlar. Kültürel ürünlerin, özellikle İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra üretimi yaygınlaşmış, meta formunda kültür üretimi bütün dünyaya egemen olmuştur. Kültür metalarının bu ticareti, kapitalizmin hem ekonomik hem de ideolojik olarak yeniden üretiminin temel dayanağı haline gelir.

MANİPÜLASYON VE ÇIKMAZ SOKAK

İnsanların nesnel, hakiki çıkarlarının ve ihtiyaçlarının tüketim ilişkileri içerisinde görünmez kılınması, rasyonalizasyonun ve kültür endüstrisinin sahte ihtiyaçlarının en önemli manipülasyonudur. Kültür endüstrisinin üretimi, bireyleri büyük bir kuşatma altına alır, bireyler artık hayat tarzları ve tüketim alışkanlıklarıyla tanımlanır ve tüketimin teşvik edilmesi sermaye birikimini hızlandırır. Bununla birlikte zevklerin tüketime göre belirlendiği bu endüstri içinde, insanların tükettiği sadece ürünler ve yaşam tarzları değil, aynı zamanda kapitalist ideolojinin yeniden-üretim araçlarıdır. Gerçekten de hem manipülasyonun hem de geçmişteki ve gelecekteki gereksinimlerin yarattığı döngü içinde sistemin birliği giderek pekişir.[12]

Sınıfsal çıkarlara ve ihtiyaçlara dayanan toplumsal grupların ve kurumların bulunma şansının ortadan kalktığı kültür endüstrisi toplumunda, bireyler yoğunlaşan tüketim alışkanlıkları içerisinde kendi emeklerinin ve etkinliklerinin ürünü olan nesneleri insan kontrolünün dışında ve iradelerinden bağımsız özerk ve büyüyen güçler olarak görürler. Kültürün bu yönde artan metalaşma süreci, bireylere herhangi bir ekonomik ve toplumsal düzeni (örneğin faşizm) kabul ettirir; çünkü bireylerin buna karşı çıkabilme ve alternatif yaratma gücü ellerinden alınmıştır. Radyo yayınları gibi kültürel yayınlar ise Führer’in evrensel çenesine dönüşür.[13]

Kültür endüstrisi toplumu, yeni olana ya da değişene herhangi bir şekilde ortaya çıkma şansı bırakmayan, sürekli ve mekanik biçimde kültür metalarının yeniden üretildiği bir toplumu ifade eder.

KÜLTÜR ENDÜSTRİSİNİN SIRRI: YOKSULLUĞUN ÖVGÜSÜ

Adorno’ya göre kültür endüstrisinin en önemli yasası, onun çelişkili ama özdeş bir yapı olmasıdır. Kültürel ürünler bir yandan kapitalist toplumun bireyleri için gündelik sorunlardan, yaşam koşullarından kaçışı, onlardan bir an olsun uzaklaşmayı ifade eder, bir yandan da bu yoksulluğun ve mülksüzleşmenin sürdürülmesini vurgulayarak bu durumu bireylere kabul ettirir. Kültür endüstrisinin en önemli yasası: İnsanların hiçbir şekilde arzuladıkları şeylere kavuşmamalarını ve bu yoksunluk içinde gülerek doyuma ulaşmalarını sağlamaktır. Toplum tarafından dayatılan sürekli yoksunluk, kültür endüstrisinin her gösterisinde, yanlış anlamaya meydan vermeyecek biçimde kurbanlarına bir daha dayatılıp izlettiriliyor. İzleyicilere bir şey sunmak ve sunulan şeyi onlardan esirgemek aynı şey.[14]

Kültür endüstrisinin gündelik yaşamın problemlerinden kaçışı simgeleyen ürünleri, bütün kültürel alanlara hakim olur. Örneğin;“Eğlence, geç kapitalizm koşullarında çalışmanın uzantısıdır. Mekanikleştirilmiş emek süreciyle yeniden baş edebilmek için ondan kaçmak isteyen kimselerin aradığı bir şeydir.[15] Ancak bu kaçış bir sürekliliği ifade etmez, birey kültürel ürünün tüketimini tamamladığı anda gündelik yaşamın sıkıcılığına ve yıkıcılığına geri döner. Kültürel ürünler böylelikle bireylerde bir dengeyi korur, bir gün talihin kendilerine döneceğini vaat eder ve bireylere yaşamlarının bu talihli anını bekleyerek geçirmelerini tavsiye eder.[16] Örneğin bir televizyon dizisi, emekçi ailelerin çocuklarına, bir gün karşılarına çıkacak zengin ve anlayışlı patronu beklemelerini önerir. Keza televizyon dizisinin bütün senaryosu, bu talihli anın gençlere vurması ve zengin kadın-yoksul erkek (veya tam tersi) ikilisinin refah içerisinde, mutlu ancak macera dolu bir yaşam sürdürmesi üzerine kurulur. Böylelikle hayattan çok beklentisi olmayan milyonlarca gence, bir gün mutlu olmayı vaat eder, bu vaadini ifade ederken de gündelik yaşamın mutsuzluğu içerisinde dizi saatleri boyunca bu hikayeyi takip ettirir. Adorno’ya göre, gerçek yaşam, bu türden çıkış noktalarını ve talihli anları beklemekle geçirilen mutlu bir yaşam gibi sunulur. Kültür endüstrisi durmaksızın vaat ettiği şeylerle tüketicisini durmaksızın aldatır.[17] Bireylerin zihni, böylelikle kültür endüstrisi tarafından her gün yeniden işgal edilir. Kültürel ürünler bireylerin ilgi alanlarını ve yeteneklerini geliştirebilecekleri kültürel alanları değil, kapitalist rasyonalizasyonu ifade eder.

HESAPLANABİLİR TOPLUM

Adorno, kültür endüstrisi toplumunun hem dev bir kültür işçileri ordusuna, hem de mikro düzeyde hesaplamalara dayandığını iddia eder. Öyle ki kültürel ürünün, alanına göre ortalama ne kadar tüketileceği, kaç kişinin bu kültür metalarıyla ilişkiye geçeceği çoktan hesaplanmış olarak piyasaya sürülür.[18] Tüketiciler, araştırma kuruluşları tarafından çizilen ve propaganda amacıyla kullanılanlardan ayırt edilemeyen haritalarda kırmızı, yeşil ve mavi alanlarla değişik gelir gruplarına göre ayrılarak birer istatistik malzemesine dönüşür.[19]

Aynı zamanda kültürel ürünler de bu hesaplamalara benzer hesaplamalarla tasarlanır. Örneğin bir romanın nasıl biteceği, müzikte hangi melodilerin devam edeceği tüketiciler tarafından bilinmesine rağmen satın alınır. Çünkü tüketicilerin arzuları ve beğenileri zaten bu hesaplamalara göre yönlendirilir. “Her filmin başından nasıl biteceği, kimin öldürülüp kimin cezalandırılacağı ya da unutulacağı anlaşılır; bundan başka, hafif müzikte, kulağı alıştırılmış dinleyici, şarkının daha ilk ölçülerini duyar duymaz devamını kolayca kestirir, tahmini doğru çıktığında sevinir.”[20] Kültür endüstrisinin en önemli gücü, bireylerde yaratmış olduğu gereksinimlerle kültür ürünleri arasındaki birliğe dayanır. Burada önemli olan kültürel ürünlerin entelektüel açıdan içeriği değil, bireylerin gereksinimlerini karşılamaları ve onlar üzerindeki etkisidir. Çünkü eşitlik ilkesi gereği, kültürel ürünlerin herkes tarafından kolayca ulaşılabilir olması gerekir. Böylelikle bir sanat eseri bile, kolayca üretilen ve hemen tüketici tarafından satın alınan basit bir kültürel ürün haline gelir. Müzik, film vb. gibi sanat da tüketim tercihlerine uygun hale getirilerek üretilir. Herkes için uygun bir şey öngörülür ve böylece bu işlemlerden kimse kaçamaz.[21] 

Kültürel ürünler ile bireylerin karşılaştığı alanlar ve bu ilişki biçimi de kültür endüstrisi tarafından kontrol edilmek zorundadır. Bireyler, çalışma zamanlarının dışında kalan zamanda, yani boş zamanlarında kültür endüstrisinin ürünleriyle karşılaşır. Bu karşılaşma kültürel ürünlerin tüketimiyle sonuçlanmak zorundadır. Çünkü toplumsal ilişkilerin ve totalitenin devasa hegemonyası, bireylere direnme şansı bırakmaz ve bütün çıkış yollarını kapatır. Bireyler en ufak bir direnç gösterme girişiminde bulunduğu anda bütün kültür endüstrisi failleri (kadın derneklerinden, yapımcılara) tetikte bekler.[22] Tüketiciye bir an olsun direnişin mümkün olduğunu sezdirmeme ve kültür endüstrisinden kaçışın mümkün olduğunu hissettirmemek kültür endüstrisinin en önemli görevidir.[23] Kültür endüstrisi yönetici aygıtlarda da bir birlik durumunu gerektirir. Adorno, kültür endüstrisinin en büyük avantajlarından biri olarak da iktidar sahiplerinin tüketim kültürüne ve tarzına uymayan hiçbir şeyi kabul etmemeyi ve onaylamamayı içeren anlaşmalarının ve ortak kararlılıklarının olduğunu düşünür. Devletlerin merkezi ve yerel bütün iktidar aygıtları kültür endüstrisine çalışır.

MARX VE YABANCILAŞMA

Adorno’nun kuramının değerlendirmesine geçmeden önce Marx’ta meta fetişizmi ve yabancılaşma kavramlarını incelemek, bu eleştirel değerlendirmeyi kolaylaştıracaktır.

Yabancılaşma kavramı, Marx’ın Hegel’in düşünsel mirasından devraldığı ve içeriğini tarihsel materyalist kuramla zenginleştirdiği bir kavramdır. Marx bu kavramı, kapitalist toplum ve üretim ilişkileri incelemesinde insanların kendi etkinliklerinin ve bu etkinliğin ürünlerinin bağımsız bir varlık kazandığı, insanlar aleyhine çalışan karşı güçler haline geldiği bir durumu belirtmek üzere kullanır. Mevcut toplum, yabancılaşmayı içsel olarak içeren kapitalist toplumdur ve bu yabancılaşmış toplumun ekonomik ve sosyal bir temeli vardır. Marx, yabancılaşma kavramına, insana dair her ilişki biçiminde olduğu gibi tarihsel ve toplumsal bir özellik atfeder. Bu yönüyle yabancılaşma, insan özü ve isteği ile açıklayan her türden varoluşçu düşüncenin karşısında yer alır. Ona göre yabancılaşmanın insana dair, öznel yönü olduğu kadar, nesnel ve tarihsel boyutu da vardır.

İlk olarak Marx’ın yabancılaşmanın aynı zamanda insan etkinliğinin maddi yaşam araçlarını üretme faaliyetindeki yönüne, yani yabancılaşmanın yalnızca kapitalizme özgü olmayan, ontolojik özünü açıklamak için yaptığı vurguya değinelim. Ona göre insan, doğaya biçim verirken, hayatta kalma mücadelesinde emek nesnelerini üretirken kendisini nesneleştirir, güç ve yeteneklerinin gerçek ve nesnel olarak farkına varır. Nesnel dünyaya biçim verirken, insan kendisinin bir türsel-varlık olduğunu gerçekten kanıtlar. Böylesi bir üretim onun pratik türsel-yaşamıdır. Onun vasıtasıyla doğa insana kendi eseri ve kendi gerçekliği olarak görünür. Emek nesnesi, insanın türsel-yaşamının nesneleşmesidir. Çünkü insan kendisini sadece zihinsel olarak, bilinç bakımından değil, pratik olarak ve fiilen de yeniden üretir ve dolayısıyla kendini, bizzat kendisinin yarattığı bir dünyada düşünebilir.[24]

Marx’a göre ‘iş’in engelleyici, dışsallaştırıcı ve dışsal olarak dayatılması, baskılayıcı yönü yabancılaşma teriminin bir yönünü ifade eder. Her toplum düzenine özgü emek faaliyeti (köle emeği, serf emeği, ücretli emek) tarihsel koşulları içinde her zaman dışsal, zora dayalı emek olarak açıklanır. Kapitalizmde ise yabancılaşma daha ‘dinamik’ bir kavram olarak mevcut kapitalist toplumun ayırt edici özelliğini ifade etmek için kullanılır. İnsanın üretici etkinliğine yabancılaşma süreci kapitalist üretim ilişkileriyle özgün bir nitelik kazanır.

Açıklanması gereken, eylemli insanla, bu insanın varlığının inorganik koşullarının birbirinden ayrılmasıdır; ve bu ayrılış, bu kopuş, tam anlamıyla ilk kez ücretli emek-sermaye ilişkisinde vazedilmiştir.[25] Marx’ın tarif ettiği gibi bu ayrışma sadece ücretli emek ve sermaye arasındaki ilişkide eksiksizce tamamlanır.

Marx’ta kapitalist toplumda üretimin ve emeğin toplumsal karakteri muazzam boyutlara ulaşmış ve yabancılaşma kavramı karmaşık bir içerik kazanmıştır. İnsanın kendi yarattığı ürünlerin ve güçlerin yönetimine girdiğini sanması, kapitalist toplumun karakteristik bir özelliğidir. Feodal aristokrasinin ve toprağa-kişiye bağımlılığın ortadan kaldırılmasıyla kapitalist üretimin toplumsal karakteri, insanlığa verdiği bireyselleşme ve özgürlük vaadiyle her türden insan emeğini üretime dahil ederken insanlığın yarattığı ekonomik ilişkiler, bu bireysellik beklentilerini boşa çıkaracak karmaşık ilişkilerle şekillenen bir sistem meydana gelir; bireysellik vaadi verilen yığınlar diğer yandan artan bir mülksüzleşme süreciyle karşılaşır. Böylelikle bir yanda her biri kendi çıkarlarının ve arzularının peşinde koşan özgür ücretli emekçilerin, bir yanda ise her bir bireyi karşılıklı bağımlılık ve bağlantılılık içinde kendi nesnel yasalarına göre konumlandıran, bu yasalarla işleyen bir ekonomik sistem vardır.

Marx’a göre kapitalist toplumda insanlar kendi toplumsal ilişkilerinin, kendi yarattıkları güçlerin ve ürünlerin kontrolünü kaybederler. Etkinliğin toplumsal karakteri… burada yabancı ve nesnel bir şey olarak görünür ve bireylerin karşısına; onların birbirleriyle olan ilişkisi değil, onlardan bağımsız bir şekilde var olan ve karşılıklı kayıtsız bireyler arasındaki çatışmalardan doğan ilişkilere tabiiyet olarak çıkar.[26] Ücretli emekçilerin hayatta kalmalarının koşulu olan üretim ve değişim süreci içinde, insanların karşılıklı ilişkileri burada bağıntısız, özerk yani yabancı bir nesne gibi görünür. Böylelikle bireysellik ve özgürlük vaadi yıkıma uğrar ve mevcut ekonomik sistem bireyselliği ve özgürlüğü kısıtlar. İnsanların kendi ürettiği ekonomik ilişkiler, kendilerine karşı kısıtlayıcı ve dayatmacı bir karakter kazanır, bu durum yabancılaşmanın tezahürüdür. İş bölümünün ve üretici etkinliğin tekrara dayanan özelliklerinin gelişmesiyle birlikte, insanın güçlerinin tümü, bir arada çalışması için uygun koşulları kapitalist üretimde bulamaz. Kapitalist çalışma işçinin fiziksel ve zihinsel olarak yıkıma uğramasına neden olur.[27] Marx, sanayide çalışan işçi için “kendi bedeninin kırıntısından ibarettir”, “makinenin yaşayan uzantısıdır”, “onun bir parçası gibi görünür” gibi tasvirlerde bulunur.[28] Ayrıca El Yazmaları’nda kapitalist çalışma düzeni için “işkence”, “hayattan verilen ödün”, “acı çekme” gibi ifadeleri de kullanır.[29]

Marx’ta yabancılaşma kavramı aynı zamanda, yabancılaşmanın aşıldığı toplumsal koşulların (komünizmin) açıklanmasıyla anlam kazanır. Bu biçimiyle de yabancılaşma ontolojik karakterinin yanında, üstünden atlanamayacak şekilde tarihsel bir karaktere sahiptir. Yarattığı ancak kontrolünü kaybettiği ekonomik ve toplumsal ilişkileri insanlar kendi kontrolü altına aldığında, etkinliğini ve yeteneklerini geliştirecek ve düzenleyecek bir toplumsal organizasyon durumunda, toplum bu organizasyona göre yeniden şekillendiğinde bireysellik ve özgürlük tekrar mümkün hale gelebilir. Bu da yabancılaşmanın aşılmasının ifadesidir.

META FETİŞİZMİ

Yabancılaşmanın bir tezahürü ve sonucu olarak Marx meta fetişizmi kavramını açıklar. Kendi yarattığı ürünlerin ve ilişkilerin kontrolünü kaybetmiş insan etkinliği artık gerçekliği anlamada bir yanılsama içerisindedir. Yabancılaşmış toplumda insan bilinci, üretim sürecinde kendisinden ayrıştırılan ürünün yani metanın gerçek karakterini ve oluşma kaynağını anlama olanağına sahip değildir. Herhangi bir metaya değerin, onun için harcanan toplam toplumsal emek-zamanıyla ölçülür. Bir ürünün meta olmasının ve ‘değer’ kazanmasının koşulu, onun bir emek faaliyetinin sonucu olmasıdır. “Değeri sadece ürünlerin mübadele edildiği oran olarak ele alarak insanlar bu ürünlere, eşdeğerlerin mübadelesini mümkün kılan kişisel bağlar atfederler.[30]Marx, buradan yola çıkarak metanın mistik bir şey olduğunu söyler,  böylece insanlar tarafından metanın doğal bir değere sahip olduğu, insan ilişkilerinden bağımsız olarak diğer metalarla ve parayla ilişkiye sahip olduğu düşünülür; “çünkü metadaki insan emeğinin toplumsal niteliği, bu emeğin ürününün üzerine yapıştırılmış nesnel bir nitelik olarak görünür.[31]

Üretim sürecinde bir üreticinin emeğini öteki üreticilerin emeğine bağlayan ilişkileri toplumsal ilişkiler olarak değil, “kişiler arasında maddi ilişkiler ve şeyler arasında toplumsal ilişkiler olarak[32]görenmeta üreticisi, üretim sonucunda kendisinden ayrıştırılan metaya mistik bir anlam yükler; bu meta daha sonrasında işçiye dışsallaşmış bir nesne olarak, metanın üzerinde hiçbir emeği olmayan sermaye sahibi tarafından satın almak şartıyla geri verilir. Demek ki, metanın gizemli bir şey olmasının basit nedeni, onun içinde insan emeğinin toplumsal niteliği, insana, bu emeğin ürününe nesnel bir nitelik damgalamış olarak görünmesine dayanmaktadır; üreticilerin kendi toplam emek ürünleri ile ilişkileri, onlarla kendi aralarında bir ilişki olarak değil de, emek ürünleri arasında kurulan toplumsal bir ilişki olarak görünmesindedir.[33]

Dini fetişizm metaforu, meta fetişizmini açıklamak için kullanılır. […] benzer bir örnek vermek için, din aleminin sislerle kaplı katlarını dolaşmamız gerekir. Bu alemde, insan beynin ürünleri, bağımsız canlı varlıklar gibi görünür, ve hem birbirleriyle, hem de insanoğlu ile ilişki içine girerler. İşte metalar aleminde de, insan elinin yarattığı ürünler için durum aynıdır. Emek ürünlerine, meta olarak üretildikleri anda yapışıveren ve bu nedenle meta üretiminden ayrılması olanaksız olan şeye, ben, fetişizm diyorum.[34]

ADORNO VERSUS MARX

Adorno’nun kültür kuramına göre Marx’ın kapitalizm yorumu bu toplumsal ilişkiyi açıklamak için yeterli değildir, çünkü kapitalist toplum kendi iç çelişkilerinden ötürü yıkılamaz. Kültür endüstrisi toplumu böylesine özgürleştirici güçlere ya da unsurlara sahip değildir. Hatta bu türden bir beklenti, Adorno’ya göre Marksizm ile kinizm arasında bir benzerliğe yol açar. Evrensel tarih açıklanmalı ve reddedilmelidir. Meydana gelen felaketlerden sonra ve bizi bekleyen felaketlerin ışığında, tarihte daha iyi bir dünya tasarısının tezahür ettiğini ve bu tasarının tarihi bütünleştirdiğini söylemek, kinik bir yaklaşım olacaktır.[35] Adorno’ya göre vahşetten insancıllığa götüren bir evrensel tarih olmamasına rağmen sapandan megaton bombasına götüren bir evrensel tarih vardır.[36] Öyle ki toplumsal üretimin yanında toplumsal tüketim de kültür endüstrisi toplumuna içseldir. Tarihsel misyonu gereği kapitalist üretim ilişkilerini ve iş bölümünü ortadan kaldıracak sınıf olan işçi sınıfı da yekpare bir sistemin meydana getirdiği bu toplumda kendi tüketim normlarını oluşturur. Adorno’ya göre üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet artık sınıfsal çelişkileri derinleştirmek için yeterli değildir, çünkü tüketim araçlarına ulaşım, her sınıf ve tabakadan birey için mümkün hale gelmiştir.[37]

Adorno’nun kuramının temel iddialarından biri de üretim sürecinin artık toplumsal ilişkileri açıklamak için yetersiz kalacağı ve değişim ve ona bağlı olarak tüketim sürecinin üretim sürecine görece daha belirleyici olduğu görüşüdür. “Üretim ilişkilerindeki değişmenin kendisi de, büyük ölçüde, sadece üretimin yansıma biçimi ve gerçek yaşamın karikatürü olan ‘tüketim alanında’ olup bitenlere, demek insanların bilincinde ve bilinçdışında meydana gelen değişmelere bağlıdır.[38] Birçok teorisyen de Adorno’nun bu görüşünü sahiplenir. Hatta bu görüş, Weber’in kültür sosyolojisiyle birlikte; ‘tüketim toplumu’, ‘gösteri toplumu’ vb. gibi birçok post-modern toplum okumasının temel referansı haline gelir.

Marx’a göre üretim en yalın haliyle, “belirli bir toplum biçimi içerisinde ve onun aracılığıyla doğanın birey tarafından mülk edinilmesidir.[39] Bu süreç elbette bir yandan alet üretimini kapsarken bir yandan bölüşüm, dolaşım ve tüketim sürecini de beraberinde üretir. Öyle ki üretim, ihtiyaçlara karşılık gelecek nesneleri üretirken bir yandan da bunların bölüşümünü hazırlayacak olan araçları ve yasaları da üretir. Adorno’nun iddia ettiğinin aksine değişim, üretim sürecine içsel bir uğraktır. Marx’a göre işbölümü, yani üretim olmadan değişim olmaz. Ayrıca değişim ilişkileri zorunlu olarak özel üretimi önvarsayar, değişim sürecinde etkili olacak ve değişimin yoğunluğunu ve tarzını belirleyecek olan da doğrudan üretimin gelişmesidir. Değişim, bir yanda üretim ile üretimin belirlediği bölüşüm ve öte yanda tüketim arasında aracı uğrak olduğu ölçüde, ve tüketimin kendisi de, bir üretim uğrağı olarak göründüğü sürece, açıktır ki, değişim de uğrak olarak üretime içerilir.[40]

Öyle ki Marx’a göre üretim, zamanda dolaysız tüketimdir. Üretim sürecinde insan bir yandan yeteneklerini geliştirirken bir yandan emek gücünü sarf eder, üretim eylemi içerisinde yaşamsal enerjisini tüketir. Aynı zamanda tüketim de, dolaysız üretimdir. Örneğin gıda besinlerinin tüketiminde insan, kendi vücudunu ve emek gücünü üretir. Marx’a göre üretim süreci, tüketimi şu üç başlıkta üretir; 1-ona maddesini sağlayarak, 2-tüketimin tarzını belirleyerek, 3-tüketicide ilkten basit olarak nesneler biçiminde ürün gereksinimleri yaratarak.[41] Üretimin, tüketimin tarzını, kültürünü ve gereksinimini yarattığı yönündeki vurgu önemlidir. Çünkü Adorno’nun kuramında eksik olan tam da bu ilişkiselliğin ve karşılıklı nedenselliğin doğru anlaşılamaması sorunudur. Üretim süreciyle emek, yalnızca metaları üretmekle kalmaz, aynı zamanda bir tüketim tarzını, bu tüketim tarzına denk düşen toplumsal yaşam tarzını, üretilen metaya olan ihtiyacı ve bu ihtiyacı karşılama biçimini de üretir; yani toplamda bütün bir toplumsal ilişkileri üretir. Marx, üretim ve tüketim sürecinin bu ilişkisi açısından toplumun yarattığı gereksinimler ile doğal gereksinimler arasındaki ilişkileri incelerken şunları söyler: Açlık, açlıktır, ama çatal bıçakla yenen pişmiş etle giderilen açlık, ellerden, tırnak ve dişlerden yararlanarak parçalanan ve yutulan çiğ etle giderilen açlıktan farklıdır. Üretimin ürettiği şey, yalnızca tüketim nesnesi değildir, aynı zamanda, tüketim tarzıdır da, ve bu da yalnızca nesnel değil, aynı zamanda öznel tarzda yapılmaktadır. Demek ki, üretim tüketiciyi yaratır.[42]

Üretim ve tüketim arasındaki bu diyalektik kavrayış, Adorno’nun kültür kuramındaki salt olumsuz ve tek yönlü kavrayışa görece çok daha açıklayıcıdır. Öyle ki Adorno’nun kuramında Marx’ın görüşlerinden bağımsız olarak, hatta onun karşısında konumlandırdığı birçok mekanizma hali hazırda Marx’ın görüşlerinde içsel olarak bulunur. Örneğin, sanayinin ve iletişim araçlarının gelişmesiyle birlikte yeni üretilen ‘sahte ihtiyaçlar’ Marx’ın üretim-tüketim arasındaki ilişkisiyle pek ala açıklanabilir. Bu ilişkinin açıklanması için gerekli olan üretim-sömürü ilişkilerinin diyalektik yöntemle incelenmesidir; ‘tüketim sürecinin’ ve ‘tüketim hastalığının’ toplumsal yaşamın şekillenişinde belirleyici olduğu konusundaki yorum geçersizdir. Çünkü tüketim kültürünün bu denli gelişimi, toplumsal ilişkileri her gün yeniden üreten üretim sürecinin, yani sömürü ilişkilerinin genişleyen hegemonik etkisiyle açıklanabilir. Yine Marx’a göre “üretimde kişi nesneleşir, tüketimde şey özneleşir.[43] Bu ilişki yabancılaşma ve dışsallaşmanın temel yönlerinden biridir. Burada açıklanan, kapitalist üretim ilişkilerinin hegemonik etkisi ve toplumu oluşturan bireylere ve onların ilişkilerine yansımasıdır. Adorno’da şeyleşme ve totalite olarak açıklanan ise toplumsal kurumları tamamen kendi kontrolüne almış ve açık bırakmayacak bir yekpare toplumsal yapının ifadesidir. Marx’ta diyalektik çelişki vardır, toplumsal alanda çatışmalı ilişkiler vardır; Adorno’da kaçış yoktur, çatışmanın anlamı ve önemi göz ardı edilmiştir

KAPİTALİST TOPLUM VE AŞILMASI

Adorno’nun özgürleştirici unsurları oluşturmadığını iddia ettiği kapitalist topluma dair yorumu, Marx’ın yorumuyla taban tabana zıttır. Marx’a göre, üretim sürecinde ortaya çıkan ve toplumsal ilerlemenin önünü kesen yabancılaşma ve meta fetişizmi tarihsel olarak kapitalizme içsel dinamikler olduğu kadar, onların aşılması ve sınıfların ortadan kaldırılmasıyla sonuçlanacak olan tüm yabancılaşmış ilişkilerin ortadan kalkması da tarihsel olarak zorunludur. Onun tarih anlayışı bu nedensellik ve zorunluluk ilişkilerini açıklama yeteneğine sahip bir toplum incelemesine kolaylık sağlar. Marx insanlığın ilerleyişi açısından tarihi üç temel aşamaya ayırır. Başlangıç aşamasında dolaysız birlik, ardından bağımlılık ve yabancılaşma ve üçüncü aşama olarak da önceki aşamaların sentezi, yüksek birlik biçimi.[44]Kişisel bağımlılık ilişkileri (başlangıçta tamamen kendiliğinden) ilk sosyal biçimlerdir. İnsanın üretken kapasitesi burada yalnızca bir dereceye kadar ve izole durumlarda değişir. Nesnel bağımlılık üzerine kurulan kişisel bağımsızlık ikinci büyük biçimdir. Genel toplumsal metabolizmanın, evrensel ilişkilerin, çok yönlü ihtiyaçların ve evrensel kapasitenin bir sistemi ilk kez burada oluşur.[45]Marx, üç aşamalı tarih anlatısında mevcut ikinci aşamanın bireyselliğin ve kişisel özgürlüklerin mümkün olacağı koşulları oluşturduğuna dair Hegelci görüşten ayrılır. Ona göre kapitalist toplumda bireysellik ve özgürlük önceki toplum düzenlerine görece bulunur; ancak en özgür kapitalist toplumlarda dahi bireysellik ve özgürlük toplumsal üretim ilişkilerinin bir özelliği olan yabancılaşma ile sınırlandırılmıştır. Marx’ın tarih okuması burada bitmez, üçüncü aşamada yabancılaşma aşılır ve bireylerin ihtiyaçlarının, yeteneklerinin gelişiminin ve kendisine egemen olan ekonomik-sosyal güçleri yeniden kendisine mal edebilmesinin önündeki engeller kalkar. Özgür bireysel gelişim ancak yabancılaşmanın aşılmasıyla mümkün olur. “Bireylerin evrensel gelişimine ve bu bireylerin kendi toplumsal zenginliklerine; komünal, toplumsal üretkenliklerine tabi oluşlarına dayanan özgür bireysellik üçüncü aşamadır.[46]

Görüldüğü gibi Marx, kapitalist toplum ve yabancılaşma yorumunda salt olumsuz bir konuma sahip değildir. Yabancılaşma insanlığın tarihsel hareketinde zorunlu bir aşamadır. “Böylece yabancılaşma, hepsinin de olumlu ve olumsuz yanları bulunan ama hepsi de aynı derecede zorunlu olan bazı derecelerden geçer.[47] Çünkü yalnızca modern kapitalist toplum ve serbest rekabetin gelişmesiyle birlikte, bireyler kişiye ve toprağa olan bağımlılığından kurtulabilir, önceden belirlenmiş rolleri terk ederek kendi çıkarlarını gütmekte özgür ve bağımsız özneler haline gelebilirdi. Ancak yabancılaşma, bu koşullara engel olur; bu tarihsel aşamada insan, kendi yaratımı olan güçleri kontrolünden kaybetmiştir ancak onları tekrar kontrol altına alacak koşullar da bizzat bu güçler tarafından hazırlanmıştır.

Kapitalist toplum ve üretim ilişkileri tarihsel bir ilerlemedir, ancak bu ilerleme yeni ilerlemelerin önünü kestiği anda yeni bir sosyal devrim çağını başlatır. Marx’a göre kapitalizmin en büyük başarısı, yabancılaşmayı aşacak ve özgürce gelişimi ve ilerlemeyi mümkün kılacak özneleri ve araçları yaratmış olmasıdır. Sınıf mücadelesi, kapitalizme içsel bir olgudur. Kapitalizmi ve üretim ilişkilerini ortadan kaldıracak özne de, kapitalist üretim ilişkilerinin gelişimine önayak olduğu, sınıfsal çıkarları gereği birleşme olanaklarını yarattığı ve kendi sonunu getirecek araçları bizzat eline verdiği işçi sınıfıdır.

Kapitalizmin uygarlaştırıcı misyonu, bu noktaya kadar insanlığın gelişiminin önünü açmıştır, gelişimiyle birlikte de kendisini ortadan kaldıracak koşulları ve faktörleri hazırlamıştır.[48] Kapitalist üretim ilişkileri ve onun oluşturduğu ilişkiler sayesindedir ki; insanların faaliyetleri, ihtiyaç ve beklentileri ile toplumsal ilişkileri ve ufukları genişler. Kapitalist üretim ilişkileri, daha yüksek bir toplum biçiminin yani kapitalizmin ortadan kaldırılmasının maddi koşullarını yaratır.

Anlaşılacağı gibi Marx’ın yabancılaşma ve modern burjuva toplumu yorumu Adorno’nun aksine tarihsel ve diyalektik bir kavrayışın ürünüdür. Bu yönüyle Marx, modernizm ve Aydınlanma’yı varoluşçu filozoflar ve post-modern teorisyenler gibi salt olumsuz içeriğiyle ele almaz. Marx’a göre kapitalizmde ve onun yol açtığı ekonomik gelişimde, insanlığın gelişimine katkı sağlayacak yönler bulunur; ancak bu sayede insanlık, özlemini duyduğu bireysellik ve özgürlüğe ulaşabileceği koşulları yaratır.

Adorno ve Marx’ın düşünceleri arasındaki temel fark burada ortaya çıkar. Adorno, Marx’ın diyalektiğinin salt olumsuz (negatif) yani eleştirel tarafıyla ilgilenir. Kültür kuramı ve kültür endüstrisinde görünen ‘eleştirel pozisyon’ tarih ve toplum incelemesinin bu tek yönlü ve salt olumsuz içeriğinden ibarettir.

MARKSİZM VE KÜLTÜR

Adorno’nun kültür eleştirisinin kimi yönlerine işaret etmek için kültür kavramının içeriğine dair bir incelemeyi göz önünde bulundurmak zorundayız. Marksizm açısından kültür kavramı, toplumsal üretim ilişkileriyle, kapitalist toplumda da özel olarak yeniden üretim ilişkileri çerçevesinde incelenir. Kabaca ifade edecek olursak, kapitalist üretim tarzının ve buna bağlı olarak emek gücünün yeniden üretim mekanizmaları kültürün kaynağıdır denilebilir. “Kültür, maddi hayatın üretiminin ve yeniden üretiminin süreçlerinde, insanın doğayı ve kendisini dönüştürmesine ait bilinci, tasarıları, bilgisi, ve deney birikimi ile bunların ifade edilmesinin biçimlerini kapsar; bu, tarihin her döneminde, şu ya da bu düzeyde, mutlaka vardır.[49]Marksist tarih anlayışı, toplumsal yaşamın örgütlenişindeki her momenti, genel anlamda toplumsal gelişme ve ilerleme dinamikleriyle olan ilişkisiyle, birbirinden farklı değişim unsurlarını birbirleriyle ilişkisi ve karşıtlıkları içerisinde ortaya koymaya çalışır; bu yönüyle toplumsal yaşamın ilerleme ve gelişim eğilimlerinin yasalarıyla ilgilenir. Hemen her türlü kavramın içeriğinin bu tarih anlayışıyla kavranabilir olduğu gerçeği, kültürü de toplumsal yaşamın içerisindeki içsel dinamikleri ve çelişkileriyle, toplumsal yaşamın işleyişindeki ilişkilerin toplam bütünlüğü içerisinde ele almayı zorunlu kılar. Frankfurt Okulu’nun üretim-yeniden üretim sürecinde yaptığı ayrım ve yeniden-üretim sürecinin salt ‘ideolojik’ nosyonlarla açıklanması konusunda düştüğü hatadan bir önceki yazıda bahsetmiştik. Kültür kavramı, tarihsel sürecin işleyişindeki her kavramlaştırmada olduğu gibi toplumsal yaşamın üretim-yeniden üretim sürecinin diyalektik kavrayışıyla ele alınmalıdır.

Kültürün bu içeriği, yaşanan dönemleri de kültürel ortamlarıyla değerlendirme fırsatına kolaylık sağlar. Öyle ki kapitalist toplum incelemesinde üretim ilişkileri ve toplumsal yaşamın örgütlenişi arasındaki ilişki, kültürel ortamın özerk bir ortam olarak kalmasını mümkün kılamazdı elbette.

Kültürün bu türden toplumsal ve tarihsel kavranışı, Adorno’nun kuramının zayıflıklarını görmek açısından önemlidir. Çünkü Adorno’nun tam olarak kuramadığı da bu karşıtların birliğine ve çatışmasına dayanan diyalektik ilişkidir. Kapitalist toplumun bireyin hayatında sürekli olarak cereyan eden yıkım ve gerileme, tam olarak üretim ilişkilerinin yeniden üretim mekanizmalarının diyalektik kavranışıyla açıklanabilir. Kapitalist çalışma düzeni bir yanda meta fetişizmiyle zihinsel bir yanılsamayı beraberinden getirirken, ideolojik ve politik alandaki kuşatmanın etkisiyle birlikte sürekli olarak yeni özgürsüzlük alanlarını meydana getirir. Kapitalist çalışma düzeninde işçinin yaptığı işin karmaşıklığı arttıkça, işçi üzerindeki fiziksel ve zihinsel tahribat artmaktadır. Kapitalist toplum koşullarında bu yönde dışsal dayatmaların ve kısıtlamaların üretimin ve teknolojinin gelişimiyle artacağını Marx’ın öngördüğü oldukça açıktır. Ayrıca, kapitalist ideolojinin yeniden üretimi de günümüz koşullarında oldukça geniş alanlarda yayılmaktadır. Marx’a göre emek-gücünün yeniden üretimi için çalışılan zamanın dışında kalan boş zamanda dahi birey, çalışma zamanlarında olduğu gibi yabancılaşmanın toplumsal boyutlarıyla karşılaşmakta, kendi yeteneklerini ve ihtiyaçlarını geliştirebileceği tüm olanaklardan kısıtlanmaktadır. Yaşamın kendisi, yaşamda tutunabilmenin aracı haline gelmiştir. Ancak şurası açıktır ki; kapitalizm koşullarında yeniden üretimin bütün mekanizmaları sömürü ilişkilerinin bu hegemonik etkisiyle şekillenmektedir. Marx’ın tarifiyle İnsan ile insan arasında çıplak özçıkardan, nakit ödemeden başka hiçbir bağın bulunmadığı koşullar her türden ideolojik ve kültürel unsurun ‘değişim değeri’ üzerinden şekillenmesine önayak olmuştur; böylece kültürel alanın endüstriyelleşmesi süreciyle birlikte kültürel ürünlerin kendileri de ‘değişim değeri’ne içerilir hale gelirler. Bu koşullardan çıkışın yolu Marx’ta Adorno’nun çıkış yolundan oldukça farklıdır; toplumsaldır.

ÇIKIŞ YOLU: BİREYSEL Mİ TOPLUMSAL MI?

Adorno’nun, kültür endüstrisinin hegemonyasından kurtuluşun olmadığı yönündeki yorumuna daha önce değinmiştik. Ona göre, özellikle Auschwitz’in insanlığa getirdiği yıkımdan sonra, böyle bir toplumda herhangi bir umut beslemenin anlamı yoktur. Adorno ancak tek tek bireylerin kültür endüstrisinden kurtuluşunun mümkün olduğunu savunur. Bireysel alanda kültür endüstrisi ürünlerine karşı direnişin ancak ‘yüksek kültür’le, entelektüel donanımla mümkün olacağını savunur.[50] Aslında yüksek kültür-düşük kültür tartışması Adorno hakkındaki tartışmalı konulardan biridir. Adorno’ya göre yüksek (burjuva) kültür ile düşük kültür arasındaki bölünme, kültür endüstrisiyle ortadan kaldırılır. Kültür endüstrisi, hem düşük kültüre hem de yüksek kültüre sirayet eder, aralarında sahte bir uzlaşma meydana getirir. Çünkü kültür endüstrisinin bütünleştirici hedefi, sınıfsal farklılıkları ortadan kaldırdığı için yüksek kültür-düşük kültür arasındaki çatışmayı da görünmez kılmıştır. “Binlerce yıl boyunca birbirinden ayrılmış yüksek ve düşük kültür alanlarını da birleşmeye zorlar – her ikisinin zararına olacak şekilde. Yüksek kültürün, etkileri üzerinde spekülasyon yapılarak, ciddiyeti ortadan kaldırılır; düşük kültürün, toplumsal denetim bütünsel olmadığı sürece barındırdığı haşarı isyankârlık ise uygarlaştırıcı dizginleme yoluyla yok edilir.[51]

Adorno’ya göre yüksek kültüre ancak ‘eleştirel teoriyle’, diyalektik eleştiriyle yaklaşan birey, kültür endüstrisinin saldırısına karşı aklını ve özerkliğini koruyabilir ve bireysel kurtuluşunu mümkün kılabilir. Bireyin otonomisini koruma kavgası, ancak bireyin ‘kendisine yatırım’ yapmasıyla mümkün olur.[52] Adorno’nun endüstriyel kültüre karşı tek çıkış yolu olarak yüksek kültürü savunması, önceki yazıda altını çizdiğimiz Eleştirel Teori’nin seçkinci ve akademik karakteriyle oldukça uyumludur. 

Marx’ta ise yabancılaşmanın aşılması sorununun tarihsel karakteri, aynı zamanda toplumsal bir içeriğe sahiptir. Çünkü bireyin özgürleşmesi sorunu aynı zamanda toplumun özgürleşmesi sorunudur. Ancak toplumsal güçlerin yeniden kontrol altına alınabileceği, yabancılaşmaya neden olan işbölümü ve üretim tarzının ortadan kaldırılacağı koşullarda bir bireysel özgürlükten, aklın nesnel kullanımından bahsedilebilir. Tarihsel olarak yabancılaşmanın aşılmasına ön ayak olacak ve ‘bireysel özgürlüğü’ mümkün kılacak sosyal güçler, bizzat kapitalizm ve onun gelişim evreleri tarafından hazırlanmıştır. Adorno’da eksik olan tam da bu diyalektik saptamadır. Kapitalizmin ideolojik eleştirisi, Adorno’nun salt olumsuzlama pratiğiyle ifade edilirken Marx’ta ilişki diyalektik olarak kavranır. Yabancılaşma kadar, onun aşılması da zorunludur. Burada esas olan, aşılmayı hızlandıracak sosyal güçlerin müdahalesinin hazırlanma sürecidir, bu süreç yeniden üretim mekanizmalarının tek yönlü anlaşılmasını imkansız kılar.

Elbette her toplumsal düzen gibi kapitalizm de kendisini mümkün kılan üretim ilişkilerinin devamı için ideolojik yeniden üretime ve çeşitli manipülasyon araçlarına ihtiyaç duyar. Kültürün endüstriyelleşmesi sorunu kapitalizmin tarihsel gelişmesinde tahmin edilmeyecek ve ‘çıkmaz bir sokağı andıracak’, ‘beklenmedik’ bir sorun değildir. Ancak kapitalist sömürü ilişkilerinin hegemonyasını göz ardı eden manipülasyon temelli toplum okumasının sonuçları sınıfsız, bireyci ve tarih-dışı teorilere varır.

Lenin insanlığın kültürel tarihi incelenmeden bir proleter kültür oluşturmanın mümkün olmadığını ifade ederken Marksizm ve kültür arasındaki ilişkiye dair şunları söyler: Marksizm, tarihsel önemini, devrimci proletaryanın ideolojisi olarak kazanmıştır. Çünkü, burjuva çağının en değerli başarılarını reddetmek şöyle dursun, insan düşüncesinin ve kültürünün iki bin yıldan fazla bir süreyi içeren gelişiminde değerli olan her şeyi özümsemiş ve yeniden biçimlendirmiştir.[53]

KÜLTÜRÜN ‘SINIF’ KARAKTERİ

Toplumsal-tarihsel ilerlemede her kavramın içeriği, ortaya çıktığı toplumsal koşullarla ilişkili olarak anlaşılmalıdır. Öyle ki tarihsel süreçte oluşmuş her kavramın veya kategorinin, nesnel olarak var olduğu toplumsal koşullar ve o koşulların egemen ideolojisiyle bir bağı vardır.

Öyleyse şimdi şunu iddia edebiliriz; egemen sınıfın ideolojisi her dönem, kendi özgün formunu ve özel türünü yaratmak üzere hareket eder; kültür endüstrisi ya da kitle kültürü de burjuva ideolojinin, kapitalist üretim ilişkilerinin toplumsal yaşamın her alanında yaygınlaştığı, bugünkü tarihsel döneminin ‘özel’ bir türü olarak ifade edilebilir. Kültür endüstrisi ürünleri, her şeyden önce mevcut egemen sınıf iktidarının korunmasına ve sömürü ilişkilerinin hegemonyasının yaşamın her alanında yayılmasına yardımcı oluyor. Yüksek burjuva kültürü veya kitle kültürü, bu nedenle kendi toplumsal koşullarının kültürü olarak anlaşılmalıdır; kültürel alana egemen olabilmelerinin en önemli koşulu, ekonomik-ideolojik egemenliği elinde tutan sınıfın kültürü olmalarına dayanır. Öyleyse kültür ve kültürel ortam tartışması her şeyden önce ‘yüksek kültür-düşük kültür’ ya da ‘modernist kültür-postmodernist kültür’ tartışmasına sıkıştırılamayacak; ekonomi-politik temelden, sınıflar mücadelesi bağlamından koparılacak bir tartışma değildir. “Herhangi bir kültürel olgunun, hangi ana (burjuvazi ya da proleter) sınıfa ait olduğunu belirleyen şey, onun o sınıf açısından taşıdığı toplumsal işlevi ve bu sınıfın(geleceği de kapsayan) tarihsel eylemi bakımından ifade ettiği içeriktir.[54]

Elbette kültürel alandaki egemen anlayış, egemen sınıf ideolojisinin tarihin her döneminde yaptığı gibi modern kapitalizm koşullarında da hegemonik olmaya, etkisini artırmaya çalışacaktır. Ne var ki ideolojik hegemonya, kendisine karşı gelişen maddi üretici güçlerin, gerçek sosyal güçlerin önünü almakta her zaman başarılı olamaz. Özellikle sınıf mücadelesinin geliştiği, sınıfsal çelişkilerin derinleştiği dönemlerde mücadelenin gerçek sosyal güçleri yani işçi sınıfı ve diğer toplumsal tabakalar, kendilerine yöneltilen ideolojik-kültürel üretime ‘karşı’ bir etkide bulunabilecek gücü de kendi elinde taşır.[55]

Tarihin her döneminde egemen sınıf kültürünün karşısında konumlanan, toplumsal çelişkilerin gerçekliğine dayanan karşı-kültür güçleri kültürel ve ideolojik alanların hemen her yanında konumlanır. Ütopik olan; toplumsal ilerlemenin temel kaynağı olan çatışmalı süreçlerin birbirine karşıt kültürleri oluşturacağı yönündeki tarihsel ve diyalektik saptama değil, homojenleştirilmiş-çelişkisiz bir toplumun ‘homojen’ bir kültürle sonsuza kadar yönlendirilebileceği yönündeki iddiadır. Bir olgu, ancak kendisini mümkün kılan karşılıklı ilişkilerden koptuğu zaman ütopya olur.

Bertolt Brecht ve Walter Benjamin de Adorno’nun kültür endüstrisi kavramının salt olumsuz içeriğine dair itirazlarında, kültür endüstrisinin teknik gelişiminin ve araçlarının bir karşı-kültür oluşturma mücadelesinde kullanılabileceğini, bu araçlardan yararlanarak mücadelenin ilerletilebileceğini savunur.[56] Nitekim Brecht tiyatrosu dünyanın gerçek ilişkilerini izleyicilerin önünde ortaya sererek, dünyanın sıradan insanlar tarafından değiştirilebileceği fikrini güçlendirir. Brecht’e göre gerçeklik vurgusu, kültür endüstrisinin gerçek-dışı kategorilerine alternatif olabilir ve güncel sorunların unutularak gerçek bir çözüm arayışından uzaklaşılmasını engelleyebilir.[57] Kapitalizmin tarihsel hareketi boyunca çeşitli kültürel ve sanatsal akımların, rasyonalizasyon aracı olmaktan çıkıp, başka bir kültür alternatifi yarattığına dair sayısız örnek verilebilir. 

KÜLTÜR ELEŞTİRİSİNİN BOŞLUKLARI

Ayrıca, tartışmanın burjuva birey etrafında sürdürülmesi Adorno’nun kuramının önemli zayıflıklarından biridir. İkinci dünya savaşından sonra sosyal ve ekonomik değişimler, emek-sermaye arasındaki mücadele ve keskinleşen çelişkiler Batı kapitalist toplumlarında işçi sınıfı açısından önemli kazanımlara sebep olmuştur. Ancak Adorno’nun sosyal kazanımların ve tüketim alışkanlığının gelişmesinin sınıf mücadeleleriyle olan bağını görmezden geldiği açıktır. Sosyal-ekonomik yaşam koşullarının iyileşmesinin, emekçi sınıfların tüketim maddelerine eskisinden daha kolay ulaşmalarının, sınıf mücadelesinin düzeyi, seyri ve kazanımlarıyla olan bağını gündeme almamak, elbette ‘sınıfsız’ bir ‘eleştirel teori’ açısından anlaşılırdır. Kültür endüstrisinin, kapitalist sömürü ve sermayenin merkezileşme süreciyle olan ilişkisi, iş bölümünün gelişimiyle olan bağı da Adorno’nun kuramında yeterince açıklanmış olgular değildir.

Adorno’nun toplum incelemesi Amerika halkının yaşam tarzının fazla genel bir soyutlamasına dayanır. Popüler kültürün ve tüketim kültürünün ABD dışındaki çeşitli toplumlara olan yansımaları ve ampirik gözlemlerle bu toplum incelemesinin desteklenme ihtiyacı Adorno’nun kültür eleştirisinin boşluklarından biridir. Bu durum da bazı eleştirmenler tarafından Adorno’nun kuramının sorgulanmasına neden olmuştur. Adorno’nun kültür eleştirisinin Amerikan radyo, televizyon ve film endüstrileriyle karşılaşmasının neden olduğu ‘kültür şokuyla’ ilgili olduğu iddia edilmiştir.

Egemen sınıfsal ideolojinin tarihsel ve karşılaştırmalı incelemesi Adorno’nun kuramının yine eksik yönlerinden biridir. Toplumdaki sınıfsal eşitsizliklerin ve toplumsal kriz dönemlerindeki sınıf çatışmasının seyrinin yerleşik bir kültürel yapıyla olan ilişkisi de ayrı bir tartışmayı gündeme getirebilir. Örneğin grevlerin ve fabrika işgallerinin yükseldiği, işçi direnişlerinin daha görünür olduğu tarihsel bir dönemde işçisiz ve grevsiz bir kültür üretimi kültürel alanların tümünde mümkün olabilir mi? Kültürel alanda ibrenin kültür endüstrisinin ve ‘rasyonalizasyonun’ rotasından çıkıp gerçeklikten, toplumsal kurtuluştan yana dönmesinin koşulu sınıf mücadelesinde elde edilen mevzilerle doğrudan bağlantılı değil midir? Toplumsal düzenlerin değiştiği ya da sarsıldığı hemen her tarihsel dönemde böyle olduğu kanıtlanmıştır. Bu sorular, kültürün tarihsel gelişimi açısından Adorno’nun kuramının eksik bıraktığı yerlerdendir. Adorno’nun kültür eleştirisi tam olarak anti-marksist ve tarih-dışı bir kültür eleştirisidir.

SONUÇ YERİNE

Adorno’nun kültür eleştirisinin kimi yönlerine ve Marksist toplum incelemesiyle olan ilişkisine dair şu sonuçlar çıkarılabilir; Adorno’nun kapitalist toplum eleştirisinde öne çıkan ‘kültür endüstrisi’ kavramı, kültürün endüstriyelleşmesi sürecinin kavramlaştırılması ve kapitalist ideolojinin yeniden üretiminde manipülasyon araçlarının açığa çıkarılması açısından katkıları önemli olsa da içerik olarak sorunludur; kültürün endüstriyelleşmesi süreci ekonomi-politik zeminden koparılıp okunduğundan hatalı çıkarımlarla yorumlanmıştır. Hareket noktası olarak ‘tüketim’ sürecinin ve ‘manipülasyon’ araçlarının temel alındığı bir kültür ve toplum incelemesi oldukça yetersiz ve tutarsızdır. Ayrıca yeniden üretim mekanizmalarının ekonomi-politik temeli göz ardı edilen bir ideolojik zeminle açıklanması, toplumsal ilişkilerin incelenmesinde pek çok tutarsızlığa ve yanılgıya neden olmuştur. Marksizmin maddi yaşamın üretimi ve yeniden üretimi bağlamında toplum incelemesi; insana ve topluma dair bütün fenomenlerin ve kültürel-ideolojik nosyonların kavranabilmesi açısından oldukça açıklayıcıdır. Ayrıca bu ilişkisellik; kapitalizm eleştirisinden bağımsız ve özerk olarak yapılacak kültür ya da ideoloji eleştirisinin burjuva ideolojisinin bir parçası olmaya devam edeceğinin de ifadesidir.

Böylece Adorno’nun kültür eleştirisi bizi önemli bir sonuca götürür; toplum incelemesinde diyalektiğin tarihsellik ve ilişkisellik kategorilerinin göz ardı edilmesi tarih-dışı ve bağlantısız, boşluklu ve parçalı yorumların ve teorilerin önünün açılmasına neden olur. Bu türden tarih-dışı ve bağlantısız okumaların, post-modern ve yapıbozumcu toplum incelemelerinin yaygın eğilim olduğu günümüz sosyal bilimler akademilerinde ve ‘Kültürel Marksizm’ çevrelerinde Frankfurt Okulu’nun ve eleştirel teorinin, Adorno’nun ve kültür eleştirisinin neden çıkış noktası olarak ele alındığı; ekonomi-politik ile ideoloji arasındaki ilişkinin özerklik adına koparılmasının sonuçlarıyla açıklanabilir.


[1] Adorno, Theodor ve Horkheimer, Max (2014) Aydınlanmanın Diyalektiği, Çev. Nihat Ülner ve Elif Öztarhan Karadoğan, Kabalcı Yayıncılık, İstanbul

[2] Kulak, Kültür Endüstrisinin Kıskacında Kültür, sf. 70

[3] Kulak, Kültür Endüstrisinin Kıskacında Kültür, sf.77

[4] Kulak, Kültür Endüstrisinin Kıskacında Kültür, sf. 78

[5] Kulak, Kültür Endüstrisinin Kıskacında Kültür, sf. 80

[6] Adorno, W. Theodor (2005), Minima Moralia, Çev. Orhan Koçak ve Ahmet Doğukan, Metis Yayınları, İstanbul, sf. 153

[7] Adorno, Minima Moralia, sf. 144

[8] Kulak, Kültür Endüstrisinin Kıskacında Kültür, sf. 84

[9] Adorno, Theodor ve Horkheimer, Max (2014) Aydınlanmanın Diyalektiği, Çev. Nihat Ülner ve Elif Öztarhan Karadoğan, Kabalcı Yayıncılık, İstanbul, sf. 12, 257

[10] Kulak, Kültür Endüstrisinin Kıskacında Kültür, sf. 88

[11] Kulak, Kültür Endüstrisinin Kıskacında Kültür, sf. 89

[12] Adorno ve Horkheimer, Aydınlanmanın Diyalektiği, sf. 163

[13] Adorno ve Horkheimer, Aydınlanmanın Diyalektiği, sf. 212

[14] Adorno ve Horkheimer, Aydınlanmanın Diyalektiği, sf. 188-189

[15] Adorno, Theodor(2011), Kültür Endüstrisi-Kültür Yönetimi, Çev. N. Ülner, M. Tüzel, E. Gen, İletişim Yayınları, İstanbul sf. 16

[16] Kulak, Kültür Endüstrisi Kıskacında Kültür, sf. 93

[17] Adorno ve Horkheimer, Aydınlanmanın Diyalektiği, sf. 186

[18] Kulak, Kültür Endüstrisinin Kıskacında Kültür, sf. 96

[19] Adorno ve Horkheimer, Aydınlanmanın Diyalektiği, sf. 166

[20] Adorno, Kültür Endüstrisi, sf. 54

[21] Adorno ve Horkheimer, Aydınlanmanın Diyalektiği, sf. 166

[22] Kulak, Kültür Endüstrisinin Kıskacında Kültür, sf. 101

[23] Adorno ve Horkheimer, Aydınlanmanın Diyalektiği, sf. 101

[24] Marx, Karl(2011) 1844 El Yazmaları, Çev. Kenan Somer, Sol Yayınları, Ankara, sf. 147

[25] Marx, Karl(1979), Grundrisse, Çev. Sevan Nişanyan, Birikim Yayıncılık, İstanbul, sf. 548

[26] Marx’tan aktaran Sayers, Marx ve Yabancılaşma, sf. 91

[27] Ollman, Bertell(2015) Yabancılaşma, Çeviren: Ayşegül Kars, İstanbul: Yordam Kitap, sf. 224

[28] Marx’tan aktaran Ollman, Yabancılaşma, sf. 224

[29] Marx, 1844 El Yazmaları. 149, 267

[30] Ollman, Yabancılaşma, sf. 306

[31] Marx, Karl(2011), Kapital Birinci Cilt, Çev. Alaattin Bilgi, Sol Yayınları, Ankara, sf. 82

[32] Marx, Kapital, sf. 83

[33] Marx, Kapital, sf. 82

[34] Marx, Kapital, sf. 83

[35] Adorno, Kültür Endüstrisi, sf. 12

[36] Adorno, Theodor(2016), Negatif Diyalektik, Çev. Şeyda Öztürk, Metis Yayınları, İstanbul, sf. 290

[37] Adorno, Minima Moralia, sf. 41

[38] Adorno, Minima Moralia, sf.13

[39] Marx, Karl(2011), Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, Çev. Sevim Belli, Ankara: Sol Yayınları, sf. 243

[40] Marx, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, sf. 256

[41] Marx, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, sf. 249

[42] Marx, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, sf. 248

[43] Marx, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, sf. 245

[44] Sayers, Yabancılaşma, sf. 98

[45] Marx, Grundrisse, sf. 230

[46] Marx, Grundrisse, sf. 231

[47] Marx, 1844 El Yazmaları, sf. 66

[48] Sayers, Marx ve Yabancılaşma, sf. 124

[49] Çubukçu, Aydın(1994) Kültür ve Politika, Evrensel Kültür Kitaplığı, İstanbul, sf. 24

[50] Kulak, Kültür Endüstrisi Kıskacında Kültür, sf. 170

[51] Adorno, Kültür Endüstrisi, sf. 110

[52] Kulak, Kültür Endüstrisi Kıskacında Kültür, sf. 159

[53] Lenin’den aktaran Slater, Phil (1998) Frankfurt Okulu, Çev. Ahmet Özden, Kabalcı Yayınevi, İstanbul, sf. 238

[54] Çubukçu, Kültür ve İdeoloji Sorunları, sf. 116

[55] Çubukçu, Kültür ve İdeoloji Sorunları, sf. 50

[56] Kulak, Kültür Endüstrisi Kıskacında Kültür, sf. 163

[57] Kulak, Kültür Endüstrisi Kıskacında Kültür, sf. 165