Aydın Çubukçu
Bu yazı yayımlandığında “mahalli seçimler” sonuçlanmış, kendi amaç ve kapsamını aşan sonuçlar doğurarak, genel politik çerçeve içinde anlam ve işlev kazanan yeni bir süreci başlatmış olacak. Gündeme geldiği andan itibaren, “beka sorunu” halinde kamuoyuna sunulan iktidar aleyhine sonuçların gerçekten memleketin yıkılıp yıkılmaması konusunda bir dönemeç olduğunu ise henüz görmüş olmayacağız. Çünkü devletin baki olup olmamasını belediye ve muhtar seçimlerine bağlayan anlayışın beklentileriyle bu seçimin kapsamı arasında ilişki kurmak için, tamamen ilgisiz görünen bir yerden konuya bakmak gerekiyor. Bu, mevcut iktidarın benimsediği tekçi yönetim tarzıyla ve henüz tamamlamadığını düşündüğü daha da tekelci programıyla bağlantılıdır. “Beka sorunu” denilen şey budur ve kastedilen, elbette ki tekçi-tekelci yönetimin kalıcılığı hakkında bir slogandır.
AKP’nin kent yönetimleri hakkında kamuoyuna sunduğu “Seçim Manifestosu” bu açıdan, bitmiş seçimler hakkında ve o zaman aralığında ortaya konulmuş hedefleri aşan içeriğiyle değerlendirildiğinde, bir bütün olarak “yeni rejim” hakkında farklı bir alandan yorum olanağı vermektedir. Bu yüzden, bu yazı, bitmiş seçimler öncesinde söylenmiş sözlerin eleştirisi olarak değil, hâkim kılınan yönetim anlayışının somut bir alandaki uygulamasına yönelik bir anlama çalışması olarak görülmelidir.
“KATILIMCI KENT YÖNETİMİ”
AKP’nin “Kent Manifestosu” olarak adlandırılan ve bizzat Erdoğan tarafından açıklanan bildirgesinde, genellikle “solcu” kabul edilen her adayın propagandasında yer alarak yerleşik hale gelen “halkla birlikte yönetmek” şiarı da bir biçimde kullanılıyor. Deniyor ki: “Şehirle ilgili tüm önemli kararlar orada yaşayanlarla birlikte alınacak!” Bildirgeye göre, bu şöyle gerçekleşecek: “şehir planlarını ve imar uygulamalarını şeffaf bir şekilde hazırlayacağız. Zorunlu hallerde yapılması gereken plan değişiklikleriyle ilgili süreçleri de aynı şekilde halkın gözetiminde yürüteceğiz. Muhtarlık binalarında ilan edilecek plan değişikliklerini, milletimizin görüşü ve onayı alındıktan sonra daha etkin bir şekilde uygulamaya geçireceğiz.”
Neo-liberal “yönetişim teorisinin” kavramlarıyla süslenmiş bu cümleler dikkatli bir okumayı hak ediyor. “Kent yönetimine katılım” lafı, kapitalizmin bütün dünyada kendini hissettiren yönetim bunalımının ortaya çıkardığı bir kavram olarak şimdi AKP propagandasının literatürüne de girmiş bulunuyor. Ancak bu, günümüz Türkiye’sinde özel bir işlev yüklenmiştir ve kullanılmasının farklı bir nedeni vardır.
Bilindiği gibi, genellikle yerel halk meclislerinin belediyelerin icraatlarında etkin hale getirileceği fikri, halkın yerel meclisler aracılığıyla yönetime katılımını ifade etmektedir. Halk meclisleri denilen kurum, aslında, güncel çarpıtmaları bir yana bırakırsak, çeşitli kademelerde örgütlenmiş halkın, gençler, kadınlar ve çocuklar ayrı ayrı da olabilir, kendi karar ve yönetme aygıtlarıdır. Temel sorunlarını ve çözüm yollarını tartışır, yönetime iletirler. Bununla da kalmaz, taleplerinin ve önerilerinin ne düzeyde gerçekleştiğini yakından takip etmek için ayrı organlar yaratırlar ve bunlar aracılığıyla bilgi akışını sağlarlar. Aldıkları kararların uygulanmasında da fiilen yer alırlar. Kökeni Paris Komünü’ne kadar uzanan bu örgütlenme modelinin gerçekten işlevli olması için, nesnel toplumsal ve siyasal koşullarının oluşmuş olması gerekir. Tarihsel örneklerine bakıldığında, bunların yerel halkın dışında “tepeden” alınmış kararlarla değil, dolaysız olarak mücadele içinde, daha net ifadeyle barikatlarda kurulmuş örgütler olduğu görülür. Bu örgütler, yalnızca belediye hizmetlerini ilgilendiren yerel sorunlar çerçevesiyle sınırlanmaz, en genel hatlarıyla “kendi kendilerini yönetme” işlevini de üstlenirler. Bunun, idari yapının baştan sona yeniden kurulması, maliyenin tam kamusal denetiminin gerçekleşmesi, eğitim ve sağlık hizmetlerinin kendi halkçı-devrimci karakterine uygun olarak yeniden planlanıp uygulanması gibi, ancak devrim koşullarında mümkün olan yanları da vardır. Ve en önemlisi, bu meclislerde bürokratik hiyerarşi yoktur ve kendi seçtikleri görevlileri, istedikleri zaman görevden almaya da yetkilidir. Kuşkusuz bir devrim koşullarında bu meclisler, kendi savunma organlarına da sahip olurlar. Günümüzde, halk meclisleri aracılığıyla belediyeleri yöneteceklerini savunanlardan bunları beklemek elbette gerçekçi değildir, hepsi de böyle bir yönetimi vaat etmeyecek kadar tarih bilgisine sahiptir. Bu sloganı kullanmakla, hemen gerçekleştirebilecekleri bir vaadi ileri sürmemiş, öncelikle bir yanıyla geleceğe dair bir ışık tutmuşlardır. Güncel önemi bakımından ise, “Kent bizim, biz yöneteceğiz” sloganını ya da bir başka sloganla belediye yönetimlerinde halk örgütlerinin ağırlığını sağlayacaklarını ilan edenler, yerel yönetim anlayışlarını açıklarken, bir dizi taleple iş ekmek mücadelesi arasında da ilişki kurmuşlardı. “Halk meclisleri” kavramı, Komün’deki gibi idare organları olarak değil daha çok, belediye meclislerinin genişletilmiş kitlesel örgütlenme organlar biçimi olarak düşünülüyordu. Bu da mevcut duruma göre önemli bir demokratik kazanım olur, kitle mücadelesini ilerletmek bakımından işlevli bir dayanak sağlardı.
Gelelim AKP’nin “halkla birlikte karar alınacak” vaadinin anlamına. Erdoğan, sol muhalefetin kendi farklılığını anlatmak için ileri sürdüğü sloganın bir karikatürünü kullandı. Kararların, muhtarlıklara asılacak kâğıtlarla ilân edilerek halka bildirileceğini, sonra halktan onay alınıp uygulanacağını söyledi. Açıktır ki bu süreç şöyle işleyecektir: Muhtar, örneğin bir belgenin onayı için gelen vatandaşa, kapı camına yapıştırılan kâğıdı okuyup okumadığını soracak, vatandaş da “nedir o?” diyecek ve muhtar, imar uygulamalarıyla ilgili hükümet ya da büyük şehir belediyesi tarafından yazılmış bir yazı olduğunu söyleyip onaylayıp onaylamadığını soracak. Vatandaş, kendi evrakının damgalanması için geldiği muhtarlıkta bir de kim bilir kaç sayfalık belgeyi okuma zahmetine elbette girmeyecek ve bu sessizlik karşısında muhtar, vatandaşın sükûtunu ikrar olarak kabul edip kayda geçecek. Zaten tartışılması ve halkın talepleri doğrultusunda gözden geçirilmesi düşünülmeyip yalnızca onay alındığı görüntüsü vermek için oraya asılmış belgede ilan edilen uygulamalar, böylece üç-beş kişinin sessizliğiyle yürürlüğe girecek.
“Yerel meclisler” sistemi yerine geçen “muhtarlık makamının kapısına asılan kâğıt” uygulamasının imar planlarının şeffaflığı vaadini ne kadar gerçekleştireceği konuşmaya bile değmez. Bunun bir “tepeden yönetim”, “ben yaparım siz sadece seyredersiniz” anlayışının önceden ilanı olduğu açıktır. Ve bunun zaten yürürlükte olan uygulamalardan hiçbir farkı yoktur. Bununla birlikte, “halkla birlikte” lafının kullanılmasının neden gerektiğini düşünmekte yarar var. Biliniyor ki, bütün tekelci yönetimler aynı zamanda demagojik bir popülizmi iktidarlarının bir parçası olarak kullanırlar. Kendi düşüncelerinin ve politikalarının halkın düşünceleri ve politikaları olduğunu kabul ettirmek için popülist soslu propaganda vazgeçilmez bir araçtır. Führer’in söylediği her lafın halkın kendi sözü, onun isteklerinin kendi özlemleri olduğuna inandırılması için birlikte işleyen pek çok ara mekanizma vardır, ama onlar bu yazının konusu değil. Burada önemli olan, belediyecilik denen işin, bütün yönleriyle demagojik popülizme açık bir alan olması ve bunun tekelci iktidar tarafından sonuna kadar kullanılmasıdır. Özellikle, tarihteki öncellerinde de görüldüğü gibi, solcu-sosyalist politik akımların argümanlarını kendi propaganda dağarcığına içi boşaltılmış, çarpıtılmış, özü yıkılmış bir halde katılmasıdır.
“Manifesto” denilen seçim bildirgesinin yine ilk maddesinde, bu söylem başka bir konuda tekrarlanıyor. “Hakkaniyete uygun uygulamalar”, “istismara (sömürü) kesinlikle geçit verilmeyecek” gibi ifadeler, bu üslubun parçalarıdır. İslamcı lafazanlığın popülizmle beslenmiş sloganları olan “doğruluk”, “adaletli davranma”, “Ümmete, ‘ezilmiş, sömürülmüş’ Müslümanlara arka çıkma”, gibi gelenekten türetilmiş etiketlerinin yanına, belediyeciliğe uyarlanmış, “laiklerin aşağıladığı” tanımıyla birlikte anılan yoksullara yönelik icraatlar, çeşitli sadakalar, TOKİ konutları, içi boş sağlık reformları eklenerek bu üslup zenginleştirilmiştir. Popülist demagojinin bu kadar etkili ve yaygın kullanılması, iktidarın karakteri hakkında yeterince açıklayıcıdır.
KENTLERİ YENİDEN YARATMAK
AKP’nin geçmiş bütün hükümet programları, “diriliş” ve “medeniyet kurma” laflarıyla süslüdür. Erdoğan’a yön veren ideolojik esaslar, masala dönüştürülmüş bir tarihten derlenmiş kavramlarla dile getirilir ve esas olarak geleceği karartılmış halka parlak bir geçmişe dönme vaadinden öte bir şey ifade etmez. Bu yalnızca ham hayal değil, aynı zamanda güncel bir politika olarak işlevli hale geldiğinde kendisine özgü bir biçim arayışına da girişilmiştir. “AKP mimarisi” olarak adlandırılabilen bir “görünüş” öğesi yaratılmaya çalışılmış, başta Saray olmak üzere, İmam Hatip Liseleri, bazı üniversiteler, kent giriş kapıları, İslamcı vakıf binaları, Osmanlı-Selçuk sentezi özentisiyle inşa edilmiştir. Nereden ve kim söylediyse, tek adam rejiminin “kendi medeniyetine uygun” bir mimarisi olması gerektiğine inanarak yapılan binalar, hedeflenen estetik sentezin ilkel taklitleri olmanın ötesine geçememişlerdir.
Şimdi kentlerin, özellikle İstanbul’un yeniden inşa edilmesinde de “yatay mimari” kavramı kullanılırken, “yerli ve milli” mimari özleminin etkili olduğunu görebiliriz. Söz konusu sentez çabasının gökdelenlere uygulanmasının ortaya çıkardığı “ucube” görüntülerden kendileri bile rahatsız olmuş gibidir. Diğer yandan, hemen bütün büyük kentleri saran ve başlangıçta “Manhattan görüntüsü veriyor” diye övülen gökdelenlerin sağladığı yüksek sermaye birikiminin artık dibine gelinmiş gibi görünüyor. Şimdi “yayılarak” aynı yöntem denenecek. Kuşkusuz, yayılmanın hedefinde olan geniş araziler, “Kent Manifestosu” diliyle söyleyecek olursak, “istismara açık parsel bazlı plan değişiklikleri” için biçilmiş kaftan olacak. Serpil İlgün’ün Evrensel’de, Cihan Uzunçarşılı Baysal’la yaptığı söyleşiden öğreniyoruz ki, yatay kentleşme için düşünülen arazi, Kuzey Ormanlarının 3. Havalimanı çevresi, Kanal İstanbul gibi yeni açılan rant alanları ya da askeri bölgeler olacak. Önceden, bu alanlarda, özellikle 3.Havalimanı, Kanal İstanbul ve 3. Köprü’nün kesiştiği noktada 2.7 milyon m2 arazide imar planı değişikliği yapılmış, “tarım alanı” ve “su koruma havzası” olarak belirlenen arazi, konut, AVM, rezidans ve otel gibi yapılaşmalara açılmıştır.[1]
Kuşkusuz kapitalizmde kentler, sermaye birikiminin ana merkezleridir. Bundan dolayı da, kentler hakkındaki tercihler, birikimin başlıca dinamiklerini ve kapitalistlerin temel tercihlerini yansıtan politikalarla yönetilir. AKP’nin iktidar yılları boyunca, “ekonominin lokomotifi” olarak inşaat sektörü öne çıkmıştır. İnşaat, yalnızca kent binaları ya da konut yapımından ibaret değildir: Karayolları, demiryolları, limanlar, devasa köprüler, havaalanları, enerji üretimi için gerekli yapılar vb. “inşaat sektörü”nün faaliyet alanlarıdır ve bilindiği gibi, AKP’nin büyük desteğine mazhar olan belli başlı tekellerin hepsi inşaatçıdır. Kentler hakkındaki tasarıların ve hayallerin tümüyle bu sektörün ihtiyaçlarıyla ilgili olduğu kuşku götürmez. İstanbul’a “iki İstanbul daha ekleneceği” yolundaki müjde, “çılgın projeler” açıklanırken verilmişti. Bu yeni kentlerin kimler tarafından inşa edileceği de şimdiden bellidir. Ve tahmin edebiliriz ki yatay mimari, dikey mimariden çok daha kârlı olacaktır. Milyonlarca metre karelik arazi için şimdiden birbirini yiyen spekülatörler, ihale avcıları, demir ve çimento fabrikaları ve tüccarları dana dünden listelenmiş ve görev yerleri belli olmuştur!
Kentleri yeniden inşa etmek ya da daha geçerli ifadesiyle “kentsel dönüşüm” yalnızca sermaye birikimi açısından değil, ideolojik ve kültürel yeniden inşa açısından da kullanışlı bir araç olarak görülüyor. Bütün dünyada, başta kapitalist metropoller olmak üzere her büyük kent, 1980’li yıllardan itibaren “tehlikeli ve marjinal unsurlardan arındırma” hedefiyle ele alınarak yeniden kurgulanıyor.
Kentin sosyal dokusunu ve mimari özelliklerini değiştirerek “aşağı sınıfların” tehdidini bertaraf etmek üzere yeniden tasarlamanın babası Baron Haussmann, elbette bugün kullanılan “kentsel dönüşüm” kavramını bilmiyordu, ama yaptıklarıyla bu alanda tam bir model oluşturdu. III. Napolyon’un emriyle 1848 Devrimi’nin yol açtığı yeni bir ihtilal korkusunun da etkisiyle Paris’i “dönüştürmeye” girişti. Barikatların kurulmasına izin vermeyen geniş caddeler, işçi mahallelerinden arındırılmış bir “soylulaştırma” planının parçası olan tiyatrolar, opera binaları, büyük ve simge oteller, alabildiğine geniş parklar gibi görüntüyü düzenleyen yeniliklerin yanı sıra, kanalizasyon şebekesi, temiz su kaynaklarının kente bağlanması, sokakların geceleri aydınlatılması da onun eseriydi. O zamanın inşaat teknikleri düşünülürse bu devasa işin 17 yılda, 2.5 milyar frank harcanarak yapılmış olması önemli bir başarıdır. Bu şatafatlı girişim, kuşkusuz kendisini yeni bir imparator olarak gören III. Napolyon’un kendini kutsamasının bir ifadesiydi. Kaldı ki o, bu bakımdan yalnız değildir. Her kral, imparator ya da padişahın, ülkesinin başkentini kendi adıyla anılacak bir yeniden inşa nesnesi olarak görmesi adettendir. Bizimkinin şansı, dünya çapında “kentsel dönüşüm” rüzgârlarının estiği bir zamana ve yükselmek için çırpınan bir inşaat burjuvazisinin doğmuş olmasına denk gelmesindedir.
Fakat hayallerin gerçekleşmekte zorlandığı birçok nokta var. Örneğin, “Kent Manifestosu”, “fiziki dönüşümü kültürel, ekonomik ve sosyal dönüşümle birlikte tasarlayarak, yepyeni bir şehircilik hamlesi başlatacağız” iddiasını ileri sürerken, bunun tamamlayıcı projesini şöyle açıklıyor: “Millet kıraathanelerini mahalle düzeyine kadar yaygınlaştıracağız.”
Kaderin büyük şakası, kültürel hamle olarak ona yalnızca bu tuhaf seçeneği bırakmış olmasında kendini gösteriyor. “Benzersiz şehirler hedefimiz” olarak adlandırılan genel kent tasarımı içinde, dikkat çeken en önemli özellik bir “mimari yaratma tutkusu”nun vurgulanmasıdır. Ama bunun mütemmim cüzünün “Millet Kıraathaneleri” olması, hırslı hayallerle gerçek kapasiteler arasındaki uçurumu göstermektedir.
Kuşkusuz AKP, kendi muhafazakâr ideolojisine uygun bir biçimi kentlere uygulama iktidarına sahiptir. Ama bu biçimin, “taklitten ve tekrardan uzak, geçmişten feyiz alan, bugünün ve geleceğin ihtiyaçlarına cevap veren”, “her birinin kendi hikâyesi olan şehirlerimizin siluetini bozan, estetik değeri olmayan, kültür varlığımıza katkıda bulunmayan projelere kesinlikle izin vermeyen” bir biçim olabilmesini sağlayacak kültür ve dünya görüşü, AKP ideolojisinde yoktur. Tıpkı kültürel hegemonya kuramama yakınmasında karşısına çıkan aşılmaz duvar gibi, burada da ufuksuzluk, cahillik, kof kibir, insanlığın evrensel kültür mirasına kökten düşmanlık aşılmaz bir engel oluşturmaktadır.
“Benzersiz kentler” hayalinin diğer bir önemli engeli, aslında kapitalizm koşullarında çok doğal ve kaçınılmaz olan “piyasa dinamikleri” denilen heyuladır. Erdoğan ideolojisi, mimari gibi onun bir uzantısı olan kenti de “kimlik taşıyıcısı” olarak görüyor. Tarihte büyük uygarlıkların zaman içinde ve herhangi bir ön planlamaya tabi olmaksızın yarattıkları mimari, elbette zamanın egemenlerinin kültürünü yansıtıyordu. Kent mimarisinin ideolojik bir etken olarak kurgulanması, binalarıyla, parkları, heykelleri, ibadethaneleri ile belli bir ideolojik etkiyi taşımak üzere tasarlanması 19. Yüzyılın eseridir. Başka bir deyişle, kentin, özellikle başkentlerin “kendiliğinden” oluşumu yerine, belli bir zamandan sonra politik ve ideolojik müdahale ile oluşturma eğilimi öne çıkmıştır. Ve bu her zaman muzaffer burjuvazinin, sömürgeci ya da emperyalist kazanımlarının sonucu olmuştur. İdeolojik taşıyıcılık, ancak ona uygun ekonomik ve sosyal koşullarda gerçeklik kazanabilir. Özetle, eğer gerçekten emperyalistsen ona uygun bir başkentin olur. Ama önce emperyalist olman gerekir.
Erdoğan iktidarı ise süreci tümüyle tersinden okuyarak şu sonuca ulaşıyor: “Benzersiz kentler” mimarisi yaratarak, emperyalist olma yolunda ilerleyebiliriz!
Şimdi yerel yönetimler hakkındaki görüşlerinde küçük ipuçlarını gördüğümüz asıl ve temel hedef budur. Hırslı hayallerle gerçek kapasiteler arasındaki uçurum burada da kendisini göstermektedir. Silah ve elektronik sanayilerine yöneliş, devlet yapısının tümüyle yeniden yapılandırılması, bölge ve dünya politikalarındaki anormal zikzaklar, tekelleşmenin yalnız sermaye içinde değil, siyaset, kültür ve ideoloji alanlarında da kendini zorla kabul ettirmesi, bu geleceği felaketlerle dolu macera yolculuğunun gerekleri olarak hayatımıza dayatılmaktadır. İçi boş fakat tantanalı laflarla ilan edilen Kent Manifestosu, bu bakımdan yerel yönetimler seçimi için hazırlanmış masum bir propaganda belgesi değildir. O, emperyalist Türkiye yolunda ilerlemek üzere gemi azıya almış bir hırsın halkın demokratik ve özgür hayat özlemine kastetmenin belgesidir.
[1] Serpil İlgün, Cihan Uzunçarşılı Baysal’la söyleşi, “AKP Kendi İdeolojik Mekânlarını İnşa Ediyor”, Evrensel 9 Şubat 2019