EMEP*

* Din, dinsel inanış ve fikirlerin; insanın, aynı zamanda kendisinin de varoluş koşulları olan doğaya dair olayları nedenleriyle birlikte açıklayamadığı bir acizliğinin ürünü olarak ortaya çıktığı bilinir. Herhangi bir toplumsal egemenlik ve baskı koşullarının olmadığı ilkel komünal toplumda insan; güneş, ay vb. doğa unsurlarına güç vehmediyor, bunlardan güç almaya çalışıyordu. Atalar vb. ile ilişki kurabildikleri için ilkel topluluğun sıradan üyelerinden sadece ilave itibar sahibi olmalarıyla ayrılan “sanatçılar-büyücüler” türünden ruhbanlar ortaya çıkmışlardı ama ancak henüz ne sınıflar oluşmuştu ne bunlar ruhban sınıfının bir parçası olarak görülebilecek biçimde din adamları değillerdi.

* Artı-ürünün ortaya çıkışı ve iş bölümünün ilerlemesi toplumun sınıflara bölünmesinin koşullarını oluşturmaya başladı. Üretim koşullarının az çok gelişmesiyle artı-ürünün ortaya çıkışı bu ürüne el koyan küçük bir azınlığın çoğunluğu sömürmesine yol açarak üzerinde baskı uygulamasını mümkün kılıyordu. Böylece toplum aralarında uzlaşmaz çelişkilerin olduğu ezen ve ezilen, sömüren ve sömürülen iki kesime bölündü. Bundan böyle dini ve dinselliği var eden insan acizliğinin yeni dayanakları oluşmaya başlıyordu. Hem hala doğa karşısında kendisini güçsüz hisseden hem de toplumsal siyasal baskı altına alınmış sömürülen yığınların kendilerini koruyucu ve yatıştırıcı güçlere duydukları ihtiyacın karşılığında yeni dini inanışlar ortaya çıktı. İnsan davranışı ve kaderiyle ilgili bilgilerin ve pratiğin temsili olarak görülen tanrı ve tanrıçaların yer aldığı çok tanrılı bir Pantheon’un oluşmasına ya da “tanrı-kral”, firavun örneklerinde olduğu gibi tanrısal egemenlikle iç içe giren sınıf egemenliği simgelerinin belirmesine yol açmıştı.

* Ezilenler, yaşamak zorunda bırakıldıkları ağır sömürü koşullarına, açıklamakta aciz kaldıkları; kendi varoluş ve gelişmelerinin doğal-toplumsal koşullarını ve yaşadıkları toplumdan ibaret saydıkları dünyayı ve bunu çevreleyen evreni ancak doğa-üstü güçlerin belirlediği kör inancına bağlanarak katlanabilmekteydiler. Sınıflı toplum öncesindeki ataların “büyük verimli otlakları”, ezilenlerin bolluk ve eşitlik özleminin yöneldiği bir resimdi. Gerçek dünyada her şeye boyun eğip katlanarak yaşanan geçici hayatın ödülü olan kalıcı bir cennetin tasviri, eski güzel günler, ‘o altın çağ’ oluyordu. Din ve dinsel inanç insanları ödül ve ceza sistemiyle egemenlik sistemine bağlıyor ve hesaplaşmayı ve çelişkilerin çözümünü öte dünyadaki sonsuz hayata havale ederek yatıştırıyordu. Ezen ve sömüren yönetici sınıflar için din en elverişli yönetim araçlarından biri haline geldi.

* Toplumun sınıflara bölünmesi ve sömürücü sınıfların egemenliğinin kurulmasıyla din ve dinsel kurumlar yeniden şekillenmeye uğradı. İlkel inançların sözcüsü büyücünün yerini egemen sınıfın bir parçası durumundaki gerçek ruhban alırken, tapınaklar, devlet törenlerinin de mekanları olarak, köleci toplumların örgütlenme merkezlerinin odağındaki yerlerini aldılar. Unutmamak gerekir ki sınıfların ortaya çıkmadığı koşullardaki toplumlarda kadınlar ile erkekler arasında eşitsizlik yoktu. Anaerkil sistemin hüküm sürdüğü zamanlarda büyücülerin ve topluluk ritüellerini yönetenlerin belirli bir cinsiyetten olmasına yol açan kurallar da yoktu. Sınıflı toplumların başlangıcında da yani köleci dönemin ortalarına kadar Tanrıçalar tanrılarla birlikte aynı Pantheon’da yer aldılar. Tanrıçalar köleci dönemin tek tanrılı inançlarının başladığı dönemlerinden itibaren tarihten silinmeye başlayacaklardı. Hatta Hıristiyan dini kendi selameti için Tanrıça tapımını şiddetle ezecekti.

* Din artık, sınıf egemenliğinin toplumsal bir aracına dönüşmüş, sömürülenlerin “kaderlerine” rıza gösterip baskı altında tutulmalarını kolaylaştıran yatıştırıcı, “esrik bir içki” olarak değer kazanmıştı. Egemen sınıf bu niteliğiyle, din ve dinsel inançları, sömürülen yığınlara, siyasal ve toplumsal amaçlarla boyun eğdirmek üzere kullandı. Bu amaçla, başlangıçta “tanrı-krallar”, giderek Kilisenin krallara bağlanması ve kralla Kilisenin birliği ya da halifeler ve şeyhülislamın sultana bağlanması türünden yollarla dine ve dini kurumlara nüfuz ederek kendisine bağladı.

* Genel kural olarak, din ve dini inançlar dünyevi egemenliği elinde tutan krallar vb. aracılığıyla toplumsal sınıf egemenliğine bağlanırlar. Ancak, aynı zamanda toprak sahibi ve siyasal egemenlik kurumu olmaları bakımından Kilise ya da örneğin Şeyh/Emir veya Ayetullahlar siyasal toplumsal egemenlik sistemini köklü biçimde etkilerler. Zamanın egemenlik merkezi Vatikan, günümüz İran’ı bunun örnekleridir.

* Sömürü sistemlerinde, gelişmeleri sürecinde kurulu egemenlik sistemlerine bağlanan bütün dinler ortaya çıkışlarından başlayarak, siyasal toplumsal yaşamı kendi akit ve ilkelerine göre düzenleyip yeniden örgütleme iddiasında olmuşlardır. Birbiri peşi sıra ortaya çıkan ve “tek yaratıcı” soyutlamasıyla din ve dinselliğin gelişmesinde belirli bir ilerlemeyi temsil eden tek-tanrılı dinler bu niteliktedir. İslam’da Şeriat, dünyanın İslami görüş ve ilkelerle düzenlenmesi ve buna göre yönetilmesine verilen addır.

* İslam, elinde kılıç kurucu-peygamberi ve sonra halifeleriyle “Cihat” yoluyla kendisini zorla kabul ettirip yayılırken, ortaya çıkışından itibaren, kendisini benimseyen tüm toplumların hem yaşam ve ilişkilerinde hem de siyasetinde belirleyici oldu. Yönetim aygıtları, devletler, belirli bir ilkeler ve yasaklar bütünlüğüne tabii olarak şekillendiler ve İslama özgü siyasal ve hukuksal sistemler ortaya çıktı.

İslam’ı yol gösterici olarak seçen bütün devletler ya kuruldukları andan itibaren ya da -Osmanlı gibi- gelişmelerinin uygun bir döneminde, onu aynı zamanda siyasal-hukuksal bir sistem olarak da benimsediler. Tek-tanrılı dinlerin, bilimlerin henüz gelişmemiş olduğu erken dönemlerde ortaya çıkmış olması ve dolayısıyla insanlığın ve içinde oluştuğu dünya ve evrenin varoluş nedenleriyle geleceğinin açıklamasının din ve dinsel kurumların tekelinde olması bunu kolaylaştırıp koşulladı.

Hıristiyanlıkta uzun Ortaçağ boyunca süren bu tekel İslam’da yüzyıllarca daha fazla sürdü ve iki din yayıldıkları topraklarda yaşayan halkların tüm toplumsal ve siyasal yaşamlarını farklı düzeylerde ve biçimlerde de olsa düzenleme imkanı buldu. Aslında bu sayede yani dini bir görünüm altındaki egemen sınıf kendi toplumsal düzenini kurma, ezilen ve sömürülen ezici bir çoğunluğa bunu onaylatma imkanını buluyor ve hükümdar kendisinin tanrının yeryüzündeki yansıması olduğunu iddia edebiliyordu.    

* Köleci ve ardından feodal toplumda temel bir yer tutan; köle sahipleriyle aristokrasinin siyasal toplumsal egemenliğinin bir aracı olduğu kadar bu egemenliğin teokratik bir niteliğe bürünmesini etkileyen din ve dinsel önyargılarla kurumlar, ilk kez olarak, dayanakları olan feodal temelleri parçalayarak dağıtmaya yönelen burjuvazinin ve gelişen kapitalizmin saldırısına uğradı. Başlangıçta dinsel ideolojik biçimler altında gelişen burjuva muhalefeti kapitalizm geliştikçe doğrudan siyasal burjuva demokratik biçimler aldı.

* Eski toplumun bağrında gelişen ve değer yasasıyla katı alış-veriş ilişkisinden başkasını tanımayan sermayenin egemenliği altında din dahil, eskiye dair ne varsa paramparça olmaya başladı. Ve burjuvazi, hızlı bir gelişme gösterdiği Batı Avrupa’nın hemen tüm ülkelerinde feodalizmin egemenliğini yıkmaya yöneldiğinde, bundan, bu egemenliğin aracı ve dayanakları arasında olan dinsel önyargılarla dini kurum ve örgütlenmeler de nasibini aldı. Burjuvazi, akideleri, sermaye birikiminin önüne engel çıkardığı durumda dine karşı da savaş açtı ve din, tüm dinsel yaklaşım, ilke ve kurumlarıyla Reformdan geçmeye zorlandı. Buna, hem egemenliğini sağlamlaştırıp pekiştirme sürecinde işçi sınıfının bağımsız bir sınıfı haline gelmesiyle uzlaşmaz çelişkileri derinleşen sistemin burjuva sahiplerinin ihtiyacı hem de bu yeni egemenlik koşullarına uyum sağlamaktan kaçınamaz hale gelen dini kurumların ihtiyacı vardı.   

* Luther/Protestanlık ve aldığı özel biçim ile burjuvazinin ihtiyaçlarını daha fazla gözeten Kalvincilik, dinin ve dinsel kurumların, burjuvazinin egemenliğiyle karakterize olan yeni koşullardaki toplumsal ilişkilere göre kendilerini yenileme çabalarıydı. Batı Avrupa’da dinin reformdan geçişi bitmiş bir süreç değildir. Örneğin günümüzde de din ve dinsel kurumlar bir tür “sosyal dayanışmacılık” görünümü almaya yönelir ya da dinle bilimin çelişmediğini kabul etmek suretiyle kendisini gelişen koşullara uyarlar. Din ve dinsel kurumlar, Hıristiyanlık şahsında, kutsallık zırhını yarı yarıya soyunmaya, dinsel siyasal ve toplumsal yaşamı düzenleme iddialarından bütünüyle vaz geçmeseler bile bu yöndeki dogma, ilke ve yasalarını gözden geçirip sınırlamaya yönelmişlerdir.

* Burjuvazi devrimci döneminde kapitalizmin ve bir sınıf olarak kendisinin gelişmesinin önünde engel olan, feodal egemen sınıfın bir parçası durumundaki kiliseye karşı mücadele etmiş, işçi sınıfının soluğunu henüz ensesinde hissetmediği tersine bütün ezilenlerin aristokrasiye karşı kendi bayrağının altında birleşme potansiyeline sahip olduğu koşullarda dini ön yargılara ve dinin kitleleri uyuşturucu etkisine karşı savaşmıştır.  Feodal engellerin büyük ölçüde tasfiye edildiği ve işçi sınıfının bağımsız bir sınıf olarak tarih sahnesine çıkmaya hazırlandığı 1848 devrimi dönemi ise bir dönemeç teşkil eder. Kapitalizmin tekelci aşamaya geçişiyle birlikte burjuvazinin dine karşı tutumunun değişerek kitleleri yatıştırmak için her türlü gerici, dini önyargıyı kullanma eğilimi giderek gelişmiştir. Bu koşullar proleter bir devrimin maddi koşullarının adım adım gelişmesiyle karakterize olmuştur.   

* Burjuvazi kendi karşıtıyla yüz yüze gelerek egemenliğinin tehdit edildiği her yerde ideolojik bir uyuşturucu ve yatıştırıcı niteliğindeki dine ve dinselliğe ihtiyaç duyar. Çünkü din sınıf egemenliğinin bir aracıdır. Sömürülen sınıf ve tabakaların bilimsel bilgiden ve bakış açısından yoksun bırakılmasında, cehaletin ve kültürel geriliğin yerleştirilmesinde din etkili bir faktör olarak işlev görür ve bilimsel bilgilenme sürecinin yerine dinin dogmaları geçirilir. Din ilk ortaya çıktığı koşullarda nasıl insanın açıklayamadığı doğa ve toplumsal olayların açıklayıcısı olarak ortaya çıkmışsa, aslında bugün de, özellikle küçük üreticileri de kapsayan emek yığınlarının, önceden öngöremeyip nedenlerini açıklayamadıkları, dolayısıyla geleceğe güvenlerini yok eden, ailelerin parçalanmasına, dilencilik ve fuhuş batağına düşürebilecek işsizlik, sefalet, kriz ve savaş gibi sonuçlarıyla kendilerine tarifsiz acılar yaşatan kapitalizmin kör güçlerine karşı bir savunma mekanizması olduğunu, bir sığınak ve kurtarıcı olduğunu iddia edebilmektedir.  

Yoksulluğun, baskının, sömürülmenin ve maruz kaldıkları bütün kötülüklerin kaynağı hakkında bilgi sahibi olamayan, dolayısıyla hayatın bu şimdiki haliyle yaşanıyor olmasının nedenlerini kavrayamayan, üstelik bu dünyanın geçici, acıların son bulduğu bir öte dünyanın sürekli ve kalıcı olduğuna inanan geniş emekçi yığınlarının dini akidelere bağlılığının korunması, egemen sınıflar açısından kapitalizmin sürdürülmesinin araçlarından biridir. Tanrı kapitalist toplumda burjuvazinin hazır bulup kendi ihtiyacına göre şekillendirdiği bir faktördür. Kapitalizmde din eski toplumlarda olduğu gibi, insanın doğa karşısındaki acizliğinin ürünü olmaktan çıkar. Sömürülen insanın zihninde ezilmişliği meşrulaştırmaya, yatıştırmaya, sınıf mücadelesini uyuşturmaya yönelik boğucu bir kurgusal yaratı haline dönüşür.

Kendi işlerini görürken dine ve dini kısıtlamalara hiç itibar etmeyen ya da hem reform sürecinde hem de gerektiği zamanlarda vahyi kendi işine gelecek biçimde zaten yorumlamış olan burjuvazi ve devletleri için din sömürülen yığınların kontrol mekanizmalarından biri olmaya devam eder.

* Üretim araçlarının mülkiyetine sahip olanlar için din, yoksunluk içindeki ezilen emekçi halk kitleleri üzerinde manevi bir baskı türüdür. “Öbür dünyada iyi bir yaşam” için günümüz zorluklarına katlanma inancını üretirken sömürü ve baskı altında azap çekenlere “ya sabır” çekmeyi telkin ederek cennet vaadiyle avutur. Sömürücülerden “iyilik” beklentisini körükler.  Örneğin İslam’da olduğu gibi, varlığının 1/40’ını zekat olarak verme karşılığında egemen sınıfın, sömürünün ve sömürücü sınıf olarak varlığının kefaretini ucuza mal etmektir. Böylelikle işgücünü kiralayarak eza çeken mülksüzle kiralayıcı mülk sahibi birlikte, “cennet”te buluşacaklardır! Din halkın afyonudur. Din, sermayenin kölelerinin tüm insani taleplerini kendi rızalarıyla içinde boğdukları sarhoşlaştırıcı bir manevi içkidir.

Burjuvazi işçi sınıfından duyduğu korkuyla daha tekel-öncesindeki ilerici dönemlerinden başlayarak dinle uzlaşmıştır.

* Özel olarak İslam’a gelindiğinde… Bir akım olarak siyasal İslam, bütün diğer dinler gibi sınıflı toplumlarda ve özel olarak kapitalizmde dünyayı kendi önyargısına dayalı tekçi mutlakçı ilkelere ve hukuka göre düzenleme iddiasındaki İslam dininin, toplumların gelişme süreciyle, bu gelişmenin motoru olan sınıf mücadelesi ve sınıflarla, bu sınıfların ihtiyaçlarıyla bağlantısı kurulmadan anlaşılamaz.

* Din siyaseti bakımından İslam’ın gelişme seyrinin Hıristiyanlıktan farkını belirleyen, İslam’ın yayıldığı ülkelerde kapitalizmin geç gelişmesi oldu. İran’dan başlayıp Pakistan’ı kapsayarak Endonezya ve Malezya’ya kadar uzanan Asya ve bağımsızlıklarını kazanan eski Osmanlı toprağı durumundaki bir bölüm Doğu Avrupa ülkesi de dahil, kuzey Afrika ve Ortadoğu ülkelerinin tümünde kapitalizmin egemenliği, kapitalizmin dünya ölçeğinde emperyalizme dönüştüğü 20. yüzyılda gerçekleşti.

Dolayısıyla zaten doğuşundan itibaren dünyevi bir siyasallık olarak toplumları Şeriata uygun düzenleme uğruna savaş yürüten, öyleyse ayrıca “siyasal İslam”dan söz edilmesine pek bir yer ve gerek bırakmayan İslam’ın, içine doğduğu kabile ilişkileri ve olgunluğunu yaşadığı feodalizmin ardından kapitalizmle ilişkisi, mali sermaye egemenliği ve tekellerle ilişki olarak şekillendi.

* Mali sermaye egemenliği ve tekelci kapitalizm ise tamamen gericileşmiş bir sermaye egemenliği ve kapitalizm olarak, artık her türlü gericilikle birleşip destekleyerek ayakta tutmakta olan dünya gericiliğinin kalesi durumundadır. Tekellerin isteyip dayattığı tek şey vardır: Destekleyeceği tüm gericilik tür ve biçimlerinin kendi gerici çıkar ve yönelimlerine bağlanması.

* Tekelci gerici burjuvazi her türlü geri ideolojik ve siyasal biçimleri kendi çıkarlarına hizmet etmesi için kullanır. Dünya yüzünde yayılma ve güçlenme olanaklarını artırmaya çalışırken dini kendi egemenlik koşullarına uyarlamak, desteklemek veya aynı dinin farklı mezhepleri arasındaki çelişkileri artırmak, çatışmaları körüklemek vb. yöntemlere başvurduğu gibi ilhak, işgal gibi hamlelerini bir “Haçlı Seferi” kılığında ya da liberal bir özgürlük taşıyıcılığı biçiminde pazarlayabilir. Tekellerin tercih ettiği, kendi egemenlik koşullarına uyarlanmış, bu koşulları geliştirmeye olanak açacak biçimde düzenlenmiş dindir.  Stratejik ve taktik çıkarları ve tercihleri dönemsel farklılıklar gösteren burjuva klikler arasında örneğin İslami akıma karşı tutumlar farklılaşabilse de din, hem kitleler açısından uyuşturucu bir araç olarak teşvik edilmeye devam edilir hem de çeşitli klikler arasındaki dalaşmaların ideolojik mazereti olarak kullanılabilir.

* İslam dini Hıristiyanlık gibi kapitalist toplumun ve burjuvazinin ihtiyaçlarına göre, reformdan geçmemiş olsa da dini ilkelerin neredeyse her ülkede farklı yorumlanmasına bağlı çok sayıda akımın köken aldığı bir ana kaynak durumunda. Vahabilik, Müslüman Kardeşler, El Kaide gibi, değişik ülkelerde iktidar ve icra alanı bulan İslami akımların yanı sıra belirli bir coğrafyadan başlayarak bütün dünyayı hizaya getirmek üzere kendisine egemenlik alanları açmaya çalışan akımlar ve mezhepler ortaya çıkmıştır. Gelgelelim aralarındaki bu farklara ve hatta çatışmalara rağmen İslami akımların büyük çoğunluğunu aynılaştıran, laiklik ve sekülarizme düşmanlıkları kendi mutlakçı ilke ve hukuklarını yayma konusundaki kararlılıklarıdır.

* Bu genel eğilimin yanı sıra İslam’da alt sınıflara dayanan, onların çıkarlarının dini kisve altında belirmiş ifadesi olan, soluk materyalist izler de taşıyan akımlar ve hareketler de çıkmıştır. (Örneğin İbn-i Haldun materyalizmi ile Hallac-ı Mansur’un “En el Hak”çılığı, Baba İshak ve Bedrettin hareketi gibi).

* Çeşitli ülkelerin tarihsel gelişmeleriyle bu gelişmenin düzeyi ve sermaye egemenliğinin şekillenişinin farklı koşullarında, İslam kadar, İslami siyasal akımların da birbirlerinden farklılıklar göstermesi tamamen anlaşılırdır; çünkü soyut, sınıflar ve sınıflar mücadelesinin üstünde bir İslam ve İslami siyaset yoktur.

Örneğin, her üçünde de mali sermaye egemenliğinin geçerli olduğu Suudi Arabistan, Tunus (koalisyon halinde) ve Türkiye’de siyasal İslam iktidardadır. İlkinde Vahabi Krallığının otokratik yönetimi, son ikisinde ise Müslüman Kardeşler hükümetleri bulunmaktadır. Petrol zenginliğine karşın kapitalizmin daha az geliştiği Suudi Arabistan’da prensesler bile yeni yeni otomobil kullanmaya başlamışken, şer’i hukuka göre kadınların tanıklığı geçerli sayılmamaya devam etmekte, kadınlar başı açık dışarı çıkamamaktadır. Türkiye’de hala geçerli sayılan medeni hukuk, örneğin kadınlarla çocukların tecavüze uğradığı çoğu durumda fiilen, hatta erkekleri haklı çıkarma eğilimindeki mahkemelerce uygulanmazken, toplum İslami dayatmalara boğulmakta, başında İslami “dava”nın “reisi” bulunan tüm erklerin yürütmede toplandığı, burjuva muhalefete bile fazla tahammül gösterilmeyen, keyfi tek adam rejiminin dönüştürülmeye girişildiği faşist diktatörlüğün kuruluşu püskürtülmeye çalışılmaktadır. Henüz Bin Ali rejimini deviren devrimin tüm kazanımlarının çalınamadığı, devrimci bir muhalefete sahip Tunus’ta ise, Müslüman Kardeşler partisi En Nahda, tekçi mutlak İslami yönetimi zorlamak yerine uzlaşmaya yöneldiği seküler burjuvazi ile koalisyon kurarak, Tunus toplumunu İslami ilkelere göre düzenleme tutumundan geri adım atmıştır.

* İslam ve İslami akımlar ülkeden ülkeye farklılaştıkları gibi, tek tek ülkelerde de, bu ülkelerin gelişme düzeyleri ve egemenlik ilişkileri çerçevesinde, zaman içinde de farklılıklar gösterdi. Şeriat ve Şer’i hukukun geçerli olduğu emperyalizmle işbirliği halindeki Osmanlı’nın ardından, cılız bir anti-emperyalist ulusal devrimin ürünü olarak milli burjuvazinin egemenliğinde kurulan Kemalist Türkiye, 1908 Devrimi’nin başını çeken İttihat ve Terakki’nin yolundan yürünerek, seküler bir ülke olarak örgütlenmeye girişildi. Hilafet kaldırılıp tekke ve tarikatlar yasaklandı ve toplumsal yaşamı örgütleyici rolüne son verilen İslam’ın topluma müdahalesi sınırlandırıldı.

* Anti-emperyalizmi gibi, ilerici/devrimciliği de, sekülarizmi ve laisizmi de cılız olan Kemalizm, egemen milli burjuvazinin çıkarlarına uyarlanmış bir İslami yorumu dayatarak, laiklik adına, bu yöndeki uygulamaları, bir devlet kurumu olarak kurup İslam’ın örgütlenmesiyle görevlendirdiği Diyanet İşleri Başkanlığı eliyle yürütmeye yöneldi. Devletle din ve eğitim işlerinin ayrılması olarak laiklik, tersine, devletin dine müdahalesi olarak kurgulandı ve bu açıdan, Türkiye’de doğumundan itibaren sorunlu oldu. Hem bir parçası ve aracı olduğu siyasal toplumsal egemenlikten dışlamakla kalmayarak bir tür savaş açmış olduğu siyasallaşmış haliyle İslam’ı ve İslamcılığı kemikleştirip illegal ve genellikle yarı-legal bir örgütlenmeye ve muhalefete yöneltti, hem de sekülarizm ve laisizm adını taktığı, laikçiliğiyle yapay bir devlet dini yaratmaya yöneldi.

* Ulusal kurtuluş savaşına önderlik eden ve büyük toprak sahipleriyle ittifak halinde egemen sınıf olarak örgütlenen Kemalist ulusal burjuvazi, kendi milli yolundan yürüme takati gösteremeyip emperyalizmle birleşerek işbirliğine yöneldiğinde, emperyalistler, zaten dünya ölçeğinde çoktan İslam ve İslami akımlar da dahil olmak üzere, her türlü gericiliği yedekleyip kullanmaktaydılar. Emperyalizmle birleşerek işbirlikçileşen ve tekelleşen Türkiye burjuvazisi, Kemalizm’den arta kalan sekülarizmini de sürdüremedi. Bu güdük sekülarizmi ve laikliği de aşındırıp zayıflatarak, egemenliğini zorlanmadan sürdürmesine elverdiği ölçüde kullanmaya yöneldi. Hatta bu yönelişini, SSCB’nin, işbirlikçisi olduğu Amerikan emperyalizmi tarafından bir “yeşil kuşak”la kuşatılması yıllarında bile kısmen sürdürebildi. Ancak bu süreç aynı zamanda başta büyük toprak sahipleri, büyük burjuvazi ve devletinin İslam’ın yaygınlaşması doğrultusundaki çaba ve desteklerinin giderek arttığı bir dönem oldu. Bu destek özellikle başta işçiler olmak üzere ezilen ve sömürülen kitlelerin saflarındaki uyanış, mücadele ve örgütlenme eğilimlerinin gelişmesiyle birlikte daha belirgin hale gelerek arttı. Yanı sıra, başta Amerikan emperyalizminin ihtiyaçları kadar, bu ihtiyacın artışıyla da önü açılan siyasal İslam’ın güç biriktirip gelişmesi onu, ilk kez 1973’te koalisyon ortağı olmasının ardından 1990’larda yerel yönetimleri ve 2003’te de merkezi yönetimi ele geçirmesine götürdü. Emperyalizm, kendisinin ve çıkarlarının hizmetine koştuğu İslam’ın tüm gericiliğini desteklemekte sakınca görmedi. Ta ki Osmanlı’yı dirilterek emperyalizme şart koşmaya kalkışıncaya kadar! Şimdi artık gerek işbirliğinin karşılığında talep ettiği pay, gerekse siyasal stratejik tutumu açısından “özel çıkarları”na yaptığı vurguyla, siyasal İslamcı neoliberal AKP ve AKP Türkiye’sinin emperyalistlerden tam bir destek aldığı söylenemez.

* Son olarak, söylenmesi gereken, siyasal İslam’ın, dünyada olduğu gibi, Türkiye’de de, zaman zaman belirli akım ve örgütler etrafında toplanma eğilimi göstermesine karşın, bugün hala çok parçalı yapıda oluşudur.

Kemalist diktatörlük altında ve sonra özellikle 1950’den başlayarak giderek yasallaştığı yarı-legal tarikatlar döneminde baskın olan Nurculuk ve Nakşibendilik etrafındaki birikime rağmen irili ufaklı çok sayıda tarikatın varlığı sonraki dönemlerde de sürmüştür. 1970’in ortalarından başlayıp 1990’ların sonuna gelinceye kadar, Necmettin Erbakan ve yasaklandıkça birbiri ardına kurduğu partileri etrafında bir toplanma yaşanmıştır. 1997’deki 28 Şubat Darbesi’nin Erbakan’ın partisinin büyük ortağı olduğu koalisyonu yıkmasıyla, bu kez toplanmanın, “milli görüş” olarak özetlediği politika ve uygulamalarıyla emperyalizmle arasına belirli bir mesafe koymuş olan Erbakan’a ihanet edip neoliberal politikaları benimseyerek emperyalizmle birleşen Erdoğan ve AKP’si etrafında gerçekleşmesi eğilimi ortaya çıkmıştır. Ancak başlangıçta tek başına bütün İslami akımları etrafında toplayarak devleti yönetmeye Erdoğan’ın gücü yetmemiş ve emperyalizmle ilişkilere ve yetişmiş kadrolara sahip Fethullah Gülen Cemaati’yle Erdoğan’ın iktidar ortaklığı, hala çok sayıda tarikat varlığını korumasına rağmen, tümünü etrafında toplamıştır. İttifakın 2013’te bozulması ve Gülen’in 2016 15 Temmuz’undaki darbe girişimiyle tam düşmanlaşmanın ardından ise, hemen tüm tarikatlara yönetsel ve parasal paylar dağıtan AKP tek toplanma merkezi durumundadır, ancak o da yolun sonuna gelmiş bulunmaktadır.


*Bu metin Temmuz 2019’da Tunus’ta İbni Rüşd Çalışma ve Araştırma Merkezi’nin düzenlediği “Siyasal İslam ve Sekülarizm Sempozyumu”nda EMEP tarafından sunulan bildirinin metnidir.