Kadir Yalçın
Başka gazete ve TV kanallarında da yer buldu. Ancak 7 Haziran tarihli Evrensel’in “Silahlanmada rekor: 2018’de silahlanma için 1,8 trilyon dolar harcandı” başlıklı haberi en doyurucusuydu.
Stockholm Uluslararası Barış Araştırmaları Enstitüsü (SIPRI) verilerini kullanan Evrensel, 2018’de, 1 trilyon 822 milyar dolarla, dünyada tüm zamanların en yüksek askeri harcamasının yapıldığını duyurdu. 2017’ye göre, silahlanmada, 46 milyar dolarlık bir artış (yüzde 2,6) gerçekleşmişti. Bu artışın 27 milyarlık dilimi (%59’u) ABD’nin, 12 milyarlık dilimiyse (%26’sı) Çin’indi. Tüm dünyanın toplam gayri safi gelirlerinin %2.1’i silahlanmaya harcanmaktaydı.
SIPRI verilerini özetleyen Evrensel’e göre, ilk 15 ülke içinde 7 NATO ülkesi var. Bunlar, ABD, Fransa, İngiltere, Almanya, İtalya, Kanada ve Türkiye. Ve 963 milyar dolarla dünya silah harcamalarının yüzde 54’ünü, yani yarısından fazlasını 29 NATO üyesi ülke yapıyor. NATO’yla paralel tutumlar alan, özellikle stratejisiyle uyumlu davrandıkları Amerikan emperyalizminin ortakları durumunda olan Japonya, Avustralya, Güney Kore, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri ve Ukrayna’nın silah harcamaları da hesaba katıldığında, bu oran %70’e kadar çıkıyor.
“Military expenditure by country as percentage of gross domestic product, 1988-2018 SIPRI 2019”[1] (Ülkelerin gayrı safi yurtiçi hasılalarına oranla askeri harcamaları, 1988-2018) ve “Military expenditure by country, in constant (2017) US$ m., 1988-2018 SIPRI 2019”[2] (Ülkelerin 2017 sabit fiyatlarıyla milyon dolar olarak askeri harcamaları, 1988-2018) başlıklı SIPRI 2019 belgelerine bakıldığında ayrıntılar da görülebiliyor.
GAYRI SAFİ HASILALARINA ORANLA ÜLKELER VE SİLAHLANMA
2008’den 2018 dahil günümüze kadar –iniş-çıkışları bir yana bırakıldığında– askeri harcamaların gayri safi yurtiçi hasılalarına oranı %2’nin üzerinde olan ve hele %5’i geçen çok sayıda ülke yok. Büyük emperyalist devletleri sonraya bırakırsak, bunlar kıtalara göre şöyle:
Afrika’da; Cezayir’le (son yıllarda %5-6) birlikte Çad (2008-2011 arasında %8’e vararak, çok yüksek, sonra %2-3’e geriliyor), Mali (son yıllarda %3’e varıyor) ve Sudan (2008-09’da %6, sonra %3-4’e düşüyor). Tümünde silahlı çatışmaların da gündeme geldiği güçlü muhalefet ve iç karışıklıklar var.
Doğu Avrupa ve Kafkasya’da; Ermenistan’la Azerbaycan’da bu oran %2.7-5.5 arasında oynuyor. Ukrayna’da ise, son yıllarda yükselerek, %2.5-4 arasında oynamada. İlk iki ülke arasında problem var ve birbirlerine karşı silahlanıyorlar. Üçüncüsünde Donbass ve Lugansk’la ayrılığın belirli bir kararlılık kazandığı bir iç çatışma süreci var.
Asya’da; üst sınırı %5’e varan oynamanın görüldüğü Singapur hesaba katılmazsa, Pakistan’da oran %3,5-4 arasında dalgalı. G. Kore’nin ortalaması 2.5’un biraz üzerinde, Avrupalı ama ortak özellikli Yunanistan’ın ise %2.5-3 arasında. Her üç ülkenin “dış düşmanları” olduğu biliniyor. Pakistan, Hindistan karşısında; G. Kore, KDHC karşısında; Yunanistan ise Türkiye karşısında tedirgin ve eller tetikte beklemede.
Ortadoğu; sahip olduğu enerji kaynakları ve geçiş yollarının üzerinde bulunuşundan türeyen siyasal stratejik konumunun hakkını veriyor. Bölge ortalaması çok yükseklerde seyrediyor ve en düşük oran, ABD ile yaşadığı silahlanma (S-400 ve F-35) krizlerinin yanında son yıllarda askeri sanayiye yaptığı “yerli–milli” yatırımlarla tanınan, dişinden tırnağına silahlanmakta olan Türkiye’ninki (%2’yi aşıyor) görünüyor. Bir diğer düşük oran % 3 ortalamasıyla İran’ınki.
Bahreyn %3.0-4.7; Mısır ise %1.5-3 arasında oynuyor. Irak 2.0-5.3 (ortalama %3.0). Ürdün hiç %4.0’ün altına inmiyor, ortalama 5.0%’in üzerinde. Kuveyt de öyle; hep 3.0%’ün üzerinde, ortalama 5.0’ten çok. Lübnan’ın ortalaması 4.5. Umman hep 6.0%’ın üstünde, ortalama 9.0%. Suudi Arabistan %7.5’un altına hiç inmiyor, ortalama %8-9. Suriye 4.0-5.0% (son yıllar bilinmiyor). Türkiye hep 2.0’nin üstünde. BAE, son yıllarda hep %5.5’in üzerinde. İsrail, en yüksek orana sahip ülkelerden biri: Son yıllarda %4.5-5. %8.5’a vardığı oluyor. Genel ortalaması %6’ın üzerinde.
ÜLKELERİN SİLAHLANMA HARCAMALARI
Askeri harcamalara dolar cinsinden bakıldığında, sözü edilen oranlar daha anlaşılır oluyor.
Afrika’da 2013 ile 2018 arasında askeri harcamaları hiç 9 milyar doların altına düşmeyen Cezayir ve Sudan (2008-09’daki 7 milyardan son yıllarda 3 milyara geriliyor) dışında Çad (600 milyon) ve Mali (500 milyon) kendi cüsselerine göre harcıyorlar. Afrika’da, Cezayir’in yanı sıra gayrı safi yurtiçi hasılalarına oranları yüksek olmasa da, Fas ve G. Afrika, ortalama yıllık yaklaşık 3.5 milyar dolarlık askeri harcamalarıyla dikkat çeken diğer iki ülke durumunda.
Latin Amerika’da gayrı safi hasılalarına göre harcama oranları yüksek görünmese bile silaha küçümsemeyecek harcama yapan ülkeler var. 4.5 milyar dolarla Arjantin, 8-10 milyar dolar ortalamasıyla –iç savaşa hala görece kalıcı bir çözüm bulunamayan ve kıtanın karşı devrimci terör ihracatçısı olan– Kolombiya ve artmakta olan 24-30 milyar dolarlık harcaması ve yeni faşist başkanıyla Brezilya, önde gelenlerinden.
Doğu Avrupa’da hala resmen savaş halinde görünen ve birbirleriyle sürtüşmeleri yüksek harcama oranlarına neden olan rağmen, Ermenistan’la (2009’da 350 milyondan, artarak, 2018’de 600 milyon dolara) Azerbaycan (inişli-çıkışlı 1.1-2.2 milyar dolar), mütevazı sayılabilecek askeri harcamalar yapmaktalar. Ukrayna’nın harcamaları dikkate alınmazlık edilemeyecek düzeyde (2.5-4.8 milyar dolar) ve artıyor. Batı Avrupa’dan Yunanistan’ın askeri harcamaları 2009’da 9 milyar, sonraki yıllarda krizin de etkisiyle olmalı azalıyor, ortalama 5 milyar dolar.
Asya’da, Pakistan 2008’deki 7 milyar dolarlık silahlanmasını, düzenli artışla, 2018’de 12 milyara yükseltmiş durumda. Vietnam ile Tayland silahlanmaya son yıllarda 5-6 milyar dolarlık harcama yaparlarken, Endonezya 8, Singapur ise 9-10 milyarlık istikrarlı harcamalarını sürdürüyorlar. Tümü açısından da “iç düşmanlar”ın ağırlıklı silahlanma nedeni olduğunu söylemek yanlış olmaz. “İç düşman” ya da halk ayaklanmaları tehdidinden Güney Kore’nin de muaf olduğu iddia edilemez. 1980’de Gwangju kentinde öğrencilerin düzenlediği protesto gösterilerine polis ve ordu birliklerinin şiddetle müdahale etmesi üzerine patlak veren halk ayaklanması en bilinenidir ve kentin birkaç gün halkın eline geçtiği ayaklanma, ordunun çok sayıda ölüye neden olan hunharca tutumuyla bastırılmıştı. İleride G. Kore’nin özel durumuna ve kıtada tuttuğu yerin, dolayısıyla uluslararası ilişkilerinin önemine değinilecek. Bölge açısından daha çok (büyük uluslararası kapışma yönüyle) dışa karşı olsa bile güney-kuzey bölünmesi dolayısıyla hem düşman komşuyla sürtüşmelerin hem de ülke içi nedenin rolünü oynamasıyla, G. Kore’nin 2008’de 30 milyardan başlayan silahlanma harcamalarının 2018’de 43 milyar dolara ulaşarak, istikrarlı biçimde arttığı görülmektedir.
Ortadoğu’da yüksek oranlı ülkelerden Bahreyn (1-1.5 milyar dolar), Mısır (ortalama 3 milyar dolar), Ürdün (1.6-2 milyar dolar) ve Lübnan’ın (1.5-2.8 milyar dolar) mütevazı askeri harcama bütçeleriyle küçükler arasında kaldıkları söylenebilir. 4-9 milyar dolar arasında oynayan ortalama 6 milyarlık bütçesiyle Irak, artmakta olan 5-7.3 milyar dolarlık bütçesiyle Kuveyt, 4-9.7 milyar dolar arasında oynayan 6-7 milyarlık bütçesiyle Umman, 10-14 milyar dolarlık bütçesiyle İran, 15.5-18 milyarlık bütçesiyle İsrail, 12.5-22 milyar dolarlık bütçesiyle Türkiye, 2010’dan bu yana daima 20 milyar doların üzerindeki bütçesiyle BAE ve 50-88 milyar dolar arasında gidip gelen, ortalama 60-70 milyarlık bütçesiyle Suudi Arabistan ise, bölgenin askeri harcamaları yüksek önemli güçlerini oluşturuyorlar.
Büyük emperyalist ülkeler ve askeri harcamalarına geçmeden, gerek gayrı safi hasılalarına oranları, gerekse miktar olarak harcamalarının yüksekliğinden hareketle sonuçlar çıkarmak gerekirse, şunlar söylenebilir.
“DIŞ DÜŞMANLAR” VE SİLAHLANMA İLİŞKİSİ
Çeşitli ülkelerin sorunlu oldukları komşularıyla yarış içinde silahlandıkları inkar edilemez; ancak bunun silahlanmanın tek ya da birincil nedeni olduğu ileri sürülemez. Ermenistan-Azerbaycan örneği, “sorunlu komşuluk” hareket noktasından silahlanmayla ilgilidir; ancak karşılıklı harcamaların görece düşüklüğü, ülkeler arasındaki düşmanca ilişkinin silahlanma nedenleri arasındaki öncelik düzeyi açısından da bir fikir vericidir. Eğer büyük emperyalist devletler tarafından “kaşınıp” tahrik edilmiyorsa, komşular arasında ya büyük sorunlar olmaz ya da hatta bir çatışmaya sürüklese bile, bunlar, görece kolay çözülebilir ya da birlikte yaşanabilir sorunlardır.
Elbette farklı ve özellikle aralarında toprak vb. sorunu oluşabilme ihtimali şüphesiz daha yüksek olan komşu ülkeler burjuvazileri arasında pazar ve dolayısıyla toprak kavgasında yansımasını bulan/bulacak bir rekabet olması tamamen anlaşılırdır. Emperyalizm dönemi öncesinde ulusal sorunlar bu içeriğiyle şekillenmekteydi ve tarihsel olsun olmasın çeşitli nedenlerle belirli ülkeler arasında –silahlı çatışmalara da yol açmış ya da açabilecek– bu türden kavga ve rekabetin günümüze de aktarılmış olmasına tanıklık edilebiliyor.
Türkiye-Yunanistan örneği, benzer kategoride bulunmasına rağmen, –emperyalist ülkelerle olan– sair bağlantıları bir yana bırakılıp yalnızca iki ülke ve aralarındaki ilişkilerden hareketle ele alındığında bile belirli bir farklılık göstermektedir. İki ülkenin de tekellerin egemenliğindeki kapitalist ülkeler oldukları ve aralarında hem –garantör oldukları– Kıbrıs hem de özellikle FIR hattıyla kıta sahanlığı türünden hava ve deniz sınırları sorunları olduğu biliniyor. “Ulusal” niteliğine ilişkin tartışma bir yana bir pazar kavgası sürdürdükleri tartışmasız. Üstelik iki ülkenin yayılma peşinde oldukları da ortada. Yalnızca Kıbrıs’ta değil, örneğin Makedonya’da da Türkiye ile Yunanistan karşı karşıya geliyorlar. Ancak yalnızca cüsse büyüklüğünden gelmeyen “artıları” da olan Türkiye, Suriye’de askeri varlığa sahip olduğu gibi, kuzeyinde askeri harekat düzenlediği Irak’ta ve Katar-El Rayyan, Somali-Mogadişu ile Arnavutluk-Vlora-Paşa Limanı’nda (deniz) askeri üslerine sahip. Ayrıca Senegal ve Azerbaycan’da –eğitsel amaçlı– asker bulunduruyor. Savaş sanayi yatırımları da dikkate alındığında iki ülkenin hem ekonomik hem de askeri kapasiteleri arasında küçümsenmeyecek fark, Türkiye’nin, komşuları olan Irak ve Suriye’ye askeri müdahalede bulunmuş büyük ülke olarak, Yunanistan tarafından ciddi bir tehdit olarak algılanmasına neden oluyor. Öte yandan –Kıbrıs’ta karşı karşıya gelmelerini önlememiş olmasına karşın– iki ülke de NATO üyesi. Ve bugünse, Doğu Akdeniz’de özellikle Kıbrıs’ın güneyinde sondaj aşaması aşılıp üretimine geçilen yeni doğalgaz ve petrol kaynaklarının bulunması, NATO’yu aşan yeni ittifak ilişkileri geliştirmeye sevk ettiği Türkiye ile Yunanistan’ı ölçeği büyümüş olarak karşı karşıya getiriyor.
Ancak gerek sözü edilen pazar kavgasının kendisi gerekse nesnesinin (dolaysızca önemli bir enerji ve enerji iletim yolları sorunu oluşu) boyutuyla ölçeğinin sözü edilen iki ülke ve kapasitelerini fazlasıyla aştığı tartışma götürmez. İki tarafın da “ulusal çıkarları” bakımından şimdiden güçlerinin sınırlarını zorladıkları ortada. Öte yandan, Kıbrıs’ta askeri üs imtiyazı sağlayan ve bu yönde girişimde bulunan, üstelik bölgede donanmalarını dolaştırmalarının yanında İsrail ve Mısır başta olmak üzere bölge devletleriyle ilişkilere sahip olan Fransa ve ABD (İngiltere de boş durmayacaktır) bir yandan –enerji ihtiyacı büyük Çin’in muhtemel desteğinde– Rusya diğer yandan, şimdiden bir “kurtlar sofrası” kurmaya başladılar bile. Dolayısıyla emperyalistler arasındaki hegemonya ve paylaşım mücadelesiyle bağlı olmadan Doğu Akdeniz ve yeni enerji kaynaklarıyla iletim yolları kapışmasının Türkiye ile Yunanistan arasındaki bir çekişme olarak seyretmesinin olanaksız olduğu açık. İki ülke arasındaki özel çekişmenin, özel bir ulusal rekabet olarak asıl büyük paylaşım kavgasına bağlanacağı ve ancak onun içi ve bağlamında bir anlam kazanabileceğinden kuşku duyulamaz.
Bu kapsamda militarizm ve silahlanma ile bağlantılı olarak söylenmesi gereken şudur:
Aralarında çeşitli türden pazar ve dolayısıyla yine çeşitli türden sınır (kara, deniz, hava sınırları) ve –Doğu Akdeniz petrol ve gazı çekişmesi dolayısıyla gündeme girmiş yeni moda “mavi vatan” terimiyle tanımlanan ve “Münhasır Ekonomik Bölge” adı verilen deniz ve deniz dibini de içererek– toprak sorunları bulunan ülkelerin birbirlerine karşı silahlanmakta oldukları bir gerçektir. Militarizm ve ülkelerin silahlanmasının bir yönünün bu olduğundan kuşku duyulamaz. Ordular beslenmesinin bir nedeni “dış tehdit” tanımlamaları olduğu kadar, militarizmin temel bir yönü olan askeri-sınai komplekslerine yapılan yatırımlar ve silah üretimine ayrılan payların giderek artırılmasının da, kuşkusuz hemen tümü büyük emperyalist ülkeler durumundaki dış kaynaklardan giderek artan ölçülerle silah alımları yapılmasının da yine bir nedeni budur. Eklenmesi gereken; emperyalistlerin, silah sanayilerinin özellikle yüksek teknolojiyle üretilmiş “malları”nın müşterileri durumunda olan aralarında sorunlu ülkeleri birbirlerine karşı silahlanmaya teşvik etmeleri, bu amaçla bir dizi provokasyona baş vurma içinde olmak üzere gelişkin “reklam” ve “pazarlama” yöntemleri kullanmalarıdır. Emperyalistler, bunu, özellikle çeşitli ülkelere kendi stratejilerinin gereği olan belirli “dış düşmanlar” göstererek ve stratejilerinin kurgulanması sürecinde bir dizi tarihsel ve kültürel, ideolojik, milli, mezhepsel vb. çelişkileri de gözetip kışkırtarak yapmaktadırlar. Böylece, hem çeşitli ülkeleri kendilerine mahkum edip stratejilerinin bağımlı birer unsuruna dönüştürür ya da bu yönde mesafeler alırlar, hem de onları, aslında kendi düşmanları durumundaki “dış düşmanları” karşısında, silah sanayilerinin daha ileriden tüketicileri haline getirirler. Silahlanma, bu nedenle, emperyalistlerin çeşitli ülkeleri “müttefikleri” olarak kendilerine bağımlı kılmalarının iyi bir yoludur da. İleride üzerinde duracağımız, ABD’nin –hatta Körfez’de gemilerini mayınladığını ileri sürdüğü– İran’ı gösterip bölgedeki temel bir dayanağı olarak Suudilerle ilişkilerini sağlamlaştırırken, onları kendisinden yüz milyar dolara varan yüksek bir silah alımına yöneltmesi, bunun iyi bir örneğidir.
İlginç bir örnek de, Temmuz 1969’daki El Salvador-Honduras savaşıdır. Aralarında çeşitli ticari sürtüşmelerin yanında sınır anlaşmazlığı/toprak sorunu da olan bu iki Orta Amerika ülkesi, Dünya Kupası’na katılmak üzere yaptıkları üç maçın ardından birbirlerine savaş ilan eder ve Honduras El Salvador tarafından işgal edilir. Savaş 100 saat sürer ve 2 bin ölünün ardından biter. Sonra El Salvador’da asıl sağ-sol çatışması başlar ve 70’ler boyunca sürer, 79’da faşist bir askeri darbe gerçekleştirilir ve Ulusal Kurtuluş Cephesi (FLN) kurulur, 1982’de ise Amerikan emperyalizminin rejimi açıktan desteklediği kanlı bir iç savaş patlak verir. Küçük bir ülke olan San Salvador ciddi ölçüde silahlanır; ancak bu silahlanmanın asıl nedeninin Honduras’la olan çelişkileri ve çatışması olduğu ileri sürülemez. El Salvador’un silahlanması, daha çok bir sonraki maddede belirtilecek nedenle, halkına karşı bir silahlanma olarak gerçekleşir. Burada üzerinde durulansa, futbol dolayımıyla çıkan bir silahlı çatışmanın bile emperyalistlerin “işe el atması” bakımından bir fırsat olarak değerlendirilmiş oluşudur.
Özellikle komşu ülkeler arasında bir dizi –tırnak içinde olsun ya da olmasın– “ulusal” kavgalar bugün de hala mümkündür; ancak bunların kendi başlarına “ulusal kavgalar” olarak kalmaları imkansız değildir, ama zordur; emperyalistler bu tür “ulusal” çelişki ve kavgalardan yararlanarak soruna müdahale etme ve tarafları kendilerine bağlama eğiliminde oldukları kadar, bizatihi bu “ulusal kavgalar”ın kendileri de dünyanın emperyalistler arasında paylaşımı kavgasına bağlanma eğilimindedir.
Yalnızca Doğu Akdeniz’deki enerji ve iletim yolları sorunu türünden büyük ve emperyalist paylaşım kavgalarını davet eden sorunların Türkiye ile Yunanistan arasındaki rekabet ve pazar kavgasını emperyalist büyük paylaşım kavgasına bağlanmaya yöneltmesi örneğinde değil, ama Orta Amerika’daki görece “küçük” ulusal rekabet ve çatışmaların emperyalistlerin müdahalelerine kapıyı aralaması örneğinde de görülen, ulusal sorun ve kavgalar olanaklı olmakla birlikte, asıl ve kapsayıcı, girdabına çekici ve başat olanın emperyalistler ve aralarındaki paylaşım mücadelesi olduğudur.
MİLİTARİZM VE KENDİ HALKINA KARŞI SİLAHLANMA
İleri ya da geri tümü kapitalist niteliğe sahip ve dünya kapitalizmine bağlanmış olan günümüz ülkelerinin silahlanması, birinci ve asıl olarak, en son Sudan örneğinde yaşanan halk ayaklanmalarına karşı burjuva diktatörlüklerinin esenliğinin sağlanmasına yöneliktir. Bütün ülkelerin silahlanmasının temel bir nedeni bizzat kendi halklarından duydukları korkudur; görece belirgin bir “dış düşman”a sahip olmamalarına rağmen yüksek denebilecek harcamalarıyla, bu gerçeği, hareketli durumdaki halklarına yönelik olarak yakın geçmişte silah kullanmış ya da kullanmakta olan örneğin Afrika’dan Cezayir, Fas, Sudan ve G. Afrika, L. Amerika’dan ise Brezilya ve Arjantin özellikle kanıtlıyorlar.
Hele kapitalizmin dünya ölçekli entegrasyonu ve bir dünya kapitalizmi olarak şekillenişi dikkate alındığı ve önceki maddede örneği verilen küçük Orta Amerika ülkesi El Salvador’da bile halk ayaklanması karşısında burjuvazinin egemenliğinin Amerikan emperyalizmi tarafından doğrudan desteklendiği hatırlandığında, emperyalizm ve yerli burjuvazi ve tekellere yönelik halk ayaklanmaları ihtimalinin, kapitalist ülkelerin silahlanmasının küçümsenemeyecek temel bir nedeni olduğu daha iyi anlaşılacaktır.
Her şeyden önce militarizm, bürokrasinin yanında, burjuva devletin temel bir kurumu ve burjuvazinin işçi sınıfı ve sömürülen yığınlar üzerindeki diktatörlüğünün başlıca dayanağıdır. Mevcut kapitalist sömürü düzeninin devamının dış koşullarını sağlayıp garanti etmek, temel bir kurumu militarizm olan burjuva devletin varlık nedenidir. Sürekli ordu ve eklentileri olarak “özel silahlı adam birlikleri”, en başta, yığınların sömürülmeye rıza göstermeleri ve laf dinlemez olma eğilimi gösterdiklerinde “yola getirilmek” üzere bastırılmalarının sağlanması içindir. Militarizme öncelikle bu nedenle ihtiyaç duyulur. Ve militarizm en başta silah ve silahlanma demektir. Dolayısıyla silah üretimi, militarizmin ayrılmaz bir yönüdür. Burjuva egemenliğin siyasal askeri ihtiyaçları ve bunun giderilmesi için en başta silah üretimi olan militarizm, askeri ihtiyaç ve yönelimlerle sanayinin iç içe geçmesi olarak askeri-sınai kompleks demektir. İç üretim yetmediğinde ise, silahlanma ihtiyacı dış alım yoluyla giderilecektir.
Kapitalist ülkelerin egemen burjuvazilerinin güçlü ordular besleyerek silahlandırıp donatmalarının, başka ülkelerin burjuvazileri karşısında sahip oldukları pazarlarla hammadde kaynaklarını koruma ve komşuları aleyhine yenilerini ele geçirme amaç ve yönelimleriyle ilgisi şüphesiz ki yok değildir. Öte yandan, çeşitli ülkelerin burjuvazileri ve güçlü ordular besleyip donatmaları söz konusu olduğunda, yine hiç şüphe edilemeyecek temel bir gerçek, başka ülkelerin burjuvazileri karşısında pazar ve kaynaklar olarak belirli toprak parçalarının kazanılması ya da kaybının, yerini bir halk iktidarına bırakmak üzere egemenliğin kaybıyla kıyaslanabilir olmayışıdır. Başka ülkelerin burjuvazileriyle ilişkisinde pazar ve kaynaklar olarak belirli toprak kazanç ya da kayıpları, yalnızca giderilebilir olmakla kalmaz, burjuvaziyi görece güçlendirir veya zayıflatır, ama varlık-yokluk sorununa neden olmaz; burjuvazi, güçlenip zayıflayarak varlığını ve bunu garanti eden egemenliğini sürdürür. Ancak halkına karşı kaybetmesi ve bir halk iktidarının kurulması durumunda egemenliğini kaybedecektir ki, bu, varlığını koruyamamasına götürecektir.
Burjuvazinin, telafi edemeyeceği türden kayıplardan olan sınıf egemenliğini sürdürmeyi her şeyin önüne koymasından daha anlaşılır şey olamaz. Dolayısıyla asıl önlemleri ve bu önlemlerden başlıcası olan güçlü ordu ve yeterli silahlandırılmasının, öncelikli olarak bir halk egemenliği ihtimalinin önünün alınmasına yönelik olduğu tartışma götürmez.
Kapitalist ülkelerin güçlü ordular besleyerek silahlandırmalarının temel bir nedeninin ülke-içi karşıtlıklar, başlıca sınıf karşıtlıkları, burjuvaziyle işçi sınıfı ve emperyalizm ve tekellerle halk arasındaki çelişkiler olduğu görüşüne, üretimleri de içinde olmak üzere füzeler, uçak, denizaltı, tank ve toplarla devasa ölçülerle silahlanmanın iç çatışma ve ayaklanmalarla ilgisinin kurulmasının abartılı olacağı ileri sürülerek, itiraz edilebilir. Bu tür bir itiraz doğru değildir.
Öncelikle, ülke içi karışıklık, çatışma, ayaklanma ve iç savaş ihtimali kapitalist ülkelerin silahlanmasının tek nedeni olarak ileri sürülmemektedir. Örneğin dünya, özellikle büyük emperyalist devletler tarafından yığınağı yapılmış bir nükleer cephanelik durumundadır; ve militarizmin, asıl olarak burjuvazinin egemenliğinin bir dayanağı olarak, söz konusu ülke halkının baskı altında tutulmasının kurumu oluşu, kuşkusuz bu yığınağın da, bu tür silahların biriktirildiği ülkelerin halklarını hedeflemek zorunda olması demek değildir. Ya da kapitalist ülkelerin silahlanmasının birincil nedeninin kendi halkının baskı altıda tutulma ihtiyacı olmasının, envanterlerindeki tüm silahların, örneğin kıtalararası balistik füzelerle hava radarları olan Avacs’ların, üretici ve cephanelik sahibi ülke halkları ve ayaklanmaları hedeflenerek üretilmiş oldukları anlamına gelmeyeceği herhalde açıktır.
İkinci olaraksa, halklara karşı hemen bütün ağır silahların kullanıldıkları bir gerçektir; örneğin TSK, son Hakurk harekatında yalnızca İHA ve SİHA’lar değil, ama Avacs’ın yanında havada ikmal uçakları da kullanmıştır. Cezayir Savaşı’nda Fransızlar ellerindeki hemen tüm silahları kullanmışlarken, Vietnam işgali döneminde nükleer olanları dışında Amerikalı emperyalistlerin kullanmadıkları silah kalmamıştır. Tarihsel örneklerin tümünde barikat savaşlarında topların kullanıldığı bilinir. Yine Hendek Savaşlarında tanklarla toplar kullanılmıştır.
SİLAHLANMA VE G. KORE İLE İSRAİL ÖRNEKLERİ
Tarihsel olmasa bile, emperyalistlerin kışkırtmalarıyla sonradan edinilmiş bir veya birkaç “dış düşman” karşısında emperyalist ülkelerin stratejileriyle uyumlu olarak ve “stratejik ortak” ya da işbirlikçiler ve belirli durumlarda “koçbaşı” veya “üs” ya da “karakol” ülke halinde silahlanma, bugünkü dünyada silahlanmanın ikinci ama yine temel bir nedenidir. L. Amerika’da, başlıca Amerikan emperyalizminin kıtadaki “üssü” olarak Kolombiya’nın silahlanması bunun bir örneğiyse, Ortadoğu’da stratejik Amerikan ortağı olarak İsrail bir diğer örnektir. Amerikan stratejik ortaklarına Asya’da Japonya ile G. Kore de örnekler olarak verilebilir.
Ancak örneklerin birbirleriyle pek bir benzerliği olmadığı da söylenmelidir.
Kolombiya, Ulusal Güvenlik Danışmanı J. Bolton’un bir TV programında sanki dikkatsizlik eseriymiş gibi davranıp “Kolombiya’ya 5 bin asker” notunu göstererek şov yapmasıyla kanıtlı olarak, Amerikan emperyalistlerinin tam bir “oyuncağı” durumundadır ve pek sevdikleri sıfatla açıkça bir “haydut devlet”tir. Hem uygulanan keyfi “barış süreci” ve uyuşturucu pazarlayan generalleriyle içeride, hem örneğin Venezuela’ya gönderdiği binlerce kontrgerilla terör elamanları ve sürdürdüğü uyuşturucu trafiğiyle dışarıda. Yasal ya da yasa dışı oluşunu önemsemeden, ABD, bu ülkede teklifsiz “iş” görmektedir! Silahlanması da, hem içeride hem de komşularında, yalnızca kendisine değil, üssü olduğu Amerikan emperyalizmine karşı oluşacak hareketlenmelere yönelik karşı devrimci müdahale ve bastırma faaliyetlerinin ihtiyacını giderecek büyüklüktedir.
G. Kore, –ABD’nin kendilerine yönelik özel politikalarını hak etmekte olan Brezilya, Arjantin ve Meksika gibi büyükleri bir yana– L. Amerika’nın görece küçük sayılabilecek ülkelerindeki Amerikan aleyhtarı hareketler ve halk ayaklanmalarında üs olarak bir değer taşıyan Kolombiya’dan farklı olarak, Amerikan emperyalizminin Asya-Pasifik’teki dayanaklarının önde gelenlerindendir.
G. Kore, bir yönüyle, nükleer silahlara sahip olmakla kalmayıp başarılı kıtalararası balistik füze denemeleri de yapmış olan ve ABD ile görüşmeler sürdüren, sınırdaşı kuzeyindeki KDHC ve Kore Sorununun kesin çözüme ulaştırılamamış oluşu nedeniyle önemlidir.
Ancak bundan ibaret değildir. Açıktan ilan edilmiş olmamasına karşın, KDHC’nin dayanağı ve kollayıcısı önemli ölçüde Çin’ken, son on yıllarda özellikle bilgi teknolojisi üretiminde yaptığı atılımlarla küçümsenemez bir ekonomik başarı hikayesinin sahibi olan G. Kore ise, Japonya ile birlikte, her alanda son derece yakından ilişkili olduğu ABD’nin stratejik ortağı olarak, bir yandan bölgedeki yayılmasının önü kesilmeye, diğer yandan da kuşatılmaya çalışılan Çin’e yönelik Amerikan stratejisinin Asya-Pasifik’teki başlıca üs ve dayanağı durumundadır. Bölgedeki Amerikan müttefikleri arasında Avustralya ile Tayvan da sayılabilir. Bu ülkelerden hiçbiri kendi başlarına önemsiz, olanakları az ve gelişmemiş ülkeler değil. Ne 5,362 trilyon dolarlık gayri safi yurtiçi hasılasıyla dünya 3. olan Japonya, ne 1,777 trilyon dolarlık gayri safi yurtiçi hasılasıyla dünya 11. olan G. Kore, ne de 1,581 trilyon dolarlık gayri safi yurtiçi hasılasıyla dünya 14. olan Avustralya’nın[3] kendi başlarına bir değer ifade etmeyip ancak Amerikan partnerleri olarak değer taşıdıkları iddia edilebilir. Bu ülkeler, şüphesiz ki, birer Amerikan kuklası değiller.
Öte yandan “kaderin” değil ama tarihsel gelişmenin bir “cilvesi” olarak, 80 yıl kadar önce Çin’i işgal edip Asya-Pasifik’in efendisi olduğunu ilan ederek dünya efendiliği peşine düşmüş Japonya başta olmak, bu ülkeler, günümüzde, bölgeden başlayarak ama bölgeyle sınırlı olmayarak karşı karşıya gelmekte ve dünyanın paylaşımında hak iddia etmekte olan başlıca Amerikan ve Çin emperyalizmleri arasındaki kapışmanın dışında kalamayıp, bu doğrultuda gelişmekte olan hesaplaşma çerçevesinde kendileri için –ittifak ilişkisi kapsamında– bir yer tutma durumundadır.
Silahlanmalarının ölçeği de durumlarına uygundur. Japonya, son dünya paylaşım savaşında yenilip silahlanması yasaklanmış bir emperyalist ülke olarak, öncesi bir yana, 2008’den beri yine de oldukça yüksek boyutlu bir silahlanma yürütmektedir. Harcamaları şimdilik 45-46 milyar dolarla bir istikrar tutturmuş görünmektedir, ancak Asya-Pasifik’in giderek artan önemi ve eski silahlanma yasağının artık fiilen geçersizleşmesiyle önümüzdeki yıllarda bu miktarın artması beklenmelidir. G. Kore’nin düzenli bir artışla 43 milyar dolara ulaşan silahlanma harcamaları, yine bu miktarın artışını sürdüreceğini göstermektedir. Avustralya’nın silahlanma harcamalarının 2008’de 20.5 milyardan 2018’de 27 milyar dolara artışı da, yükselişin süreceğinin işaretidir.
Ortadoğu’da İsrail’in durumu da benzer özelliklere sahiptir. Farkı, İsrail’in tarihsel bir geçmişe sahip olmayışı, ama neredeyse Ortadoğu’da, bir miktar küçük ölçekli bir Amerika gibi oluşudur. Yanlış anlaşılmasın, Bayar-Menderes yönetiminin diline yapışmış olan Türkiye’nin “küçük Amerika” olarak tanımlandığı bir Amerikan öykünmesinin sözünü etmiyoruz. İsrail bir öykünme içinde değil. O, bölgenin yeterince güçlü bir Amerikan prototipi türüdür. Amerikan emperyalizminin dolaysız ve ikirciksiz desteğine sahiptir.
En az eski sömürgesi Amerika’yla, uzun bir tarihsel geçmişe, ilk büyük savaş öncesinden başlayan ortak yatırımlarla ticari ilişkilere dayanan ve iki emperyalist savaşta gerçekleşmiş ittifakın sınavından geçmiş İngiltere arasındaki ilişki kadar köklü olan ABD ile İsrail arasındaki bu özel ilişkinin bir başka örneği yok gibidir. Ve ilişkinin bu özel derinliği, gerek Ortadoğu’da –başta Mısır olmak üzere ittifak halindeki birçok Arap ülkesiyle birkaç kez savaşmış ve galip gelmiş olan– İsrail’in günümüze kadar gelen serüveni, gerekse de silahlanmasının boyutuyla kanıtlıdır. Gayrı safi yurtiçi hasılasına oranı bakımından en yükseğini gerçekleştiren Suudilerin hemen arkasından gelen İsrail, silahlanmasına her yıl 16-18 milyar dolar harcamaktadır. Amerikan hibe ve desteklerinin bu miktara dahil olmadığını söylemeye bile gerek yoktur. Üstelik İsrail bölgenin tek nükleer silaha sahip ülkesidir.
İsrail’in nükleer silah üretmeye varıncaya kadar büyük ölçekli silahlanmasının sadece Filistin direnişi nedenli olduğu, tabii ki ileri sürülemez. Böyle bir yönü de olmakla birlikte, İsrail Ortadoğu’da, bir üssü ve dayanağı olmasının yanı sıra, sözcüğün tam ve gerçek anlamıyla Amerikan emperyalizminin stratejik ortağıdır. Ortadoğu’daki egemenliğini koruyup pekiştirme çabaları, yürütmekte olduğu dünya hegemonyasını sürdürme kavgası kapsamında önemli bir yer tutan Amerikan emperyalizminin bölgeye ilişkin siyasal stratejik yönelimiyle İsrail Siyonizm’inin yayılmacı politikaları tam bir örtüşme halindedir. Dolayısıyla İsrail ve yönelimleriyle silahlanması, Amerikan emperyalizmiyle bölgeye yönelik politika ve stratejileri hesaba katılmadan değerlendirilemez.
SİLAHLANMA VE İRAN KARŞISINDA SUUDİ ÖRNEĞİ
Yine Ortadoğu’da başta Suudi Arabistan olmak üzere Körfez ülkeleri ayrı bir başlık altında anılmalıdır.
Son yıllarda Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri, Bahreyn ve Kuveyt’i de sürükleyerek, sıkı işbirliği halinde bir mihrak oluşturmuş, ve bölgede, proaktif olmanın ötesinde saldırgan bir politika yürütmektedir. Trump ve bölgenin kral ve emirleriyle ellerini küreye koyarak poz verdikleri Körfez’e yaptığı ziyaretin ardından, veliaht prenslerinin öne çıktığı özellikle bu iki ülkenin yayılmacı saldırgan tutumlarında bir yükseliş görülmektedir. Yemen’e yönelik işgal Trump öncesinde başlamıştır, ancak İsrail’le artık açığa vurulan yakınlaşma, Mısır darbesine destek verilmesi, İran’la restleşme ve bu kapsamda bir “orta yol” tutturmuş olan Katar’ın tecridi ve en son Sudan darbecilerinin halka saldırmaya yöneltilmesi, Trump’ın geliştirdiği başlıca İran’ı tecride ve ve sonuçta çökertmeye yönelik bölge politikalarıyla uyumludur.
Körfez ülkelerinin ve özellikle dünyadaki gayrı safi hasılaya oranla silahlanmaya ayrılan en yüksek payın sahibi olan Suudi Hanedanı’nın büyük ölçekli silahlanması, bu kapsamda değerlendirilmelidir. Suudiler, ziyaretinde Trump’a 100 milyar dolarlık silah alımı sözü verdiler ve sözlerini yerine getirerek, İsrail’le birlikte, bölgeye yönelik Amerikan stratejisinin temel bir dayanağını oluşturmak üzere, öncelikle İran ve bölgedeki etkisini kırmayı hedef alarak silahlanıyorlar. ABD ile ilişkilerinde, İsrail’le Suudiler arasında şöyle bir farktan söz edilmelidir ki, İsrail ABD’den silah kadar para da almakta, Suudiler ise silah alırken, –tatlı sert dayatmalarla– bölgeye yönelik Amerikan savaş harcamalarının bir bölümünü finanse etmekte, dolayısıyla ABD’ye dayanaklık ederken üstüne para da vermektedir.
Suudi silahlanmasının, hele Körfez Emirlikleriyle oluşturduğu ittifakın toplam silahlanma harcamaları dikkate alındığında, dünya hegemonyası için silahlanan ülkelerin çoğunu geride bıraktığının altı çizilmelidir. Silahlanma harcamalarında üçüncülük için Hindistan’la yarışan Suudiler, 2018’de, tek başına bile, yarışta öndedir.
Bazen daha altına düşerek yıllık 13 milyar dolar dolayında seyreden İran silahlanmasının ise görece düşük düzeyine bakarak hüküm vermekten kaçınmak doğru olur. İran’ın silahlanma harcamaları, son on yılda, tek başına bile yıllık 60-70 milyar dolarlık bir ortalama tutturan Suudilerinkiyle kıyaslanamayacak kadar düşüktür. Ancak, ilk olarak, İran –belirli politik ve stratejik farklılıklara sahip olsa bile– bölgede Rusya ile ittifak halindedir. Ve ikinci olarak, İran, bölgede, bir yönüyle Şiilik üzerinden geliştirmiş olduğu yaygın ve somut bir etkiye sahiptir. Irak’ta ve Suriye’de doğrudan kendi askeri birliklerinin yanı sıra koordineli davrandığı, hatta bir bölümü komutası altında olan yandaş yerel milis birliklerine (Haşdi Şabi) sahiptir. Lübnan Hizbullah’ı İran’ın müttefikidir ve önemli ölçüde ve ağır silahlar bakımından özellikle kendisi üzerinden silahlanmaktadır. Yemen’de, yine belirli sayıda asker bulunduran İran’ın silahlandırdığı, eski Cumhurbaşkanı A. Salih’le ittifak halinde başkent San’a’yı da elinde tutan Husi’ler ve asıl Ensarullah Hareketi üzerinde ciddi bir etkisi vardır.
Üstelik İran, köklü olduğu gibi, bölgeyi etkileyecek denli gelişmiş denebilecek bir ülkedir de. Ve sahip olduğu enerji kaynaklarıyla başta Basra Körfezi olmak üzere enerji iletim yollarını denetleyebilecek stratejik konumu önemini iyice artırmaktadır.
Tümü dikkate alındığında, Suudilerin İran karşıtlığı açıklığa kavuşacağı gibi; bölgede sahip olduğu etki ve bağlantılarıyla, dünya hegemonyasını koruma peşindeki Amerikan emperyalizminin egemen konumunu zaafa uğratmakta olan İran’ı topun ağzına koymuş olması ve ağır bir ambargoyu da kapsayarak bu ülkeye yönelik yaptırımları da daha anlaşılır olacaktır.
İran, en az sahip olduğu enerji kaynakları ve iletim yolları üzerindeki stratejik konumu kadar, bölgedeki hegemonya kapışmasında, Amerikan emperyalizminin asıl rakibi durumundaki Rus emperyalizminin elini güçlendiren önemli bir dayanak ve müttefiki olması nedeniyle, asıl olarak ABD’nin ve bölgede sözü geçen güç olma çatışmasında da özel olarak Suudilerin hedefi durumundadır.
Suudiler, bölgede kimin sözü geçeceği sorusunun yanıtı açısından olduğu kadar, bu sorunun yanıtının da asıl belirleyicisi olan bölgedeki emperyalist hegemonya kapışmasında bir Amerikan dayanağı ve müttefiki olarak da bunca yüksek ölçekli silahlanmaktadır ve bu silahlanmasının bir yönünün de, yine kimin kararlaştırıcı bölge gücü olduğu/olacağını belirlemek üzere Türkiye’ye yönelik olduğu herhalde ortadadır. Bu, Suudilerin Türkiye ile bir silahlı hesaplaşma içine gireceği anlamına gelmiyor; mutlak olarak hiçbir şey olmaz olmamakla birlikte, asıl olan, politikanın arkasına konmuş dayatıcı güçtür ve eninde sonunda bu, silah gücü demektir. Bir diğer belirleyici unsur ise, bölge gücü olmanın arkasındaki silah gücü yanında uluslararası ilişki ve destektir ki, bugün için, arkasına Rusya’yı da alamamış olan Türkiye “özel” çıkarları için karşısında Rus “kozu”nu kullanarak ABD’nin tepkisini çekerken, arkasına Amerikan desteğini almış olanın Suudiler olduğu belirtilmelidir.
EMPERYALİST PAYLAŞIM KAVGASI VE SİLAHLANMA
Silahlanma ve yüksek silahlanma harcamalarının asıl ve büyük yekûn tutan kaynağının dünya hegemonyası ve paylaşımı peşinde olan emperyalist ve özellikle büyük emperyalist devletlerin silahlanması ve karşılıklı olarak birbirlerini tırmandıran aralarındaki silahlanma yarışıdır.
Emperyalist paylaşım mücadelesinin kaçınılmazlığı ve bunun kaynağı olarak artı-değer üretimi olmasının yanında belirsiz pazar için anarşik üretim ve rekabet üzerine kurulu olan kapitalizmin, tek tek fabrikalar, sektörler ve bölgeler arasında olduğu kadar ülkeler arasındaki eşitsiz ve sıçramalı gelişimi yasası üzerinde durmak bu yazının konusu değil. Dergimizin çeşitli sayılarında konu edinilmiş bu kanıtlanmış gerçeği yeniden kanıtlamaya girişmeden doğruluğu üzerinden devam edeceğiz.
Yazının girişinde belirtilen silahlanma harcamalarında 2017’ye göre, 2018’de görülen (yüzde 2,6’lık) 46 milyar dolarlık artışın iki büyük diliminin 27 milyarla (%59’u) ABD, 12 milyarla (%26’sı) Çin’e ait olması bile, saflaşma henüz tamamıyla belirginleşmiş olmasa da, dünyanın paylaşımının yenilenmesi için çekişme halinde olan iki başlıca gücün bu iki emperyalist ülke olduğunu göstermektedir. Kuşkusuz yeni bir paylaşım için karşı karşıya gelmekte olan emperyalist güçler bu ikisinden ibaret değiller; ancak paylarına düşen yıllık artış kadar toplam silahlanma harcamaları da, saflaşmada bu iki devletin etkinliğini belirticidir.
Emperyalist ülkelerin silahlanma harcamalarına ilişkin rakamlar şöyledir:
ABD, 2009-2012 yılları arasında yıllık 750 milyar doların üzerindeki silahlanma harcamasıyla ilk sıradadır. Son üç yılda yeniden düzenli olarak artış içine giren ABD silahlanma harcamaları 2018’de 650 milyar dolayındadır. Komşusu Kanada’nın son beş yıldır düzenli şekilde artan harcamaları ise, 2018’de 21.6 milyar dolardır.
Çin’in harcamaları, 2009’da 131 milyar dolardan başlayarak düzenli olarak artmış ve 2018’de 250 milyara ulaşmıştır.
Rusya’nın harcamaları, 2009’da 50 milyar dolardan düzenli olarak artarak 2016’da 82.5 milyara yükselmiştir. İktisadi durumu nedeniyle olmalı, belirli bir düşüş yaşamakta olduğu son iki yıldır ise 65 milyar dolar düzeyindedir.
Hindistan, 2009’daki 51 milyar dolarlık silahlanma harcamasını, düzenli artırarak, 2018’de 66.5 milyar dolara yükseltmiştir.
Fransa’nın 54 milyar doların altına düşürmediği silahlanma harcamaları 2018’de 63.8 milyar dolardır.
Almanya’nın 2009’da 42.3 milyar olan silah harcamaları, 2018’de 50 milyar dolara ulaşmıştır.
İngiltere’nin harcamalarıysa, 55 milyar dolar olarak geldiği 2010’dan sonra belirli bir düşüş yaşamış, 50 milyar dolar olarak sürmektedir.
Japonya, “asayişi sağlama” ile sınırlandırarak silahlanmayı yasaklayan anayasa maddesine rağmen, 2009’daki 43.5’ten 2018’de 45.5’e yükselen bir silahlanma sürdürüyor.
Sürtüşmeleri küçümsenir türden olmamakla ve Amerikalı ve Avrupalı emperyalistlerin araları giderek açılma eğiliminde olmakla birlikte, en azından şimdilik, batılı emperyalistler, bir dizi ülkeyle bir arada, NATO içinde; Çin ve Rusya ise, yanlarında yine bir dizi ülkeyle birlikte, güneybatısındaki büyük komşusunun Çin’le olan sürtüşmesinin yanında kendi aralarında da sürtüşmeli olan Hindistan’la Pakistan’ın birlikte 2017 Astana Zirvesinde üye oldukları Şanghay İşbirliği Örgütü’nde bir araya gelmişlerdir.
Gerek büyük emperyalist devletlerin müttefikleriyle birlikte birbirine rakip ittifak örgütlerinde birleşme eğilimi göstermeleri, gerekse kendi aralarındaki sürtüşmelerin büyümesi ve bunların Avrupa Ordusu türünden yeni unsurlarıyla yeni mayalanmalara yol açmakta olan içeriği emperyalistler arasındaki saflaşmanın ilerlemekte olduğunu belirttiği söylenmelidir. Henüz tamamlanmış değildir, yakınlıklar karşılıklı olarak kendi içlerinde sorunludur ve örneğin Almanya ile Fransa AB’yi de sürükleyerek ve en başta Çin ve Rusya ile ABD’den farklı bir ilişki tutturarak ayrı bir baş çekme eğilimi geliştirme çabasındadır; ancak, Avrupalıları da etkileyen saflaşma eğilimi de gelişmektedir. Öte yandan silahlanma harcamalarındaki artışın, dünyanın iktisaden yeniden paylaşılmasına yönelik olarak başlıca Trump ile ABD’nin başlatıp Çin ve Rusya’nın yanı sıra Avrupalı emperyalistleri de hedef alarak tırmandırdığı “ticaret savaşları” adı takılan ekonomi alanındaki çekişmelerdeki artışla birlikte, şüphesiz son kertede bir emperyalist savaşa götürebilecek yeniden paylaşım kavgasındaki sertleşme eğilimini işaret ettiği de tartışmasızdır.
NÜKLEER SİLAHLANMA
Yeniden paylaşma kavgasının sertleşmekte ve yeni bir emperyalist savaş ihtimalinin artmakta olduğunun belirtilerinden biri “ticaret savaşları”nın tırmanma eğilimiyse, bir diğeri de önce Amerikan ve ardından Rus emperyalizminin nükleer silahların yasaklanması anlaşmasından çekilmeleridir.
Tarihsel olarak dünyanın iki büyük nükleer gücü durumunda ABD ve önce modern revizyonist SSCB, sonraysa günümüzün açıktan kapitalist emperyalist ülkesi olan Rusya arasında nükleer silahların sınırlandırılmasına ilişkin çok sayıda görüşme ve anlaşma yapılmış, ancak bunlar ya şerhler düşülerek sınırlandırılıp geçersizleştirilmiş ya da uzun ömürlü olmamışlardır. SALT I ve SALT 2 bunlar arasındadır. G W Bush’la Gorbaçov’un 1991’de imzaladıkları kıtalararası balistik füze sayısında indirime gidilmesine ilişkin START I’in geçerliliği 2009’da sona ermiş ve 2011’de ise Obama ile Medvedev arasında START II adıyla savaş başlıkları sayısının düşürülmesine ilişkin yeni bir anlaşma imzalanmıştı. Hemen hiçbiri işlevsel olmayan bu anlaşmaların en eskilerinden biri, Reagan ile Gorbaçov’un imzaladıkları 1987 tarihli INF (Orta Menzilli Nükleer Kuvvetler) anlaşmasıydı ki, Rusya’yı anlaşmayı ihlal etmekle suçlayarak ABD, 2019 Ocak sonunda anlaşmadan çekildiğini açıkladı. Oysa anlaşma, 500-5.500 km menzilli karadan havaya balistik füzeleri yasaklıyor ve Avrupa’yı 30 yıllığına nükleer silahlardan arındırıyordu. Üstelik doğruysa, ki anlaşmanın bir maddesi ABD ile Rusya’nın karşılıklı olarak birbirlerini denetlemesiydi, 4 yıl içinde 2700 füze imha edilmişti. Fakat, ABD’nin tek yanlı çekilmesinin ardından Rusya da anlaşmadan çekildiği açıkladı.
En çok Avrupa’da taraftar bulan nükleer silahların yasaklanması anlaşmaları, özellikle 20. Yüzyılın son çeyreğinde yoğunlaşıp ürkütücü hal alan nükleer savaş tehdidine son verilmesini amaçlıyordu ve gerek halkların baskısı gerekse bir nükleer savaşın galibinin olmayacağı inancı, önemli ölçüde göstermelik kalsa bile, bu tür anlaşmaların imzalanmasına götürmüştü. Ve şimdi yeniden, zaten ABD ile Rusya’nın ellerinde yedi biner nükleer başlıkla birçoğu çoklu başlık taşıyabilen balistik füzenin bulunduğu günümüz dünyasında nükleer silahlanma yine bütünüyle serbesttir! Tabii bu serbesti, örneğin İran için değil, zaten dişlerinden tırnaklarına kadar nükleer bombalarla silahlanmış büyük emperyalist devletler içindir!
Bu çerçevede Putin’in iki kez “bugüne kadar üretilmemiş” gelişkin silahlar üretimi ve denemesinin başarıyla tamamlandığını açıkladığı biliniyor. Ondan aşağı kalmayarak yeni silah üretimi ve denemelerinin önünü açan Trump’ın talimatıyla ABD, bir Uzay Kuvvetleri Komutanlığı kurdu. Başkan Yardımcısı M. Pence, Florida’daki Kennedy Uzay Üssü’nde, Trump’ın bununla “uzaydaki Amerikan çıkarları için yeni bir dönemi başlattığı”nı açıkladı.
Uzay teknolojisi alanındaki gelişmeler ise, yalnızca ABD’ye özgü değil ve uzay, bir süredir araştırmaların yeni yönü olduğu kadar çoktan silahlanmanın da alanı haline gelmiş durumda. ABD, “Blue Origin” projesiyle Amazon’u ve sahibi J. Bezos’u, “Space X” projesiyle Tesla kurucusu E. Musk’ı, “Virgin Galactic” ile Virgin Megastore ve R. Bronson’ı vb. de harekete geçirerek, bu alana yöneleli yıllar oluyor. Öte yandan ekonomik sıkıntılar nedeniyle Rusya uzay çalışmalarında kesintiye giderken, başta birkaç uydusuna aynalar yerleştirip yapay güneş oluşturarak enerji sorununa çözümler arayan Çin olmak üzere, Hindistan da bu alanda faaller. Hem 2020’lerin sonunda ekonomik büyüklük olarak ABD’yi geride bırakacağı ileri sürülen birincisi hem de ikincisi yüksek büyüme oranlı sanayilere sahipler ve özellikle yüksek teknolojili silah harcamalarını hızla artırıyorlar.
1958’de ilk füzesini üreten, 1960’ta ise orta menzilli balistik füzeler geliştirmeye başlayan Çin, 1966’da bu füzelerle fırlattığı bir nükleer bombayı havada patlatma denemesi gerçekleştirdi ve birincisinin başarısızlığının ardından 1971’deki ikinci denemede ilk uydusunu fırlattı. 1999’da fırlattığı uzay aracını başarıyla yeniden yere indiren ve 2000’den itibaren uzay çalışmaları nedeniyle ABD tarafından ambargo uygulanmaya başlanan Çin, ilk insanlı uzay aracını 2003’te göndermesinin ardından 2007’de de ayın etrafındaki yörüngesine uydu yerleştirdi. Daha 1980’de kendi yapımı roketle ilk uydusunu dünya etrafındaki yörüngesine yerleştiren Hindistan ise, 2008’de aya, 2014’te Mars’a ilk uydularını göndermesinin, 2015’te ise bir uzay gözlem uydusu fırlatmasının ardından çok-kullanımlı fırlatıcı roket çalışmalarıyla bu alanda atağa kalktı.
Avrupalıların da uydulara sahip oldukları, özellikle Almanların kompüter-digital-elektronik alanında geriliğini gidermek üzere bir atak başlattığı biliniyor. Fransa, hiçbir alanda, önündeki emperyalist rakipleriyle arasındaki mesafenin açılmasına izin vermeme tutumu içinde, bir yandan aksatmadan her alanda silahlanmasını sürdürürken bir yandan da Ortadoğu ve Doğu Akdeniz gibi bütün kritik paylaşım alanlarına müdahil olmaktan geri durmuyor. Rusya ise, zaten Ortadoğu’nun göbeğine sağlamca yerleşmiş durumda.
EMPERYALİST SİLAHLANMA NEDENLERİ
Emperyalistlerin başlıca ve temel silahlanma nedeni, rakipleri karşısında üstünlük, dünya egemenliği ve dünyanın yeniden paylaşılmasından elde edecekleri payı artırma yönelimidir. Kapitalizmin eşitsiz ve sıçramalı gelişmesi, emperyalistler arasındaki güç ilişkileriyle son kertede silahlanmalarının boyutunu da belirleyerek, dünyanın yeniden ve yeniden paylaşılma konusu olmasına götürür. Yeniden paylaşımın ölçüsü kadar kararlaştırıcısı ise, birbirlerine oranla üretici güçlerinin gelişme/büyüme ivmesi ve bunu olanaklı kılan –ve en başta üretim ilişkilerinin şekillenişiyle karakterize– kapitalist alt yapılarının (kapitalist ekonomileri ve maddi teknik temellerinin) örgütlenmesinin bu gelişme için yatkınlığı ve güçlülüğüdür.
Emperyalistlerin tümünün tekelci kapitalist ekonomik temellerinin birbirlerinin benzeri olduğu açıktır. Tümü kapitalisttir ve tekelcidir. Ancak iki uç örnek olarak İngiliz ve Çin kapitalizmleri ele alınıp karşılaştırıldığında, ikisi de tekelci kapitalist nitelikli olmalarına karşın… Sanayiinin çoğunu başka ülkelere taşıyan ve artık düşük büyüme hızı ve ülkesinde oldukça azalan sınai yatırımıyla birincisi, on yıllar öncesinden kalma son derece eski bir maddi teknik temele sahipken ve bu temeli yenilemeden hızlı atılımlar yapma olanağı bulunmayan ve gücü gerileme halinde olan bir emperyalist ülkeyken… İkincisi son on yıllarda yenilediği maddi teknik temeliyle devasa hızlarla gelişen sanayiine dayanarak ekonomisi büyük atılımlar yapmış, dolayısıyla gücü hızla artıp gelişmekte/yükselmekte olan bir emperyalist ülkedir. İlki, geri teknik temeliyle, açıkça geçen yüzyıldan kalma görüntüsü veren yavaş ve yüksek teknoloji gerektiren alanlarda fazla bir ilerleme sağlayamayan bir gelişme içindeyken; ikincisi, teknolojik bakımdan sürekli daha ileri ve gelişkin sanayi dallarıyla –şüphesiz kendisiyle yarışamayacak durumdaki– birincisiyle karşılaştırılamayacak kadar yüksek hızla gelişen sanayisi ve ona dayanan ekonomisiyle yeni ataklar yapma olanağına sahiptir ve atak üzerine ataklar yapmaktadır.
ABD ile kıyaslandığında da, Çin’in, ekonomisinin örgütlenişinin maddi teknik temeliyle, aralarında, İngiltere ile karşılaştırıldığında olduğu kadar büyük bir fark bulunmasa bile, yine de sanayisinin yüksek gelişme temposuyla gelişmesini ve ataklarını, dolayısıyla ABD ile karşılaştırmalı olarak sıçramalar yapmasını olanaklı kılan yenilenmiş ve oldukça ileri bir düzeyde bulunduğu ortadadır. Amerikan sanayii ve ekonomisi de, maddi teknik temelinde gerçekleştirdiği Slikon Vadisi ve kaya-gazıyla petrolü üretimi ve NASA ve özel sektör aracılığıyla yöneldiği uzay yatırımları türünden yenilenmelerle, gerileyen İngiltere’nin tersine gelişme halindedir; ancak bu, Çin sanayii ve ekonomisinin, kendisinden çok önce gelişmiş ve göreli olarak eskimiş, devasa büyüklükteki Amerikan sanayi ve ekonomisiyle aradaki farkı hızla kapatan dev adımlarla bir ilerleme içinde olduğu gerçeğini değiştirmemektedir. Çünkü, Çin, sonradan ve teknolojinin son gelişmelerinden yararlanarak, hem teknik hem de örgütlenme olarak yeni ve bu nedenle daha gelişkin maddi ekonomik temeliyle katıldığı yarışta, bu avantajlarıyla, çok daha büyük bir ivme tutturmuş durumdadır.
Gelişkin sanayii, onun sürüklediği devasa büyüklükteki ekonomisi ve dünya üzerinde buna uygun birinci dereceden hegemonik durumu ve bunun korunup sürekli kılınması için gereksindiği yüksek düzeyli silahlanmasıyla ABD, ve karşısında, sıçramalarla ve ondan daha hızlı gelişip yükselmekte olan başlıca rakibi olarak Çin’in, henüz iktisadi, siyasi ve askeri stratejik alanda bugünkü gelişme düzey ve olanaklarıyla henüz onun sahip olduklarının oldukça gerisinde olmasından türeyen iki gerçek şudur:
1) Çin mali sermayesi ve sanayiinin sıçramalarla ve küçümsenmez adımlarla hızlı büyümesinin enerji başta olmak üzere hammadde kaynaklarıyla pazar ihtiyacının giderek artan ölçülerle büyümesine yol açması kaçınılmazdı ve açmıştır. Çin, son yıllarda dünyanın dört bir yanında hızlı bir ekonomik yayılma halindedir. Bir yandan enerji başta olmak üzere kaynaklara gittikçe artmakta olan ihtiyacı, onu, rezerv sahibi ülkelerle ilişkiler geliştirmeye ve onlarla rakiplerinden daha uygun koşullarla anlaşmalar yapmaya yöneltirken; diğer yandan pazar ihtiyacıysa, onu, ürünlerine dış pazar aramaya yöneltti. Başlangıçta kolaydı. Ucuz işgücüyle –gelişmiş rakipleriyle karşılaştırıldığında– oldukça ucuza üretiyordu ve rekabet edilmesi olanaksız bir ekonomik güç olarak dünya pazarlarını Çin mallarıyla doldurdu.
Bunu kolaylaştıran bir diğer neden, Amerikalı ve Avrupalı emperyalistlerin bu ucuz-üretimden yararlanmak üzere birçok üretim tesisini bu ülkeye taşımaları ve kendi ülkelerindeki üretimlerinde yüksek ölçüde Çin malı girdiler kullanmalarıydı. Örnekse Çin’de otomotiv sektörüne yatırım yapmayan Amerikan şirketi yok gibiydi, I Phone da üretiminin çoğunu bu ülkede yaptırmaktaydı. Rakipleri, Çin’in hızlı yükselişine katkıda bulundular.
Çin, böylelikle, örneğin Yunanistan’da karşılığını liman ele geçirme olarak tahsil ettiği mal ve para-sermaye ihracı aracılığıyla çok sayıda ülkede bağımlılık ilişkileri de geliştirerek ekonomik olarak yayılırken, mallarıyla rakip ülkelerin pazarlarına da daldı. Dış pazarlar, Çin mali sermayesi ve sanayiinin yüksek oranlarla büyüme ve atılımlar yapmasına olanak sağladı ve dayanaklık etti.
Ancak kapitalizmin temel bir eğilimi daima işlevseldir: Rekabet gücü ne denli yüksek olsa ve dış pazarlar ne denli değerlendirilse de, pazarların büyüme hızı, üretimin gelişme hızıyla boy ölçüşemez. Çin, avantajları olan ucuz işgücü ve yüksek teknolojiye dayalı sanayi üretimi ve ekonomisinin gelişkin örgütlenişini sonuna kadar kullanmış, rakiplerinin egemenliğindeki pazarları bile, sızmakla kalmayıp neredeyse “işgal” etmiş, ancak yayılmakta olduğu dış pazarlarda yüz yüze kaldığı “darlık” ya da yeterli hızla genişlememe sorunu, onu, görece ihmal ettiği iç pazarlara da yüklenmeye götürmüştür. Oysa aynı göreli “darlık”, Çin’in bakir denebilecek devasa iç pazarı bakımından da geçerlidir. Dış pazarların yanı sıra yöneldiği iç pazarının genişlemesi de, Çin sanayisinin gelişme hızına ayak uyduramayınca sanayinin olağanüstü büyümesinin ivmesi düşmeye başlamıştır. Başlıca rakibi durumundaki ABD’nin kendi pazarlarını korumaya yönelik olarak gümrük vergilerini yükseltmesi, bununla da yetinmeyerek, Huawei örneğinde yaşandığı türden ambargolara başvurması, Çin’i dış pazarlarda zorlayan ve sanayisinin gelişme hızını olumsuz etkileyen bir diğer etken olmuştur.
Ancak bir dizi dalgalanma, nedenleri ve gelişme hızında yaşanan belirli düşüşler bir yana, Çin, sanayisi ve ekonomisiyle, hala yüksek hızlı büyümesi ve yükselişini sürdürmekte, ve bu, ülkeyi, ülke dışında kaynak ve pazar arayışına itmekte ve Çin dünya ölçeğinde ekonomik olarak yayılmaya devam etmektedir. Bunun bir adım sonra karşılanmak zorunda kalınacak zorunlu ihtiyacının, Rusya’nın Suriye odağında Ortadoğu’da üstlenmekten kaçınamadığı türden çıkarların silahla korunması olduğuysa tartışmasızdır.
2) Hızla gelişmesi ve yükselişine rağmen, başlıca rakibi ABD karşısında –onunla karşılaştırıldığında– bugünkü henüz görece güçsüz durumu, Çin’i, yeterince güçleninceye kadar, rakibiyle kaçınılmaz nihai boy ölçüşmeyi mümkün olduğunca geciktirmeye yöneltmesi tamamen anlaşılırdır ki, öyle yapmaktadır. Kendisini, dünyada yayılmaya ve şüphesiz ki kaynaklarla pazarlara en ileri ölçüde hükmetmekte olan başlıca rakibiyle giderek daha çok karşı karşıya gelmeye iten ekonomisini geliştirerek, ilerleyişi ve ataklarını sürdürme, ama kararlaştırıcı bir çatışmadan kaçınıp bu çatışmayı ertelemenin tek çaresi olarak –daha fazla üzerine gelinmesinin önünü almak üzere gerektiğinde diş göstermeyi de içermekle birlikte– alttan alma ve tavizlere başvurma –bu, günümüzde Çin’in stratejik yönelimi durumundadır. Ertelemeyle kazandığı süreyi ise, ertelediği çatışmaya hazırlanmak için güç toplamak, bunun başlıca ihtiyacı olarak sanayisinin sürüklediği ekonomisini güçlendirmek ve rakamların da ortaya koyduğu, kaçınılmaz çatışmanın zorunlu ihtiyacı olan askeri sanayi ve silahlanmasındaki eksiğini hızlı biçimde gidermek üzere değerlendirmek –Çin’in yapmakta olduğu budur. ABD’nin ise tersini yapmakta olduğu ve yeterince güçlenmeden Çin’i kaçınamayacağı zamansız bir çatışmaya zorlamayı, kaçındığındaysa, yalnızca belirli tavizler koparmakla yetirmeyip boyun eğdirmeyi amaçlayan bir strateji uyguladığı, kontrollü biçimde de olsa, “ticaret savaşları”, ambargolar ve yüksek düzeyli silahlanmasını sürdürerek, sadece iktisaden yayıldığı yerlerde değil, ama güç yığarak bu ülkeyi kuşatma tutumu aldığı Pasifik ve hatta –Japonya ile sorunlu olduğu yapay adaları vb. ileri sürerek– Güney Çin Denizi’nde bile Çin’in üzerine varmasıyla kanıtlıdır.
Dünyanın yeniden paylaşımının rakip başlıca iki gücü ve ilişkileri üzerine söylenenler, değişik somutluk ve ölçülerle, bütün büyük emperyalist devletler ve ilişkileriyle silahlanmaları açısından da geçerlidir. Tartışılmaz bir gerçektir ki, silahlanmanın temel nedeni, dünyanın yeniden paylaşımı çekişmesinin bir çatışmayı zorlaması, Lenin’in dediği gibi bunun ise silaha milyarlarca dolar yatırılmasına götürmesidir.
Emperyalizm broşüründe, yanıtı içerili olarak, “Mali-sermaye ve tröstler, dünya ekonomisinin farklı unsurlarının gelişmesinin ritimleri arasındaki farklılıkları azaltmaz, çoğaltır. Oysa, kuvvetler arasındaki ilişki, değişikliğe uğradıktan sonra, kapitalist düzende çelişkilerin çözümünü sağlayacak kuvvetten başka şey var mıdır?”[4] diye soran Lenin haklıdır; yoktur. İktisadi ve buradan türeyen siyasal ve askeri güç. İşte bu soru ve yanıtının götürdüğü yer, dizginsiz bir silahlanma ve karşılıklı silahlanma yarışıdır.
Ancak kuşku yok ki, emperyalistler arasında değişen güç ilişkilerinin yeniden paylaşım nedeni oluşu ve bölgesel çatışmalarla birlikte yeni bir emperyalist savaş ihtimalini gündeme getirmesinin neden olduğu militarizmin tırmanışı, yalnızca bu ülkelerin silahlanmasında artış, askeri-sınai kompleksin öne çıkışı ve orduların örgütlenme ve donanımlarıyla geliştirilip modernize edilmesine yol açmakla kalmaz.
Öncelikle, bu ülkelerde de, silahlanma ve genel olarak militarizm, yalnızca bir yeniden paylaşımın kaçınılmazlığı dolayısıyla dış nedenle değil, ama aynı zamanda burjuvaziyle işçi sınıfı ve sömürülen yığınlar arasındaki çelişkinin keskinleşmesi ve giderek şiddetlenme belirtileri göstermesi nedeniyle de yükselme halindedir. Öte yandan militarizmin yükselişi, genel silahlanma eğiliminde artış olarak görünmenin yanında çeşitli türden dayanaklarıyla askerileşmenin toplumun bütün hücrelerine yaygınlaştırılma eğiliminde de artarak görünür olmaktadır.
Batı’ya göre daha otoriter ve “kapalı toplumlar” durumundaki Rusya ve Çin’in bu özelliklerinden gelen militarizme yatkınlıklarının yanında aralarına Anayasa’sındaki silahlanma yasağını tartışmaya bile gerek duymadan fiilen kaldıran Japonya’yı da katarsak, ABD, Almanya, Fransa gibi Batı’lı emperyalist ülkelerde halkların algısından başlayarak giderek toplumsal bilinçte militarizmin unsur ve dayanakları gelişmekte/geliştirilmektedir.
Almanya’da Bavyera eyaletinden başlayarak yayılan, Fransa’da ise “Sarı Yelekliler”in eylemleri ileri sürülerek ülke çapında gündeme getirilen polis devleti yasalarının uygulanmaya konması bir örnektir. Yabancı düşmanlığıyla belirginleşmiş milliyetçiliğin hemen tüm emperyalist ülkelerde yükselişi bir diğer örnektir. Bu iki örnek bakımından II. Dünya Savaşı’nın ertesindeki toplumsal bilinç durumuyla bugünkü karşılaştırıldığında, gerileme kolaylıkla görülebilir. Hitler faşizminin ezildiği savaşın ertesinde faşizme ve örneğin SS türü örgütlenmelere duyulan nefretle demokratizmin yüceltilmesi ve günümüzde yeniden geliştirilmekte olan polis devleti uygulamaları tam bir tezat oluşturmaktadır. Hitler Almanya’sından kaçanlara “demokratik ülkeler”de kapıların ardına kadar açılmış olmasının ve faşizm karşısında toplumsal bellekte demokratikleşmeye olan talebin de belirtilerinden biri olarak anayasal hüküm haline getirilmiş mülteciliğin baş tacı edilişinden bugün gelinen yabancı düşmanlığı ve milliyetçiliğin yükselmesi, yine karşılaştırılır gibi değildir. Mülteci adaylarının Akdeniz’de açıkça boğulmaya terkedilişiyle savaştan kaçan çocukları zorla ailelerinden ayırmada ısrar eden Trump’ın Meksika sınırına duvar dikme ve sınırı aşma girişiminde bulunan Latin aileleri askeri birliklerin ateşiyle karşılama tutumlarının politika düzeyine yükseltilmiş olması kadar, Amerikan ve Avrupalı halkların bu tutuma çoğunlukla sessiz kalmaları, militarizmin, toplumsal algı ve bilinçte milliyetçilik ve yabancı düşmanlığı gibi dayanaklarının gelişmesi bakımından dikkat çekicidir. Hemen tüm emperyalist ülkelerde ırkçı, sağ popülist ve faşist toplumsal hareket ve örgütlenmelerin giderek daha gelişkin oy desteği bularak örgütlenmelerinin yükselişi de yine aynı yöndeki bir diğer veri durumundadır. Militarizm; emperyalist kapitalist ülkelerde sadece silahlanma eğimiyle değil, toplumsal bilinci etkileyerek yayılmakta olan ırkçı, milliyetçi, yabancı düşmanı ve şiddet eğiliminin yüceltilmesi gibi dayanaklarıyla birlikte yükselmektedir.
KÂR ORANLARININ AZALMA EĞİLİMİ: SİLAH SANAYİ–SAVAŞ İLİŞKİSİ
Peki, silahlanma ve aracı güç olan dünyanın yeniden paylaşılması ayrılmaz bir yönü ve parçası olan tekelci kapitalizmin silahlanmayı zorunlu kılmasının başka bir nedeni yok mudur? Vardır.
Pazarların daralmasının da etkisi altında, değişmeyen (sabit) sermayenin değişen sermayeye oranı olarak, sermayenin organik bileşiminin yükselmesi ve bunun sonucunda kâr oranlarının azalma eğilimi; mali sermaye ve tekelleri, bir yandan yeni pazar arayışına, bir yandan da tekel-dışı üreticilere ek tekel kârını dayatmanın yanında kendi aralarındaki (tekeller arasındaki) rekabeti sertleştirerek üstünlük sağlama, hatta yutmalarla rakipleri aleyhine kârlarını yükseltme çabasına ve son olarak başta silah sanayisi olmak üzere üretken olmayan yatırımlara yönelik olarak devlet olanaklarının kullanılmasına yöneltir. Tekel, militarizmin tırmanmasına götürmeden edemez. Bu nedenle, askeri-sınai kompleksin devasa gelişmesi, tekelci kapitalizmin bir yönüdür.
Silah üretimi, tamamen tüketime yöneliktir. Silah kullanımı bir üretken tüketim değildir; ürünün tüketilmesi, üretimin genişleyerek yenilenmesine götürmez, yeniden üretime bağlanmaz. Tersine, silah, bir uçak bombası ya da top mermisi örneğin ya da bir füze, kullanıldığında, tüketildiğinde yani, sıfırlanır; makine ya da çelik üretimi türünden yeni bir üretimin girdisi olarak kullanılabilir ve yeniden üretime bağlanabilir değildir. Ancak pazarı garantilidir; devlet tarafından satın alınır.
Silah, üretildiği ülkenin ihtiyaçlarını karşılamak üzere üretilmekle kalmaz; tıpkı başka herhangi türden meta gibi ihraç da olunur. Üstelik üretildiği ülke bakımından silah ihracatının sınırı yok gibidir; silah, olağan yollardan olmuyorsa, olağandışı yollar da kullanılarak, “düşman” ülkelere bile ihraç olunur. Doğal olanı, şüphesiz müttefik ülkelere ihracıdır. Ancak silah ihracatçısı ülkeler genellikle büyük emperyalist ülkelerdir ve bu ülkelerin “müttefikleri”nin bol ve çeşitli oldukları bilinir; çünkü birden fazla “at”a oynamak adetlerindendir. Birçok durumda birbirleriyle düşmanca ilişkilere sahip ülkeler, aynı emperyalistin müttefikleri ve silah ithalatçılarıdır ve bu, söz konusu emperyalist devlet tarafından sakıncalı bulunmaz, hatta silah ihracatından elde edilecek kârı artıracağı için, iki tarafa birden silah satışı tercih bile edilebilir.
Ancak bu noktadan hareketle geliştirilmiş oldukça yaygın bir görüşe değinmekte yarar var. Silah ihracatını ve dolayısıyla tekel kârını artırma kaygısını, savaş kışkırtıcılığının olduğu kadar savaşların hem de temel bir nedeni olarak ileri süren bu görüş doğru değildir.
Silah üretimi ve hem ülke içi hem de dışında pazarlanması kâr oranlarının düşme eğilimine karşı bir tedavi sağlamasa bile, görece bu düşüşü erteleyici, tekellere hiç değilse zaman kazandırıcı ve küçük üreticilerden başlayarak, tekel-dışı kesimler ve rakiplerinin sırtından kâr oranlarını yüksek tutabilmelerini getirici bir rol oynar, oynamaktadır. Ancak bundan, “silah tekelleri”nin, silah satıp yüksek kârlar sağlamak üzere savaşları kışkırtıp çıkardıkları sonucuna varmak hatadır.
Hem –aralarındaki çıkar farklılıkları ve çelişkiler üzerinden farklı politik eğilimler kurgulanmak üzere– “silah tekelleri” ve diğerleri, örneğin “gıda” ya da “enerji tekelleri” ayrımları yapılması, hem de “bazı tekeller” savaş araçları satmak üzere savaş kışkırtırken, bunun doğal bir sonucu olarak tasarlanmak gereken rakiplerinin tersine savaşla ilgili olmayan mallar ya da diyelim “barış araçları” satma peşindeki “diğer bazı tekeller”in ise öyleyse barış savunuculuğu yapacak olmalarının varsayılması garip bir analizdir.
Birincisi, tekelleri, “silah tekelleri” ve diğerleri olarak ayırma olanağı yoktur. Çünkü ikinci olarak, mali sermaye yüksek kâr getireceğini öngördüğü bütün alanlara yatırıma yönelir ve çeşitli mali sermaye grupları incelendiğinde, tek tek bu grupların, banka ve sanayi sermayesinin iç içeliğini temsil ettikleri ve hemen her durumda en az bir banka ve çok sayıda tekelci şirketten oluştukları, bu şirketlerin de kimilerinin bağlantılı yatırımlar durumunda oldukları, kimilerininse birbirlerinden çok farklı alanlarda yatırımları bulunduğu görülecektir. Ve üçüncü olarak, mali sermayenin birçok sektörü birlikte kapsayan kompleks yatırım yönelimi ve tekel kârı arayışı, savaş sanayisinin yüksek kârlı bir sektör olmasıyla bir arada, kapitalist toplumlarda militarizasyonunun ileri ölçülerde gelişmişliğini verir. Bu, günümüz kapitalizminin net bir verisidir. Bu nedenle, hemen tüm üretim dallarında, oyuncak ve bilgisayar oyunları yazılımına varıncaya kadar belirli bir askerileşme görülür, sektörler birbirlerinden kesin hatlarla ayrılamaz olur ve örneğin ayakkabı üretimi sektörü postal üretimiyle askeri sınai kompleksine bir yanıyla bağlanır. Bu, trikotaj-üniforma, gıda-kumanya vb. bağlantılarında görüleceği gibi, örneğin bilgisayar üretimi ve yazılımı sektörlerinin nereye kadar sivil nereden itibaren askeri üretim ve tüketim nesneleri olduklarını tartacak eczacı terazisi henüz icat edilmemiştir. Tüm ileri teknolojiye dayalı yatırım ve sektörlerin, hele örneğin yapay zeka ve robotlar türünden yeni gelişmekte olanlarının sivilden çok askeri amaçlarla geliştirilmekte ve şimdiden bu yönlü kullanılmakta olduklarıysa tartışmasızdır.
Dolayısıyla, silah sanayinin gelişmesi ve kapitalizmin toplumların militarizasyonuna götürmesi günümüzün iki önemli gerçeğidir; ancak bu ikisini, tekelci kapitalizmin, mali sermaye ve tekellerin genel eğilimi olmak yerine “silah tekelleri”nin özel bir eğilimi varsayarak, onların silah satmak için savaş kışkırtıp çıkardıklarını iddia etmek, mali sermaye ve tekellerin karakterini anlamamak olur.
Oysa savaşların kendi gelişme nedenleri ve yolları vardır; önce koşulları birikir ve farklı ülkeler ve özellikle emperyalistler arasında kapitalizmin neden olduğu sorunlar politika araçlarıyla çözülemez olduklarında, savaş borularının sesi duyulmaya başlar. Savaş, söylendiği gibi, politikanın, başka araçlarla, silahla devamıdır. Silah üretimi ve toplumsal militarizasyonun bir savaş etkeni olduğu ve onu kolaylaştırdığı tartışma götürmez; ancak savaşlar, emperyalist ya da değil, pazar paylaşımının olağan yol ve araçlarla çözülememesinin ürünü olarak gündeme gelir.
Silahlanmanın karşılıklı tırmanması, özellikle dünyanın yeniden paylaşılması çekişmesi içindeki büyük emperyalist devletler bakımından şüphesiz savaş ihtimalinin giderek artışına delalettir. Ancak bundan, “madem silahlanma artıyor, öyleyse savaş tehlikesi kapıda” türünden savaşın “eli kulağında” olduğu sonucu çıkarılamaz. Evet, “ticaret savaşları” ve ambargolarla giderek keskinleşip şiddetlenmekte olan emperyalistler arasındaki çelişmeleri “kuvvet”ten başka çözecek bir araç yoktur, ancak bu hamur daha çok su götürür! 1970 ve 80’lerde “iki süper devlet” Amerikan ve Rus emperyalizmlerinin karşılıklı silahlanmasının ivmesi bugünden daha yüksekti ve bir “dehşet dengesi” oluştuğu herkesin dilindeydi; ama savaş patlamadı. Kısa sürede ve kolaylıkla patlaması da herhalde mümkün görünmemektedir.
TÜRKİYE VE PROFESYONEL/PARALI ORDU
Türkiye, silahlanma ve savaş sanayi, militarizm, yayılmacılık ve savaş eğilimi açısından, kapitalist ülkeler içinde ayrı ve tamamen özel bir yerde durmuyor. Kapitalist toplumlarla ülkelerin gösterdiği genel eğilimlerin hemen tümünü göstermektedir. Militarizmin yükselişi ve topluma dayatılması, silah üretimi ve silahlanma harcamalarında artış, ordunun profesyonelleştirilmesi– bunlar, belki İsviçre gibi birkaçı bir yana, kapitalist ülkelerin tümünde yansımalarını bulan tekelci kapitalizmin genel eğilimidir…
Türkiye’ye gelince, bölgesinde iddialı olduğunu ortaya koymakta olan bir ülke olarak, komşularıyla ciddi sorunlara sahiptir. “Komşularla sıfır sorun”dan gelinen yer, bölgede neredeyse tek bir dostu bulunmama noktasıdır. Kıbrıs’ın da katılmasıyla Yunanistan’la olan tarihsel çelişkileri Doğu Akdeniz havzasında gaz ve petrol kaynaklarının bulunmasıyla tırmanan Türkiye, eğer Hafter’le emperyalistlerin müdahalesinin içinde bulunduğu kaosu tırmandırdığı Libya ve Rusya’nın desteğindeki Suriye ile ilişkilerini yenilemeyecekse ki, bu “eksen değişikliği” denen şeyin zorlanması olacaktır, tek başınadır: ABD ve Fransa’nın tehditleriyle bir yalnızlık durumu! Suriye ve Irak’ın kuzey bölgelerinde ise askeri harekat yürütmektedir. Bu harekatların olduğu kadar bu ülkelerde askeri varlığa sahip olmanın dayanağı olarak, “ikisi aynı şey” denerek PKK/PYD varlığı ileri sürülmektedir. PKK, aynı zamanda, “FETÖ”nün yanı sıra ülke içindeki askeri harekatların da nedeni olarak gösterilmektedir.
Gerek Suriye ve Irak’ta, gerek ülke içinde yürütülmekte olan askeri harekatlar, gerek Yunanistan ve Kıbrıs’la olan sürtüşmelerin ötesine geçerek emperyalistlerin de doğrudan katılımıyla Doğu Akdeniz’de oluşan büyük gerginlik ve gerekse Amerikan emperyalizminin PYD ile ilişkili olarak Suriye’ye ve etrafıyla birlikte Suudi Arabistan’la İsrail’e de dayanarak İran’a yönelik olarak bölgede giderek artan etkinliği ve müdahalesiyle açmazları derinleşerek “bölge gücü” iddiasının ayaklarının yerden kesilmekte oluşu, Türkiye’yi, son yıllarda silahlanmasını artırma ve militarizmin geliştirilmesine önem vermeye götürmüştür.
Türkiye’nin silahlanma harcamalarındaki artış belirgindir: 2008’deki 12.5 milyar dolardan 2018’de 22 milyar dolara yükseliş, silaha, on yıl içinde yaklaşık bir misli fazla para yatırıldığını belirtmektedir. Türkiye’nin son birkaç yıldır silah alımlarıyla gündemde oluşu da bir veridir: Parası yatırılan, ancak satın alınması Amerikan tehditlerine neden olan ve karşılığında ortak üretim F-35 savaş uçağı alımı durdurulan Rus S-400’leri dolayısıyla oluşan çıkmaz küçümsenir türden değildir; ancak Türkiye’nin her ne pahasına olursa olsun (!) silahlanma eksiklerini tamamlama yöneliminin kanıtı durumundadır.
Öte yandan yine Türkiye, PKK ve PYD ile savaşının ve bölgede sürüklenebileceği olası başka savaşların belirli ihtiyaçlarını hızla bir askeri sınai kompleks kurarak ve yerli silah üretimini hızlandırarak gidermeye yönelmiştir. Henüz motor üretemeyen ve belirli yüksek teknoloji gerektiren ihtiyaçlarını ithalatla karşılayan Türkiye, çeşitli türden zırhlı araçlar, tank, top, helikopter, kısa menzilli roketler ve IHA-SİHA üretimi yapmaya, hatta bazılarını Pakistan vb. gibi ülkelere ihraç etmeye de başlamıştır.
Üstelik halk katmanları arasındaki küçümsenemez kökleri ve şoven türünü de kapsayarak milliyetçiliğin yaygın etkisiyle manevi dayanakları da güçlü olan militarizmin, silahlanmanın artışının yanı sıra birinci dereceden maddi toplumsal dayanaklarından bir diğeriyse, “ordu-millet” kavramıyla ifade edilmesinden fazlasıyla hoşlanılan ordunun/askeriyenin ve ihtiyaçlarının genel kabul gören toplumsal önceliği ve kararlaştırıcı pozisyonuna dairdir.
Bu yönüyle Türkiye burjuvazisi, bir süredir kendi içinde çelişmeli bir adımı atmaktan kaçınamadığı bir basınç altındadır. Bir yandan giderek silah teknolojisinin gelişmesine de paralel olarak, ama sadece bundan ibaret olmadan ve silahların gelişkinliğinin savaş yöntem, biçim ve taktiklerinin geliştirilme zorunluluğunu da koşullamasıyla, artık savaşlar ve yürütücüleri durumundaki ordular; birkaç aylık ortalama bir eğitimden geçirilmiş, yine birkaç aylığına, en çok bir seneliğine askere alınan ve terhis olup gidecek ortalama askerlerin yerine, giderek özel eğitimden geçirilmiş, uzun süre “hizmet” verecek, öyleyse askerliği meslek edinecek ve bu durumda parasal karşılığını alacak profesyonellere, yani paralı askerlere ihtiyaç duyar olmuştur. Bu, burjuvazi açısından, aynı zamanda, –belki ileride getirileri de olabilecek– ek bir maliyet ve masraf demektir. Ancak bu, daha ötesinde, “ordu-millet” kavrayışının kucaklayıcı dayanağını oluşturan “halk çocukları”na/“Mehmetçik”e dayalı ordu/askerlik sistemi ve halk indindeki sürükleyici önceliğine daha başından rıza verilmiş oluşuna “elveda” denmesi anlamına gelmektedir. “Mehmetçik”in yerine paralı askerin geçirilmesinin başka türden bir açıklaması yoktur! Lakin, bu çelişmeli durumdan kaçış da yoktur!
Türkiye, en azından 1980’lerin sonlarından bu yana ordusunu yeniden organize edip yapılandırarak, bir yandan modern silahlarla donatmakta olduğu birliklerini, hızlı hareket edebilirliklerini sağlamak üzere mobilize hale getirmekte, diğer yandan da sayılarını hızla artırdığı özel birliklerinden başlayarak, paralı askerliği yaygınlaştırıp orduyu profesyonelleştirmektedir.
Ortada görünür olan tartışma ise, bir yandan eğitimli olanların yanı sıra asıl olarak bedel ödemesi yapabilir durumda olan zengin çocuklarına çekici gelen, ama askerlik “hizmeti”ni yoksul çocuklarının sırtına yıkarak “milli ordu/halkın ordusu” efsanesine de bir ucundan son vermeye başlayan “bedelli askerlik” tartışmasıdır. Ancak bir bölüm genci ilgilendirir bir tartışma olarak yürütülen “bedelli” sorununun esas içeriği “bedelli askerlik” uygulamasıyla sınırlı değildir; “bedel” ve “paraya dayalılık” ordu örgütlenmesinin bütününe ilişkindir ve zaten tamamına yayılmaktadır. Bu içerik; paralı askerliğe dayalı olarak ordunun profesyonelleştirilmesinin masraflarının hiç değilse bir bölümüne “bedelli askerlik” yoluyla kaynak sağlama cinliğinin yanında, asıl olarak, –yalnızca yoksul gençlerin çeşitli türden kamu hizmeti şeklinde de yerine getirilebilecekleri– süresi birkaç aylığına kısaltılmış eski türden “Mehmetçik”-askere dayalı sistem vitrin süsü halinde korunurken, ordunun tamamen profesyonelleştirilmesi ve bütünüyle paralı askerliğe geçilmesidir. Son askerlik yasasıyla noktası konulmakta olan budur. Profesyonel paralı askerliğe geçiş ya da dönüşün, dünyadaki yayılma ve ülkeleri kendine bağımlı kılma/sömürgeleştirme (yeni sömürgeleştirme) yönelimindeki tüm emperyalist ve yayılmacı ülkelerde görülen türden tekelci kapitalizme özgü bir eğilim olduğu kadar, Türkiye bakımından, aynı zamanda, paralı askerlik türleri olarak, Osmanlı’nın savaş ganimeti ve ulufe dağıtımıyla Yeniçeri ve Sipahi örgütlenmesi kadar, aşiretlerden derlenmiş Hamidiye Alayları geleneğine dayalı bir Yeni-Osmanlıcı “yenilenme” olduğu söylenmelidir.
Ordunun yerlilerinin yanı sıra S-400’ler türü silahlarla donatılmasıyla özel mobilize birlikler olarak örgütlendirilmesinin ilerletilmesinin yanında, profesyonelleştirilmesiyle de, Türkiye’nin herhangi bir savaş açısından daha fazla hazır hale getirildiğini ileri sürülmektedir. Ancak bu doğru olmadığı gibi içi boş bir kof iddiadır. Hangi modern silahlarla donatılmış olursa olsun, ne emperyalistlerle işbirliği halinde olan ne de paralı askerliğe dayanan bir ordunun gerçekten savaşa hazır olduğu ileri sürülebilir. Bu hazırlık, öncelikle ülkenin değil, işbirlikçiliği peşinde olunan emperyalistlerin ihtiyacını karşılamakta olan bir hazırlık olabilir. Örnekse S-400’lerin cephanesi, bağımlılık yaratıcılığıyla sınırlı sayıdadır ve paralı askerler, nitelikleri gereği, para kazanmak için askerlik yaparlar, sıkıyı görünce bırakıp kaçma eğilimindedirler. Öte yandan bu nitelikte bir hazırlık burjuvazinin örneğin yayılmacı çıkarlarının gerçekleştirilmesine yönelik bir hazırlıktır ve emperyalistlerle işbirliğine ve paralı askerliğe dayanarak, halkın çıkarlarına uygun ve bu çıkarların gereği olan bir savaşa hazırlanmak sadece bir hayaldir!
[1] GDP Share-Data for all countries from 1988-2018 as a share of GDP (pdf)
[2] Data for all countries from 1988-2018 in constant (2017) USD (pdf)
[3] Rakamlar için bkz. http://worldpopulationreview.com/countries/countries-by-gdp/
[4] Lenin Emperyalizm Kapitalizmin En Yüksek Aşaması Sol Yayınları.pdf, sf. 108–109