Müslime Karabatak

1910’da Kopenhag’da düzenlenen İkinci Uluslararası Sosyalist Kadınlar Konferansı’nda, Amerikalı dokuma işçilerinin mücadelelerinin önemine vurgu yapan Alman sosyalist Clara Zetkin’in önerisiyle, her yıl bir günün, kadınların uluslararası mücadele günü olarak kutlanması kararı alındı. Böylece Uluslararası Emekçi Kadınlar Günü olarak benimsenen 8 Mart ülkemizde ve dünyada emekçi kadınların, sosyalist ve komünistlerin, sendika ve emek örgütlerinin, feministlerin ve çeşitli kadın gruplarının, içinde yaşanılan dönemin kadınlara getirdiği sorunlara karşı bir mücadele günü olarak sahiplendiği ve irili ufaklı eylemler yaptığı bir gün haline geldi. Ne var ki her gün yeniden üretilen sömürü ve baskının yarattığı sorunlar, 8 Mart’ın tarihini ve bugününü okurken, her yıl tekrarlanan cümlelerin yanına başkalarını da eklememiz gerekiyor. 8 Mart’ı Dünya Emekçi Kadınlar Günü olarak tarih sahnesine çıkaran 19. yüzyıldan bu yana emekçi kadınların çalışma ve yaşama koşullarını bilmek kapitalizmin, dolayısıyla bugünün emekçi kadınlarının çalışma ve yaşama koşullarının daha iyi anlaşılmasına yardımcı olacaktır. 8 Mart’ı bugüne taşıyan emekçi kadınların tarihine bir kez daha bakmak, ama özellikle örgütlenmelere, grevlere, toplu sözleşmelere odaklanarak 8 Mart’ın ‘emekçi’ anlamına bakmak aynı zamanda bu sömürü ve baskı sisteminin kadınların hayatlarına çökerttiği karanlıkta önümüzü görmemize de yarayacaktır.

MÜLKSÜZLEŞTİRME VE İŞÇİLEŞME HÂLÂ DEVAM EDİYOR

19. yüzyılda gelişmeye başlayan sanayi ile, dünyanın gidişatı değişmeye başlamıştı. Ticaret merkezleri haline gelen şehirlere göç artmış, işgücünü oluşturan kitleler, fabrikalarda belirli ücretler karşılığında, belirli saatler içinde ve belirli kurallara bağlı olarak emek gücünü satmaya başlamıştı. Yeni fabrika sistemi üretimin neredeyse hiç durmadan devam ettirilmesine, hızlanmasına olanak sağlıyordu. Üretimin artması ve hızlanması için, işçilerin de artması gerekiyordu. Kendi topraklarında yeni sisteme yenik düşerek yoksullaşan köylüler ve zanaatçılar, fabrikaların olduğu yerlere giderek işçileşiyordu. Sürekli artan göçmenlerin yanında, artık kadın ve çocuklar da erkeklerin yanında çalışma sahnesine girer olmuştu. Çünkü, kentlerdeki işçileşmiş nüfus artışıyla birlikte, patronların işgücü maliyetini düşürmeleri yüzünden, işçi ailesindeki erkeklerin aldıkları ücret ailenin karnını doyurmaya yetmiyordu. Makineleşmeyle erkeğin gücüne o kadar gerek kalmaması da kadın ve çocukları fabrikalara çeken başka bir nedendi. İşçileşen kadın ve çocuklar, daha ucuza çalışmaları, daha uysal olmaları bakımından patronlara daha cazip görünmüşlerdi. Patronlar, kârını arttırma gerekliliğiyle işçi ücretlerini düşük, iş saatlerini uzun tutmak zorundaydı ve iş yerlerindeki insanlık dışı çalışma koşullarını ve uzaklardan getirdiği işçilerin yaşadıkları yerleri iyileştirmek gibi ‘masraf’ çıkarıcı hiçbir girişimde bulunmuyordu. Yükselmekte olan burjuvazinin işçilerin emek gücünden elde ettiği artı değerden feragat etmesi mümkün değildi. Bu kapitalizmin var oluş yasasıydı.

200 yıl geçmesine rağmen bu yasa asla değişmedi, ücretlerin baskılanması, çalışma saatlerinin uzatılması, tekniğin ve teknolojinin gelişimiyle de birlikte artı-değer sömürüsünün artırılmasının koşulları olmaya devam etti. Ne var ki, sermaye birikimine dayalı kapitalist üretimin ölçeği de büyümek zorundaydı; doğuşundan bugünkü emperyalist aşamasına kadar kapitalizmin temel bir hareketi olarak üretim toplumsallaşmaya devam etti ve uluslararası bir ölçeğe ulaştı. Tekelci kapitalizm, az gelişmiş ülkelere sermaye ihraç ederek o ülkelerde kapitalist üretimin dışında kalan ne kadar toplumsal kesim varsa onları sahip oldukları geçim kaynaklarından, topraklarından kopararak mülksüzleştirmeye ve işçileştirmeye devam etti. Üstelik bunu yaparken yedek işgücü ordusunu, işsizler ordusunu da büyüttü.

Bugün de bir yandan yaşanan krizlerle, otomasyonla, işten çıkarmalarla işsizlik rakamları artıyor, diğer yandansa hayatlarında hiç çalışmamış kadınlar, küçük çocuklar bile üretimin içine çekiliyor. Yoksullaşan işçi ailelerinde, ev kadını olmak, emekli olmak, çocuk olmak bile bir lüks haline geliyor. Kadınlar, ucuza, sigortasız, yarınını bilemeden çalışma yaşamına giriyor, işçileşiyor. Diğer taraftan, darbeler, savaşlar, yoksulluk, ekonomik krizler yüzünden insanlar, evlerini yurtlarını terk etmek, yaptıkları her ne iş olursa olsun bırakmak ve dilini kültürünü bilmedikleri başka ülkelere gidip en kötü koşullarda hayatta kalmaya çalışıyorlar.

Tek kutuplu dünyanın tüm serbest ticaret anlaşmaları bu mülksüzleştirme ve işçileştirme hareketinin sürekliliğine bir örnektir. Mesela, 1990’lı yılların en büyük ticaret anlaşması sayılan Kuzey Amerika Serbest Ticaret Anlaşması NAFTA, 2004’te imzalanan Orta Amerika Serbest Ticaret Anlaşması CAFTA ve geçtiğimiz ekim ayında Arjantin’de imzalanan ve NAFTA’nın yerini alan ABD-Meksika-Kanada Anlaşması (USMCA) tek bir meta dışında tüm metaların sınır tanımaksızın serbest dolaşımını hedef alıyor; özel bir meta olan emek gücü, yani işçiler dışında tüm metalar kapitalistlerin kârını artırmak üzere sınırları aşabiliyorlar. Böylece otomobilleri ABD’de ya da Kanada’da saati 30 dolara çalışan işçiler değil, Meksika’da 2 dolara çalışan işçiler üretiyor. Bir zamanlar, 1994 yılında NAFTA’yla gümrüklerin serbest bırakılmasıyla Amerikan gıda endüstrisi topraklarından koparmadan önce, Meksika’nın mısırını üreten ama 20 yıl boyunca imalat sektöründe ya da montaj fabrikalarında saati 1,74 dolara çalışan işçiler… Son 15 yıldır, üretimin emek gücünün daha ucuz olduğu Çin’e kaydırılmasıyla işsizleşen yüzbinler.

CAFTA da benzer bir şekilde, Honduras, Guatemala ve El Salvador’daki çiftçileri mülksüzleştirip köylüleri kitleler halinde yerinden etti ve marka tasarımcıların kıyafetlerini diken konfeksiyon atölyelerinde ücretleri aşağıda tutan bir artık emek gücü yarattı. Üretimin denizaşırı ülkelere kaydırılmasıyla işsizleşen kitleler için hayat ABD destekli darbecilerin ya da sağcı yönetimlerin tırmandırdığı şiddetle bir araya gelince çekilmez bir hal aldı.[1] Ve emperyalist kapitalist sistemin bumerangı ABD-Meksika sınırına dayandı. Çoğu kadın ve çocuk binlerce insan göç kervanları oluşturarak kilometrelerce yürüdü. Yolda ve sınırda gördükleri insanlık dışı muameleye ilk tepki kadınlardan geldi; Orta Amerikalı kadınların insanca muamele görmek için sınırda açlık grevi başlattığını gördük.[2]

Bir diğer göç hikayesi ise Güney ve Orta Amerika’dan daha ucuz emek var diye üretimin kaydırıldığı Asya ülkelerinde yaşanıyor. Öyle ki haftada ortalama 80 saat kölece koşullarda ayda 37 dolarlık mesai ücretine çalıştırılan Bangladeşli kadınlar, diğer kıtalardan, daha zengin ülkelerden kendi hayatlarına akan sömürü karşısında zengin Arap ülkelerine göç etmeye başladı. Öyle ki geçtiğimiz yıl sonu tekstil işçilerinin protesto ve eylemleriyle çalkalanan Bangladeş’teki hazır giyim firmaları son birkaç aydır ücretli kadın emeğinin göçü yüzünden alarm vermeye, kadınları ülke içinde tutmanın yollarını aramaya başladılar.[3]

En yakınımızdaki mülksüzlşeme ve işçileşme hikayesi: Suriyeli göçmen ve mülteciler. İSİG Meclisi’nin Aralık ayında yayınladığı yazıda Suriyeli göçmen ve mültecilerin çalışma ve yaşama koşulları şöyle özetleniyor:

1 milyon 959 bin 970’i erkek, 1 milyon 651 bin 864’ü kadın Suriyelilerin 2 milyonuna yakını çalışma çağında olsa da, mevcut çalışanların yüzde 99’u kayıt dışı istihdam edilmektedir. Türkiye’de 2016 yılı itibariyle Suriyelilerin sadece 14 bin 745’ine çalışma izni verilmiş olması tamamının kayıt dışı çalıştığının göstergesidir.

Suriyeli göçmen/mülteci kadın ve çocuklar işgücü piyasasındaki en güvencesiz ve sömürüye açık kesimdir. Ekonomik ve sosyal zorlukların yanı sıra ataerkil düzenle de baskı altında yaşayan Suriyeli kadın ve çocukların içerisinde işsizler çoğunlukta olduğu gibi, işgücü piyasasına dâhil olanlarının neredeyse tamamı güvencesiz çalışıyor denilebilir.

Suriyeli kadınların dil sorunu, ataerkil tahakkümle birleştiğinde Suriyeli kadınların toplumsal yaşamdan uzak kalmalarına yol açmaktadır. AFAD raporlarına göre kamp dışında yaşayan kadınların sadece yüzde 22’si kendilerini ilerleyen yedi gün idare edebilecek yiyecekleri alacak maddi güce sahiptir. ‘Suriyeli Sığınmacıların Türkiye’de Emek Piyasasına Dahil Olma Süreçleri ve Etkileri: İstanbul Tekstil Sektörü Örneği’ araştırmasına göre Türkiyeli erkek işçilerin yüzde 46’sı, kadın işçilerin yaklaşık yüzde 63’ü sigortasız çalıştığını belirtirken, Suriyeli erkek işçilerin yüzde 99’u, Suriyeli kadın işçilerinse tamamının sigortasız çalıştırıldığı belirtilmektedir.

Suriyeli çocukların çalışma yaşı ise 6’ya kadar düşmektedir. Bu durum Suriyeli çocukların güvencesiz işgücünün önemli bir parçası haline getirmektedir. Tekstil, hizmet, sanayi gibi sektörlerde çalışan Suriyeli çocukların işkolları, ikamet ettikleri bölgelerin temel geçim faaliyetlerine göre belirlenmektedir. Kamp dışında yaşayan Suriyeli çocuklar, buldukları her işte çalışarak ailenin geçimine katkıda bulunmaktadır.[4]

EŞİT ÜCRET HÂLÂ BİR TALEP! GREV HÂLÂ BİR SİLAH!

Eski dönemlerin getirdiği geleneksel cinsiyet rolleriyle evdeki işlerin sorumluluğu, çocuk ve yaşlı bakımı sırtlarına yüklenmiş kadınların işçileşme süreci yine 150-200 yıllık bir taleple birlikte devam ediyor. 19. yy’da 13-14 saat süren ağır çalışma koşulları altına giren kadınlar; erkek iş arkadaşlarıyla aynı işi yaptıkları halde ‘vasıfsız’ görülüyorlardı. Bu, sadece kapitalistler açısından değil, o dönem üyelerinin tamamı erkeklerden oluşan sendikalar açısından da böyleydi. Bazı yerlerde erkeklerin işlerini çaldıkları gerekçesiyle sendikalara bile alınmıyorlardı. Nitekim eşitliğe aykırı bu tutumun ilk kırıldığı yerler işçi sınıfının mücadele örgütleri ve siyasal partileri oldu. Çünkü eşit işe eşit ücret mücadelesinin önkoşulu işçi kadınların kendi örgütlerinde söz ve yetki sahibi olmasıydı; kadınlar gerektiğinde özel kadın örgütlenmelerini kullanmakta da tereddüt etmediler.

1830’lu yıllarda özellikle de İngiltere ve ABD’deki tekstil sektörlerinde çalışma saatlerinin düşürülmesi ve koşulların iyileştirilmesi talepleriyle birleşen birçok “eşit işe eşit ücret” eylemi gerçekleşmiş olsa da bütün bir sendikal hareket tarafından sahiplenilmesi ve yaygınlaşması zaman almıştır. Ne var ki işçi kadınlar, sendika üyesi olsun olmasın, dönemin işçi eylemlerinin içerisinde yer almaktan imtina etmedikleri gibi (en büyük örneklerinden biri Çartist hareketteki kadınlar olsa gerek) “eşit ücret” taleplerinden de asla vazgeçmemişlerdir. 1875’te dönemin TUC (İngiliz İşçi Sendikaları Kongresi) Sekreteri Henry Broadhurst, sendikaların amaçlarından birinin “kadın ve kızları erkek işi olan geçim meselelerinin içine çekmek yerine onlara asli yerlerinin evleri olduğunu göstermek” olduğunu savunuyordu. Buna rağmen, bazı sendikaların vasıfsız işçiler arasında örgütlenme yapmalarıyla birlikte, 1874’te kurulan ‘Kadınları Koruma ve Tedbir Birliği’ ‘Kadınların Sendika Birliği’ne dönüşmüş, ilk defa 1880’de TUC’ye kadın delegeler gönderebilmişti. Kadınların, eşit işe eşit ücret ve sendikalarda var olma mücadelesinin adımları atılıyordu. Kadın işçilerin sendikalara üye olarak örgütlenmelerini, talepleri için kendi öz örgütlerinde mücadele etmelerini savunan, Kadınların Sendikal Ligi (WTUL) Sekreteri Clementina Black, 1888’deki TUC Kongresi’nde “Erkeklerle aynı işi yapan kadınların aynı ücreti alması bu kongrenin amaçlarından olmalıdır. Kadınlar sadece ucuz işgücü oldukları için işe alınıyor, iş ne olursa olsun erkeklerin elinden alınıp kadınlara yükleniyor. Bu ucuza mal etme, aynı iş kolunda çalışan erkekleri de kadınları da tehdit ediyor” diyerek eşit işe eşit ücret önerisini sunmuş ve bu öneri oybirliğiyle kabul edilmişti.[5]

Aynı yıl ‘Kibritçi Kızların Grevi’ patlak verdi. 14 saatlik uzun çalışma günü, düşük ücret, işçilerin en küçük hatalarında ücret kesintisi cezaları, yemeğini bile çalışırken yeme, ama en kötüsü de kibrit üretiminde kullanılan zehirli beyaz fosfor yüzünden görülen kemik hastalıkları, Bryant-May Kibrit Fabrikası’nda çalışan çoğunluğu İrlanda göçmeni yoksul işçi kadınların ve çocukların her gün maruz kaldığı koşullardı. Eleanor Marx ve Annie Besant gibi sosyalist kadın örgütçüler işçi kadın ve kız çocukları arasında örgütlenme çalışmaları yapıyordu. Aynı zamanda bir gazeteci olan Besant, durumu ‘Londra’da Beyaz Kölelik’ makalesiyle medyaya taşıyınca, patronlar işçilere baskı yaparak röportaj verenlerden birini işten çıkardı. Bu olay, işçiler arasında kibriti çakmıştı! Arkadaşlarının işten atılmasına tepki olarak yüzlerce işçi greve çıktı. İşten atılan arkadaşlarının geri alınmasının yanında, canlarına tak eden sorunların çözümünü de istiyorlardı:

* Bütün cezaların kaldırılması,

* Fırça, boya, damga gibi şeyler için bütün kesintilerin son bulması,

* Paketlemecilere 3 sent ödeme yapılması,

* Bütün ‘sentlerin’ düzenlenmesi ya da raflama işi yapan oğlan çocuklarının ödeme sistemleriyle eş değer bir avantaj olması,

* Herhangi bir saldırgan eylem yapılmadan önce, bütün şikayetlerin doğrudan firmanın önünde yapılması.

Aynı zamanda, patron tarafından yemek yemek için ayrı bir oda sağlanması ve işçilerin kutuları taşımasına son verilmesi için el arabalarının sağlanması da koşullar arasındaydı. Talepleri kabul edildi, 17 Temmuz 1888’de fabrika direktörleriyle toplu sözleşmelerini imzaladılar.[6] Üç hafta süren kararlı örgütlülükleriyle, grevi kazanmakla kalmadılar, aynı zamanda grev yapmayı, komite kurmayı öğrendiler, işçi arkadaşlarıyla birlikte ne istediklerini detaylıca konuşup taleplerini kendileri belirlediler ve küçük bile görünse canlarına tak eden sorunlarına toplu bir şekilde çözüm istediler, ilk toplu sözleşmelerini yaptılar, sendikalarını da kurdular. Kibrit İşçilerinin Sendikası (Match Makers’ Union) TUC’ye 77 kadın delege gönderdi. Ve en önemlisi, üretimden gelen güçlerini kullanmayı öğrendiler ve kadın emekçilerin tarihine bunu yazdılar.

Bugünün çalışma saatleri ve koşulları 19. yüzyılda ortaya çıkan “eşit işe eşit ücret” talebini hala geçerli kılıyor ve hatta denebilir ki kapitalizmin en acımasız o yüzyılının koşulları hâlâ birçok ülkede gözlemlemek mümkün. Evlerinden iş yerlerine çekilen kadınlar için doğum, kreş, çocuk ve yaşlı bakımı gibi sorumluluklar ayaklarına vurulan pranga olmaya devam ediyor. Belki bugün sendikalar kadınlara yasak koymuyor, ama kadınlar yorucu, zaman alan iş ve ev ikilisinden kendilerini kurtarıp kendilerini geliştirebilecekleri, haklarını öğrenip savunabilecekleri doğal örgütlerini kuramıyor, var olan örgütlerde aktifleşmekte zorlanıyor.

Tüm bunlara rağmen sendikal hareketin görece güçlü olduğu yerlerde, özellikle de Avrupa’nın birçok ülkesinde, geçtiğimiz 8 Mart’tan bu yana birçok “eşit ücret grevi” gerçekleşti. 2018 8 Martı’na damga vuran İspanya’daki grevin başlıca talebi de “eşit ücret” idi. Eurostat verilerine göre İspanya’da kadınlar erkeklerden özel sektörde yüzde 13, kamu sektöründe yüzde 19 daha az maaş alıyor. Ülkenin en büyük iki sendikası CCOO ve UGT’nin çağrısıyla birçok yerde 2 saat ila 1 gün süreyle iş bırakıldı. Ulaştırma Bakanlığı 300’den fazla tren seferinin iptal edildiğini, 568 şehirler arası tren seferinden 200’ünün yapılamadığını duyurdu. Grevin çağrıcıları arasında yer alan birçok kadın örgütü ve feminist örgüt kadınlara ev işlerini yapmama çağrısında bulundu. Geçtiğimiz 8 Mart’ta İspanya sokaklarında milyonlarca kadın eşitlik talebini haykırdı.

İzlanda’da neredeyse gelenekselleşen “Eşit İşe Eşit Ücret” eylemleri sonucunda bunun bir kazanım olarak yasal çerçeve kazanması, birçok ülkede “eşit ücret” grev ve eylemlerine ilham olmuştu. Kadınlar ve sendikalar iki yıl önce 25 bin kişinin katıldığı (nüfus 300 bin) ve kazanımla sonuçlanan mücadeleyi yasanın uygulamaya konacağı 2020 yılına kadar sürdüreceklerini söylüyor. Bu kazanılmış hakkın korunmasının ancak mücadeleye devam etmekle mümkün olduğunu göstermesi bakımından önemli bir kararlılık.

İsviçre’de erkeklere göre %20 (ortalama ayda 650EUR) daha düşük ücret alan kadınlar,  geçtiğimiz Eylül ayında ülkenin birçok yerinden başkent Bern’e gelerek 20 bin kişilik bir eşit ücret eylemi yaptılar. Sendikaların örgütlediği eylemin talepleri 37 yıldır anayasada, 22 yıldır da yürürlükte olan eşitlik ilkesinin geliştirilip uygulanması, meclisin Eşitlik Yasası’nı efektif yaptırımlarla birlikte uygulaması, zorunlu ücret denetimlerinin yapılması ve ücret eşitliğini uygulamayan şirketlerin para cezasına çarptırılması. Yasaya göre 50’den fazla çalışanı olan işyerleri 4 yılda bir eşit ücret raporu verecek. Ücrette eşitliğin denetimi bakımından örnek oluşturacak. Daha önce, 14 Haziran 1991’de kadınların eşit ücret için çıktıkları greve destek için yarım milyon kişi sokağa çıkmıştı. Üzerinden seneler geçtiği halde, eşitsizlik hüküm sürdüğü için 2019 yılının 14 Haziran’ını da grev günü ilan ettiler ve şimdi bu grev için sendikalar, kadın örgütleri, sosyalist ve ilerici örgütler kadınlara greve çıkma çağrıları yapıyorlar.

İskoçya ise GMB ve Unison sendikalarında örgütlü Glasgow belediye işçisi 8000 kadının 23-24 Ekim greviyle tarihinin en büyük “eşit ücret” grevine tanıklık etti. İş kolundaki çöp kutusu toplama gibi erkeklere verilen görevlerdeki ücretlerin geleneksel olarak kadınlara verilen evde bakım, çöp toplama, temizlik ve yemek gibi görevlerdeki ücretlere göre daha yüksek olmasının yarattığı eşitsizliğin giderilmesi için yapılan 10 ayda 21 pazarlık görüşmesi işverenin kabul etmesine rağmen fiilen sonuç vermemişti. Ayrıca aynı kurumda çalışan erkek işçilerin bütün polis ve ücret kesintisi tehditlerine rağmen grev kırıcılığı yapmamış olması başka bir önem taşıyor. Aslında GMB örgütçüsü Rhea Wolfson’un sözleri yavaş yavaş bir eğilimi işaret ediyor gibi: “Bu mücadele sadece cinsiyetle ilgili değil, sınıfla ilgili. Bu işçi sınıfı kadınlarının mücadelesi.

Avrupa’nın birçok kentinde olduğu gibi İngiltere’de de sağlık emekçileri sürekli eylem halindeler. Bolton’da (Manchester) 11 Ekimde sağlık emekçileri kamu emekçileri sendikası UNISON’ın kararıyla 2 gün iş bıraktı. NHS fonlarındaki kesintiler arttıkça yük taşıma, temizlik, yemek ve bakım gibi yan hizmetlerde, çoğunluğu kadın giderek artan sayıda emekçinin hükümet ile sendikalar arasında yapılan sözleşmelerin kapsamı dışına çıkıyor. Öte yandan Greenwhich’te eğitim hizmetlerinde part time çalışan UNISON üyesi 5000 kadın yürüttüğü mücadele sonucunda geriye dönük ücretsiz izinleri karşılığında 4 milyon sterlin kazanmış olması neoliberal politikaların bir uygulaması olan kısmi zamanlı çalışmada sembol ve örnek bir kazanım.

Avustralya’da kreş çalışanı kadınların ücret artışı eylemleri sürüyor. Eylül başında son bir, bir buçuk yıldaki 4. grevini gerçekleştirdiler. 7000 kadın 350 çocuk bakım merkezinde iş bıraktı, 40 bin ebeveyn etkilenmiş olmasına rağmen genel olarak grevcileri destekledi. Savunma Bakanlığı çalışanlarından sağlık sektöründeki emekçilere birçok kadının “eşit ücret” için mücadeleyi sürdürdüğü Yeni Zelanda’da 1972 yılında hazırlanan Eşit Ücret yasası 46 yıl sonra revize edildi.

Emperyalist kapitalist sistemin en gelişkin olduğu yerlerde en görünür biçimiyle karşımıza çıkan neredeyse 200 yıllık “eşit işe eşit ücret” talebi ve eylemleri başta Hindistan olmak üzere birçok Asya ülkesinde, Afrika’nın kamu sektörünün gelişkin olduğu ülkelerinde emekçi kadınların başat gündemi olmaya devam ediyor. Kuşkusuz bu eylemler genel ücret artışı, çalışma saatlerinin azaltılması ve işyerlerinde insanca çalışma koşullarının yaratılması gibi taleplerle birleştiği oranda kapitalist sistemin kendisiyle hesaplaşmanın da yollarını açıyor.    Çünkü insanlığın ürettiği en iyi sistem olarak pazarlanan kapitalizm, kâr için üretime devam ettikçe vahşi sömürü koşullarını sürdürüyor. 100 yıl önce New Yorklu dokuma işçilerinin yanarak can verdiği cinayetler, 2005’te Bursa’daki tekstil fabrikasında beş kadın işçinin yanarak can vermesiyle, 2013’te Bangladeş’teki Rana Plaza katliamıyla, her ay savaş rakamları gibi büyüyen iş cinayetleriyle tekrarlanıyor.

Ama yine de tarihi, bu kör talihi nasıl çevireceğimizi bugüne kadar taşıdığımız mücadele deneyimi bize gösteriyor. 1888’de kibritçi kızların, toplu hareket edebilmenin gücüyle çaktığı kıvılcım, bugüne kadar ulaştı. Binlerce kadın emekçi içinde çalıştıkları koşulları değiştirebilmek için örgütlenmenin gerekliliğini hissediyor. Aslında sorunlar orada, çalıştıkları bölümlerde, iş yerlerinde, sektörlerde… Var olan bu sorunlar üzerinden gidildiğinde, en yalnız hisseden, işine, iş arkadaşlarına, varlığına, vücuduna bile yabancılaşmış işçi bile yanındaki arkadaşıyla ortaklaşıyor. Umudunu yitirdiği anda zaten yan yana gelmenin kendisinin bir umut olduğunu görüyor. Örneğin, yukarıda değindiğimiz Yeni Zelanda’daki kadın emekçilerin 1950’lerde başlayan eşit işe eşit ücret mücadelesi meyvesini hukuki alanda vermişti. Artık yasalarında kamu sektörleri için 1960’da, özel sektör için 1972’de nur topu gibi bir ‘eşit ücret yasası’ konuldu. Ne var ki, giderek kapanan ücret uçurumu 1985’e gelindiğinde bile hala yüzde 22’deydi. Ayrıca, eşit işe eşit ücret kazanılsa da, geleneksel olarak deneyim, sorumluluk, çalışma koşulları vb. durumlar göz önünde bulundurulmaksızın ‘kadın işi-erkek işi’ diye görülen işlerde çalışan kadın ve erkek emekçiler arasında eşitsizlik sürüyordu ve Etû Sendikası’na üye hasta bakıcı kadınlar 2012’de açtıkları davayı kararlı duruşlarıyla 2017 yılında kazandılar. Hem ücretlerini ‘denkleştirdiler’ hem de 50 saatlik çalışma sürelerini azalttılar.[7]

Türkiye’ye dönecek olursak, bir yıl önce Tüm Bel-Sen’de örgütlenen Seyhan Belediyesi işçileri, belediyeyle imzaladıkları toplu sözleşmeye göre brüt 1620 lira iyileştirme zammının yanı sıra 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nde ücretli izin, eşine şiddet uygulayan personelin o ay alacağı ikramiyesinin şiddet gören eşe verilmesi, belediyenin açtığı kreş ve gündüz bakım evlerinden ücretsiz yararlanılması gibi kazanımlar örnek teşkil etmesi bakımından oldukça önemli.[8] Kadınların yaklaşık iki yüzyıllık özlemlerini hayata geçirebildiğini gösteriyor! Ama sorunu ortaya koymayla, ama örgütlenmeyle, ama toplu sözleşmeyle! “Eşine şiddet uygulayan personelin o ay alacağı ikramiyesinin şiddet gören eşe verilmesi” maddesi sendikal örgütlülüğün, işçi sınıfının aile yaşamındaki ataerkil tahakkümle ve onun en uç örneği olan şiddetle mücadelede önemli bir rol oynayabileceğinin en güzel örneklerinden biri.

Hor görülme, aşağılanma sadece ailede olan bir şey de değil. Tarihten bu yana işçilerin örgütlenmesinden, hak talep etmelerinden korkan patronlar ve onların kullanmaktan çekinmedikleri baskı araçları özellikle kadınlar üzerinden bu örgütlülükleri bastırma, işçileri yıldırma yoluna hep gittiler tarih boyunca. Bugün de çalıştıkları yerde mobbinge, taciz, şiddet ve hatta tecavüze bile işten atılma korkusuyla ses çıkaramıyor kadınlar. 1869’da Fransa Lyon’daki ipek fabrikalarında eğirmenlere ipek ipleri geçiren ovaliste kadın işçiler, parça başı ve değişken ücretlerinin, tüm kadın ipek işçileri için 2 frank asgari ücretle değiştirilmesini ve 12 saatlik iş saatlerinin 2 saat azaltılmasını talep eden bir imza kampanyası yapmışlardı. Kadınlara katılan erkek işçiler de ücretlerinin minimum 3 frank olmasını istiyordu. Patronlar talepleri kabul etmeyince işi durdurdular. Uluslararası Emekçiler Birliği yani 1. Enternasyonal’in Lyon temsilcilerinin yardımıyla, bir komite kuran, çoğu kadın 8 bin işçi grevle yanıt verdi. Grev, polis, basın, yerel görevliler ve elbette patronların ‘kadınların ahlakı’ üzerinden karalanmaya çalışılıyordu. Kadın, erkek karışık çalışma odalarında, ahlaksız bir yaşam sürdüklerinden tutun da saygıdeğer işçi kadınlar ve ‘tehlikeli sınıflar’ arasında ince bir çizgi olduğuna, ‘moda kıyafetlere düşkünlükleri’ yüzünden fahişelerden biraz ileri olduklarına, yatakhanelerde ‘sapizm’in (lezbiyenlik) yaygın olduğuna kadar her türlü ‘gerekçeyi’ ileri sürüyorlardı. İşçilerin grevini bölmek, halkın grevcilere karşı tepkisini yükseltmek için kadınları aşağılıyorlardı. Grevi kırmak için, fabrika yatakhanelerinde kalan ve gidecek yerleri olmayan işçi kızları atmakla tehdit ediyor, İtalyan göçmen kızları işe getiriyordu bazı patronlar. Açlıkla, evsizlikle sınandıkları için greve devam edemeyenler oldu ve grev sadece saatlerin 10’a düşürülmesiyle son buldu.[9]

Bugün özellikle Latin Amerika, Asya ve Afrika’da imalat sektörlerinde kayıt dışı çalışan kadın ve çocuklar çok benzer koşulları yaşıyorlar. Hindistan, Bangladeş, Myanmar (Burma), Tayland, Kamboçya gibi Zara, H&M, Tommy Hilfiger gibi büyük firmalara üretim yapan Asya ülkelerinde evlerden fabrikalara uzanan üretim bandı boyunca zora dayalı çalıştırma ve borç karşılığı çalıştırma gibi kölelik koşullarına rastlamak mümkün. İşçilerin çocuklarının rehin alınarak üretimin devamlılığının sağlanması, genç kızların evlenecekleri erkeğin ailesine verilecek çeyiz parasını biriktirmeleri için 3-4 yıl boyunca karşılıksız çalıştırılması, işyerinde bir yere hapsetme şeklinde cezalandırmalar bunların en uç örneklerinden. Uzun saatler nefes aldırılmadan çalışan kadınlar arasında kronik hastalıkların yanı sıra düşük oldukça yaygın görülüyor. Kadınların birçoğu ya işten atılma tehdidi ya da aşağılanma korkusuyla hamile olduklarını saklıyorlar, çünkü hamilelik fiziki ya da sözlü cinsel taciz sebebi olabiliyor. Kapitalistlerin ve siyasi temsilcilerinin insanlık dışı koşullarda yaşamaya ve çalışmaya mahkum ettiği milyarlarca emekçiyi hor görmesi her zaman her yerde karşılıksız kalmıyor elbet. Geçtiğimiz aylarda Fransa’yı kasıp kavuran sarı yeleklilerin eylemlerine yoksul semtlerde yürüttüğü çalışmanın sonuçlarıyla katılan ve değerlendirmede bulunan kadın örgütü Egalite’nin birçok ekonomik talepten önce söze şu cümlelerle başlaması tesadüfi değil: “Kibrin ve sınıfları hor görmenin şampiyonu, oligarşinin, en zenginlerin ve büyük patronların cumhurbaşkanı, büyümeye devam eden protestolardan yediği ilk tokadın acısını çekiyor; toplumsal hareketin yıllardır süren mücadelesini popülerleştiren ‘Sarı yelekler’ hareketinin ardından cumhurbaşkanı sendeliyor.[10]

EKMEK YOKSA, DEVRİM VAR

Emekçilerin önce yoksullaştırılması ve mahkum edildikleri bu yoksulluğun getirdiği kötü koşullar nedeniyle aşağılanması en az kapitalizmin tarihi kadar eski. Sarı Yelekliler, bu aşağılanma ve yoksulluğa karşı uzun bir mücadele tarihi olan Fransa’daki emekçi halk hareketlerinin bir devamı olarak da okunabilir bu anlamda. O tarih ki “ekmek” sadece karın doyurmanın değil, onurluca insana yakışır yaşamanın, eşitliğin ve özgürlüğün de sembolü. Eminiz ki “kibrin ve hor görmenin şampiyonu” Macron, 1774’te devlet, ekmek fiyatlarını tüccarların keyfine bırakınca, sokaklara dökülen halkı, daha on yıl geçmeden ekmek krizi tekrar yaşandığında Fransız Devrimi’nin fitilini ateşleyerek tarihe ‘Kadınların Yürüyüşü’ olarak geçen eylemleri sonunda kral indirilmesini birkaç yıl sonra da cumhuriyet ilan edilişini çok iyi hatırlıyordur.

Tarih evine yiyecek ekmek alamayan kadınların taşan öfkesinin sistemleri değiştiren, çarları deviren hareketlerin fitilini ateşlediği örneklerle doludur çünkü. Fransa’da Eylül 1911’de “Yağ 30 sikke olmazsa devrim olur!” diyerek pazarları ateşe veren kadınların yağ, süt, yumurta ve ekmek fiyatlarındaki pahalılığa karşı protestolarının binlerce işçinin katıldığı genel grevlere yol açması yine Macron’un çok iyi bildiği bir örnek olsa gerek.[11]

Ama dünyayı değiştiren “ekmek kavgası” Rusya’da patlak verdi şüphesiz. I. Dünya Savaşı’nın getirdiği kriz, yoksul Rusya halkını daha da yoksullaştırmış, açlıkla sınamaya başlamıştı. Ekmek, gazyağı gibi günlük ihtiyaçlara ulaşmak bile büyük bir sorun haline gelmişti. Birbiri ardı sıra grevlerin ve ekmek isyanlarının yaşandığı başkentte Bolşeviklerin kadınları Uluslararası Emekçi Kadın Günü’nde talepleri için sokağa çağırmasıyla on binlerce kadın 8 Mart 1917’de (eski takvime göre 23 Şubat’ta) Petrograd meydanını doldurdu. Talepleri yine aynıydı: “Kahrolsun açlık! Ekmek istiyoruz!” Her geçen gün daha da fazla işçi iş bıraktı, talepler daha da politikleşmeye başladı; Kahrolsun Çar! Savaşa Hayır! Kadınların çaktığı bu kıvılcım, inanılmaz bir yeraltı örgütlenmesi ile iktidarı devirmeyi planlayan devrimcilerin önderliğinde emekçiler arasında bir yangına dönüştü ve çar tahttan indirilip geçici hükümet kuruldu. Bu geçici hükümet de çare olmayınca, 1917’de Ekim’inde Bolşevik Parti’nin önderliğinde Sosyalist Sovyetler Birliği kuruldu.[12]

Emek emek dokunan sosyalist sistemin ilk maddeleri kadınlar için yazıldı. Diğer sözde gelişmiş ülkelerin kadınlarından çok daha önce, Sovyetlerde eşit işe eşit ücret, oy hakkı, hamile kadın işçilere daha güvenli çalışma ortamları ve çocuklarını güvenle bırakabilecekleri kreşler, yuvalar sunuluyordu. Emziren ve 4 aylık ve daha fazla hamile kadınların mesaiye kalmaları ve gece çalıştırılmaları yasaklandı. Doğum, emzirme, annelik izinleri ücretliydi. İşçilerin dinlenebilecekleri, tatil merkezleri, kaplıcalar, sanatoryumlar sağlanıyordu. Sağlık ve eğitim sistemi ücretsizleştirildi. Çalışma ortamları, iş güvenliği ve işçi sağlığı için özel olarak düzenleniyordu. Evlilik ve boşanma dini kurumların elinden alındı. Zorla evlilik ve çocuk yaşta evlilik yasaklandı, boşanma hakkı her iki taraf için eşitlendi.

Baskıdan, yoksulluktan, ev işlerinden yavaş yavaş kurtulmaya başlayan kadınlar, kendi hakları için söz söylemeye başladılar. Okuma kurslarına katılıyor, kültürel aktivitelere katılabiliyor, gazetelerde kendileriyle ve ülkeleriyle ilgili yazılar yazıyor, politik aktivitelere katılıyorlardı. Kadın kulüpleri, yerel kadın örgütleri kuruluyordu her yerde. Sosyalizmin kuruluşundan sonra da ülkenin ücra köşelerinde hala hüküm süren köhne anlayışa karşı mücadelelerini devam ettiriyorlardı. 1922 yılında Bakü’de yapılan Transkafkasya’nın Emekçi Kadınlarının 1. Kongresi’ne 12 Kafkas halkı temsilen 262 delege katılmıştı. ‘Çokkarılığın yasayla yasaklanması, genç kızların belli bir yaşa kadar evlenmesini yasaklayan bir kanun hazırlanması, evlilikte başlık parasına karşı bir yasa’ kadınların talepleriydi.[13]

Ekmek yakın tarihimizde de diktatörleri deviren başlıca talep olmaya devam etti. 2017’deki 8 Mart eylemlerine dünya kadınlarının kadın cinayetlerine son verilmesi, barış, eşit ücret taleplerinin yanında Mısırlı kadınlar ‘ekmek’ diyerek sokaklara çıktı. Ekonomik kriz bahane edilerek, ekmek yardımları ve devlet desteği çekilince, kadınlar ‘Yemek istiyoruz, Ekmek istiyoruz!’ diyerek eyleme geçtiler. Mısırlı kadınlar en büyük taleplerini tarih boyunca ‘ekmek’le ifade ettiler. Öyle ki, 2011’de Hüsnü Mübarek’in devrilmesine yol açan Arap Baharı ayaklanmalarında atılan slogan bile “Ekmek, Özgürlük, Adalet” idi.

Türkiye’deki kadınların büyük bir kısmı belki de bu 8 Mart’ı tanzim satış noktalarında geçirecek. Uzun uzun kuyruklarda, saatlerce beklemekten, yorulmaktan, bu hallere düşmekten dolayı sinirlerin gerginliği, eve yiyecek götürebilme telaşı… Pazarda, markette el yakan fiyatlar… Hayatın bu derece pahalı olması, herkesi etkiliyor ama yemeği pişirme görevi genelde kadında olunca, kadın daha çaresizleşiyor.

YÜZÜMÜZÜN YİNE GÜLMESİ İÇİN REÇETE: MÜCADELE

İşte, 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nde Rusya sokaklarında gösteriler yapan emekçi kadınların kıvılcımıyla yaşanan sosyalizm deneyimi bu çaresizlikten çıkış yolunu da gösteriyor. Ondan öncesinde ve sonrasında da, kadın emekçilerin iş yerlerinde, sendikalarda, yerellerinde verdikleri mücadeleyle kendi haklarını, özlemlerini ortaya koyabilmelerinin diğer adı ise örgütlülük. İster iş yerinde, ister bir sektörde, isterse bir ülkede kadın haklarında yapılan iyileştirmeleri incelenirse, oralardaki işçilerin örgütlülük düzeylerinin çok daha iyi olduğu görülecektir. Bugün, ihtiyaçla ve özlemle bahsedilen, eşit ücret, annelik ve babalık izinleri, kreş hakkı, iş güvenliği ve işçi sağlığı düzenlemeleri gibi birçok hakkın olduğu ülkelerin toplu sözleşme biçimleri ya sektörel ya ulusal bazlı ve örgütlülük oranları ise yüzde 50 ve üzeri. Bu oran Türkiye’de yüzde 9.[14]

Hal böyleyken, belki yetmez ama daha iyi bir yaşamın var olduğunu görebilmek için başlangıç, aynı çalışma ve yaşam koşullarını paylaşan insanların kapitalizmin yarattığı ya da sürdürdüğü tüm ayrımları aşarak, ortak sorunlarına karşı ortak talepleri etrafında bir araya gelerek güçlerini birleştirmesi ve biriktirmesi. Ancak bu şekilde tüm emekçiler, özellikle de emekçi kadınlar, maruz kaldıkları kapitalist sömürünün, ataerkil tahakkümün sistem yıkılmadan ortadan kalkamayacağını görecek ve güçlerini sistemi yıkmak üzere biriktirmeyi öğrenecektir. Nasıl ki kapitalizmin çıkış koşullarından beri süregiden mülksüzleştirme, işçileşme, yoksullaşma, eşitsizlik ve ataerkil tahakkümün tüm biçimleri bugün artarak devam ediyorsa, kapitalizmin bu olgularına karşı tek tek mücadeleler birleşmek ve sisteme yönelmek zorundadır. Bu aynı zamanda, emperyalist kapitalist sisteme, onun yarattığı, sürdürdüğü ve yeniden ürettiği her türlü ezme biçimine karşı politik mücadele etmeyi gerektiriyor. Nitekim, geçtiğimiz yüzyılda Ekim Devrimini doğuran koşullar daha da katmerleşerek yeryüzünün tüm kıtalarında “Ekmek!” diyerek sömürenlere ve ezenlere karşı öfkesini biriktiren kadınların isyanını mayalıyor. Emperyalist kapitalizm her 8 Mart’ta bu öfkeden biraz daha nasibini alıyor.

[1] Leech, G. (2018) “Trump ve USMCA: Serbest ticaretten göçmenleri gazlamaya”, https://www.evrensel.net/haber/367338/trump-ve-usmca-serbest-ticaretten-gocmenleri-gazlamaya

[2] Karabatak, M. (2018) “Meksika sınırında bekletilen göçmen kadınlar açlık grevinde”, https://ekmekvegul.net/sinirlarin-otesi/meksika-sinirinda-bekletilen-gocmen-kadinlar-aclik-grevinde

[3] Ekmek ve Gül (2019) Bangladeşli kadın işçilerin hayatta kalma savaşı, https://ekmekvegul.net/sinirlarin-otesi/bangladesli-kadin-iscilerin-hayatta-kalma-savasi

[4] İSİG Meclisi, 2018 yılında en az 108 göçmen/mülteci işçi yaşamını yitirdi,

http://www.guvenlicalisma.org/19784-2018-yilinda-en-az-108-gocmen-multeci-isci-yasamini-yitirdi

[5] Women’s Union Journal, “TUC Equal Pay Resolution, 1888”, http://www.unionhistory.info/britainatwork/emuweb/objects/nofdigi/tuc/imagedisplay.php?irn=1110

[6] East End Women’s Museum, “Sarah Chapman: Matchgirl Strike Leader and TUC Delegate”, https://eastendwomensmuseum.org/blog/2018/3/13/sarah-chapman-matchgirl-strike-leader-and-tuc-delegate

[7] Karabatak, M. (2017) “Hastabakıcı Kristine ‘denk işe eşit ücret’ davasını kazandı”, https://ekmekvegul.net/bellek/hastabakici-kristine-denk-ise-esit-ucret-davasini-kazandi

[8] Ekmek ve Gül (2018) “GÜNÜN KAZANIMI: Bu belediyede 8 Mart tatil, kreş de ücretsiz”, https://ekmekvegul.net/sectiklerimiz/gunun-kazanimi-bu-belediyede-8-mart-tatil-kres-de-ucretsiz

[9] Hilden, P. J. (1986) “Women and the Labour Movement in France, 1869-1914”, The Historical Journal, vol. 29, no. 4, pp. 809–832. JSTOR, www.jstor.org/stable/2639357.

[10] Ekmek ve Gül (2018) “Sarı yelekli kadınlar: Mücadeleye ara vermek yok!”, https://ekmekvegul.net/sinirlarin-otesi/sari-yelekli-kadinlar-mucadeleye-ara-vermek-yok

[11] Karabatak, M. (2018) “Ev kadınlarının ‘hayat pahalı’ ayaklanmaları”, https://ekmekvegul.net/bellek/ev-kadinlarinin-hayat-pahali-ayaklanmalari

[12] Karabatak, M. (2017) “Özgürlük ekmeği!”, https://www.evrensel.net/haber/314274/ozgurluk-ekmegi

[13] Ekmek ve Gül (2017) “Dosya: Ekim’in Aynasında Kadınlar”, https://ekmekvegul.net/etiket/ekimin-aynasinda-kadinlar

[14] OECD, “Collective bargaining”, http://www.oecd.org/els/emp/collective-bargaining.htm