Ahmet Cengiz

NATO Genel Sekreteri Jens Stoltenberg, Alman Der Spiegel dergisinin kendisiyle yaptığı röportajda, 70. yaşını kutlayan NATO hakkında Atlantik’in iki kıyısında da beliren “kaygıları”, teskin edici yanıtlarla gidermeye çalıştı. Röportajı yapan gazeteciler, “varlıksal bir kriz içinde” bulunduğu söylenen NATO hakkında “bardağın yarıya kadar boş olduğuna” dikkat çektikçe, o “dolu kısmına” işaret etti. Stoltenberg görevinin gereği konuştu, ancak NATO üyeleri arasında artık ayyuka çıkmış olan ve “Trump suflörü” olarak bilinen ABD’li siyaset bilimci Walter Russell Mead’e “NATO ölmekte mi?” diye sorduran sürtüşmelerin neden olduğu “kaygıları” giderebildiği söylenemez.

Eğer olup bitene, askeri bir ittifakın sınırları dahilinde bakılacak olursa, yani bu askeri örgütün halihazırdaki işlerliği ve faalliği esas alınırsa, Stoltenberg’in bu bağlamda söylediklerine denilecek bir şey yok: Evet, NATO ‘tıkır tıkır işliyor’; donanımını artırıyor, manevra alanlarını genişletiyor, belirlenen stratejik adımlar doğrultusunda yol kat ediyor! Bu bakımdan NATO’nun çok yakın tarihte operasyonel kapasitesini yitirmeyeceğini öngörmek gerekir. Ne ki, bu işlerlik, NATO organizmasının kendisinin, ortak çıkarlardan esinlenen ortak hedefler zemininin erimesi anlamında bir tür “beyin ölümünün gerçekleşeceği bir sürecin içinde bulunduğunu da ortadan kaldırmamaktadır.[1] Bu metaforu akla getirenleri açmaya çalışalım…

GARİP BİR MÜTTEFİKLİK

ABD emperyalizminin liderliğinde kurulan bu askeri örgütü 70 yıl boyunca yaşatan çeşitli nedenler bulunmaktaydı. Bilindiği gibi, Sovyetler Birliği ve Doğu Bloku’nun varlığı bu nedenlerin en başında geleniydi. Hasmının ortadan kalkması NATO’yu bir süreliğine bir “anlam krizi”yle yüz yüze getirdiyse de anlam yitimine anlam katmakta fazla zorlanılmadı. Önceleri “toparlanan Rusya” vardı; ardından “uluslararası terörizm”, “IŞİD”, “siber saldırılar”, nihayet “hırçınlaşan Rusya” ve en güncel “meydan okuma” olarak da Çin[2] mevzu bahisti! Yani, bu anlamlandırma silsilesine göre NATO’nun gereksizliğini tartışmak, gözle görülebileni inkar etmek kadar abesti. Gelgelelim, şimdilerde varlığına yönelik tehdit, bambaşka bir yerden, NATO’nun kendi içinden gelmektedir.

Bahsi geçen röportajdan bir örnek verelim. Stoltenberg’e göre, “bugün daha az askerimiz, daha az atom silahımız var, bu arada Varşova Paktı da tarih oldu. Ama yeni bir güvensizlik yaşamaktayız… Beklenebilir olmayana kendimizi hazırlamak zorundayız. NATO, sürprizlere hazır olmamıza yardımcı olmaktadır.” Bunun üzerine Der Spiegel temsilcisi şöyle yazdı: “Yalnız problem şu ki, bazı müttefiklerin, başta da ABD Başkanı Donald Trump’ın tutumu da öngörülemez hale gelmiş bulunmaktadır.[3]

Demek oluyor ki, askeri örgüt, kendi dışında cereyan eden gelişmelerde varoluşunu anlamlandırabilirken, kendi içinde cereyan edenler, anlam sorununu dışsal bir sorun olmaktan çıkartan bir nitelik kazanmaktadır. Şu bir gerçek artık; belli başlı emperyalist devletlerin ittifakına dayanan NATO, tam da bu ittifakı mümkün kılan hayati bir noktada, yani bir araya gelen emperyalist devletlerin çıkar birliği noktasında sorunlar yaşamaktadır. Zamanında bir araya gelişi gerekli ve mümkün kılan, ilgili devletlerin çıkar birliğiydi. Bugün ise ilgili emperyalist devletlerin çıkarlarındaki ayrışma, böylesi bir örgütte bir arada bulunmalarını anlamsız kılmaktan henüz uzaksa da, birlik içinde birlikte hareket etmeleri, yani müttefiklerin müttefik gibi davranmaları hızla zorlaşmaktadır.

Müttefiklik, her zaman, ‘belirli bir şey karşısında’ sağlanır. Fakat sorun müttefiklerin kendi arasında yaşanıyorsa, bunun iki nedeni olabilir: Ya o (dışsal) belirli şeyin varlığı ve etkisi, onun karşısında müttefiklik yapanların kendi içsel sorunlarını artık arka plana itmeyen bir noktaya kadar gerilemiştir ya da müttefikler arası içsel çelişki ve sorunlar artık bu dışsal faktörü de aşan bir noktaya evrilmiştir. Her iki durumda sonuç değişmemektedir; müttefikliğin harcı (çıkar birliği) zedelenmektedir. Çıkarlar bir potada birleştirilemediği zaman, o pota ne olur? O potada, gitgide daha sınırlı bir sayıda çıkar bir araya getirilmiş olur. Dolayısıyla, o potanın işlevselliği de tedricen aşılmaya başlanır. Kuşkusuz, NATO henüz bu noktada değil, ama böylesi bir sürecin içindedir. NATO’nun kendi varlığını anlamlandırabilmesi, NATO’nun kendisinin, önde gelen ve birbirleriyle rekabetini keskinleştiren üyeleri bakımından da hala aynı anlamı taşıdığı manasına gelmemektedir.

Başka bir ifadeyle, 70 yaşındaki NATO’nun bir misyon sorunu olmayabilir, fakat misyonerlerinin bir sorunu var! Bu sorunu daha yakından anlamak için de NATO’nun kendisine değil, onun bileşenlerinin ilişkilerine bakmak lazım. Görülecektir ki, askeri konularda NATO çerçevesinde çıkan sorunlar, sürtüşmelerin nedeni değil, tersine bu sorunlar, keskinleşen ekonomik çıkar mücadelelerinin dolaysız yansımaları durumundadır. Dolayısıyla şu tespiti yapabiliriz: Bugünkü NATO, bizzat önde gelen üyelerinin arasında cereyan etmekte olan ekonomik savaşın da bir platformudur! Bu savaşın, askeri güvenlik gibi çok hassas bir alana yansıtılmış olması, sadece “müttefikler arası” ilişkilerde psikolojik bir kırılmaya işaret etmemekte, aynı zamanda aralarındaki dalaşın güncel boyutları konusunda da bir fikir vermektedir.

ATLANTİK’İN İKİ KIYISINDAKİ TABLO

Bugünkü NATO’da, Atlantik’in hangi yakasından bakıldığına göre, “bir Alman sorunu” veya “bir ABD sorunu” bulunduğu aşikardır. Kuşkusuz, NATO içinde aralarında sorun yaşayan tek müttefikler bunlar değil, ama sorunu en derinden yaşayan ve olası etkileri de en çaplı olanlardır.[4]

Almanya’nın penceresinden bakıldığında, Trump ABD’si NATO’yu tartışmalı hale getirmekte, dahası ünlü 5. Madde’ye (bir üyeye yapılan saldırının, hepsine yönelmiş kabul edileceğini öngören madde) sadık kalıp kalmayacağına dair ciddi şüpheler yaratmış bulunmaktadır. Alman kamuoyundaki ABD algısı hızla değişmektedir. Örneğin geçtiğimiz Şubat ayında, “dünya barışına yönelik en büyük tehdit” algısı konusunda yapılan bir kamuoyu araştırması, Alman halkının yüzde 56’sının bu tehdidin ABD’den kaynaklandığını düşündüğünü ortaya koydu (ABD’yi yüzde 45 ile Kuzey Kore, yüzde 42 ile Türkiye ve yüzde 41 ile Rusya izlemektedir).[5] Başbakan Merkel’in ‘Avrupa kendi göbeğini kendisi kesmeli’ mahiyetli çıkışları da, Almanya’nın kendi güvenliğini artık ABD’ye teslim edemeyeceğinin bir ifadesiydi.

Bu kamuoyu algısının, Almanya ve AB çerçevesinde silahlanmayı artırma, yeni bir Avrupa Ordusu kurma ve askeri kapasiteyi genel olarak yükseltme girişimlerini meşru ve zorunlu göstermek için istismar edildiğini vurgulamak gerekir. Gelinen yerde çeşitli Alman yazarları açısından, 70 yaşındaki NATO, İkinci Dünya Savaşı’nın bitiminden bu yana dış politikanın en önemli “düzen sorusu” için kararın verileceği bir mekanın adıdır. “Düzen sorusu” ise şudur: “Kim kiminle ittifak yapacak?[6]

Atlantik’in öteki kıyısına bakalım. Nasıl ki Almanya’da ABD algısı değişiyorsa, benzer bir şey ABD’deki Almanya algısıyla gerçekleşmektedir. Trump ABD’sinin AB’ne ve özel olarak da Almanya’ya bakışı bilinmektedir. Kabaca şöyle özetlenebilir bu: “Biz dünya düzenini ayakta tutmak için paramızı ve askerimizi harcarken, Almanya bu düzenin şemsiyesi altında bizim aleyhimize palazlanıyor. Almanya’ya bu olanak artık tanınmamalıdır!” Bu yaklaşımın ticari ilişkilere yansıması herkesin malumudur (gümrükleri artırma, Alman şirketlerine ceza kesme, otomobil sanayisini tehdit etme, Kuzey Akım 2 projesini “Avrupa’nın enerji güvenliğini tehdit ettiği” gerekçesiyle engellemeye çalışma vb.).

Son dönemlerde ama, Trump yönetimine hiçbir şekilde yakın durmayan, hatta onu açıktan eleştiren “dış politika elitleri” arasında da Almanya hakkında dikkat çekici yorumlar yapılmaktadır. Güncel bir örnek vermek gerekirse: Nisan ayı başlarında ABD’nin ünlü dış politika dergisi Foreign Affairs’te, ülkenin önde gelen yeni muhafazakarlarından Robert Kagan’ın “Yeni Alman sorunu” başlıklı bir makalesi yayınlandı.[7] NATO’nun sadece “Sovyet meydan okuması” nedeniyle değil, aynı zamanda “Alman sorununu” çözmek için de kurulduğunu hatırlatan Kagan, Avro krizinin ardından günümüz Avrupası’nda “1871’deki durumun” “jeo-ekonomik” bir düzlemde yeniden tezahür ettiğini tespit etmektedir (Almanya’nın tüm Avrupa’ya kendi tasarruf politikasını dayatması, buna karşı gelişen tepkiler, Almanya’da “Anti-Almanya cephesi”ne dair sitemler ve “mağduriyet duyguları”nın yayılması vb. nedeniyle). Öncesinde “Alman sorunu”, avantajlı tarihsel bir durumun varlığından ötürü -ekonomik canlılık, serbest ticaret, ABD hegemonyası, Avrupa entegrasyonu vb. nedeniyle- “yerin epeyce altında gömülüydü”. Ancak, “koşulların bu uygun bileşimi”, kriz ve milliyetçilik gerçeği karşısında artık söz konusu değil. Ve Kagan soruyor: “ABD ve dünya mevcut rotasını değiştirmediğinde, [Avrupa’da] sükûnet acaba daha ne kadar sürer?” Yazar, bugünkü Avrupa’yı şöyle tasavvur edebileceğimizi söylemekte: “Dünya savaşından kalma bir bomba” -henüz patlamamış, ama patlayıcı düzeneği de bozulmamış bir bomba! Trump ise bu benzetmede, “elindeki çekiçle düşüncesizce patlayıcıya vuran bir çocuğu” andırmaktadır. Yine de, bomba, ondan bağımsız olarak ortada duran “bir problemdir”!

Kısacası, Almanya’dan “ABD sorunu” nedeniyle “Avrupa kendi göbeğini kendisi kesmeli” sesleri yükselirken, ABD’de, “Alman sorunu”nun yeniden uç vermesi nedeniyle patlama ihtimali olan bir bombaya benzetilen Avrupa’da “sükunet daha ne kadar sürer” soruları yöneltilmektedir. NATO’nun açılımını anımsayalım: North Atlantic Treaty Organisation – Kuzey Atlantik Antlaşma Örgütü. Evet, örgüt dimdik ayakta. Fakat antlaşma?

GÜVENLİK BAHANE

NATO içinde ABD ile Almanya arasındaki en büyük tartışma konusu, 2014’de alınan ve her üye ülkenin GSYİH’nın yüzde 2’sinin silahlanmaya ayırmasını öngören karardır. ABD silahlanma artışının gerekliliğini hararetle savunuyor (hatta NATO’nun geçtiğimiz yıldaki son zirvesinde Trump bu oranın aslında yüzde 4 olması gerektiğini söylemekteydi). ABD’nin söylemi belli, mealen özetleyecek olursak: “Tehditler çok yönlü artıyor. Daha fazla silahlanmaya ihtiyaç var. Ancak NATO’da asıl yükü ben taşıyorum. Bu mutlaka değişmeli; NATO’dan faydalanan tüm devletler katkılarını artırmak zorundadır.” Almanya’ya yönelik özel mesajda ise şu söylenmekte: “Beleşe abilik dönemi bitti!

Burada ama ilginç bir nokta var: ABD’nin özellikle Almanya’ya yönelik bu mesajının gerekçeleri bakımından “mantıklı” olmayan, kendi “yükünü” bu arada hafifletmemesidir, yani kendi silahlanma payını azaltmamasıdır. Nitekim ABD 2018’de GSYİH’nın yüzde 3,39’u silahlanmaya ayırdı (Toplam 643 milyar dolar! NATO’nun Avrupalı üyelerinin silahlanma bütçesi ise toplamda 264 milyar dolar, yani ABD’nin askeri bütçesi tüm Avrupa’nınkinden 2,5 misli daha büyük!). Öte yandan, silahlanmaya ayrılan bütçeler bakımından da NATO’nun geriye düştüğü yok, yani güvenlik gerekçesiyle silahlanmayı hızla artırmayı gerektirecek bir durum da söz konusu değil. Rakamlar ortada: 2018’de Rusya’nın askeri bütçesi 63 milyar dolardı (Fransa’nın 53, Büyük Britanya’nın 56 milyar dolardı! Almanya’nın 45 milyar dolardı), Çin’in ise 168 milyar dolardı.

Emperyalist devletlerin genel olarak silahlanmaya daha fazla bütçe ayırmaların en başta ekonomik bir nedeni bulunmaktadır. Zira, bir tarafta pazar sorunu keskinleşirken, diğer tarafta üretken alana yapılan yatırımlardaki kâr oranları düşmektedir. Bu bakımdan, bugün giderek daha fazla bir bütçenin silahlanmaya ayrılması, öncelikle ilgili ülkelerdeki tekelci sermayenin “kayıplarını” telafi etme anlamına gelmektedir. İki örnek vererek işin bu boyutunu geçelim. Geçtiğimiz yılki NATO zirvesi sonrasında, “Amerika’nın Sesi”nde şu saptama yapıldı: “NATO ülkelerinin savunma harcamalarını artırmaya dair verdikleri sözlerini tekrar teyit etmelerinden en çok faydayı sağlayacak olanlar arasında, yıllık bazda şimdiden milyarlarca dolar değerinde silahı tüm dünyaya ihraç eden ABD’li silah üreticileri olabilirler.[8] Yani Northrop Grumman, General Dynamics, Lockheed Martin, Raytheon ve Boeing gibi önde gelen ABD silah şirketleri…

Söz konusu zirvenin ardından Der Spiegel dergisinde ise şu satırlar okunabiliyordu: “Avrupalılar, Trump’ın taktiğinin içyüzünü anladılar. Özellikle Başbakan Merkel ile Fransa Başkanı Emmanuel Macron, zirvenin gizli kriz oturumunda öfkeli Trump’ı sınırlamaya çalışırken, Macron oldukça açık konuştu. Trump’ı somut bir biçimde suçladı; Avrupa’daki savunma bütçelerini artırmaya dair saçma talepleriyle öncelikle kendi silah sanayisini teşvik etmek istediğini; ABD’den üretilmiş tank, obüs topları veya uçaklarla kendi tekellerinin siparişlerini artırmayı amaçladığını belirtti. Katılımcıların anlattığına göre, Macron, bu işte otomatikman ABD kâr edecek, Trump’ın derdi güvenlik değil, iyi anlaşmalar kotarmaktır demiş. Bu olayın Avrupa’nın güvenliğiyle bir alakasının olmadığını söylemiş.[9]

Mevzu açıktır sanırız…

Yine de şu husus dikkat çekmektedir: ABD silah tekelleri için sipariş kapma, bizzat kendi silah sanayisi olmayan NATO ülkeleri bakımından anlamlıdır. Öyleyse, kendi silah sanayisi olan, hatta dünyanın dördüncü büyük silah tüccarı olan Almanya’ya ‘silahlanmaya daha fazla bütçe ayır’ dayatmasında bulunmanın anlamı nedir? Nitekim Almanya 2017 yılında, ABD’nin en büyük 20 silah müşterisinin arasında bile değildi (ABD’den en çok silah alan ülkelerin başında Japonya, Suudi Arabistan gelmektedir).

Anlamı şu: Askeri alanda şimdilik “ekonomik” hareket etmeyi yeğleyen ve buna mevcut aşamada çeşitli nedenlerle mecbur olan Almanya’yı Avrupa’da politik olarak teşhir etmenin yanı sıra; ekonomisinin dengesini ve dinamizmini sarsmak; kâr oranları yüksek olan askeri alana ayrılacak kaynak üzerinden Alman tekelci sermaye grupları arasında yeni çatışmalar kışkırtmak, NATO’da hakim olan ABD silah teknolojisiyle uyumlu silah sistemlerine bağlamak suretiyle, Almanya’nın özellikle Fransa ile alternatif silah üretimine ayıracağı kaynağı sınırlamak; onu, komşu ülkelerde “Alman heyulası” kaygılarının yeniden artacağı bir sürecin içine itmek ve bu süreçte Rusya ile dirsek temaslarını zorlaştırmak vb…[10] Kuşkusuz, bu bağlamda gözetilen başka hususlardan da söz edilebilir; fakat şurası açıktır sanırız, NATO içinde ABD ve Almanya arasındaki tartışmada asıl hareket noktası, askeri örgütün ihtiyaçları değildir. Alman emperyalizmi de gerçek mesajı aldığından, işi ağırdan almayı yeğlemektedir.

Elbette bu ağırdan alma tutumu, Almanya’nın askeri alandaki yatırımlarını kendi öncelikleri doğrultusunda artırmadığı anlamına da gelmemektedir. Aksine, Almanya, son yıllarda askeri bütçesini giderek artırmaktadır. 2015’te bu bütçe 32.97 milyar Euro idi ve 2014’e göre yüzde 1,6 oranında bir artışa denk geliyordu. 2018’de ise 38.95 milyar Euro’ya çıkartıldı. Son bütçe görüşmelerinde (2019 için), silahlanma için belirlenen miktar 43.2 milyar Euro’dur. Bu, bir önceki yıla göre, 4 milyar Euroluk bir artış demektir. (Bu arada, NATO’nun 2024’e kadar GSYİH’nın yüzde 2’sinin askeri bütçeye ayrılması kararı, Almanya açısından askeri bütçesinin yaklaşık 80 milyar Euro’ya çıkması demektir. Yani beş yılda hemen hemen iki misli bir artışa gidilmesi gerekir! Öte yandan, mevcut federal hükümet 2024’e kadar GSYİH’nın yüzde 1.5’na ulaşma sözünü de vermiş bulunmaktadır, bu ise askeri bütçenin beş yılda yaklaşık 20 milyar Euro daha artırılması demektir!)

Almanya; Fransa ile birlikte çekirdeğini oluşturduğu Avrupa Ordusu konusunda adımlar atma, genel olarak AB çerçevesinde askeri kapasiteyi artırmaya dönük yatırımlarda bulunma (askeri istihbarat amaçlı yeni uydular, navigasyon sistemleri vb.) veya işte Fransa ile birlikte kararlaştırılan yeni bir “Avrupa savaş uçağı” projesini gerçekleştirme, AB düzleminde silah ihracatına yönelik bariyerleri kaldırma ya da onları aşmanın yollarını kolaylaştırma, silah tekellerinin başvuru dilekçelerini kabul etme prosedürlerini esnekleştirme vb. girişimlerini de bu arada sürdürmekte veya bunlarda aktif yer almaktadır…

***

ABD ve Kanada dışta tutulduğunda NATO’ya üye ülkelerin hepsi Avrupa’da bulunmaktadır. Ana gövdesi Atlantik’in bir kıyısında iken, başı ve lideri öteki kıyısında bulunan askeri bir örgüt. Batılı emperyalistlerin bu örgütünün geleceği, dolaysız olarak ne Rus ne de Çin emperyalizmine bağlı, fakat doğrudan ABD ve AB (özelde de Almanya) arasındaki ilişkilerin seyri tarafından belirlenecektir. Bu ilişkiler ise, bu yazıda belirtilenlerden de öteye derinlikteki yeni meydan okumalarla yüz yüzedir. NATO’nun ana gövdesinin bulunduğu Avrupa’yı çalkantılı bir dönem bekliyor, dolayısıyla, birebir olmasa da, NATO’yu da!


[1] Geçtiğimiz ay da, New York Times’ta ABD’nin NATO içerisindeki rolünün yeniden tanımlanmasını talep eden Massachusetts Teknoloji Enstitüsü’nden (MİT) siyaset bilimcisi Barry Posen şu soruyu yöneltmişti: “NATO mevcut olmasaydı eğer, onu icat eder miydik? Hayır, etmezdik sanırım.” (https://www.mintpressnews.com/increasingly-unpopular-NATO-turns-70-organization-reached-retirement-age/257025/)

[2] Alman Dışişleri Bakanı Heiko Maas’a göre, “Çin, 21. yüzyılın ana konusu olacaktır, üstelik Atlantik’in iki tarafında da.” (adı geçen sitede) Stoltenberg ise, bahsi geçen röportajda şöyle ifade etmekte: “Çin ile ilgilenmek zorundayız, bunda şüphe olamaz. Çin büyüyen bir ekonomik güç, ama aynı zamanda büyüyen askeri bir güçtür. Dünyada ABD dışında hiçbir ülke Çin kadar silahlanmaya para harcamamaktadır… Mesele NATO’nun Güney Çin Denizi’ne doğru genişlemesi değildir, aksine: Çinliler bize yaklaşmaktadır. Çin’in deniz kuvvetleri Akdeniz’de, Baltık Denizi’nde ve bölgenin en kuzeyinde manevralar düzenlemektedirler.

[3] Der Spiegel, sayı 14, 30.03.2019, sf. 29

[4] Türkiye-ABD ilişkilerindeki sorunların Rusya’dan S-400’lerin sipariş edilmesiyle NATO’yu da içine alan bir boyut kazanması bu bağlamda verilecek diğer bir örnektir. Ancak, kendine mahsus boyutları olan bu konuyu başlı başına değerlendirmek gerekir. Yine de şunu belirtelim ki, ABD kendi silah tekelinin yarılması anlamına gelecek girişimlere müsaade etmemek için tüm nüfuzunu sonuna kadar kullanacaktır.

[5] https://www.zeit.de/news/2019-02/13/deutsche-sehen-usa-als-groesste-gefahr-fuer-den-weltfrieden-190213-99-975046

[6] Örneğin 4 Nisan 2019 tarihli Süddeutsche Zeitung’da “İttifak-Depremi” başlıklı yazısında Stefan Kornelius bu soruyu sormaktadır.

[7] https://www.foreignaffairs.com/articles/germany/2019-04-02/new-german-question

[8] Voice of America, 12 Temmuz 2018. ABD’nin Rusya ile olan Orta Menzili Nükleer Kuvvetler Anlaşmasını (INF-Anlaşması) tek yanlı olarak fesh etmesinin nedenini de burada aramak gerekir.

[9] https://www.spiegel.de/politik/ausland/NATO-gipfel-warum-donald-trump-falsch-liegt-a-1218169.html

[10] ABD sadece AB içindeki merkez kaç eğilimleri (hükümetler ve politik hareketler düzeyinde) kışkırtmıyor, aynı zamanda Alman mali sermayesi saflarında yeni yarıklar açmaya çalışıyor. Örneğin silahlanmaya kaynak ayrılması konusunda Alman sermayesi içinde genel bir mutabakat olmakla birlikte, bu kaynağın büyüklüğü konusunda aynı durum söz konusu değil. Bu tür görüş ayrılıkları sadece farklı sermaye kesimlerinin sektörel çıkarlarından türememekte. Gerisinde bir de Almanya’nın öncelikle AB bağlamında nasıl bir hat izleyeceği sorunu durmaktadır. Daha somut belirtmek gerekirse: ABD Almanya’dan GSYİH’nın yüzde 2’sini silahlanmaya ayırmasını talep ederken, Fransa Avrupa için yeni bir “ekonomik kalkınma paketini” ondan talep etmektedir!