Kadir Yalçın
AKP’nin çoğunluğu kaybettiği 2015 7 Haziran ve “Pandora’nın kutusu” açılıp tüm lanetli kötülükler ortalığa salınarak bombalama, çatışma ve savaş koşullarıyla tırmandırılan şoven milliyetçilik ve dayatılan korku ortamında zorla yeniden kazandığı 1 Kasım seçimlerinin ardından bir “sandık üçlemesi”nden geçti Türkiye.
“Üçleme”nin önemi herkesçe malumdu.
Önce, 16 Nisan 2017 Referandumu. Üzerinde kaçıncı kez oynandıktan sonra, 18 maddesi değiştirilerek, ülkede “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi” adıyla tek adam rejiminin kurulmasının oylandığı Anayasa değişikliği referandumunu, AKP, MHP ittifakıyla, ama asıl diğer yargı organları gibi yürütmeye bağlanan YSK’nın 2.5 milyon mühürsüz oyu yasaya aykırı olarak geçerli saydığı hilenin dayatılması yoluyla kazandı. Hileye rağmen ancak yüzde 51’e 49’luk bir bölünme ve küçük bir farkla kararlaştırılan rejim değişikliği.
Sonra, rejim değişikliğinin uygulanmaya başlanacağı, Genel Seçim’le bir arada yapılan 24 Haziran 2018 Cumhurbaşkanlığı Seçimi. Bir yanda “Cumhur” diğer yanda “Millet” İttifakları ve üçüncü bir güç olarak HDP. Ve Üç Cumhurbaşkanı adayı. Erdoğan, İnce ve hapisteki Demirtaş. Sonuç; 4 partili işlevsiz bir Meclis ve dayatma karşısında “sahibinin sesi” AA’nın artık yerleşik hal almış açıklama yöntemiyle henüz sonuçlar ve 2. Tur’un gerekli olup olmayacağı netleşmeden, Muarrem İnce’nin, korkutma ürünü olarak mı, moral bozukluğu ve sarhoşluktan mı belli olmayan “adam kazandı” sözüyle teslim bayrağı çekmesiyle, az farkla, Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığı.
Ve en son 31 Mart 2019 Yerel Seçimleri. “Beka Meselesi” zorlaması ve tüm muhalefetin “terör”le suçlanması karşılığında girişilen milliyetçilik yarışı ve sonucun kapitalizmin krizinin canından bezdirdiği emeğiyle geçinmeye çalışan sömürülen yığınların –sahteliği kısa sürede görünecek olsa bile– oluşturulmuş burjuva demokratik alternatifin kolaylaştırıcılığında yükselen tek adam karşıtı tepkisiyle belirlenmesi. Hemen bütün büyük kentlerde AKP ve ortağı MHP’nin kaybedişi ve genellikle CHP’li adayların belediye başkanı olarak seçilmeleri. Toplumsal muhalefet açısından olduğu kadar AKP açısından da özel önemi olan, Erdoğan’ın “İstanbul’u kaybeden Türkiye’yi kaybeder” dediği İstanbul sonuçlarına AKP itirazı. Allem Kallem. Yeniden ve yeniden saymalar. Şu bu. Ve başkanlık onaycısı YSK kararıyla seçimin yenilenmesinin net bir hüsran olan sonucu; bu kez, 14 bine kadar gerilemiş farkın AKP-MHP ortaklığı aleyhine 800 bini aşması.
2019 SEÇİMLERİNE GELİRKEN…
Yukarıdaki teknik özetin işaret ettiği gelişmelerin gerçekleştiği toplumsal siyasal koşullar, çeşitli parti ve grupların 2019 Yerel Seçimlerinde izlediği politikalarla aldıkları tutumları belirledi.
2017 Referandumunda politika belirleyip tutum oluşturmak kolaydı ve herhangi ittifaklarla desteklere gerek olmadan “Hayır” denmesinin tartışılacak yanı yoktu ve kendiliğinden bir “Hayır Cephesi” oluştu. “Hayır”ın gerekçesi de tartışma konusu olamazdı. Anayasa değişikliğiyle murat edilen, “Başkanlık Sistemi” vurgusuyla devlet işlerinin görülmesiyle ilgili tüm yetkilerin tek elde toplanarak faşist bir tek adam-tek parti rejimi kurmaktı. Zaten yasa ve Anayasaya aykırı olarak hemen tüm yönleriyle dayatılarak uygulanmakta olan tek adam yönetimi, bu referandumla yasallaştırılarak meşrulaştırılmaya çalışılmaktaydı; karşı çıkılan, tek adam rejiminin meşrulaştırılmasıyla bir faşist diktatörlüğün kuruluşuna giden yolun açılmasıydı. Kendilerini “muhafazakar demokratlık”la tanımlayan AKP, hatta MHP türü sahte demokrasi söylemlerinde bulunanlar bir yana, “ben demokratım, demokrasi istiyorum” ya da “solcuyum”, “sosyalistim” diyen hiç kimse Referandumda “evet” diyemezdi, demedi. “Anayasal demokratlar” durumundaki milliyetçilikte mangalda kül bırakmayan, burjuva demokratları, başlıca “kurduğu devleti” savunma tutumunun sahibi durumundaki CHP, kurduğu, mevcut kapitalist düzen ve tekellerin egemenliğini benimseyip aşırılıklarının törpülenmesine, örneğin yolsuzluklar ve israfın önlenmesiyle yetinilmesiyle sorunların çözülüp adaletin sağlanabileceği, keyfiliğe karşı “kuvvetler ayrılığı”yla bu kuvvetlerin birbirini dengelemesi, “hukukun üstünlüğü”nün garanti edeceği eşitlikle hak-hukuk-adalet vurgulu platformuyla “Millet İttifakı”nı oluşturdu. Bu içeriğiyle platformun büyük burjuvazinin konjönktürel ihtiyaçları olduğu şüphesizdir. Buradan, “Millet İttifakı”nın muhalefetinin egemen sınıf(lar) içindeki sürtüşmenin ifadesi olduğu sonucu çıkar.
Öte yandan, 2017 Referandumunda “Hayır ‘Cephesi’”nin sadece burjuva muhalefetinden ibaret olmadığı bir gerçektir. Üst sınıflardan kaynaklanan muhalefetin yanı sıra yeterince güçlü olmasa bile, daha aşağıdan gelen bir muhalefet de yok değildi. Güçsüzlüğü bir veri olan bu muhalefetin parçalılığı ve birleşmiş olmaktan fazlasıyla uzak olduğu biliniyor. Ulusal renginden ve diğerleriyle birlikte kucakladığı yoksul katmanlarla taleplerinden gelen sertliği, hak eşitliği talebinin ürünü olan devlete ve baskısına yönelik eleştirelliğinin yanında burjuva içeriğiyle düzen-içiliği belirgin ulusal demokratik muhalefet, HDP, kendisine ilişkin “Üçüncü Yol” tanımıyla iki ittifakın dışındaki büyük “parça” durumunda. Ve –hemen tümü sosyalistlik, hatta komünistlik iddia eden– bir bölümü burjuva demokrasisiyle birleşen reformcu liberal solculardan oluşan diğer bir bölümüyse en azından biçimde itirazcı radikaller olan küçük burjuva demokratlarından proleter devrimcilere kadar uzanan çok sayıda parti ve grup.
24 Haziran Genel ve Cumhurbaşkanlığı Seçimlerinde rivayetinmuhtelifleşmesinden doğalı yoktu ve böyle oldu. Tartışıldığı için kısa özet. İki ana burjuva ittifak birbirleriyle görece kolay anlaşabilir, milletvekilliklerinde anlaşmazlık yaşanmaz ve ayrılıklar –CHP ve Saadet Gül’ü aday yapmak isterken Akşener’in de cumhurbaşkanlığına adaylığını koyması türünden– ayrıntılarda kalırken, bir diğer anlaşma tabanda kendiliğinden gerçekleşti. Cumhurbaşkanlığında bir bölüm HDP seçmeni Erdoğan karşısında kazanma şansına sahip olduğunu düşündükleri CHP adayı M. İnce’ye yönelirken, milletvekili seçimlerinde de bir bölüm CHP seçmeni HDP’yi destekleyerek barajı geçmesini sağladı. Ancak, revaçta olan “burnundan kıl aldırmaz” tutumlar oldu, EMEP’in emek ve demokrasi güçlerinin bir araya gelmesi için çabaları sonuçsuz kaldı ve HDP ile çeşitli eğilimlerden küçük burjuva demokratlarla proleter devrimcilerin seçimlerde bile birliği gerçekleşmedi.
2019 SEÇİMLERİNİN KRİTİK ÖNEMİ
İstanbul’da yenilenerek ikinci kez yapıldığı 23 Haziran’a sarkan 31 Mart Yerel Seçimlerine, bu kaldığı yerden devam edilerek gidildi.
2015 Kasımında fiilen girilen tek adam rejiminin oturtulmasıyla bir faşist diktatörlük kurulmasının önünün açılması yönelimi, 24 Haziran’da püskürtülememişti. Ve bu gidişin önünün kesilmesi, halkın ve toplumsal muhalefetin önünde durmakta olan temel sorun durumundaydı.
Bu, tabii ki, seçimler ve seçimler döneminde yürütülen çalışma ve mücadelenin, dönemin grev, gösteri vb. türünden başka biçimler de alarak –ve hele yerel seçimlerde kadın, gençlik, çevre, barınma, ulaşım, hatta eğitim ve sağlık vb. alanları kucaklayarak ve bağlamının yerelliği dolayısıyla olabilir en somutlaşmış şekillenişiyle– süren sınıf mücadelesinin kendisine özgü özel bir biçimi ya da özel bir biçime bürünmüş bir bileşeni olarak ele alınması halinde böyledir.
Seçimlerin kendilerinden menkul, kendi başlarına, bağımsız ve sınıf mücadelesiyle ilintisiz olgular varsayılıp, seçim platformlarının, genel mücadele platformlarının seçim dönemlerine özgü ve o dönemlerin somut koşullarına uyarlanmış biçimlerinden başka şeyler olmayan özel mücadele platformları olarak kavranmamaları durumunda, “alt tarafı bir seçim değil mi?” “seçimlerle faşist diktatörlüğün önü mü kesilirmiş?” diye düşünülebilmesine şaşırmamak gerektiğiyse açıktır.
“Kendini sayma” ve politik mücadele
Sadece seçimlerle ülkenin kaderinin belirlenebileceği, diktatörlükler kurulup diktatörlükler yıkılabileceği kuşku yok ki ileri sürülemez. Bu, tabii ki olacak şey değildir ve seçimlere olduğundan fazla bir rol yüklemek, seçimlerle elde edilebilecek olanları abartmak anlamına gelir. Sınıf mücadelesi kadar devlet ve devrim teorilerinin de abc’sini bilen bu tür hayallere kapılmayacaktır. Sınıf egemenliklerinin asıl dayanaklarının parlamentolarla onların iç dengelerini belirleyen seçimler ve yerellerde de bunların izdüşümleri olmadığını az-çok Marksizm okumuş herkes bilir. Sınıf iktidarlarıyla burjuva devletlerinin asıl kurumları militarizmle bürokrasidir ve seçimlerin bu kurumlarda külli değişikliklere yol açması olanaklı değildir. Öyleyse, seçimler ya da genel oy, Engels’in dediği gibi, en başta “kendimizi sayma”ya yarar; ancak bundan ibaret olmadığı şüphe götürmez.
Engels’in, Marx’ın “Fransa’da Sınıf Mücadeleleri”ne yazdığı girişte “genel oy” üzerine söyledikleri şunlar:
“Eğer genel oy sistemi, bize, her üç yılda bir kendi kendimizi sayma olanağından, oy sayısının, düzenli bir şekilde denetlenen ve son derece hızlı artışı ile, işçilerde zafere olan güveni, düşmanlarda ise aynı ölçüde korkuyu artırmaktan ve böylece bizim en iyi propaganda aracımız olmaktan; bize kendi kuvvetimiz hakkında ve aynı şekilde bütün karşı partilerin kuvvetleri hakkında tam ve doğru bilgiyi vermekten ve böylelikle de bize kendi eylemimizi gücümüzle orantılı tutmak için bütün ötekilerden üstün bir ölçüt vermekten ve bu şekilde bizi yersiz bir korkaklık ve çekingenlikten olduğu kadar, yersiz delice atılganlıktan da korumaktan başka bir yarar sağlamasaydı da — evet, bizim genel oydan elde ettiğimiz tek kazanç bu olsaydı, gene yeter de artardı. Ama genel oy, daha fazlasını da yapmıştır. Seçim ajitasyonu ile, bizden henüz uzak bulundukları yerlerde halk yığınları ile temasa geçmek konusunda, bütün partileri, tüm halkın gözü önünde, bizim saldırımıza karşı kendi görüşlerini ve eylemlerini savunmak zorunda bırakmak konusunda bize öyle bir araç vermiştir ki, bir benzeri daha yoktur; ve ayrıca, bizim temsilcilerimize, Reichstag’da bir kürsü sunmuştur ve bizim temsilcilerimiz bu kürsünün tepesinden parlamentodaki hasımlarına karşı olduğu kadar, dışarıdaki yığınlara da, basında ve toplantılarda olduğundan bambaşka bir yetki ile ve bambaşka bir özgürlükle konuşabilmişlerdir. Seçim ajitasyonu ve sosyalistlerin Reichstag’daki konuşmaları hükümeti ve burjuvaziyi topa durmadan tutarken, sosyalistlere karşı yasa, bunların ne işine yarayacaktı ki?
“Ama, proletarya, genel oy hakkını böyle etkin bir biçimde kullanarak yepyeni bir savaşım yöntemini işe koşmuştu, ve bu yöntem çabucak gelişti. Burjuvazinin egemenliğinin örgütlendiği devlet kuruluşlarının, işçi sınıfına, hâlâ bu devlet kurumları ile savaşmak için yeni kullanım olanaklarını sağladığı anlaşıldı. Çeşitli diyetlerin, belediye meclislerinin, patronlarla işçilerden oluşan hakem kurullarının seçimlerine katılındı, atanmaların saptanmasında proletaryanın yeterli bir bölümünün de katıldığı her görev üzerinde burjuvazi ile tartışıldı, çekişildi. Ve böylece, burjuvazi ve hükümet, İşçi Partisinin illegal eyleminden çok legal eyleminden, ayaklanmadaki başarılarından çok seçimlerdeki başarılarından korkar oldular.”[1]
Engels’in bu söylediklerinin genellikle başı, üstelik “genel oy”a yöneltilmiş bir olumsuzlama olarak anlaşılarak alınır ve üzerine seçimlerin işe yaramazlığı ve boykotçuluğa olan ihtiyacın oturtulmasına girişilir. Doğru değildir. Engels “Genel oy hakkı… bize kendimizi sayma olanağından… başka bir yarar sağlamasaydı da…” der ve ekler: “gene yeter ve artardı.” Yani, Engels, küçümsemez, tersine, kürsü sağlama vb. gibi yararlarını da ekleyerek, önemine vurgu yapar.
Kendimizi saymaya ve başka şeylere de yarar seçimler ve genel oy hakkı; ancak, yanı sıra, bizzat “devlet kurumları ile savaşmak için yeni kullanım olanakları” sağlar. Yalnızca seçimlerle iktidarlar kurulup yıkılmayacaktır –bunda tartışılacak yan yoktur; lakin seçimler ve seçim deneylerinden geçerek, öğrendikleriyle, “devlet kurumlarıyla savaşmak için yeni olanaklar” edinmeden işçi sınıfı ve sömürülen yığınların iktidar yürüyüşünü başarıyla gerçekleştirebileceklerini sanmak da ham hayalciliktir. Üstelik, Engels’in bu söyledikleri işçi sınıfıyla egemen burjuvazinin karşı karşıya geldiği dolaysız mücadeleler ve bu mücadeleler dolayımıyla en başta işçilerin eğitimlerini tamamlamalarıyla ilgilidir. Eklenmesi gereken; seçimlerin, sınıflar arasında sürmekte olan çok yönlü mücadelenin bütün bu yönleriyle ilgisidir.
Uzun sözün kısası, ülkede bir faşist diktatörlük kurulmasına yönelik yığınak yapılmakta ve bu amaçla tüm yetkileriyle devlet iktidarının aşırı merkezileştirilerek tek adam ve tek (ya da bir buçuk) parti elinde toplanmasında ileri adımlar atılmış, sürecin tamamlanmasına çalışılıyor ve bu gidişata karşı çıkmakta olan henüz ezilmeleri sağlanamamış güçlerin sürecin “ortasındaki” seçimlerde elde edebilecekleri başarı, faşist inşanın tekerine çomak sokarak püskürtülmesine zemin sağlayabilecekse, “kendimizi sayacağız” diye tepinmek, fazlasıyla sağlam bir politik tutum olarak görünebilir, ancak güncel görevleri göz ardı eden bir politik yaklaşımdır.
Bütün sınıfları ilgilendirmesi gereken geniş ölçek ve kapsamıyla politik mücadele ülke sathında sürmekteyken, bu mücadele karşısında ilgisiz kalarak “kendini sayma”da ısrar, ergenlerin “ille de ben” tutumu bile olamaz, elinde kova ve küreğiyle kum havuzunda oynayan çocuklara özgüdür.
İstanbul’da 23 Haziran’da tekrarlanan 31 Mart Yerel Seçimlerinde TKP’nin tutumunun özü buydu.
31 Mart’ta –herhangi başka seçim ya da değişik bir sorun temelinde şekillenmiş mücadelelerde, hatta “kendi” ayrı “1 Mayıs’ı”nı kendi başına kutlama örneğinde olduğu gibi– en başından itibaren herhangi ittifak olanaklarını gözleyip değerlendirmeye yanaşmadan TKP “kendini sayma” tutumuyla ayrı parti olarak seçime katıldı.
Olmaz değildir; herhangi parti, tabii ki parti olarak seçime girebilir, girer –bunda bir yanlışlık olduğu ileri sürülemez. Hele örneğin ülkedeki politik durumu çok az etkileyebilme potansiyeline sahip Çar’ın Dumaları benzeri “danışma meclisi” benzeri parlamentolar için düzenlenen türden seçimler bakımından genel kural budur. Burjuva parlamenter rejimlerde de, esas olarak böyledir. Ancak bu, kafayı kaldırıp etrafta olan bitene bir göz bile atmamak, genel olarak ittifak, güç ve eylem birlikleri türünden asgari müştereklerde ortaklıklar, hatta belirli koşullarda belirli partilere karşılıksız sunulabilecek desteklerin kategorik olarak inkarı anlamına gelmez.
Nedeni açıktır.
BAĞIMSIZ SINIF ÖRGÜTLENMESİ VE SOSYALİZM MÜCADELESİ VAZGEÇİLMEZDİR
Kapitalist toplumlarda proletaryanın burjuvazinin egemenliğine son vermeyi ve kapitalizmi tasfiyeyi hedef alarak sosyalizm için mücadele etme zorundalığı herhalde tartışma konusu edilemez. Bunun gereği bağımsız bir sınıf politikası izlemektir. Proletarya burjuvaziyle uzlaşma değil uzlaşmaz karşıtlık halinde var olmuştur ve varlığını ancak böyle sürdürür. Sınıf karşısında sınıf, kapitalizmin temel gerçeğidir. Sermaye birikimi, işçi sınıfının ürettiği artı-değerin gaspına dayalıdır; burjuvazi, işçinin ürettiği artı değere karşılığını ödemeden el koyar. Sermaye birikimi ve burjuva mülkiyetin kaynağı buradadır. Burada tartışıp anlaşma ve uzlaşma olanağı yoktur. Sermaye, dolayısıyla burjuvazi üretmez, ama işgücünün, dolayısıyla işçinin ürününü mülk edinir. Öyleyse ya biri ya diğeridir. Ya çalışmadan el konacak ve mülk edinilecektir ya da çalışmayan yemeyecek, çalışan, yani işçi, toplumsal emeğinin ürününü toplum olarak sahiplenip mülk edinecek ve giderek kendisiyle birlikte mülkiyet ilişkilerinin ortadan kalkmasının koşullarını hazırlayacaktır.
Bu, politik alana, parti olarak örgütlenmiş proletaryanın, proletarya iktidarını hedef alan, bağımsız politik mücadelesini örgütleme zorundalığı olarak yansır. Proletarya ve proletaryanın devrimci partisi, sömürüye son vermek ve bu amaçla burjuva egemenliğini devirmek olarak özetlenebilecek kendi amaçlarını bir yana bırakarak kapitalist toplum içinde eriyemez, kendisini kapitalizmin sınırları içine hapsedemez, kapitalist düzenle uyuma dayalı politikalar izleyemez ve herhangi burjuva partisinin peşine takılamaz.
Ancak kendi sınıf politikasını izleyen bağımsız parti olarak örgütlenme ve sosyalizm için mücadele etme zorundalığı, devrimci proletaryanın en devrimci sınıfını oluşturduğu kapitalist toplumlarda, hiçbirisiyle yan yana gelme eğilimi göstermeden, kendisini, kendi dışındaki bütün güçlerden ayırıp tecrit ederek, tamamen kendi başına davranmaya mahkum olduğu şeklinde anlaşılamaz.
Gelişkin kapitalist toplumlarda proletaryanın, kaldığı kadarıyla kır/tarım ve kentin sınai, ticari ve hizmet alanlarında çalışan kendi dışındaki emekçilerle, özellikle mülksüzleşerek işçileşme eğiliminde olan ya da bu sürece giren/girmekte olan emekçi katmanlarla birlik/ittifak tutumu içinde olması, bizzat sosyalizm için yürütmekte olduğu mücadelenin bir gereğidir. Bunun politik alana yansıması, bu katmanlara dayalı çeşitli işçi ve belirli küçük burjuva eğilimler taşısalar bile emekçi nitelikli politik parti ve gruplarla belirli birlik/ittifakların olabilirliğidir. Bu, TKP’nin geleneksel tutumunda görüldüğü üzere, somut koşul ve şekillenişleri önemsenmeden reddedilecek şeylerden değildir.
Daha da önemlisi, kapitalist olmakla birlikte az-çok geri niteliğe sahip ve henüz bir dizi demokratik içerikli sorunun çözülmeden durduğu ya da demokratik hak ve özgürlükleri çiğneyerek yok etmeye girişmiş faşist tipte siyasal gericiliğin saldırıya geçtiği ülkelerde yüz yüze olunan ya da olunabilecek koşullarda alınacak tutumdur.
Hangi koşullar söz konusu olursa olsun, proletaryanın sosyalizm için mücadele etmek zorundalığı ve devrimci partisinin sosyalist içerikli politik mücadele yürütmeden edemeyecek oluşudur. Proletarya ve devrimci partisi, sosyalizm için mücadele yürütmezlik edemez.
GÜNCEL POLİTİK MÜCADELE VE GÖREVLER GÖRMEZDEN GELİNEMEZ
Öte yandan, proletarya ve devrimci partisi, sosyalizm için mücadele yürüttüğü ülkenin mücadele koşulları karşısında bigane de kalamaz. En başta çağımızda artık burjuvazinin gericileşmiş ve Ortaçağ gericiliği dahil kendisi dışındaki bütün gericiliklerle birleşme eğiliminde olması nedeniyle çözülmeden kalmış demokratik içerikli sorunların varlığı ve kendisinin yanı sıra toplumda bundan zarar gören başka sınıf ve tabakaların da bulunması, proletaryanın önüne bunlarla mücadele görevini de koyar: Sosyalizm için mücadelenin yanında demokrasi için de mücadele görevi.
Lenin, demokrasi mücadelesinin gerekliliğini reddeden, sosyalizm mücadelesinin demokratik haklar için mücadeleyi gereksiz kıldığını iddia eden “emperyalist ekonomistleri” eleştirdiği bir polemik yazısında dediği gibi;
“Demokrasi olmaksızın sosyalizm olanaksızdır. Çünkü, (1) proletarya demokrasi savaşımı içinde, sosyalist devrime hazırlanmadıkça o devrimi yapamaz; (2) utkun sosyalizm, tam demokrasiyi uygulamaksızın, zaferini pekiştiremez ve insanlığa, devletin çözülüp dağılmasını getiremez.”[2]
Türkiye’de proletarya devrimin yalnızca öncü değil temel gücüdür de, ve devrim, demokrasi ve sosyalizm mücadelesinin yan yana olmakla kalmayıp iç içe geçtiği acil görevi halk egemenliğini kurmak olan bir proleter devrim sürecidir.
Devrimci proletarya, kent ve kırın sömürülen yığınlarıyla birlikte sosyalizm için mücadele ederken, kent ve kır küçük burjuvazisiyle birlikte, bağımlılık ilişkilerini kırmaya yönelik anti-emperyalist mücadeleyle birleştirerek, özgürlük ve demokrasi için, halkın egemenliği ve iktidarı için –büyük toprak sahipleriyle ittifak kurmuş– mali sermaye ve tekellerin egemenliğini devirmeyi hedefleyerek mücadele etmektedir.
Yeniden Lenin’e dönersek…
“Bir sosyal-demokrat bir an için bile, proletaryanın sosyalizm için mücadelesinin, en demokratik ve cumhuriyetçi burjuvaziye ve küçük burjuvaziye karşı da yürütüleceğini unutmamalıdır. Bu konuda hiçbir kuşku olamaz. Buradan, ayrı, bağımsız, tamamen sınıf esasına göre kurulmuş bir sosyal-demokrasi partisinin mutlak zorunlu olduğu sonucu çıkar. Buradan, burjuvaziyle birlikte ‘ortak darbe vurma’ taktiğimizin geçici karakteri ve ‘müttefikini düşman gibi kollama’ vs. yükümlülüğü çıkar. Bütün bunlar da her türlü kuşkunun ötesindedir. Fakat buradan, süreksiz ve geçici nitelikte de olsa bugün güncel olan görevleri unutmak, görmezden gelmek ya da küçümsemek gibi bir sonuç çıkarmak, gülünç ve gericidir. Otokrasiye karşı mücadele, sosyalistler için süreksiz ve geçici bir görevdir, fakat bu görevin her türlü görmezden gelinmesi ya da ihmal edilmesi, sosyalizme ihanet ve gericiliğe hizmetle eşanlamlıdır.”[3]
SOSYALİZM, GÜNDELİK MÜCADELE VE “İLKELİ” TKP
Peki, dönüp bu açıdan TKP’ye bakınca gördüğümüz nedir?
Ne denli bağımsız ve sınıf esasına göre kurulmuş olduğunu bir yana bırakırsak, evet, TKP ayrı bir partidir. Yine yıllar önce yapmış olduğu simülasyonda işçilerin “devrim” olduğunu radyodan duyduklarını hatırlayarak, “sınıf esası”nın yanı sıra “sosyalizm” ve “sosyalizm için” mücadeleye ilişkin sınıf-dışı kavrayışlarını da bir yana koyarsak, evet, daima “sosyalizm”den söz açmakta, üstelik “kollama”yı aşarak, kendi çizgisinde değilse ittifaka yanaşmayarak herkesi dışladığı bilinmektedir. Ancak kim TKP’nin pratikte olduğu kadar teoride de süreksiz ve geçici nitelikte olan “güncel görev” anlayışına sahip olduğunu ileri sürebilir? Özgürlükler ve demokrasi mücadelesi örneğin ya da faşizmin zorbalığı ve faşizme gidişin önlenmesi –TKP’nin bu türden kaygıları var mıdır? TKP güncel görevlerle ilgili olarak, ya –mealen “demokrasi ve demokrasi için mücadele sorunu aşılmış, geçmişte kalmıştır”; “günümüzde ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını savunmak emperyalistlerin milliyetçi kışkırtmalarının ve bölücülüğünün savunulmasıdır” türü görüşleriyle inkarcı pozisyondadır ya da sosyalist içeriklerine yaptığı vurgularla, bazılarının, örneğin anti-emperyalist görevlerin sosyalizme bağlanarak yerine getirilebileceğini savunan güncellikten uzak ertelemeci bir konumdadır.
Ve her şeyin ötesinde, tartışma götürmeyen tutumuyla, TKP, bırakalım sınıf mücadelesinin güncel seyrinin gerektirebileceği ve zaman zaman gerektirdiği, geçici niteliğiyle “burjuvaziyle birlikte ortak darbe vurma taktiği” izlemeyi, küçük burjuvazi ve hatta “sosyalist” varsaydığı siyasal güçlerle bile örneğin faşizme “ortak darbe vurma” yönünde bir taktik izlememektedir.
31 Mart Yerel Seçimlerinde izlediği taktik bu oldu: Birkaç saatliğine bile olsa, kimseyle “ortak darbe vurma” arayışına girmeden, “kendini saymak” üzere parti adayları belirleyip seçimlere katılmak.
İstanbul seçimi sayılmayıp 23 Haziran’da yenilenmesine karar verilince, TKP yine bu tutum üzerinden yürüdü. “Bu bir boykot çağrısı değil, bir siyasi tutumdur” diyerek, MK imzalı bildirisiyle, “TKP’liler[in] sandığa gitmeyecek”lerini açıkladı: Boykot adını takmadan 23 Haziran seçimini boykot etmiş oldu. (“Kendini sayma” abartılı ısrarının vardırıldığı noktaya ilişkin bir not düşüp devam edelim. Tutum açıklaması, tamı tamına “TKP’liler… sandığa gitmeyecektir” şeklinde ki, bu yaklaşım, belki TKP’nin “doğru tutumu”ndan etkilenerek ona oy vermeye başlayacak veya bir seçimlik oy verecek kişileri de önemsemeyip gereksiz sayarak, “TKP’liler”in ne yapacaklarını bildiriyor.
TKP’nin 23 Haziran seçimlerini boykot demeden boykot etmesinin nedeni kendi açıklamasına göre şöyledir:
YSK kararının ardından TKP, “iptal kararının gayrımeşru olduğunu ve E. İmamoğlu’nun İBB Başkanı olarak seçildiğini ilan etmiş ve 31 Mart seçimlerindeki adayı[nın] yinelenecek bir oylama için aday olmayacağını açıklamıştı.” TKP’ye göre, “bu tutumun doğal uzantısı, 23 Haziran’daki hukuksuz seçimlerin boykot edilmesi[ydi]. Ne var ki, seçimi kazanan aday ve ittifak seçimlere katılma kararı almış ve etkili bir boykotu fiilen olanaksızlaştırmıştı.”
Önerdiği ama İmamoğlu ve “Millet İttifakı”nın olanaksızlaştırdığını söylediği 23 Haziran seçimini boykot gerekçesi ise, TKP’nin izlediği politikanın yanlışlığını ortaya koymaktadır: “‘Nasılsa bir daha kazanırız’ gerekçesi uygunsuzdur ve asıl sorunun üstünü örtmektedir. Türkiye açısından asıl sorun, İmamoğlu ya da Yıldırım’dan hangisinin kazanacağı değildir. Asıl sorun, genel oy hakkının açıkça gaspıdır ve bu hırsızlık ne yazık ki kabullenilmiştir.”
Faşist inşaatın temeli çoktan atılıp iskelesi kurulurken, hatta bir yandan da duvarının tuğlalarının örülmekte olduğu koşullarda, 23 Haziran’da asıl sorun; tabii ki proletaryanın da savunduğu demokratik talepler manzumesinden olan genel oy hakkının savunulması ya da gaspına karşı çıkılması dolayısıyla hırsızlığın kabullenilip kabullenilmemesi olamazdı. 23 Haziran kadar dönemin niteliğini belirleyen sorunun faşizmle mücadele sorunu olduğu ortadaydı. Oy hakkı ve kendimizi saymak –kuşku yok ki, güncel görevin belirleyeni değildi.
FAŞİZMİN ÖNÜNÜ KESME GÜNCEL GÖREVİ VE OLUMSUZ DESTEK
Asıl sorunun İmamoğlu ya da Yıldırım’dan hangisinin kazanacağı olmadığı doğrudur. Başkaları olabilir, ama devrimci proletaryanın İmamoğlu ya da Yıldırım meftunu olmadığı bir gerçektir. Öte yandan, seçim boyunca kendisine vehmedilen ve belirli bir bölümü de yanlış olmayan yetenekleri ya da programı ve projeleriyle belirli bir beklenti yaratmak üzere “her şey çok güzel olacak” diyerek çizdiği İstanbul tablosuyla bizatihi İmamoğlu’nun kazanması değil, ama adayı Yıldırım’ın şahsında AKP’nin kaybetmesi önemliydi ve asıl sorun başka bir şey değil, buydu. Doğrusu; İstanbulluları İmamoğlu’na oy vermeye yöneltenin, onun program ve projelerinden çok, Erdoğan ve AKP’nin, özellikle ekonomi krizin yol açtığı yoksullaşmayla iş ve ekmeğe erişimin küçümsenmez ölçüde zorlaşmasıyla birleşen tabanını kemikleştirmeyi de kapsayarak tek adam yönetimini oturtmak üzere yaşam tarzı farklılıklarına da tahammülsüz özgürlükleri yok edici uygulamaları ve ezmeyi önüne koyduğu toplumsal siyasal muhalefeti hakir görüp aşağılamaya dayalı kutuplaştırıcı ve dışlayıcılığıyla kibirli ve üsttenci, dayatmacı tutumlarının halkta yarattığı hoşnutsuzluk ve bıkkınlıkla İmamoğlu’nun bunun karşısında geliştirdiği hoşgörülü “kucaklayıcı” tutum olduğunun altı çizilmelidir. Özellikle kapitalist krizle birlikte gerilemeye başlayan ve dayatıcı zorbalığının önünün alınması artık halkın da giderek genişleyen kesimlerinin talebi haline gelmekte olan Erdoğan ve AKP kaybetmeli ve toplumsal siyasal ortam az-çok rahatlamalı ve halkın mücadelesinin de önü açılmalıydı. Bunun için, güncel koşullarda, elbette –sömürülen yığınlar tarafından Erdoğan ve AKP’nin karşısına dikilmiş “alternatif” olarak görülen– İmamoğlu ve “Millet İttifakı”nın kazanması şarttı, AKP’nin kaybetmesinin ve aynı anlama gelmek üzere moral üstünlüğü ve kibriyle birlikte tek adam rejiminin pekiştirilmesi yönündeki gidişin püskürtülerek faşizmin önünün kesilmesi başka türlü mümkün değildi. Lakin bundan, tek adam rejiminin püskürtülüp faşizmin önünün kesilmesiyle İmamoğlu’nun kazanıp İstanbul Belediye Başkanı olmasının eşanlamlı oldukları sonucu çıkarılamaz.
Asıl olan, İmamoğlu ya da bir başkası ve savunduğu şu ya da bu program kadar kazanması da önemli olmadan ve herhangi türden beklentinin dayanağı edinilmeden, AKP’nin kaybetmesi ve aynı anlama gelmek üzere tek adam rejiminin sağlamlaştırılması ve faşizmin önünün kesilmesidir. TKP’nin anlamadığı, EMEP’in İmamoğlu’na yönelik tutumunun içeriği ve hareket noktası budur: İmamoğlu’na olumsuz[4] destek ya da onun kendisi ve partisiyle adayı olduğu ittifakın programı, seçim platformu ve vaatleriyle yapacaklarına değil yalnızca AKP’nin kaybetmesini esas alan destek.
OLUMSUZ DESTEĞİN İKİNCİ NEDENİ: KENDİNE GÜVENİ KAZANMAK
Bu olumsuz desteğin, AKP’ye kaybettirme ve faşizmin önünü kesmenin yanında bir diğer temel nedeniyse, kaybettiği 7 Haziran 2015’i el çabukluğuyla yok sayarak, “bugüne kadar girdiği tüm seçimleri kazanmış olması”na dayandırdığı moral üstünlüğünü elinden almak ve buradan işçi ve emekçi yığınlarının içine sinmiş “ne yaparsak yapalım bunlar gitmez”, “hile-hurda, her şeye başvurarak eninde sonunda yine onlar kazanır” umutsuzluğuna son vererek kendi güçlerine güven duymalarının yolunu açmaktı. Mücadele kararlılık ve azmini körelten umutsuzluğun yerini “yenebiliriz”, “kazanabiliriz” güveninin alması, sadece seçimlerde değil, emekçi halkın önündeki sınıf mücadelesinin irili ufaklı tüm “muharebeleri”, toplusözleşme pazarlıkları, grevler, krizin yüklerinin reddedilmesi mücadeleleri, siyasal gösteriler vb. açısından da önemi büyüktü. 31 Mart seçim sonuçlarının bu güveni uyandırdığı, yığınların sokak ve meydanlardaki tutumunda görülen değişiklikler kadar, İstanbul’da AKP aleyhine olan oy farkının ilk seçimdeki 13-14 binden ikincisinde 800 binin üzerine çıkmasıyla kanıtlıdır ve kitlelerin sübjektif durumunda net bir ilerlemeyi işaret eden bu dalgalanma sosyal medyada açıkça fark edilirken, “yandaş medya”ya varıncaya kadar ana akım medyanın haber ve programlarındaki farklılaşmalarda da yansımaktadır.
Birbiriyle bağlı iki başlıca nedeni olan bu desteğin anlamı, açıklama gerektirmeyecek kadar açıktır. İmamoğlu, partisi ve adayı olduğu ittifakın program, seçim platformu ve vaatlerinin içeriğine kefil olmayıp destek vermeden, AKP ve faşist saldırganlığın önünün kesilmesiyle sınırlı bir oy kullanma çağrısıyla yetinmek. Bu tutumun tamamlayıcısı olarak, seçimde, proletarya ve halkın taleplerini gündem edinerek, yalnızca AKP ve müttefiklerinin yaklaşımlarıyla halkı aldatmaya yönelik tutum ve vaatlerinin suçlanmasıyla yetinmeyip CHP ve “Millet İttifakı”nın yaklaşımlarıyla aldatıcı tutum ve vaatlerini de açıkça eleştirerek İmamoğlu’nunkini değil, devrimci proletaryanın belediyecilik anlayışını içeren seçim platformunu savunmak.
Dolayısıyla, AKP’ye kaybettirme ve sömürülenlerin mücadelesinin önünü açma taktiğinde, önce İmamoğlu’nu 31 Mart Seçiminin galibi ve İstanbul Belediye Başkanı ilan edip “genel oy hakkının çalınması”na itirazına dayalı olarak “boykot” öneren, sonraysa “boykot-olmayan” bir sandığa gitmeme tutumu açıklayan TKP yönetiminin çekinmesini gerektirecek “lekeleyici” bir yön bulunmamaktaydı. Bir şey kaybedilmeyecek, ama faşizmin ilerleyişinin önü kesilip sömürülenlerin mücadelesinin gelişmesinin koşulları genişletilip kolaylaştırılmasıyla, kazanılacaktı. Oysa TKP yönetimi çekindi ya da kendi gölgesinden korktu; seçime katılmayarak, sömürülenlerin faşizmle mücadele edilerek onun alt edilebileceği görüşünü benimseyerek moral olarak ilerletilmesi görevi karşısında kayıtsız kaldı ve olumsuz yanıyla faşizme karşı mücadeleyi dışından seyretme tutumu aldı.
Oysa, tabii ki E. İmamoğlu ile Binali Y. burjuvazinin iki rakip grubunun adaylarıydı ve herhangi biri bizim adayımız değildi. Sınıf mücadelesinin güncel koşullarıyla ihtiyaçlarından bağımsız olarak birine karşı diğerinin desteklenmesinin savunulamayacağı açıktı. Öte yandan faşist bir diktatörlüğünün inşa edildiği koşulların güncel ihtiyacı ve görevinin, bütün olanaklardan yararlanarak buna karşı mücadele olduğu da inkar edilemezdi. Buradan, AKP’nin kaybedip geriletilmesine yönelik olarak ve gönül rahatlığıyla değil yüreklere taş basmakla kalmayıp eleştiriyi kapsayarak, öyleyse kayıtsız şartsız değil, sınırları belli kayıtlarla ve şartlı olarak İmamoğlu’nun desteklenmesi sonucunun çıkarılması zor değildi. TKP yönetimi, güncelliğin bu ihtiyacını, bağımsız konumu ve tutumunu sürdürmekten geri kalmaksızın, genel değil bir bölüm “burjuvaziyle ortak darbe vurma” içerikli güncel bir görev bilip sindirip hazmedemedi.
TKP’NİN GÜNCEL NEDENLİ GÜNCEL OLMAYAN MÜCADELE ANLAYIŞI
“TKP ‘İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’dur’ derken onu ve temsil ettiği siyaseti değil, gelişkin bir adalet anlayışını savunuyordu” denen TKP MK imzalı açıklamada, boykot önerisi, güncel ihtiyacın ürünü bir güncel görev olarak ortaya atılmamıştı, çünkü bir boykotun güncel koşullarının bulunmadığı biliniyordu. Ancak bir katılma durumunda, bununla çelişmemek için, belediye başkanı olarak açıklanmış İmamoğlu’nu desteklemek zorunda kalınacağından alınan seçime katılmama tutumunda beliren hazımsızlığın nedenleri ise, –hiçbir hal ve şartta “sosyalizm” demenin ötesine geçip uzun vadeli amaç ve tutumlarına bağlayacağı güncel tutumlar geliştirmeyi aklının ucundan bile geçirmeyen– TKP açısından bile günceldi.
TKP MK açıklamasına göre, yenilenen seçimi boykot etmenin tamamen güncel olan bir nedeni, “23 Haziran’ın siyasi iktidarın topyekun sorgulandığı bir referanduma dönüşmemesi için hem AKP hem de muhalefet sistematik bir çaba göstermiş, 31 Mart’taki hukuksuzluğun mimarları ile normalleşmek için açık ve örtülü girişimler hız kazanmış” oluşuydu. İkinci neden ise, “Türkiye toplumu bir yandan iki aday etrafında bir taraflaşmaya mecbur bırakılırken bir yandan da siyasi iktidarın yıllardır uyguladığı laiklik düşmanı ve azgın piyasacı politikalar[ın] iki adayın en belirgin mutabakat noktaları olarak dayatılmış” olmasıydı. Sonuç olarak, ikisi de güncel olamayan “adalet anlayışı” ve “siyasi sorumluluğu”, tamamen güncel nedenlerle, TKP yönetiminin “seçimlerin iptal kararına karşı takındığı tavrı”, “yinelenen seçimlerde dayatılan dinci ve piyasacı mutabakata karşı sürdürmeyi zorunlu kıl”mıştı.
TKP yönetimi, “temsil ettiği siyaseti savunmadığını” açıklamış olmasına rağmen onunla bir “ortak darbe vurma”ya yönelmesi durumunda üzerine düşeceğini varsaydığı “gölge”yi, İmamoğlu’nun laiklikten uzaklıkla kalmayıp din istismarına uzanan muhafazakar yaklaşımlarıyla İslami tutumu ve tabii ki burjuva içerikli piyasacı neoliberal anlayışlarıyla “lekelenme”yi hazmedemezdi, etmedi. Ancak sorun, İmamoğlu’nun siyasal yaklaşımı ya da bir “hazmetme” meselesi değil faşizmin inşası sürecinde taktiksel bir hamle ile siyasal egemen güçleri zora sokmaktı.
Bu “hazım” sorunsalının ortasında bir sorunun yanıtsız kaldığı görülüyor: Peki, ama TKP imzalı açıklama, “TKP ‘İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’dur’ derken onu ve temsil ettiği siyaseti değil, gelişkin bir adalet anlayışını savunuyor” dememiş miydi? Neden yine, “onu ve temsil ettiği siyaseti değil, gelişkin bir adalet anlayışını savun”arak sürdürmüyor ve İmamoğlu’nun belediye başkanlığını (ve şüphesiz proletarya ve sosyalizmin ihtiyacına yanıt olmak üzere, asıl olarak AKP ve faşist yöneliminin geriletilmesi tutumunu) savunmaya devam etmiyordu?
TKP MK’nın neden ve gerekçeleriyle birlikte bu kendi içinde çelişmeli yaklaşımından çıkacak sonuç o ki, muhafazakar sağ eğilimli seçmenler yerine sol eğilimli seçmenleri kazanmak zorundalığını koşullamak üzere, koşullar ve seçmen eğilimleri az-çok farklı olsaydı, İmamoğlu’nun yine az-çok kabul edilebilir görünebilecek belirli demokratik tutumlar geliştirmesi durumunda, TKP MK herhalde, onu, kendi adayı gibi destekleyecekti. Tıpkı Dersim’de kendisinin olmayan –üstelik Maocu– bir adayın kendi adayı olarak desteklenmesinde olduğu gibi…
Oysa tartışmasızdır ki, İmamoğlu’nun program ve politikaları desteklenemezdi, desteklenmedi. Dolaylı olarak desteklenmesinin başlıca nedeni, savunduğu program ve politikalarla geliştirdiği tutumların iyiliğiyle güzelliği değil, Erdoğan ve AKP gericiliğinin önünün kesilip geriletilmesi ihtiyacıydı.
AŞIRI GÜNCEL SOSYALİZMSİZ ÖDP VE ELEŞTİREL DESTEKÇİLİĞİ
31 Mart Seçimlerinin kritik önemine ilişkin kavrayışsızlığın ikinci örneği, ÖDP’nin bu seçimlerde aldığı tutumdur. Bu partinin söz konusu seçimlere yaklaşımının karakteristiğiyse, genelle güncel arasındaki ilişkide güncelin rol ve önemiyle gereklerini (güncel görevleri) yok sayan TKP’nin tersine, geneli güncele kurban etmesidir. TKP, biçimde “sol”dan yaklaşarak gericilik ve faşizme karşı mücadelenin gereklerini ihmal eden bir sağcılığa varırken, ÖDP, aynı sonuca sağdan yaklaşarak varmayı seçmiştir.
Belirli sınırlamalarla ve kayıtlar konarak, geçici ve şartlı olarak, burjuva partilerle “ortak darbe vurma” yoluna gidilebileceğini belirttik. Bu, zaten Lenin’in görüşüdür. Ancak geçiciliği ve şartlı oluşunun net olarak kabul edilmesi koşuluyla… Genel ve uzun vadeli görevi olan sosyalizm için mücadelesinde, bağımsız parti olarak örgütlenmek durumunda olan proletaryanın, burjuvaziden bağımsız politik mücadelesini yürütmesi şartının çerçevesini çizeceği belirli sınırlamalarla. ÖDP’de bu sınırlamalar oldukça silikleşmiş haldedir ve “ortak darbe vurma” güçlerinin sıralaması kadar belirlenmesi problemlidir.
31 Mart Seçimlerinde eski ÖDP Başkanı/Eşbaşkanı, günümüzün Başkanlık Kurulu üyesi Alper Taş, CHP listesinden Beyoğlu Belediye Başkanlığına aday olmuştur. Dogmatik kuralcılardan değiliz. Bu, koşula bağlıdır ve koşullardan bağımsız olarak “olmaz” denip kestirilip atılacak şey değildir. Mümkündür; “burjuvaziyle ortak darbe vurma”nın biçimi, bir burjuva partisinden aday gösterilmek olabilir. Olabilirliği, kategorik olarak reddedilemez.
Ancak açıktır ki, CHP, büyük burjuvazinin (ve onunla birleşen ve birleşme eğilimindeki orta burjuvazinin üst tabakasının) partisidir. Tekelci kapitalist düzeni savunan bu düzenin partisidir. Üstelik kuruculuğu iddiasıyla mevcut devleti canı gönülden savunmakta ve tekelci burjuvazinin hem düzeni hem de egemenliği altındaki devletin bekasını her şeyin üstünde tutmakta, iç ve dış politikalarını bu temelde geliştirmektedir. Yine de bu, günümüz açısından faşizmin inşası sürecinde, belirli ve özgün koşullarda, taktiksel olarak CHP’li bir adayının desteklenemeyeceği anlamına gelmez.
Buna rağmen sorun şuradadır ki, ÖDP olanca rahatlığıyla ve hemen hiç tartışmadan ve kolaylıkla CHP’ye aday verirken, yine bir burjuva partisi olmakla birlikte burjuvazinin alt tabakalarıyla küçük burjuvazinin bir partisi olan HDP ile, bugüne kadarki tüm ikna çabaları ve zorlamalara karşın tek bir “darbeyi ortak vurma”ya yanaşmamıştır! Oysa CHP tekellerin egemenliğindeki burjuva düzen ve devletin savunucusuyken, HDP’nin bu düzen ve devlete köklü bir karşı çıkış içinde olmasa bile, ikisiyle de hiç değilse problemli olduğunu herkes bilmektedir.
Belirtmeliyiz ki, CHP’nin burjuva niteliğinden onunla birlikte “ortak darbe vurma”nın imkansızlığı sonucu çıkarılamayacak olmakla birlikte, onunla bir arada vurulacak “ortak darbeler” son derece sınırlı ve koşulluyken, HDP ile birlikte vurulabilecek olanlar, yine koşulludur, ama CHP ile yapılabilecek olanlarla kıyaslanamayacak genişliktedir ve gerçekleşebilme olasılığı çok daha yüksektir. Ezen ulus milliyetçiğiyle malul olmasının yanında egemen burjuvazinin bir partisi olarak CHP ancak son derece yüksek ölçüde muhtaç olduğunda böyle bir “ortaklık”a rıza gösterebilecekken, mevcut düzen ve devletin baskısı altında ezilen bir ulusun baskı altındaki partisi olarak HDP’nin genellikle “ortaklık” yanlısı olduğu pratiğin bir bilgisidir.
Bu söylenen, HDP’nin “ortaklık” ya da doğru deyişle ittifak veya güç ve eylem birliğine yaklaşımının doğru ve pürüzsüz olduğu anlamına gelmiyor. CHP kadar olmasa bile, HDP’nin de kendisini dayatma yanlısı, politika ve platform dikte edici özelliklere sahip olduğu bir sır değil. Ancak CHP’yle ittifakta sorun olmazken, bunların HDP’yle ittifak açısından olanaksızlaştırıcılığı ileri sürülemez, sürülürse bu ikna edici olmaz.
ÖDP’nin HDP’ye uzak durmasının bilinen tek nedeni, onun ulusal bir Kürt partisi olması ve ezen ulus karşısında ezilen bir ulusun demokratik içerikli olan milliyetçiliğini benimsemesidir. Oysa, Türk milliyetçiliğini benimseyen demokratizmi son derece sınırlı CHP’yle ittifakta bir sakınca görülmezken, demokratizmi oldukça ileri olan ama Kürt milliyetçiliğini benimseyen HDP’ye uzak durulması, Türk milliyetçiliğiyle mücadele türünden ilave siyasal yükler yüklenmenin zorluğundan kaçınma ve tekelci burjuvazinin bir kesiminin temsilcisi konumundaki CHP’ye fazladan demokratik misyon biçmekle açıklanabilir. Fakat bunun düzen-içiliğe yatkınlık ya da kolaya, ama düzene bağlanmaya eğilim gösterme olduğu da belirtilmelidir.
CHP’yle yakınlık ve dayanağı olarak sözünü ettiğimiz bu yatkınlık ve eğilim, 23 Haziran Seçimleri sonrasında A. Taş’ın, İrfan Aktan’la birlikte yer aldığı Artı TV’deki söyleşi programında seçimlerde sağlanmış olan ittifakın geleceğiyle ilgili yaptığı tanım ve ÖDP tutumuna ilişkin değerlendirmeyle birlikte alındığında tamamen anlaşılır olmaktadır. A. Taş o programda söz konusu ittifakın geliştirilerek devamını savunmuş ve kendi tutumunu “eleştirel destek” olarak tanımlamıştı.
Seçim sürecinde “olumsuz destek”i belirtmek üzere belki kullanılabilecek olan “eleştirel destek” tutumunun, yerelde ya da merkezi olarak “iktidar” olmuş ve yönetmeye başlamış CHP ile ilişkiyi belirtici bir formül olarak benimsenmesi, kabul edilebilir değildir. İktidardaki CHP’nin izleyecek olduğu politikalar, artık AKP vb. eleştirilerinde yansıyabilen olumsuz tutumlarından farklı olarak ancak burjuvazi açısından olumlu tutumları ifade edip bunlara dayanabilir ve doğrudan büyük burjuvazinin çıkarlarının ürünü olabilir. Bunların neresi ve hangilerinin, eleştirilerek bile olsa, desteklenebileceği ileri sürülebilir? Neoliberal politikalar mı, halkın aldatılmasını amaçlayan başkaları mı, hangileri?
Bu tür bir destek tutumu, belirli uzlaşmalar içermekle birlikte, CHP’nin başlıca yönelim ve politikalarının ana doğrultusunun, mali sermaye ve tekellerin egemenliği altındaki mevcut kapitalist düzen ve devleti suçlayıcı nitelikli olması halinde doğru ve savunulabilir olurdu. Oysa böyle değildir; CHP, uzlaşmaları eleştirilerek, tekellerle mücadelesi desteklenebilecek bir parti değil, ama onları ve çıkarlarıyla ihtiyaçlarını savunan bir partidir. Dolayısıyla, A. Taş tarafından dile getirilen İstanbul’da CHP’ye “eleştirel destek” verileceği ve seçimlerde sağlanmış olan “ortaklık”ın sürdürülmesinin yerinde olacağı şeklindeki açıklama düzen içi bir perspektifin göstergesi olmuştur.
Ancak buradan çıkarılacak sonuç, şüphe yok ki, MHP desteğiyle iktidarı elinde tutan ve hala egemenlik araçlarına kumanda eden AKP ile yerelde elde ettiği yönetimlerle küçümsenmez mevziler kazanmakla birlikte hala muhalefette olan CHP’nin birbirine karıştırılması olamaz. “Eleştirel destek” yaklaşımının yanlış oluşu, yerelde “iktidar” olan İmamoğlu’na yöneltilecek eleştirilerin üslubu, bu eleştirinin nerelerden hareketle nasıl geliştirilmesi gerektiği ve biçimlerinin hiçbir öneminin olmadığı görüşünü doğrulamaz. Özellikle AKP hala iktidarken yerellerde yönetime gelen CHP ve başkanlarına yöneltilecek eleştirilerin, seçimlerde halka vaat ettiklerinin gerçekleştirilmesini hareket noktası edinerek buradan geliştirilip genişletilmesi, ama cepheden ve AKP’ye yöneltilmiş eleştiriler türünden paldır-küldür ve hele “kitabın orta yerinden” hiç yapılmaması önemlidir. İçerik bakımından bu eleştiri, başlıca; 1) mali sermaye ve tekellerin (ve sırtlarını yasladıkları emperyalistlerin) işçi sınıfı ve emekçi halka yönelik dayatma ve saldırganlığıyla bunun karşısında CHP ve belediye başkanlarının onay ve sessiz kalmaları da içinde yaptıkları ve yapmadıklarının eleştirisi ve 2) faşizm karşısında halkın bir nebze nefes almasını sağlıyor olsa bile, sağladığı sadece bir nefeslenmeden ibaret ve yalnızca üst sınıflar için olan tekellerin egemenliğinin nişanesi güdük burjuva demokrasisinin eleştirisi ve siyasal demokrasi açısından olduğu kadar sosyal alana da yayılarak halkın egemenliği yönünde genişletilmesinin talep edilmesini kapsamalıdır.
[1] Marx, Fransa’da Sınıf Mücadeleleri, Eriş Yayınları, sf. 23-24.
[2] Lenin, Marksizmin Bir Karikatürü ve Emperyalist Ekonomizm
[3] Lenin, Demokratik Devrimde Sosyal Demokrasinin İki Taktiği, sf. 105
[4] Proletaryanın görevlerinin “olumlu” ve “olumsuz” yanlarıyla “olumsuz destek”ten anlaşılması gerekenle ilgili olarak, Lenin’in, proletaryanın ezilen ulus burjuvazisinin milliyetçiliği karşısındaki tutumuna ilişkin söyledikleri örnek sayılmalıdır. Bu söylenenler, TKP yandaşları için, Lenin’in UKKTH’na yaklaşımını hatırlatması bakımından da yararlı olacaktır: “Feodal uyuşukluktan çıkan yığınların uyanışı ilerici bir şeydir, nasıl ki bu yığınların halkın egemenliği uğruna, ulusun egemenliği uğruna her türlü ulusal baskıya karşı savaşımı da ilerici bir şeyse. Marksistin en kararlı ve en tutarlı demokratizmi, ulusal sorunun bütün yönlerinde mutlak savunma görevi, buradan gelmektedir. Bu, özellikle olumsuz bir görevdir. Proletarya, milliyetçiliği desteklerken aşırı davranışlara gidemez, çünkü daha ilerde, milliyetçiliği güçlendirmeyi hedef tutan burjuvazinin olumlu eylemi başlar.
Her türlü feodal boyunduruğu kırmak, uluslara karşı her türlü baskıya, uluslardan biri ya da dillerden biri için her türlü ayrıcalığa karşı çıkmak, demokratik bir güç olarak, proletaryanın mutlak görevidir, ulusal kavgalarla karartılan ve geciktirilen proleter sınıfın savaşımının mutlak çıkarınadır. Ama kesin olarak sınırlandırılmış olan ve sınırları belli tarihsel bir alana yerleştirilmiş bulunan çerçevenin ötesinde burjuva milliyetçiliğine yardım etmek, proletaryaya ihanet ve burjuvazinin saflarına geçmek olur.” (Lenin, Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı Sol Yayınları 8. Baskı.pdf, sf. 29-30)