Kadir Yalçın
ABD Başkanı Trump askeri birliklerinin Suriye’den çekileceğini açıkladı.
Konunun kendisi çetrefil ve üzerine rivayet muhtelif.
Farklılık ve ihtilaf, sadece çeşitli ülkeler, kurumlar ve yetkili ve yetkisiz kişilerin birbirinden farklı yaklaşım, açıklama ve yorumlarıyla sınırlı değil. Rusya, Türkiye, İsrail gibi devletlerin yönetici kurum ve yetkililerinin karşılıklı yorum ve tutum açıklamalarıyla genellikle karşısındakinin hamlesini görmek ve “eli”ni öğrenmek üzere “bekleme” trampleninde pozisyon belirleme yaylanmaları, üzerinden geçen bir aylık sürede hala sürüyor.
Sadece muhataplarında değil, Amerika’nın kendi içinde de rivayet muhtelif.
Seçilmesinden bu yana, ABD henüz Trump’ı içine sindirip hazmetmiş değil. “ABD”, tabii ki ülkenin işçi ve orta sınıfı değil, Amerikan egemenleridir; hegemonyası sarsılmakta olan ve dünyada ve ülkede izlenecek politika ve taktiklerde ayrılıklar bulunan Amerikan tekelleri ve mali sermayesidir. Trump’ı sindirmiş olmayan ve içinde oldukça sert tartışma ve çekişmeler yaşayan, şimdi bu iç çekişmesi dış politika alanında ortaya dökülen Amerikan mali oligarşisidir. Ve son çekilme kararı da, Trump etrafındaki çekişmeli-tartışmalı süreci büyüten yeni bir etken ve onun bir göstergesi olmuştur.
Trump’ın seçimler sürecinde oluşturduğu “çekirdek kadrosu”ndan bugüne yanında neredeyse kimse kalmadı. Sonuncusu, çekilme kararına itiraz etmekte olan Pentagon’un başındaki J. Mattis olmak üzere, hemen bütün bakanları değişti. Mattis ile birlikte, Trump’ın IŞİD Karşıtı Koalisyon nezdindeki özel temsilcisi ya da sahada “Ortadoğu Masası”nın başındaki kişi durumundaki B. McGurk da istifa edenler arasında.
Bir yandan ABD içinde “Suriye’den çekilme” kararına ilişkin tartışmalar sürerken diğer yandan karar bir kez alınıp açıklanmış durumda ve dolayısıyla uygulamada. Ancak itiraz en başta kararı yürütme durumundaki Pentagon ve dolayısıyla askerlerden geldiğinden uygulama ağır aksak ve az çok farklılaşarak gerçekleşiyor.
Kuşkusuz bu söylenenden, dünya kapitalist emperyalist sisteminin en güçlü ve etkili devletinin ne yaptığını bilmez durumda yalpalamakta olduğu sonucu çıkarılamaz. Trump’ın söylemleriyle örneğin Pentagon ya da Ulusal Güvenlik Danışmanı J. Bolton gibi, sair Amerikan yöneticileri ve Beyaz Saray yetkililerinin söyledikleri arasında bir açı farkı bulunsa bile, bu ABD’nin “kara düzen” bir yuvarlanma içinde olduğunu tabii ki göstermez.
Mali oligarkları arasında birbirleriyle çekişme halindeki güçler ve buradan siyasal alana aktarılan çekişme ve etkileri bir yana, yetkili mevkilerde olan yöneticilerin kişisel özellik ve tutumları ne olursa olsun, ABD, yerleşik oturmuş kurumları ve 50-100 yıllık seçenekli perspektif, hesaplama ve planlarıyla dünyayı en azından II. Büyük Savaş’tan bu yana yönetmekte olan bir büyük kapitalist emperyalist devlet. Trump’ın, hesap ve planlamalarıyla birlikte bu yerleşikliği değiştirmeye yönelik girişimlerde bulunmakta olduğu doğru, ancak gerçekleşip gerçekleşmeyeceği bir yana, böyle bir değişimin birkaç ayın sorunu olduğu ileri sürülemez.
Dolayısıyla Trump ve ABD’nin iç çekişme ve hesaplaşmalarının dikkatlice izlenmesi önemlidir. Ancak eski Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in deyişiyle “doğmamış çocuğa don biçme”den kaçınılmalı ve henüz belirtileri görünen gelişme olasılıkları gerçekleşmiş gibi davranacak şekilde hesap ve yorumlar yapılmamalıdır.
- Mattis ve B. McGurk istifa etmişlerdir, ama istifalarının boşa gitmiş olduğu söylenemez; başlangıçtaki “paldır-küldür çekilme” görüntüsü farklılaşmıştır. Gerçi Trump’a haksızlık edilmemelidir. O da “hemen yarın çekiliyoruz” dememiş, nasıl ve nereye çekileceğini ortada bırakan genel bir açıklama yapmıştır ki, Amerikan mali oligarşisi içindeki çekişmenin unsuru olması bir yana, açıklaması daha çok ABD’nin Türkiye ile ilişkisini yenilemeye yöneliktir. Yoksa, Amerika’nın Suriye’deki -Türkiye’nin askeri harekatını “caydırıcı kalkan” olma ve daha çok ABD’nin Suriye’deki hava harekatları bakımından zorunlu istihbarat ve ölçme yönlendirme faaliyetleriyle sınırlı bir işleve sahip- topu topu 2 bin kişilik askeri birliğiyle o gün de ihya olacağı yoktu, bugün de yoktur. Üstelik çekilecekler, uzağa değil, Irak IKBY bölgesine gideceklerdir.
Özetle, Trump’ın açıkladığı çekilme kararı önemsiz değildir; ancak kendisine olmadık misyonlar yüklenebilecek bir gösterge olmadığı da ortadadır.
Birkaç hafta içinde olanlar da bunu kanıtlamaktadır. En üstten yaptığı açıklamalarla “Fırat’ın Doğusu”na “bir gece ansızın gelebiliriz” modundaki Türkiye beklemeye geçmiştir. Geçmek zorundaydı; çünkü içeriğinin net olmayışının gizemini daha da artırdığı “çekilme” açıklaması, “kartları” yeniden dağıttıracak nitelikteydi.
Nitekim, telefonla ilk görüşmelerinin ardından “Trump’la ticari ilişkilerimizden Suriye’deki gelişmelere kadar birçok konuda eşgüdümümüzü artırma noktasında mutabık kaldık” açıklaması yapan Erdoğan’ın sözlerine yansıdığı üzere, zaten NATO ülkesi olan Türkiye, bir yandan yeniden eski “stratejik müttefik”lik ilişkilerini vurgulayan söyleme yönelmişti. Ardından, Savunma Bakanı Akar, -“eşgüdüm” kapsamında olmalı- Türkiye’nin üzerine aldığı yeni “IŞİD’le mücadele vazifesi”nin altını çizmiş, Sözcü’de Deniz Zeyrek, 15 Temmuz’la “Fırat Kalkanı” ve “Zeytin Dalı” harekatlarının önde gelen “kahramanlarından” General Temel’in bu görevlendirmeye itiraz ettiği için görevden alındığını yazmış, bu arada ABD, Türkiye’ye Patriot satışının önündeki engeli kaldırmıştı.
Öte yandan Türkiye, malum, Rusya’yla ABD’yi dengelemeye çalışıp onu Amerika’ya karşı kullanarak önünü açmaya, Suriye ve bölgede bir güç olmaya çalışmaktaydı. Lakin “çekilme” açıklamasıyla bu açıdan bir problem oluşmaktadır: “Bundan böyle kim kime karşı kullanılacaktı?”
Amerikan “çekilmesi” durumunda, ona karşı kimseyi kullanmaya gerek olmayacak, üstelik ABD aradan çekilecek olursa, Rusya’nın kendisini Türkiye’ye kullandırmasına da ihtiyacı kalmayacaktı. Ve açık ki, ABD’nin devre dışı kalması, iki farklı strateji uygulamakta, ama taktiklerde anlaşmalar arayıp bulmakta olan Rusya ile -ABD ile eşgüdüm içinde davranacağını, hatta onun adına misyonlar üsleneceğini açıklayan- Türkiye’yi bölgede karşı karşıya bırakacaktı. Nitekim nedeniyle niçini şimdilik bir yana, Türkiye’nin “girdim.. giriyorum” demekte olduğu Münbiç yolu üzerinde yolağzı durumundaki Arimah’a önce Suriye birlikleri girmiş, ardından -hatta YPG’lilerle birlikte- Rus askerleri devriye gezmeye başlamıştır. Münbiç’in resmi dairelerine çekilmiş Suriye bayrakları cabasıdır. Üstelik Rusya’nın Türkiye’yi Fırat’ın doğusuna yöneltici söylemleri, Münbiç ve doğusunun Suriye’nin denetiminde olması gerektiği yönünde farklılaşmaktadır. Sonuç: Türkiye beklemeye geçmiştir.
Amerikan açıklamasının yeni bir manevra olduğunu ortaya koyan gelişmelerse hızlanarak ve birbiri peşi sıra sökün etmektedir. ABD’nin kendi içindeki ayarlanmasını da kapsayan bir manevra ya da “çekilme”nin bir manevradan ibaret olması… Hangisinin gerçekleşmekte olduğunun şimdilik fazla önemi yok.
Önce Dışişleri Bakanı Pompeo konuştu: “Türklerin Kürtleri katletmemesini garanti altına almaya çalışıyoruz…”
Ardından İsrail ve Türkiye ziyaretlerine çıkan J. Bolton, İsrail’de, “çekilme”yi “Türkiye’nin Kürt savaşçıların güvenliğini garanti etmesi ve IŞİD’in yenilmesi” şartına bağlayarak konuştu. Suriye’deki 2 bin Amerikan askeriyle elde edilemeyecek amaçlara yönelik olduğu belli olan sertlikteydi ve yenilir yutulur gibi değildi: “Bizimle tam koordinasyon olmadan Türkiye’nin Suriye’de operasyon düzenlemesini istemiyoruz.” Ve ekledi: “Kürtleri korumaya yönelik anlaşma sağlanmadan ABD askerlerinin çekilmesi gerçekleşmeyecek. Çekilmenin zamanlaması, görmek istediğimiz koşulların sağlanmasına bağlı.”
Gerçi Suriye’ye ilişkin olarak Türkiye ile ilişkileri yenilemeyi de kapsayan bir manevra yapmaya yönelen ABD’nin bu taktiğiyle, mükellef biçimde ağırlandığı İsrail’in ardından geldiği Türkiye’de “aşağılanan” ve “bir çuval inciri berbat ettiği” görüntüsü veren Bolton’un yaklaşım ve tutumlarının ne ölçüde uyumlu olduğu ayrı bir sorundur. Türkiye ile ilişkilerin yenilenmesi, şüphesiz “yandaş medya”nın gönlünden geçirip propaganda ettiği türden ABD’nin teslimiyet içine girerek Erdoğan’ın isteklerini kabul edip onun çizgisine geldiği şeklinde anlaşılamaz. Türkiye’ye örneğin Hulusi Beyin hemen benimseyip üstlendiği, “yukarıdan” da onaylanmış “vazifeler” yıkan bu yenilenme, bir dizi taviz veriyor görüntüsü ardında, herhalde, hoyratça ya da değil, “çizmeyi aşmama”yı işaret eden belirli dayatmaları da kapsayacaktır, kapsamaktadır.[1]
Öte yandan Pompeo ile Bolton’un açıklamalarının Türkiye’yle ilişkinin yenilenmesine ne kadar uygun olduğu tartışılır olsa bile, ABD’nin Türkiye’ye ve kamuoyunu da kapsayarak dünyaya “Kürtleri katletmeyin”, “izin vermem” mesajlarını fazlasıyla üst perdeden verdiğinin altı çizilmelidir.
Pompeo ve ardından Bolton’un açıklamalarıyla, yenilenme bir yana, Türkiye-ABD ilişkileri yeniden gerilir ve beklemeye geçmiş olan Erdoğan ve ekibi, küçümsenmez bir kızgınlık ve savrulmayla yeniden ama tedirginlik içinde ikirciklenerek “bir gece ansızın” moduna geçmenin sözünü edip mehteran misali bir adım ileri iki adım geri atarken[2], uygulanacak taktiğe ilişkin ABD’nin iç tartışmaları yatışmaktan uzak olsa da, “Suriye’den çekilme” açıklamasıyla kestirip atmış olan Trump son noktayı[3] koymuştur: “Uygun bir zamanda çekileceğiz!” Ne zaman? Artık ortada kalıyor! “Kaf Dağı’nın ardında” mı önünde mi, belli değil! Hangi “ayın Çarşambası”, o da belli değil!
Üstelik Trump bu koyduğu noktayı, yönetenlerinin “baskılara göğüs geremedi” şeklinde yorumladığı bir tweeti’yle Türkiye’yi hedefleyen tehditler yönünde büktü de: “Kürtlere saldırırlarsa Türkiye’yi ekonomik olarak mahvedeceğiz.” Çavuşoğlu’nun “Suriye’nin kuzeyinde 30 km’lik güvenli bölge fikri ABD’ye değil Başkan Erdoğan’a ait” diyerek tevil etmeye çalıştığı, Saddam’a karşı “uçuşa yasak bölge” ilan edilmesini anımsatan ve aynı tweet’te yer alarak Türkiye’yi hedeflediği açıkça belli olan daha vahim tehditse şu: “20 millik güvenli bölge kurulacak!”[4] Ama ilişkileri yenilemenin hizmetinde gönül almalara ihtiyaç olduğunu bilmiyor değildi Trump ve bir hafta içinde iki kez telefonlaştığı Erdoğan’la onu rahatlatıcı konuşmalar da yaptı.
“Çekilme” var mıydı -vardı. Böyle bir çekilmeydi. İç tartışmaları sürse de, çıkar ve hedefleri Türkiye’nin boyu-posunun çok ötesinde olan, hegemonyası altında tuttuğu dünyayı ve şüphesiz onun enerji kaynakları ve dolayısıyla siyasi-stratejik açıdan en önemli bölgelerinin önde gelenlerinden olan Ortadoğu’yu kimselere kaptırmama derdindeki Amerikan emperyalizmi Suriye’den ancak böyle “çekilir”di!
YAKIN MUHATAPLAR
Amerikan askeri birliklerinin Suriye’den çekilmesi sorununun çok-taraflı bir sorun olduğu ortada. İlgilendirmediği bir büyük emperyalist ya da bölge ülkesi yok.
ABD, zaten kararın sahibi.
IŞİD Karşıtı Koalisyon ülkeleri bölgede askeri varlıklara sahipler, dolayısıyla söz konusu “çekilme” tümünü ilgilendiriyor. Bunlardan Fransa bölgeden “çekilmeyeceğini” ilan etti. Almanya’nın ilk tepkisi “kararın kendilerini için sürpriz olmadığını” söyleyen Dışişleri Bakanı H. Maas tarafından açıklandı, o da “çekilme”ye karşıydı: “Kararın sonuçlarının IŞİD ile mücadeleye zarar verme ve elde edilen başarıların riske girme tehlikesi var.”
İsrail, Başbakan Netanyahu’nun ağzından “ABD’nin çekilme kararı üzerinde çalışacağını ve her koşulda kendi güvenliğini koruyacağını” açıklarken, İngiltere karara tepki gösterdi. Savunma Bakanı T. Ellwood, “Trump’ın, ‘Suriye’de DEAŞ’ı yendik, oradaki varlığımızın tek nedeni buydu’ açıklamasına şiddetle karşı”ydı ve “Tehdit, başka aşırıcılık biçimine dönüşmüş haliyle hala canlı bir biçimde sürüyor” açıklamasını yaptı.
Amerikan “çekilmesi”ni inandırıcı bulmayan Rusya, Dışişleri Bakanlığı aracılığıyla, gerçekleşmesi durumunda “ABD’nin Suriye’den çekilme kararının ülkede siyasi çözüm için olasılıklar yaratacağı”nı belirtti.
ABD karşısında yakın zamanda bir savaşı kışkırtmaktan kaçınan ve ekonomik alandaki gelişmesiyle dünya ölçeğindeki yayılmasına birincil önemi veren Çin bu gelenekselleşmiş tutumuna uygun tavır aldı. Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Hua Chunying, “çekilme” kararının ardından, “Çin, Suriye’nin egemenliğine her zaman saygı duyuyor ve krizin siyasi çözümünü destekliyor. Şu anda, ilgili tarafların siyasi çözüm için ortak çaba göstermelerini umuyoruz.” açıklamasını yaptı. Çin’den gelen ikinci bir açıklama ise, bu ülkenin “Suriye’nin yeniden imarı için hazır” olduğu şeklindeydi.
Gücü küçümsenemeyecek bir bölge devleti olan İsrail bir yana, önemli bir bölümü Suriye’de silahlı varlıkları bulunmasına rağmen, bunların tümü, “uzak muhataplar” olarak nitelenebilecek denizaşırı ülkeler. Tutumları, eski paylaşımdan “aslan payı”nı kapmış Amerikan emperyalizmi karşısında belli başlı emperyalist devletlerin ya ellerindekini koruma ya da dünyanın yeniden paylaşılmasından yana taleplerini yansıtıyor. Aralarındaki ilişki ve birbirlerine yaklaşımları bu yazının konusu değil.
Peki, “yakın muhataplar” kimler? Aralarına az çok İsrail de katılabilecek olsa bile, kendi “dertleri”yle uğraşmakta olan Irak ve Irak Kürt Bölge Yönetimi sayılmazsa, bunlar şunlardır: 1) Bizzat muhatap olduğu çatışma, savaş ve işgaller kendi topraklarında yaşanmakta olan Suriye, 2) Rojava denen Suriye’nin kuzeyini yurt tutmuş Suriye Kürtleri, 3) Suriye rejiminin çağrısıyla ülkede silahlı güçlerini bulunduran ve çatışmalara rejimin yanında katılan, bölgede mezhebe dayandırmaya çalıştığı kendi etkisini yayma çabasındaki İran ve 4) Türkiye.
SURİYE
“Suriye Muhalifleri”, “Özgür Suriye Ordusu” vb. adlarla anılan ancak tamamen dışarıdan örgütlendirilip beslenen ve hemen tümü siyasal İslamcı terör çeteleri durumundaki eklenti unsurları sorunun muhatapları arasında saymak gerekmiyor. İplerini ellerinde tutup destek sağlayan dış güçler arkalarından çekildiğinde hiçbirinin ayakta kalamayacakları bir gerçek. Irak’taki Amerikan işgali karşısında ortaya çıkan ve Suriye’ye de yayılan IŞİD bunun istisnasıdır, artık onun da, hala toparlanmaya çalışsa da, önemli ölçüde, işgal güçlerinin Suriye’deki varlıklarını gerekçelendirmek için sonunu getirmekten kaçındıkları kalıntılarından söz edilebilir. Belki bir ölçüde, son adı Heyet Tahrir eş Şam olan Suriye el Kaidesi El Nusra bundan ayrı tutulabilir, ancak o da yalnızca belirli bir “özerkliğe” sahiptir ve güdülmektedir.
Suriye devletine gelirsek…
“Arap Baharı”nın sirayet ettiği Suriye’de, Deraa’da patlak veren ilk kitlesel gösterilerin kanla bastırılmasının ardından dışarıdan kışkırtılıp desteklenen silahlı çatışmalarla iç savaşın başlatıldığı 2011’den bu yana Esad Rejimi çok zor günler geçirdi. 2012’de Şam’daki Genelkurmay Karargahı’na saldırı düzenlenerek rejimin önemli isimleri öldürüldü ve önce “Esad’ın sağ kolu” olarak anılan General Tlas, ardından Başbakan Hicab görevleri başındayken muhaliflere katıldılar. Amerikan emperyalizminin arkasında durduğu bölge gericiliğinin hemen tümünün üzerine çullanarak besleme çetelere üs ve lojistik sağladığı başlangıç yıllarında rejim giderek inisiyatifi elden kaçırdı, sürekli toprak kaybederek geriledi ve neredeyse ülkenin iki büyük kenti olan Şam ve Lazkiye’ye sıkıştı. Önce içeride etkili olan Müslüman Kardeşlerin Suudilerin desteğini alamamalarının da katkısıyla dayanıksız çıkmasıyla, çeşitli adlar alan bölünmüş ve birbirleriyle rekabet eden çeteler aleyhine giderek IŞİD ve Nusra güçlendiler ve ülkenin büyük bölümünü ele geçirdiler.
Önce, 2013’te Lübnan Hizbullah’ı, denetiminin ülke topraklarının ancak 1/3’üne gerilediği koşullarda Esad rejiminin yanında savaşa katıldı.
IŞİD Karşıtı Koalisyon adı altında Suriye topraklarına yönelik Amerikan bombardımanı, Suriye Ordusunu da hedef alarak, 2014 Ağustos’unda başladı. Gerekçe, IŞİD idi. Önce deniz ve hava üslerini faaliyete geçiren ve rejime destek sağlamaya başlayan Rusya ise, 2015 Eylül sonunda hemen bütün rejim karşıtı silahlı grupları hedef alan hava bombardımanlarını başlattı. Gerekçe yine IŞİD oldu. On gün sonra da, önceleri “danışman” adı altında Suriye’de askeri personel bulunduran İran’ın askeri birlikleri “davet üzerine” ülkeye girip Hükümeti destekleyerek fiilen savaşa katıldı.
2015’in ikinci yarısı, Suriye Savaşı’nın gidişatıyla Esad Rejiminin kaderinin değişmeye başladığı bir dönüm noktası oldu. Suriye Ordusu, süreç içinde, ülkenin kuzey ve Rakka ile Deyr-üz Zor’a kadar uzanan kuzey doğusu, Türkiye’nin elindeki Carablus-el Bab arasındaki bölgeyle Afrin ve egemenlik için uzantısı durumundaki ÖSO ile El Nusra Cephesi’nin çatışmakta oldukları Türkiye’nin gözetimindeki “çatışmasızlık bölgesi” İdlib hariç, ülkenin geri kalanını denetimine aldı. 2018’e gelindiğinde, müttefiklerinin desteğiyle Esad, sayılan bölgeler dışında ülkede egemenliğini ilan etti. Sudan’dan başlayarak, Esad’ın bu egemenliği uluslararası açıdan da tanınma sürecine girdi. Suriye’nin örneğin, yeniden, bu yıl düzenlenecek Arap Birliği toplantısına davet edilmesi gündemde.
Ancak; Esad Rejiminin ülkedeki pozisyonunu sağlamlaştırması ve belirli bölgeler dışında kontrolü sağlaması, Türkiye, İsrail ve Suudi Krallığı başta olmak üzere belirli bölge gericiliklerini peşlerinden sürükleyen emperyalistlerin Suriye’ye yöneltilmiş ülkeyi parçalama ve sömürgeleştirme saldırısının püskürtüldüğü ve bağımsızlığın kazanıldığı ya da kazanılmakta olduğu anlamına gelmiyor.
Ülkedeki askeri varlıkları devam eden Batı ve özellikle Amerikan emperyalizminin saldırısının -hala sürmesi ve sonuç netleşmemesine karşın- önünün belirli ölçüde alındığı söylenebilse bile, bu, doğrudan askeri yardımları, deniz ve hava üsleri ve askerleriyle ülkeye sağlamca yerleşen Rus emperyalizminin Suriye’de, sökülüp atılması zor pozisyonlar tutması ve rejime atacağı adımları dikte etme olanağını elde etmesi pahasına gerçekleşmiştir.
Suriye’nin bu süreçte yaşadığı, özel olarak Rus emperyalistlerine daha ileriden ve sıkı bağlarla bağlanarak, emperyalizme ciddi ölçüde bağımlı hale gelmesidir. Revizyonizmin egemenliğindeki Sovyetler Birliği döneminde Rus sosyal emperyalizminin hegemonya alanında olan Suriye, SB’nin çöküşünün ardından iç savaşın başladığı 2011’e kadar, yaklaşık 20 yıl, hele Saddam Irak’ının yaşadıklarının görülmesiyle -neoliberal uygulamaların kapısını açmakla birlikte Batılı emperyalistlerin egemenliği altına ya da dümen suyuna tamamen girmeden- yeni uluslararası duruma adapte olmaya çalışıyordu. Ancak Suriye, -tabii ki iktidarı elinde tutan Suriye büyük burjuvazisi-, “Kardeşim Esad” diyen ve ortak bakanlar kurulu toplantıları düzenleyen Erdoğan’ı umutlandıran bir “yumuşama” göstermesine karşın, teslim olmadığı Batı’lı emperyalistlerce hedefe konmuş, SB döneminde ekonomisi ve politikasıyla bağlanmış olduğu Rusya’nın toparlanmaya çalıştığı bu süreçte egemenlik altına alınmaya uğraşılıyordu.
Irak ve Libya’da Batı karşısında zayıf hamleler yapabilen Rusya, Gürcistan Savaşı’yla birlikte, giderek bütün ağırlığıyla yüklendiği -zaten tümüyle hiç kopmadığı- uluslararası alana yeniden indi. Suriye’de ise, Amerikan emperyalizminin karşısına net şekilde dikildi. Gelişmeler, Rus emperyalistlerin, Suriye’de amaçlarına ulaşmaya oldukça yaklaştıklarını gösteriyor. Bu, ama Suriye için öğünülecek şey değil; kendisini Batı ve Amerikan emperyalizminin tasallutundan kurtarmaya çalışırken eski emperyalist efendi Rusya’ya olan bağımlılığı eskisinden daha da sağlamlaşmıştır.
*
Nedeni, ister Amerikan mali oligarklarının iç sorunlarıyla dünyaya yaklaşım farklılıkları, isterse başta Suriye olmak üzere, Rusya ve Türkiye’yle ilişkiler kapsamında taktik bir manevra olsun, Amerikan askerlerinin çekileceği açıklaması, ABD’nin Suriye’de, Rusya karşısında geriye düştüğünün bir belirtisidir. Tamamen kaybetmese dahi, en azından şimdilik, ABD Suriye’de gerileme pozisyonundadır. Pozisyonunu sağlamlaştıran ise, Rusya’dır. Şimdilik Batılı ülkelerle bazı bölge gericiliklerinin desteklediği Amerikan saldırısı akamete uğramış görünmektedir. Ve bunda Suriye halkı ve Esad Rejiminin payları olsa bile, tayin edici olanın, Rusya’nın desteğini sunmakla kalmayıp fiilen savaşa katılması olduğu tartışma götürmez. Sonuç; sadece ABD’nin Suriye’de kaybetmenin sınırlarına gelmesi değildir, ama aynı zamanda Esad’dan çok Rusya’nın kazanmakta olmasıdır.
’90 öncesi revizyonizmin egemenliğindeki sosyal emperyalist Rusya’ya ve onun yıkılmasının ardından Rusya Federasyonu’na bağımlı olan Suriye rejimi ve dayanağı olan büyük burjuvazi, egemenliğini yitirme -ya da en iyi ihtimalle başka burjuva kliklerle paylaşma- riskiyle karşılaşınca, uluslararası bir atakta bulunmaya ve eski “sıcak denizlere inme” amacı doğrultusundaki bir müdahaleye dünden hazır olan Rusya’ya baş vurdu. Kendisine karşı kitlesel gösterilerle ayağa kalkmış halkına dayanma olanağı yoktu, silahlı eyleme yönelmiş Amerikan vb. desteğindeki güçler ya da Müslüman Kardeşler ve IŞİD gibi rejim muhalifleriyle anlaşmaya yanaşmadı, böyle bir yola girecek olsa bile sonu belirsizdi, Batılı emperyalistlerse rejim değişikliğini dayatmaktaydılar. Egemenliğini sürdürebilme bakımından çaresiz kaldığında, Suriye büyük burjuvazisi, huyunu suyunu bildiği emperyalist efendiye başvurdu, onu müdahaleye çağırdı.
Amerikan ve Batı emperyalizminin sömürgeleştirici saldırılarına karşı çıkarken Rus emperyalizmine bağımlılık -bu, Suriye halkının tercihi değil, Suriye büyük burjuvazisinin yoludur ve Esad Rejiminin “anti-emperyalist” söylemi tamamen halkı aldatmaya yöneliktir.
Yılları bulan iç-savaş deneyiminden Suriye halkının çıkarabileceği sonuç; genel olarak emperyalizme ve özel olarak Amerikan emperyalizmine karşı mücadelenin gerekleri olduğu ve bir emperyalist güce karşı bir başka emperyalist güce dayanarak mücadele edilemeyeceği, bu yolla ulusal kölelikten kurtulmanın olanaklı olmadığıdır!
*
ABD’nin, uluslararası onay almayan, Rusya, Çin ve Avrupalı emperyalistlerce tanınmayan ambargosuna muhatap olan İran’ın uluslararası boyut ve ilişkilerini de kapsayarak ele alınması bir başka yazının konusu olabilir ve burada girilmeyecek. Ancak, ambargo nedeniyle ekonomik olarak ciddi sıkıntılarla yüz yüze olsa bile, gerek başlıca müttefiki Rusya ve yanı sıra Çin’le olan ilişkileri, gerek bölgesel rekabet içinde olduğu Türkiye’nin iyi ilişkiler sürdürmeye özen göstermesi ve Astana ortaklığı, gerekse kendi çıkarları peşindeki Avrupalıların yakın durma çabalarının yanında asıl olarak Ortadoğu’da (Suriye, Irak, Lübnan, Yemen’de…) tuttuğu yer ve sağladığı etkinin yine de İran’ı güçlü kılan etkenler olduğu söylenmelidir.
TÜRKİYE
Yayılma hırsıyla Suriye çatışma ve savaş “piyasası”na başlangıçta Amerikan emperyalizminin ardı sıra, onun stratejik ve taktik çıkar ve tercihleri doğrultusunda balıklama dalan Türkiye için işler birkaç yıl içinde çatallaşmaya başlamış, büyük emperyalist devletlerin hegemonya kavgasının ortasında bir yer tutmanın ne denli zor olduğu görülmüştür.
Bunun, her şeyden önce, büyük emperyalistlerle aşık atmayı zorunlu kıldığı kısa sürede ortaya çıkmış; “özel” çıkarları çerçevesinde “milli” yayılmasıyla elde edeceklerini gözetirken, Türkiye’nin, ABD’nin çıkar ve stratejik hesapları uyarınca tuttuğu yol, bu ülkeyle Suriye’de yaşanan balayı döneminin kısa sürerek, sona ermesine götürmüştür. Söz konusu farklılık ve ayrı düşme, emperyalistlerle işbirlikçileri arasında ortaya çıkabilecek -politik alana da yansıyan- çıkar ve paylaşım anlaşmazlığından kaynaklanmıştır. Sonuç, Türkiye bakımından aynı zamanda nedendir; Amerikan emperyalizmi, bölge Kürtlerinden Müslüman Kardeşlere, ambargo uyguladığı Rusya ve İran’dan Cihatçı çetelere yönelik politikalara kadar yaklaşımları kendi izlemekte olduğu politika ve taktiklerden farklı olan geleneksel müttefiki Türkiye ile bölgede birlikte davranma olanağı bulamamış, bu durumda hemen tek seçeneği olarak Suriye Kürtleri kalmıştır. Bunun, ABD ile Türkiye arasında “eksen kayması” tartışmalarına neden olan yeni sorunlara yol açtığıysa biliniyor. Tepkisi “ya ben ya o” olan Türkiye, sürekli olarak “NATO müttefiki Türkiye ile mi teröristlerle mi birlikte olacağı”nı sorup ABD üzerinde baskı oluşturmaya yönelmiştir.
Amerikan emperyalizmiyle girilen bu “yol ayrımı”, işbirlikçisiyle büyük emperyalist ülke ilişkisi söz konusu olduğunda bekleneceği gibi, Türkiye tarafından, esas olarak bir an önce çözümlenmesi ve yeniden bir araya gelinmesi gereken bir ayrılık olarak ele alınmış ve en küçük bir düzelme imkanı değerlendirilmeye çalışılmıştır. Birinci örnek, Türkiye’nin, Amerika’dan mahrum kaldığı koşullarda, “güvenilir limana dönüş” arayışıyla ve Amerika’yı dengelemek için kullanmaya yöneldiği Rusya’nın çıkarlarına aykırı olduğunu bile bile, IŞİD Karşıtı Koalisyonun -kimyasal silah kullanımı bahanesiyle- Suriye’yi füze yağmuruna tutmasına destek açıklamasıdır. İkinci örnek ise, Astana Zirvesi’nde “çatışmasızlık bölgesi” ilan edilmiş olan İdlib Rus ve İran desteğindeki Suriye Ordusu tarafından bombalanmaya başlandığında, Tahran’da toplanan üçlü zirvede Rusya (ve İran’la) ayrı düşülünce yaşandı. Yalnız kalan Türkiye, bombalayanlar arasında Rusların da olduğuna aldırmadan, yeniden Suriye politikalarıyla uyum arayışı içinde, Amerika ve Batı’ya dönmeyi deneyerek, “Esad İdlib’te sivilleri katledecek, izin verilmemeli” deyip, Amerikalı emperyalistler başta olmak üzere Batılılara müdahale çağrısı yaptı.
Ancak yine de “yol ayrımı” yol ayrımıydı; Suriye’de ne yapılacağı kadar nasıl ve kimlerle yapılacağı da anlaşmazlık konusuydu ve Türkiye’ye, her fırsatı değerlendirip Amerikan emperyalizmiyle ilişkilerini yenileyerek eski “güzel” bağımlılıkta paylaşma günlerine dönmeyi gözetmekle birlikte, çaresiz, “kendi yolu”nu tutmak düşmekteydi.
Bu, Osmanlı’dan bu yana denenmiş eski yoldu: büyük devletler arasındaki çelişkilere oynamak; bir büyük devleti diğeriyle dengelemek, başka bir deyişle, bir büyük devleti diğerine karşı kullanmak! Tabii ki 1800’lerin sömürgeci İngiltere’siyle Fransa ve Rusya’sı bugünkülerden farklı olduğu kadar, Türkiye bakımından da, Osmanlı gerici egemenliğinin feodal niteliğiyle bugünkü tekelci kapitalist egemenliğinin niteliği farklıdır.
“Ulu hakan” denen II. Abdülhamid, Kütahya’ya kadar ilerleyen Kavalalı M. Ali’yi durdurmak için Üsküdar’a kadar gelen Rus Ordusu birliklerini ülkeye çağıran dedesi II. Mahmut ve babası Abdülmecid’den devraldığı bu işin ustasıydı. İngilizleri Ruslara, onları Fransızlara karşı kullanmakta deneyliydi; ancak bu yolla, toprak üstüne toprak kaybedilip Osmanlı’nın durmadan küçülmesini önleyememişti. Cumhuriyet tarihinde de, örneğin II. Dünya Savaşı’na ön gelen günlerde, komşu sosyalist SSCB’nin “dizinin dibinde”, İngiliz-Fransız emperyalizmiyle Alman emperyalizmi arasındaki çelişkilere oynanıp bir o yana bir bu yana yanaşılmış, ancak SB’nin küçümsenemez varlığının da etkisiyle birinden birinin pençesine düşülmeden “varta” atlatılabilmişti. Sonra bir kez Menderes, bir kez İ. İnönü Amerika’yı “duvarın ötesine geçme” söylemiyle Rusya’yla dengelemeye yönelmiş, Menderes bunu hayatıyla öderken, İnönü devrilmekten kurtulamamıştı.
Şimdi yine ortam hazırdı. Rusya, Suriye’ye el atmış, 2015’te fiilen savaşa girmişti. Durum değerlendirmeye alındı. Uçağı düşürülmüş olan Rusya’dan özür dilenip Astana Süreci’nde “ortaklık”a kadar uzanacak bir yakınlaşmaya gidildi. “Nispet yapılarak” Amerika “kıskandırılacak” ve çıkar karşıtlığı ve çelişkilerinden yararlanılarak, Rusya bu ülkeye karşı kullanılacaktı.
Çıkarları gereği farklı bir yol tutan ABD açıktan karşı çıkmayıp hatta göz yumarken, Rusya’nın “oluru” sağlanarak Suriye’de iki askeri harekat düzenlendi ve ülkenin kuzeyinde iki bölge ele geçirildi. En son Astana ortaklarıyla, İdlib’le ilgili, geçici ve yeni sorunlara gebe olsa da, Türkiye’nin önerdiği bir anlaşmaya varıldı. Arada Batılılarla Amerikalı emperyalistlere “gülücükler” gönderilmemiş değildi, son asker çekme kararının ardından yeniden umutlu bir beklenti içine girilip ABD ile Suriye’de eşgüdümlü davranma peşine düşüldü. Amerika ile Rusya arasındaki çelişmelere oynanıp iki büyük emperyalist ülke birbirine karşı kullanılarak aradan sıyrılma hesapları yapmak marifet sayıldı.
Ancak II. Abdülhamid’in deneylerinin gösterdiği gibi, bir büyük devletin diğerine karşı kullanılması bile, onlar kadar olmasa dahi, yine de belirli bir gücü gerektirir; aksi halde arada ezilmek mukadderdir! Ve ne denli abartılırsa abartılsın, iş ciddiye bindiğinde, kimse Türkiye’nin böyle bir güce sahip olduğu iddiasında bulunmuyor. Üstelik çelişkilerden başarılı bir yararlanma açısından, stratejik “hesap” ve planlamanın rakip güçlerin birbirlerini dengelemelerine değil ama bu çelişkilerden yararlanacağı varsayılan güce dayandırılması ve emperyalistlerle halklar arasındaki karşıtlık üzerine oturtulması zorunludur ki, emperyalistlerle işbirlikçilerinin ilişkisinde bunun olanağı yoktur.
Erdoğan Türkiye’sinin de, “özel” çıkarları nedeniyle Batılı ve özellikle Amerikan emperyalizmiyle “yol ayrımı”na geldiği günden başlayarak, anti-emperyalist duygularıyla oynadığı Türkiye halkını yedeklemek üzere, özellikle “yandaş” medyada ABD ve Almanya gibi ülkeleri “hedef tahtası”na oturtur gibi yaptığı propagandif “anti-emperyalizm” kampanyaları yürütmesine karşın, emperyalizmle halklar arasındaki çelişkiyi hareket noktası edinmediği tartışmasızdır. Başlangıçta -bırakalım anti-emperyalizmi, Batılı emperyalistlerle birlikte- hareket noktası olarak alınıp hedeflenen, “Müslüman halka zulmeden” “zalim Esed rejimi”ydi. Sonra bundan vazgeçilmedi. Esad hala hedefte tutuluyor. Ancak ondan daha çok öne çıkan asıl hedef, sonradan, savaş sürerken, Suriye Kürtleri ülkenin kuzeyinde devletleşmeye giriştiklerinde şekillendi ve başlıca hareket noktası edinildi. “Beka sorunu” dendi, “ülkenin bölünmesinin önlenmesi meselesi” dendi ve hiçbir zaman hedef alınmamış emperyalistler değil -her ne kadar “Kürtler kardeşimiz, hedefimiz Kürt halkı değil terörist PKK ve uzantısı PYD” dense bile- Suriye’nin kuzeyini yurt tutan Kürt halkı hedefe kondu.
Belirli bölge gericilikleriyle hesaplaşma gündemin bir maddesini oluşturuyor olsa bile, hedef, hiç şüphe yok ki, emperyalistler değil ve hiç olmadı. Her birinin özel hedefleri, kendi halkları ve “ulusal” düşmanları açısından değişiklik göstermesine rağmen, tüm emperyalistlerle bölge gericiliklerinin ortak hedefi ise, bölge halkları. Bu temelde, emperyalistler ve bölge gericilikleri birbirleriyle sürekli bir rekabet ve çekişme içindeler. Halklara karşı olma konusunda aralarında ayrılık yok. Kimisi dünya ölçeğinde güce sahip ve bu ölçekte, kimiyse bölgeyle sınırlı olarak çatışmaya katılıp güçlerini rakiplerine kabul ettirmeye, halkların çıkar ve özlemleriyle en küçük bir ilgileri olmamasına rağmen, ulusal, etnik, dinsel vb. her türlü farklılık ve sürtüşmeyi kullanarak, bu çatışmada üstünlük sağlamak üzere, belirli halkları yedeklemeye çalışıyorlar. Amerikalıların Irak ve Suriye Kürtlerini, Türkiye’nin Türkmen ve belirli Arap aşiretlerini, İran’ın Şii, Suudilerin Sünni inançtan halkı yedekleyip -bazen zorlayarak bazen gönüllü olarak, genellikle ikisi iç içe geçmiş halde- kendi amaçlarına uygun davranmaya yöneltmelerinde olduğu gibi…
Büyük emperyalist devletlerin de işlerinin kolay olduğu söylenemez. “Büyük başının derdi büyük olur”! Büyük güçlerin, hele topyekûn kaybetmeleri, iki dünya savaşında da kaybeden Almanya örneğinde görüldüğü gibi, kendileri için hazmı zor bir yıkım demektir.
Emperyalistleri birbirlerine karşı kullanarak “yerli ve millilik” atfettikleri “özel” çıkarlarını gerçekleştirme uğraşındaki Türkiye türünden orta büyüklükteki bölge devletlerine gelince, onların işi daha da zordur ve girdikleri yolun sonunun nereye varacağı belirsizdir. Devlet egemenliklerinin ve dolayısıyla ülkeleri ve halklarının kaderleriyle geleceğini “pamuk ipliği”ne bağlayarak, ölçüsüz biçimde tehlikeye attıkları söylenmelidir.
Burada, Erdoğan Türkiye’sinin özellikle ekonomik, mali ve teknoloji alış-verişini kapsayan ilişkiler geliştirmeye çalıştığı ve kriz patlak verdiğinde $3.5 milyarlık kredi anlaşması yaptığı yükselişteki Çin emperyalizminin “uzmanları”ndan ikisinin ABD’nin Suriye’den asker çekme kararı almasının ardından yaptıkları yorumları aktaracağız. Bunlardan ilki yarı-doğru, diğeriyse tehdit niteliğinde ama genel olarak doğrudur.
İlki, Sputnik’e konuşarak, “Henüz Trump’ın niyetini, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’la ne gibi bir anlaşmaya vardığını anlamış değilim” diyen Çin Uluslararası İlişkiler Enstitüsü Ortadoğu Araştırmaları Merkezi Müdürü Gao Shantao’nun fazla hızlı yapılmış değerlendirmesi ve kendi içinde çelişkili:
“Silahlı Kürt güçleri için çok iyi zamanlar gelmiyor. Türkiye’nin Suriye’deki varlığı güçlenecek, Esad’ın pozisyonu daha da sağlamlaşacak. Bu Rusya için iyi bir durum.”[5]
Doğrusu, hem Türkiye’nin Suriye’deki varlığının güçlenmesi ama hem de Esad’ın pozisyonunun sağlamlaşması; bu birbirinin etkilerini gideren iki etkenin aralarındaki düşmanlık ilişkisi değişmeden bugünkü gibi sürdüğü sürece olumlu bir birliği olanaklı görünmemektedir, ve ancak, durumu doğru saptanan hegemon Rusya’nın dayatmalarına bağlı ve geçici olarak gerçekleşebilir.
Değerlendirmenin yeterince bilgiye sahip olunmadan erken yapılmış olduğu şuradan da belli ki, Çinli uzman “Şu an doğrulanmamış olarak kalan şey Trump ile Erdoğan’ın arasında hangi anlaşmaya varıldığı, ortada ne gibi temel çıkarların olduğu. Fiyatı uygunsa Trump her şeye hazırdır” diye de konuşuyor. Erdoğan Trump ile belirli konularda “mutabık” kalıp ikili ticaretten Suriye’deki gelişmelere kadar uzanan bir “eşgüdüm” konusunda anlaştıklarını söylemiş olsa bile, bunun Trump için ne kadar doğru olduğu ve öyle olsa dahi ABD’nin tutumunu ne kadar yansıttığı, kararı takip eden 15-20 günlük gelişmelere bakılarak anlaşılabilir. Amerikan Ulusal Güvenlik Danışmanı Bolton’ın İsrail’deki açıklamalarının ardından Genelkurmay Başkanı Dunford’la birlikte gerçekleştirdikleri Türkiye ziyareti ve -akşamına Erdoğan’la telefon görüşmesinde ılımlı görünmesine karşın- Trump’ın son “Türkiye’yi ekonomik olarak mahvederiz” tweeti, ABD-Türkiye ilişkilerinin çekilme kararı öncesinden fazla iyi olmadığını ve iki ülke arasında herhangi bir anlaşmadan söz etmenin pek de olanaklı sayılamayacağını göstermektedir. ABD’nin Rusya ile yakınlaşmasını bozmaya yöneldiği Türkiye ile ilişkisi, en azından şimdilik dalgalanmalıdır ve yenilenip istikrara kavuşmuş olmaktan uzaktır.
Yine Sputnik’e değerlendirmede bulunan bir diğer Çinli uzman olan, ÇKP yayın organlarından Global Times yazarı Yang Sheng ise, daha fazla bilgiye sahip ve daha derin düşünmüş olduğunu belli ederek, ABD’nin asker çekme kararını yorumluyor: “ABD’nin orijinal stratejik hedefi, Suriye hükümetini devirmek ve Ortadoğu’daki etkisini genişletmek için yeni bir Batı yanlısı rejim kurmaktı. Fakat şimdi, ABD bu hedefi çoktan terk etti ve birliklerini oradan geri çekme kararı aldı, bu da Rusya ve İran başta olmak üzere Ortadoğu’daki rakiplerinin kendi çıkarlarını başarıyla koruduğu anlamına geliyor.” Öte yandan gelişmelerin henüz ABD’nin kesin bir yenilgisine işaret etmediğini belirterek ekliyor: “ABD ve müttefikleri, Suriye’nin yeniden birleşmesini başarıyla engelledi ve söz konusu müttefikler -İdlib’dekiler de dahil olmak üzere- varlıklarını sürdürüyorlar. Bu, ABD’nin bölgede hala yararlanabileceği bir senaryo olduğu anlamına geliyor.”
Türkiye’yi yakından ilgilendiren bu değerlendirmelerinin ardından Yang, Türkiye üzerine doğrudan değerlendirmeler de yapıyor: “Öncelikle, Türkiye bir NATO ülkesi ve NATO üyeliğini sonlandıracağına dair somut bir işaret bulunmuyor. Bu yüzden, Çin ve Rusya’yla yakınlaşmak Türkiye için yalnızca Batı’dan daha fazla fayda sağlamak amacına hizmet ediyor. Türkiye aynı zamanda dünyaya başkaları tarafından kullanılan bir kukla yerine, Rusya ile ABD arasında kendi pozisyonunu belirleyebilen bir ülke olduğunu göstermek istiyor.”
Aralarındaki çelişkilerden yararlanarak, dünyayı yeniden paylaşma kavgası veren büyük emperyalist ülkeleri birbirlerine karşı kullanma çabasında olan ve Suriye’de “oyunları”nı buradan kuran Türkiye’yi yönetenler “alemi aptal kendilerini ise tek akıllı” sanırken, yükselişteki emperyalist Çin’in sözcülüğünü üstlenmiş uzman, Rusya ve Çin’i kastedip, “Bu iki dünya gücünün bir bölgesel güç tarafından kullanılmak istemeyeceğini” vurgulayarak, şunları söylüyor: “Batıya karşı avantajlı duruma geçmek için Türkiye’nin Çin ile Rusya’yı kullanması geçmişte işe yaramış olabilir, ancak bu durumun sonsuza kadar süreceği gibi bir gerçeklik bulunmuyor.” Üstelik “biz kimin ne yaptığını biliyoruz” babından “aba altından sopa da gösteriyor”: “Geçtiğimiz yıllarda, bazı bölge ülkeleri kendi çıkarlarını korumak ve teröristlerin Suriye’ye girebilmeleri için çok sayıda yardımda bulundular.” Ve Erdoğan Türkiye’sinin “bam teli”ne basan Çin adına açık bir uyarıyla bitiriyor:
“Türkiye, sınırlı gücüyle ABD, Rusya ve Çin arasında oyun oynamak konusunda dikkatli olmalıdır. Türkiye’nin kapasite ve kabiliyetinin ötesinde bir oyuna girmesi, zarar görmesiyle sonuçlanabilir.”[6]
Kimsenin aptal olmadığı açık! Üstelik çıkarılan sonucun yanlışlığını kim iddia edebilir? Yalnızca bir ihtimalden ibaret de değildir; “filler tepişirken çimenlerin ezilmesi” mukadderdir! Belirsizlik, mukadderatın hangi somut koşullarda ve ne zaman gerçekleşeceğindedir.
SURİYE KÜRTLERİ VE PYD/YPG
Gündemdeki Amerikan askerlerinin Suriye’den çekilmesinin en yakından ve dolaysız biçimde etkilediği bölge gücüyse, Suriye Kürtleriyle PYD ve YPG. Hatta tartışma Kürtlerin “başı üzerinde” dönüyor. Örnek mi? “Amerikan güvenlik birimleri Trump’ı kararından caydırmaya çalışıyorlar” diye başlayan Çavuşoğlu, şöyle sürdürüyor: “Ne dediler: Türkler Kürtleri katletmesin. Bu son derece yanlış bir üslup. Biz YPG’ye karşı Afrin operasyonunu başlattık, ABD neden o zaman değil de şimdi böyle bir üsluba girmeye çalışıyor?”
Söylenen, “katletme” diye bir şeyin olduğu ya da olmadığı değil. ABD’nin konuyu neden şimdi masaya getirdiği! Yanıtsa bir başka noktadan veriliyor:
Pompeo ile Bolton’ın Türkiye karşısında Suriye Kürtlerini kollayan, hatta bu ülkeden çekilmeyi Kürtlerle anlaşma şartına bağlayan açıklamaları, en yukarıdan başlayarak, kadim Türk tezlerinin yinelenmesiyle karşılandı. Kürtler başkaydı, PYD ve YPG başka. “Kürtler kardeşimiz”di, PYD/YPG’nin Kürtleri temsil ettiği ileri sürülemezdi, onlar sadece “terörist”tiler!
Suriye’deki askeri harekatlar kendisine bağlı olarak yürütülen Hulusi Bey örneğin, bunu net biçimde belirtti: “TSK’nın mücadelesi yüzyıllardır aynı ekmeği paylaştığımız Kürt kardeşlerimizle değildir. Mücadelemiz tüm etnik ve dini topluluklar için tehdit teşkil eden PKK/PYD ve DEAŞ’lı teröristlerledir.”[7]
“Kürt kardeşlerimiz” sözcükleri, Türk milletinin her şeyden önce geldiğini vurgulayan ve Türk milliyetçiliğiyle öğünen örneğin Devlet Bahçeli’nin ağzında pek eğreti duruyor, “en iyi Kürt ölü Kürt’tür” hissiyatıyla “kardeşlik” söylemi hiç mi hiç uyuşmuyor. Erdoğan’ın her fırsatta tekrarlattığı ünlü yemini ise bilinmiyor değil: “Tek Millet, Tek Bayrak, Tek Vatan, Tek Devlet”! Bu demektir ki, Kürtler, kendilerini, tekliği ilan edilip sloganlaştırılan “Türk milleti”nden sayarlarsa “kardeşimiz” sıfatına hak kazanacak, aksi halde “teröristlik”le tanımlanacaklardır.
Sur, Cizre, Nusaybin, Şırnak gibi kentlerde ve Afrin’de Kürtlerle PKK ve “uzantısı” PYD/YPG arasında bu ayrım gözetilerek “hendek” sorunu aşılmıştı, Münbiç’le “Fırat’ın Doğusu”nda da Kürtler değil, ama “teröristler açtıkları hendeklere gömülecekler”di!
HDP Genel Merkezi’nde düzenlediği basın toplantısında, Eşbaşkan Sezai Temelli, Kürt illerinde örgütlü DBP’nin bir önceki yerel seçimlerde kazandığı 96 belediyeye kayyım atandığını, 53 belediye eş başkanının tutuklu olduğunu, cezaevinde ise 6 bin HDP’linin bulunduğunu açıkladı.[8] Yukarıdaki “ayrım” doğruysa, görevden alınan başkanlar “terörist” ve yerlerine kayyumların atandığı 96 belediye “teröristler” tarafından ele geçirilmiş olmalıydılar! Hala tutuklu olan 53 belediye başkanının durumlarıysa herhalde daha da vahimdir!
Ve iki eş başkandan başlayarak, HDP’li vekiller… Cezaevinde tutulanlar 10’un altına hiç düşmedi. Tümü terörle ve teröristlikle suçlanıyorlar. TBMM’de konuşma yapmışlar -“terör”! Basın toplantısı- terör”! Ama başkanlığını ve vekilliğini yaptıkları HDP, son seçimlerde, herhalde çoğu Kürt, toplam 5 milyon 867 bin 302 kişinin oyunu aldı ve “terör” gerekçesiyle cezaevinde tutulan vekillerin her biri on binlerce Kürt seçmenin iradesini temsil ediyor.
“Ayrım” yapılıyor ve “Kürtler kardeşlerimiz” deniyor, ama bu durumda ayrımın ne anlamı kalıyor, kalıyorsa nasıl açıklanacak? Ya “terör” ve “teröristler”in Kürt halkının en azından çoğunluğunun iradesini temsil ettiği ya da milyonlarca Kürdün de “terörist” olduğu kabul edilmeden, sorun çözülemez ve “ayrım” yapılamaz, yapılsa bile açıklanamaz görünüyor.
Yine de tabii ki, temsil yeteneğine sahip her güçle temsil ettikleri halkların bir ve aynı olmadıkları ve aralarında bir ayrım olduğu herhalde doğrudur. Buna rağmen hele Diyarbakır, Şırnak, Hakkari gibi Kürt illerinde aldığı yüksek oranlı (%60-70-80) oyların da kanıtladığı gibi, HDP Türkiye Kürtlerinin, PYD ise Suriye Kürtlerinin çoğunluğunun desteğine sahipler ve ne Kürt halkıyla karşı karşıya koyulabilirler ne de temsil niteliklerinin olmadığı ileri sürülebilir.
Bu ayrımın uluslararası kamuoyunda da ikna edici bulunmadığı ve Amerikalıların “Kürtlerin katledilmemesi için…” içerikli açıklamalarının hemen hiçbir ülkede tepki çekmediği bir gerçek.
Buna rağmen Türkiye, Afrin’den sonra Münbiç’e ve ardından da “Fırat’ın Doğusu”na askeri harekat düzenlemek üzere yığınak yapıyor. PYD-YPG ile “müttefik” olduğunu açıklayan ABD ise, TSK Afrin’e girerken “Fırat’ın Batısı” ile ilgilenmediğini söyleyerek kılını kıpırdatmadı. Bölgede üslenmiş Ruslar da sessiz kalıp karışmadılar. ABD, şimdi “Fırat’ın Doğusu” konu olduğunda, üst perdeden belirli söylemlerde bulunsa bile manevralar yapıyor ve bu bölgeyi ve bölgedeki IŞİD kalıntılarının temizlenmesini de Türkiye’ye bırakarak, “Suriye’den askerlerini çekme”yi gündeme getirmiş durumda. Bunun sadece PYD-YPG’nin değil asıl Suriye Kürtlerinin yüzüstü bırakılarak kaderlerine terk edilmeleri anlamına geldiğini, bırakalım başkalarını, ABD yönetiminden çeşitli yetkililerle Cumhuriyetçi Parti içinden Kongre üyeleri ve Senatörler dahi görüyor ve bu nedenle Trump’ı sert biçimde eleştiriyorlar.
Bu tür “kaderiyle baş başa bırakma” ya da “aslanın ağzına atma” Amerikan emperyalizminin ilk vukuatı değil, kendi çıkarlarından başka çıkar tanımayan emperyalistler benzeri yola sık sık başvurdular, vuruyorlar. Öyle ki, “terk edilme”nin Kürtlerin kaderi olduğuna inanılır olmuştur!
Irak’ta Amerika ve İran tarafından desteklenen Molla Mustafa Barzani yönetimindeki Kürtlerin Saddam’ın Kuzistan bölgesi üzerinde hak iddiasından vazgeçmesi karşılığında ve ABD’nin de “oluru”yla 1975’te Cezayir’deki OPEC Zirvesi’nde el sıkıştığı İran Şahı tarafından satılması… 1987’den 1989’a dek yayılan ve 1988 Mart’ında Halepçe’nin gaza boğulmasıyla zirve yapan Enfal Katliamı olarak bilinen Irak saldırısı, harekatın komutanı “Kimyasal Ali”ye de isim babalığı yapmıştı. Enfal katliamını gerçekleştirmek üzere, Saddam Irak’ının elleri yine, sekiz yıl savaştığı Irak’a karşı KDP ve YNK’nın ittifak yaptığı İran tarafından serbest bırakılmıştı. 1991’de ise, I. Körfez Savaşı’nın ardından Amerikan emperyalizmi tarafından Irak’a karşı önce desteklenip sonra kaderlerine terk edilen Kürtler yine Saddam’ın hışmı karşısında yalnız bırakılmış, on binlercesi Türkiye’ye göç ederek Işıkveren Köyü kırsalına sığınmıştı. 2017 Irak Kürt Bölgesel Yönetimi tarafından gerçekleştirilen, İsrail’in açık destek verdiği Bağımsızlık Referandumu’nun ardından, çıkan sonuç uygulanmamasına rağmen, ABD’nin görmezden geldiği İran’ın desteğindeki Irak birliklerince düzenlenen ve Kerkük’le Musul’un ele geçirilip Kürt nüfusun daraltılmış bir bölgeye sıkıştırılmak üzere ortada bırakıldığı son saldırı ise daha çok yeni ve biliniyor. Bunlara, en son Kürtlerin hem ABD ve hem de Rusya tarafından ortada bırakıldıkları Afrin’in de eklenmesi gerekiyor.
Amerikan askerlerinin Suriye’den çekilmesi tartışması da, Suriye Kürtleri açısından bir hayat memat meselesi olarak görünüyor. Görünüşte tartışma, ABD ile Türkiye arasında. Hatta Türkiye de değil; çünkü Suriye’yi birer ucundan çekiştirip bölüşmeye çalışan iki asıl güçten biri Türkiye değil, Rusya. Esas kavgayı sürdürenler ve dolayısıyla askerlerin çekilmesi tartışması bakımından da esas muhataplar, Amerikan ve Rus emperyalizmi. Türkiye, kâh ABD’nin “vazife devredeceği” bir “ortak”, kâh Astana süreci dolayısıyla ona “karşı” Rusya’nın bir “ortağı.” Hangi açıdan bakıldığına göre farklılaşıyor.
Ama su götürmez ki, hele Afrin’in “fethi”nin ardından, tartışmanın öznesi değil ama nesnesi, Suriye’nin Kürt halkı. Tabii ki, söz konusu üç ülkeyle Suriye ve İran’ı da ilgilendiriyor; ancak yaşamsal olarak ilgilendirdiğiyse Kürtler. Diğer beş ülke, Amerikan kararından etkilenecekler, sadece işlerini kolaylaştırıp zorlaştıracak olan karar, -Türkiye “beka sorunu”na bağlamış olsa bile- onları ne ihya edecek ne de öldürecek. Suriye Kürtleri açısından ise, ne yazık ki böyle bir etkisi olabilecek. İhya ediciliği üzerine rivayetler muhtelif, oysa öldürücülüğüyle ilgili farklı rivayetler bulunmuyor!
“KADER” VE POLİTİKA…
Neden böyle?
Öncelikle belirtilmelidir ki, bir halk, kendi bağımsız çıkarlarına uygun politikalar izlense ve sübjektif koşullar tamamen problemsiz olsa bile, objektif koşulların olağanüstü elverişsiz olması durumunda savaşları olduğu kadar, bağımsızlığını da kaybedebilir. Günümüzde bütün halklar zaten sosyal bakımdan kölelik koşullarında yaşıyor, ancak tarih, bağımsızlıklarını kaybederek ulusal kölelik koşullarında yaşamaya zorlanan halklara da tanıklık etmiştir. Çeşitli nedenlerle -ulus değil ama kavim olarak artık var olmayan Frigler, Hititler, Sümerler, yakın tarihten Ubıhlar vb. halklar hatırlandığında- bu kalıcı da olabilir; bir değil, hem de birkaç kez bağımsızlığını kaybeden Polonya halkı örneğinde olduğu gibi, ulusal köleliğe mahkumiyetin geçici olabilmesi de mümkündür. Söylenen, iradenin her şeye yetmeyeceği, belirli güç eşitsizliği durumlarında güçlü irade ve kendi gücüne dayanma temeline oturan politikalara rağmen, başarısızlık ve hatta ulusal felaketlerle karşılaşılabileceğidir.
Lakin yine de Amerikalıların bir kararının bir halkı bunca can evinden etkilemesi açıklanmaya muhtaç görünmektedir. Hele bazı Kürt aydınlarının Amerikan askerlerinin çekilmemesini talep eden imza kampanyası açmış olmalarının açıklaması yoktur ya da bir açıklama olmayan açıklama, çaresizlik içinde iradenin Amerikan iradesine bağlanması olabilir.
Amerika’nın asker çekme kararının ardından bu kez Suriye ile görüşmelere ağırlık verilerek taviz olarak Münbiç-Arimah’ın Suriye birliklerine devredilip Münbiç’te bazı kamu binalarında Suriye bayraklarının dalgalanmaya başlaması da, anlaşılıyor ki, neden olabileceği zorlukların üstesinden gelinebilmesi, bir başka zorluk oluştursa da, karşı karşıya olunan zorluğu aşmaya yönelik bir taktiktir.
ABD ve Suriye ile görüşmeler yapılması ve bütün alanları kapsayan bir diplomasi uygulanmasında bir yanlışlık olduğu söylenemez. Ne diplomatik faaliyetlerde bulunulması ne de düşmanlar da içinde olmak üzere herkesle görüşmeler yapılması eleştirilebilir. Eleştiri, bu tür etkinliklere değil, ancak eğer içeriklerinde hata varsa, bu hatalı içeriklere yöneltilebilir.
Zaten hiç de kolay koşullarda bulunmayan Suriye Kürtlerinin ABD’nin son kararıyla daha da zor bir döneme girdikleri açık. Kimse karşı karşıya olunan zorlukları anlamadan, Çavuşoğlu’nun “ABD bizim kararlılığımızdan korktu, bu nedenle çekiliyor” içerikli açıklamasındaki gibi boş konuşmamalıdır. Zorluk ciddidir, hayatidir!
Ancak yüz yüze olunan zorlukların hayati oluşu, böyle zorlukların oluşmasının nedenlerinin araştırılmasını ve izlenen politikalarla bir ilişkisi varsa, değiştirilerek düzeltilmesini de engellememelidir.
Bu açıdan yaklaşıldığında, PYD-YPG’nin Esad’ın Rusya’yı müdahale etmek üzere Suriye’ye davet etmesi türünden bir hatalı politika izlemediği belirtilmelidir. Amerikan birlikleri, Suriye Kürtlerinin çağrısıyla Suriye ve Rojava’ya gelmiş ve çatışmalara katılıyor değildir. ABD ile görüşmeler yapılması ve Amerikan silah yardımlarının kabul edilmesi nedeniyle PYD-YPG’ye “Amerikan işbirlikçisi” suçlaması yöneltildiği herkesin malumu olduğu için, öncelikle bu açık gerçeğin saptanması önemlidir. PYD-YPG’nin bu yönden eleştirilmesi haksızlık olur.
ABD en başından itibaren, 2011’den bu yana Suriye’de kışkırtmalarda bulunan ve henüz çatışmalar başlamadan bu ülkeyi içeriden karıştırmak üzere müdahale eden bir güçtür. Suriye’de patlak veren iç savaşın asli faili odur!
2016 Mart’ında Kuzey Suriye Federasyonu olarak ilan edilen Kürt Kantonları ise, daha sonra ve sırasıyla, Cezire Kantonu 21 Ocak 2014, Kobani 27 Ocak 2014 ve sonradan TSK tarafından ele geçirilen Afrin Kantonu 29 Ocak 2014’te kurulmuştur.
Kuzey Suriye’de Kürt halkı bakımından önemli bir dönüm noktasını, Kobane’ye saldıran IŞİD’in püskürtülmesi oluşturur.
IŞİD saldırısı Eylül 2014’te başlamış ve iki ay içinde Şeriatçı çetenin Kobane kırsalındaki hemen tüm köyleri işgal etmesiyle yüz binlerce Kürt Türkiye’ye göç etmekten başka çare bulamamıştır. Sonrası önemlidir: Ölümüne direnen YPG kendi başına kaldığında IŞİD’in Kobane’yi tamamen ele geçireceği görüldüğünde, çağın temel çelişmelerinden ikisi hükmünü icra etmeye başlamıştır. Bunlardan birincisi emperyalizm ve gericiliğin kendi içindeki çelişme, ikincisiyse emperyalizm (ve gericilikle) ezilen halklar arasındaki çelişmedir. IŞİD’in ilerleyişi zaten kendilerini de tehdit ettiği için Suriye ve Irak’ta onunla çatışmakta olan ve YPG’nin olası bir yenilgisinin kendi durumlarını zorlaştırmanın ötesinde sıranın kendilerine gelmesi anlamını taşıyacağını anlamakta zorlanmayan ÖSO, Kobane’de IŞİD’e karşı “dostlar alış-verişte görsün” babından göstermelik bir yeni cephe açarken, Peşmergeler Erdoğan’ın açmak zorunda kaldığı “koridor”dan savaşmak üzere ağır silahlarla Türkiye üzerinden Kobane’ye girdiler. Onlar da daha çok savaşmaya değil lojistik sağlamaya gelmişlerdi ve getirdikleri silahları hemen sadece YPG’liler kullandılar. ABD, Fransa ve belirli Arap ülkeleri önce göstermelik olarak ve dünya kamuoyunun baskısıyla giderek IŞİD güçlerini hedefleyerek, havadan bombardıman başlattılar. Gerek ÖSO ve Peşmergelerin, gerekse havadan bombalayan emperyalistlerle gericilerin sağladıkları destek, Şeriatçı çete karşısında gösterilen cansiperane direnişin kendisinin halklar üzerinde yarattığı etkinin yol açtığı sempatinin doğrudan bir sonucuydu. Amerikalılar ve diğerleri, ya dünya halklarının gözünde aşağılanıp tam bir tecride gidecekler ya da zaten Suriye’deki varlıklarını dayandırdıkları Şeriatçı çeteye karşı belirli bir tutum alacaklardı; ikincisini yapmaktan kaçınamadılar.
2015 Ocak sonuna doğru Kobane merkezinden çekilmek zorunda kalan IŞİD, Mart ortalarında Kobane kırsalını da terk etmeye zorlandı.
Kobane savaşına emperyalistler ve gericilerin katılmaları ya da doğru söyleyişle katılmak zorunda kalmaları bakımından PYD-YPG’ye yöneltilebilecek bir eleştiri yoktur ve bu yönlü bir eleştiri, yine ancak Kürt halkına ve bu örgütlere açık bir haksızlık anlamına gelir.
Ortaçağ yöntemleriyle insanları diri diri yakıp kafa keserek her önüne gelene saldıran Şeriatçı IŞİD çetesinden duyduğu nefret ve bu çeteye karşı ölümüne direnen Kürt halkının direnişinin oluşturduğu hayranlıkla emperyalistleri baskı altına alarak IŞİD’e karşı savaşa katılmak zorunda bırakan dünya halklarının baskısının üzerinde etkili olduğu zemin de tartışmaya yer bırakmayacak kadar açıktır: Emperyalistler ve özellikle IŞİD’in şahsında gericilerin kendi aralarındaki çelişmeler. Suriye’de bulunuşlarının bahanesini sağlamanın yanında, bu çelişmeden kaynaklanarak ABD, Fransa ve diğerleri IŞİD gericiliğiyle çatışmak durumunda olmuşlar; PYD-YPG de bu çelişmeyi kullanmıştır. Kimse, emperyalistler ve gericiler arasındaki çelişmeden kendi çıkarları doğrultusunda yararlanan PYD ya da YPG’yi bu nedenle yargılayıp suçlayamaz.
Kobane’de halkların baskısının ürünü olarak gerçekleşen ve herhangi bir görüşme, çıkarılmış çağrı ve yapılmış bir anlaşmaya dayanmayan, bir emperyalist ittifak olan IŞİD Karşıtı Koalisyon ve özel olarak da Amerikan emperyalizmi ile kurulan kendiliğinden ve tamamen pratik türden ilişkinin, kurulduğundaki gibi kalmayıp zaman içinde gelişerek değişmeye başladığıysa bir diğer gerçektir.
Kobane sonrası öncelikle Türkiye’nin Suriye Kürtlerine yönelik pratik tutumu değişmiş; mecburiyetten de olsa Türkiye topraklarından yardım ulaştırılması için “koridor açma”dan önce Kürt Kantonlarının birleşmesinin engellenmesine, ardından ise bir Kanton’un (Afrin) ele geçirilmesini hedef alan askeri harekatlara gelinmiştir. Önceden az çok farklı olsa bile, Suriye’de Türkiye’nin birinci hedefi, Kobane’nin ardından artık Kürtlerdir, Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkının zora dayanarak engellenmesi ve açıkça belirtildiği gibi, PYD/YPG’nin imhasıdır. Rusya’nın tutumu da, Suriye Kürtlerinin özerkliğinin hemen hemen açıktan kabulünden çıkarlarını dikkate aldığı Türkiye’yle yakınlaşma yönünde farklılaşmıştır. Bu iki gelişme, Suriye Kürtleri ve PYD açısından giderek ABD ile yakınlaşmanın kaçınılmazlaşmasına yol açmış görünmektedir.
Başlangıcı oluşturan IŞİD’in Kobane saldırısı, kuşatma ve püskürtülmesi dönemindeki emperyalizm ve gericilikle (burada asıl olan, dünya halklarının nefretini kazanmış IŞİD gericiliğidir) halklar arasındaki çelişmenin etkisi altındaki emperyalistlerle gericilerin kendi aralarındaki çelişmeden yararlanmaya dayalı olan çağrısız-görüşmesiz ilişki, giderek konuşup görüşmeli, yürünecek yolların birlikte, hatta belirli yönleriyle ABD’nin istekleri doğrultusunda planlanan bir ilişki yönünde değişmeye başlamıştır.
Kobane döneminde ittifak yoktur, müttefiklik ilişkisi kurulmamıştır. Söz konusu olan, birbirinden bağımsız güçlerin koordine edilmemiş eylemleri ve özellikle ABD’nin silah yardımlarıdır. ABD-PYD/YPG ilişkisinin bu başlangıç döneminde, tamamen tek yanlı olarak ABD’nin Kobane’yi kuşatmış IŞİD hedeflerine yönelik hava bombardımanı işine gelen PYD/YPG, dünya halklarının baskısının ürünü olarak sertleşen emperyalistler ve gericiler arasındaki çelişmeleri doğru değerlendirerek bunlardan yararlanma yoluna gitmiştir. Ancak birlikte ve koordine edilmemiş olsa bile, tek bir hedefe yönelmiş olarak “ortak düşman”a karşı savaşmak, buradan oluşan “siper arkadaşlığı”ndan güç alan bir yakınlaşmaya götürmeye başlamıştır. Sonrasında, görüşmeler, konuşma ve görüş alış-verişleri ve tartışmalarla ilerlenmiştir. İlk “birlik”; ayrı ayrı savaşılan ortak düşmana karşı koordinasyon sağlanması biçimiyle ortaya çıkmış; ardından tamamen koordine edilmiş Rakka ve Deyr-üz Zor’un ele geçirilmesine yönelik askeri harekatın birlikte düzenlenmesi gelmiştir. YPG karadan, Amerikan güçleri havadan, ortak harekat gerçekleştirmişler ve Suriye’nin su ve enerji kaynaklarının önemli bir bölümü ortak egemenlik altına alınmıştır.
ABD ile PYD/YPG arasında Kobane sonrasında da tam bir müttefiklik ilişkisi bulunmuyor. ABD, daha TSK’nın Afrin’e yönelik harekatı öncesinde “biz Fırat’ın batısıyla ilgilenmiyoruz” açıklaması yapmıştı ve ilgilenmeyip Afrin için parmağını kıpırdatmadı. Hatta YPG’nin Afrin’e güç kaydırmasına, “IŞİD’e karşı harekatı zayıflatacağı” gerekçesiyle karşı çıkıp, “YPG’liler eğer Afrin’e yardıma giderlerse..” ilişkilerinin gözden geçirileceği tehdidinde de bulundu. Şimdi yine Fırat’ın batısında olan Münbiç TSK tarafından hedefe konunca “asker çekme”yi gündeme getirdi. İlişki içinde olunan büyük emperyalist güçler bakımından tamamen olağan olmakla birlikte, bunların az-çok istikrarlı bir müttefiklik ilişkisine sığmayacağı ortadadır.[9]
Ancak tüm bu “kullanıcı” içerikli yalnız başına bırakma tutumlarına rağmen, bütün kuzey doğu Suriye’nin PYD-YPG kontrolünde olduğu kabul edilse bile, aynı bölgedeki ABD askeri varlığı görmezden gelinemez. ABD, PYD-YPG egemenlik bölgesinde çok sayıda askeri üsse sahiptir ve belirli yerlerde YPG, ABD ile ortak askeri devriyeler düzenlemektedir.
Burada, ilişki belirli ölçüde değişmekle birlikte, hala emperyalistler ve gericiler arasındaki çelişmelerden yararlanıldığı, PYD-YPG’nin kendi iradesine sahip olduğu ve zorunlu olduğunda Amerikalılarla ilişkiyi sonlandırabileceği söylenebilir.
Özerklik ilan edilip devletleşilen bölgede üsler verilen bir emperyalist güçle koordineli ortak harekatlar düzenlenmesini içeren böylesine yakın bir ilişki de, PYD/YPG açısından özellikle Türkiye kaynaklı zorluklar[10], ABD açısından da bir başka dayanılacak güç olmadığı koşullarda zorunlu bir biraraya geliş olmanın yanında emperyalizm ve gericilik içindeki çelişmelerden bir yararlanma biçimi olarak nitelenebilir.
İlişkinin askeri bir ilişkiyle sınırlı olması da bunu doğrulayan bir olgudur. ABD ile ilişkiler hemen yalnızca askeri planda sürmektedir ve ekonomik planda ABD mali sermayesiyle bağlantılı bir sermaye ilişkisi ve bir burjuva tabakanın oluşmasına ve egemenliğinin kurulmasına yol açabilecek bir ilişki söz konusu değildir.
Ve yine hala, bu tür bir emperyalistlerle gericiler arasındaki çelişmeden yararlanma tutumu sürdüren PYD/YPG’nin hala kendi iradesine sahip olduğu da söylenmelidir. Ancak eklenmelidir ki, hala çelişmelerden yararlanma olarak tanımlanabilecek olan ilişkiyi bu içeriğiyle sürdürmek kadar, yine hala kendi iradesine sahip olabilen PYD/YPG’nin iradesini kullanarak gereğini yapabilme imkanı giderek zorlaşmaktadır.
Başta İŞİD olmak üzere Cihatçı terör çeteleri o bölgede toparlanmaya çalışmaktaydılar ve sorun oldukları tartışmasızdı, ancak Rakka’da az sayıda Kürt ya vardı ya da hiç yoktu. Deyr-üz Zor’da da öyle. Başlangıç aşamalarında Rakka’ya operasyon konusunda “hayır, YPG Kürt toprakları dışında savaşmaz” tutumu alan PYD/YPG’nin, çıkarları öyle gerektiren ABD’nin talebi üzerine bu operasyonu düzenlemekten kaçınmamış ya da kaçınamamış olduğu bilinmektedir ki, bu, iradenin gereğince kullanılabilmesinin koşullarının zorlaştığını göstermektedir. Çünkü, Rakka Operasyonu’na hayır diyen irade de, düzenleyen irade de, PYD/YPG’nin iradesidir. Ancak Rakka Operasyonu’na getirmek üzere, iradeyi koşullayan şartların değiştiği açıktır. Bir yandan PYD/YPG’nin ABD ile ilişkisi değişmektedir, bu önemlidir; ama daha da önemlisi, Türkiye’nin PYD/YPG’ye yönelik baskısı da giderek artmıştır. Hele Afrin sonrası bu baskı, ölüm-kalım meselesi haline gelmiştir.
Durum, en son Türkiye “Fırat’ın Doğusuna harekat” başlatacağını ilan ettiğinde Amerikalıların “benden hayır yok!” anlamındaki “asker çekme” açıklamasının ardından, emperyalistlerle gericiler arasındaki çelişmelerden benzer biçimde yararlanmayı gözeterek yakınlaşma aradığı Suriye ve arkasındaki Rusya’nın nabzını yoklayarak kontrolünde tuttuğu topraklarla mevzilerin en azından bazılarını Suriye Ordusu’na devretmeyi gündemine alan PYD/YPG açısından, yine böyledir.
Ruslar ve Suriyelilerle -Esad’ın denetleyeceği bir tür özerkliğin benimsenmesine götürebilecek bir yakın ilişkinin de, bizatihi böyle bir ilişkinin aranıp kurulması dolayısıyla ve geliştirilmesi sürecinin en başından başlayarak, iradenin yitirilmesi ve bu kez Rusya’ya bağımlı hale gelinerek Suriye’ye teslimiyet anlamına gelmeyeceği söylenmelidir. Ancak, böyle bir ilişki, gelişmesi süreci içinde bir dizi yeni koşul ortaya çıkıp birbirini dengeleyebilecek yeni güçlerin işe katılabilmesiyle yeni manevra olanaklarının doğmasına ve gelişmenin farklılaşmasına yol açılabilecek olsa bile, iradenin sahiplenilip kullanılabilmesi bakımından yeni ilavelerle, zorluklar ve zorlanmanın artışı anlamına da gelecektir. ABD ile olduğu gibi, Rusya gibi bir başka büyük emperyalist güçle de irade “yarıştırma” ve girilecek ilişkide onun stratejik yönelim ve planlarına uyumlanmadan bağımsız irade ve eylem imkanlarını koruyabilmenin hiç de kolay olmayacağı açıktır. Çinli uzman Yang Sheng’in Türkiye için üzerinde durduğu “tehlike”, bütün güçler için, üstelik onunla karşılaştırıldığında daha küçük bir güç durumundaki PYD/YPG açısından da geçerlidir. Türkiye açısından doğru olan “kapasite ve kabiliyetin ötesinde bir oyuna girme[nin], zarar görmeyle sonuçlanabilir” oluşunun, PYD/YPG açısından da doğru olmaması için bir neden yoktur. Aradaki fark önemsiz değildir, güçlerden ilki halkı üzerindeki baskı ve aldatmaya dayanarak egemenliğini sürdürebilmektedir ve bu ciddi bir zaaf ve güçsüzlük kaynağıdır, diğeriyse halkına dayanmaktadır ve bu temel bir güç kaynağıdır; ancak her şeye rağmen büyük güçleri birbirlerine karşı kullanıp yapılan manevralar tehlikelere açıktır.
“ABD’nin bölgeden ayrılması Kürtlere desteğin biteceği anlamına gelmiyor” yönlendirici öngörüsünde bulunmasıyla Suriye Kürtlerinin Rusya yönünde taraf değiştirmesinden yana olduğu anlaşılan Çinli uzman Yang, üstelik Kürtleri rahatlatmaya da çalışıyor:
“Kürt güçlerinin geleceği, biraz da Türkiye’nin kararına bağlı. Eğer Türkiye, Kürt kuvvetlerini çok fazla zorlarsa ve Suriye ile Rusya’nın çıkarlarını tehdit eder noktaya gelirse, o zaman Rusya, Suriye ve Kürt kuvvetlerinin ortaklaşacağı bir zemin oluşacaktır.”[11]
Bunun Kürtleri Rusya’ya yöneltici fazla iyimser bir değerlendirme olduğu ortada! Evet, Türkiye fazla zorlarsa, -olmaz ama- ABD’nin çekilmesi halinde zaten karşı karşıya kalacak iki güçten Rusya’nın Türkiye karşısına dikilmesine yol açarak, “Rusya, Suriye ve Kürt kuvvetlerinin ortaklaşacağı bir zemin” oluşabilir. Ama bu “ortaklaşma”nın ne tür bir ortaklaşma olacağıysa ayrı sorundur. Türkiye’nin karşısına dikilecek emperyalist Rusya, hele Yang’ın dediği gibi ABD aradan çekilmişse, kendisini bütün geri kalan güçlere dayatırken iradesini kırmak üzere kuşkusuz Kürtlerin de üstüne varacaktır.
*
Emperyalistlerle gericiler arasındaki çelişkilerden yararlanma sorununu tartışageldik, çünkü sorunun böyle bir yanı var. Ancak tabii ki soruna bu konuyla sınırlanarak yaklaşmak yetersiz ve zorluklar, bir ölçüde de buradan gelmektedir.
Irak Kürdistanı, petrol gelirlerinin bir süre belirli bir bölümünü bir süreyse tümünü kullanarak, yaklaşık 15 yıldır ciddi yatırımlar alan bir bölge. Emperyalistlerin yanı sıra başlıca Türkiye de imarında rol aldığı gibi bölgeyle küçümsenmeyecek ticari ilişkilere sahip ve dolayısıyla kapitalizm de belirli bir gelişme gösterdi. Türkiye Kürdistan’ında da Diyarbakır ve Antep gibi iller başta olmak üzere, kapitalizm küçümsenmeyecek ölçüde gelişti. En az gelişen İran ve Suriye Kürdistan’ının da kapitalizme açıldığı kuşkusuz. Bu, işçi sınıfının belirli ölçülerde gelişmesi ve yarı-proleter unsurların çoğalmasıyla -kapitalizm öncesi katmanlar da hesaba katıldığında-, Kürt halkının üstelik giderek modern kölelere dönüşmekte olan emekçilerden oluşması anlamına geliyor.
Bu, aynı zamanda, Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkı sorununun emekçi halkın kurtuluşundan koparılarak ele alınamayacak oluşunun giderek daha büyük bir zorunluluk haline geliyor olması demektir. Şundan ki, ulusal talan ve baskı emekçileri hedef alıp onların boyunduruk altına alınması demek olduğu gibi, ulusal zorbalık, artık eskisinden farklı olarak, kapitalizmin gelişmesini engelleyen feodalizmden kaynaklanmakla kalmamaktadır, ulusal sorun farklı ulusların burjuvazileri arasındaki pazar kavgası olmayı çoktan aşmıştır. Üstelik ulusal sorun, yalnızca dört ayrı ülkeye bölünmüş oluşu dolayısıyla değil, ama Kürt halkı ve mücadelesinin gelişmesinin aldığı boyutlar dolayısıyla ve en başta buradan görüldüğü gibi, tek tek ülkelerle sınırlı bir ulusal boyunduruktan kurtuluş sorunu olmaktan da çıkarak uluslararası bir sorun olarak şekillenmesinin yanında dünya gericiliğinin kalesi haline gelen emperyalist sömürü ve baskıdan kurtuluş sorununa dönüşmüştür.
Eskiden örneğin Yunanistan’ın Osmanlı İmparatorluğu’ndan, Polonya’nın Rusya’dan, Sırbistan’ın Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’ndan ayrılmalarıyla sınırlı sorunlar halinde genellikle çok-uluslu devletlerin ulusal boyunduruğundan kurtuluş sorunu olarak şekillenen ulusal sorun ya da ulusal kurtuluş sorunu, emperyalizm ve Rusya’da sosyalist devrimle emperyalist çarkın kırılmasının ardından bağımlı ülkelerle sömürge ve yarı-sömürgelerin mali sermaye egemenliği ve emperyalizmin talanı ve zorbalığından kurtuluşu sorunu haline gelmiştir.
Ulusal sorunun -ele alınışının farklılaşmasını da zorunlu kılan- bu farklılaşması, sadece, örneğin Amerikan emperyalizminin Kürtleri Saddam’ın saldırıları karşısında ya da Afrin’de yalnız bırakması veya bir başka emperyalist ülkenin yine başka bir ulusu “satması”yla sınırlı bir nedenle bağlı değildir. Bu, artık, tek tek ülkeler çerçevesiyle sınırlanmayı ticari bakımdan çok daha önceden ve sınai bakımdansa 19. yy’ın sonlarında aşmış ve 20. yy’a gelirken tekelcileşerek emperyalist burjuvaziye dönüşmüş olan burjuvazinin sömürgeci talanı ve ulusal zorbalığı olarak dayatılmış egemenliğinden kurtulmadan ulusal zulüm ve kölelikten tamamen kurtulma şansı kalmadığı için böyledir.
Bölgede Kürtlerin dört ülke burjuvazisinin ulusal baskısı altında olduğu ve kendi kaderini tayin hakkının bu ülkeler egemenlerince engellendiği tartışma götürmez. Ancak sorun bundan ibaret de değildir.
Türkiye, İran, Irak ve Suriye büyük burjuvazileri, bağımsız olsun ya da olmasınlar, çoktan dünya kapitalizmine bağlanmış kendi kapitalizmlerinin egemenleri ve uluslararası burjuvazinin parçaları olarak, kendi halkları kadar, Kürt halkını da kapitalist sömürü ilişkilerinin kıskacına almışlar ve sınıfsal baskının yanında ulusal bir baskı da uygulamaktadırlar. Öte yandan kapitalist sömürü kadar ulusal baskı da yalnızca bu dört ülke burjuvazisinden kaynaklanmakla kalmamaktadır. Emperyalist petrol ve doğalgaz tekellerinin bölgede ne işi olduğu sorusuna verilecek yanıt bile, bölgenin başka halklarına olduğu kadar Kürt halkına yönelik sömürü, talan ve baskının, temel bir kaynağının emperyalizm olduğunu ortaya koymaya yetecektir.
Enerji kaynakları dahil Kürtlerin yaşadıkları bölgelerdeki yerüstü ve yeraltı kaynaklarının Kürt halkının zenginliklerinden olduğu tartışma götürmez. Bunun, bu kaynakların emperyalist enerji şirketlerinin talanının konusu edilemeyeceği anlamına geldiği de ortadadır. Ve şüphe yok ki, PYD/YPG, örneğin emperyalist enerji tekelleriyle Türkiye ya da Irak burjuvazisi yerine emperyalistlerin Kürtlerin içinden devşireceği burjuvalarının işbirliği yapması uğruna savaşmamakta, ama ulusal talan ve zorbalıktan kurtuluşu amaç edinmektedir. Buradan net bir sonuç çıkar: Emperyalizme karşı hayırhah tutum ulusal kurtuluş mücadelesinin başarısını sınırlar. Tam bir ulusal kurtuluş emperyalizmle mücadele içinde elde edilebilir.
Aslında emperyalizm yaşadığımız dünyanın temel bir gerçeğidir; artık sosyal olduğu kadar ulusal gericiliğin de başlıca kaynağı ve kalesi, çeşitli uluslar içinden edindiği kapitalist ve kapitalizm öncesi işbirlikçilerini de kendi hizmetine koşan emperyalizmdir ve çağımız emperyalizm (ve toplumsal devrimler) çağıdır. Emperyalizm, herhangi türden bir saldırganlık olarak, yalnızca ilhak ve ulusların boyunduruk altına alınması eğilimi olmakla kalmamakta, ama tekelci aşamasındaki kapitalist sömürü, yağma ve el koyma/boyunduruk vurma olarak, bütün diğer gericilik biçimlerini kendisine bağlamaktadır, bağlamıştır. Emperyalizmin ekonomik dayanağı olarak mali sermaye ve tekellerin egemenliği, sadece uluslararası işçi sınıfı üzerinde bir egemenlik değil, ama, ezilen bağımlı, sömürge halklar üzerinde de bir egemenliktir.
Dört başlıca bölge gericiliğinin Kürt halkını ulusal boyunduruk altına almış olmaları ve buna karşı mücadelenin ihtiyaçlarının görmezden gelinecek yanı yoktur. Üstelik bu boyunduruk, bu ülkelerin gericiliklerine kendi işçi ve emekçileri üzerinde kurmuş oldukları egemenliği pekiştirme olanağı vermektedir. Öte yandan, İran da içinde olmak üzere, emperyalist yağma ve baskı, bölgenin diğer halklarının yanı sıra bu ülkelerde yaşayan Kürtlerin de katmerli bir talan ve zora maruz kalmasına neden olmakta ve bu halkların birleşik mücadele olanağının zeminini oluşturmaktadır. İşbirlikçi bölge gericilikleri ve arkalarındaki emperyalistler, birlikte, hem kendi hem de bölge halklarını sosyal ve ulusal köleliğe mahkum edenlerdir ve halkların kurtuluş mücadelesi tümünü hedef almak durumundadır. Bu mücadele şüphesiz belirli devletleri zemin edinerek yürütülebilir ve başarısı, bölge gericilikleri karşısında uyanıklığın diri tutulmasıyla o ülkenin gericiliğine karşı mücadelenin emperyalizme karşı mücadeleyle birleştirilmesini zorunlu kılar.
Ulusal kurtuluş mücadeleleri, emperyalizmi de hedef almalıdır. Emperyalist talan ve baskının kırılması karşısında ilgisiz kalarak yalnızca bölge gericiliklerini hedef alan bir ulusal kurtuluş mücadelesinin çetin zorluklarla yüz yüze kalması kaçınılmazlaşacak ve başarısı büyük ölçüde şansa kalacaktır ki, PYD/YPG’nin asıl zorluğu buradadır, buradan gelmektedir.
PYD/YPG’nin zorluklarıyla yönelimini de açıklayacak olan bölge halklarının birleşik mücadelesinin somut durumu ve koşullarıyla bitirmek gerekirse, temel sorunun burada olduğu tartışma götürmez. Halkların mücadelesi bakımından öne çıkan, ancak belli başlı bölge gericilikleri ve emperyalistlerin kuşkusuz halkları hedef alan kendi aralarındaki kapışmalarının ortasında gelişen Kürt ulusal mücadelesinin aşmakta zorlandığı büyük zorluklarla yüzleşmesinin en başta gelen nedeni, diğer ülke halklarının ulusal ve sosyal kurtuluş mücadelelerinin gelişmemiş olması ve geriliği dolayısıyla işçi sınıfı ve halkların desteğini alamayıp halkların birleşik mücadelesinin yaratacağı devasa olanaklardan yararlanamayarak yalnız kalması olduğu açıktır. Her şeyden önce bu nedenle, Kürt ulusal hareketinin, hele sosyal-şovenizme kayan ya da onu doğrudan platform edinen egemen ulus solcularınca, genellikle tek başına göğüslemek durumunda kaldığı zorluklar anlaşılmadan kolaylıkla yöneltilen ve “işbirlikçilik”e kadar varan suçlamaların hedefi kılınmasının onaylanacak yanı yoktur.
[1] Uygulamada beceriksiz bir görüntü veren Bolton’un davranış ve açıklamalarıyla bunun ne kadar elde edilebildiği tartışılır. Sonuçta Bolton da, sahip olduğu yetkilerine karşın, tıpkı Trump gibi Amerikan yönetiminden bir bireydir ve üstelik yetki ve etki bakımından ondan daha alttadır. Trump’ın Amerikan politika ve yaklaşımlarını tek başına mutlak olarak belirlediği nasıl iddia edilemezse, Bolton’un belirlediği hiç edilemez! Sonuçta farklı bireysel iradelerin birbirinin etkisini giderdiği bir ortalama irade oluşmaktadır ki, bu Amerikan iradesidir.
[2] Mesnetsiz boş bir öğünmeyle “Biz Fırat’ın doğusuna harekat yapacağımızı söyledikten sonra ABD çekileceğini açıkladı.” derken ABD’nin Türkiye’den korkarak bu kararı aldığını söylemeye çalışan, ama aynı demecinde “Diğer taraftan ABD’nin güvenlik birimleri başkan Trump’ı bu karardan caydırmaya çalışıyorlar” diyerek kendi kendisini yalanlayan Çavuşoğlu, yukarıdan konuşarak övünmeyi sürdürüyor: “Fırat Kalkanı’nda ve Zeytin Dalı’nda Türkiye’nin kararlılığı görüldü. Fırat’ın doğusu için de bu kararlılık var, zamanlamasına da biz karar veririz, kimseden izin almayız. ABD çekiliyorum derken sayın Cumhurbaşkanımız bir bekleme sürecine geçelim dedi, ama bu iş uzatılırsa, gerçek olmayan söylemlerle bu işi savsaklamaya çalışırlarsa biz de bu kararı uygulamaya koyarız.” (Ortadoğu, 11.01.29019) Çavuşoğlu’nun konuşması yukarıdan ama içi boş; çünkü hala bekleniyor, propagandif olmayan ve alçak sesle yapılan açıklamayla ise beklemenin süreceği belirtildi.
[3] Trump’ın bu sözleriyle sonuç olarak çizdiği genel çerçevedir; ancak koymuş olduğu “son nokta”, kuşkusuz bu çerçeveyi “geliştirici” açıklamaların sonu olmamıştır. Örneğin Trump’ın son açıklamasının da ardından Türkiye’ye uğramadığı bir Ortadoğu gezisine çıkan Pompeo’nun yaptığı bir geliştirici açıklama ilginçtir ve genel çerçeveyi bile yenileyici içeriktedir: “Attığımız adımlarda tutarsızlık yok. Geri çekildiğimiz yerlerde kaos ortaya çıkıyor. Bu yüzden Başkan Trump Suriye’de yeniden askeri etkinlik kurmayı düşünüyor ama umarım buna gerek kalmaz.” (Karar, 11.1.2019) Haber gazetelerde yayımlandığı gün ajanslarsa ABD askerlerinin çekilmesinin başladığı haberini vermeye başladı. Sopa ve havuç!..
[4] bkz. 15 Ocak tarihli Yeni Şafak ve Star gazeteleri.
[5] Sputnik, 20.12.2018
[6] Sputnik, 31.12.2018, abç
[7] yenisafak.com, 7.1.12019
[8] diken.com.tr, 4.11.2018
[9] Emperyalistler arasındaki çelişmelerden yararlanma, müttefiklik ilişkisi kurularak gerçekleşmez değildir. Örnek vermek gerekirse, II. Büyük Savaş’ta sosyalist SSCB, faşist bloğa karşı Amerikan-İngiliz-Fransız bloğuyla müttefikti ve ittifakı belirleyen emperyalistler arasındaki çelişmelerden yararlanmaydı. Ancak ittifakı bu yararlanma taktiğinin belirleyebilmesi, eğer Kobane dönemindeki gibi dünya halklarının büyük baskısıyla belirlenen istisnai bir durum yoksa, müttefiklerin cüsseleri arasında bir uçurum olmayışıyla mümkün olabilir. İki “müttefik” arasında, fazlasıyla önemli bir güç farkı bulunuyorsa, niyetten çok şarta bağlı olan iradenin bağımsızlığının korunabilmesi olağanüstü zorlaşır.
[10] Zorlukların yalnızca Türkiye kaynaklı olmadığı, ama Suriye kadar İran’ın da Kürtler karşısında benzer pozisyonda durdukları bilinmektedir. Üstelik Rusya da ezilen uluslar ve burada Kürtler söz konusu olduğunda kolaylıkla tutum değiştirebildiğini özerkliği savunmaktan vazgeçebileceğini göstererek ortaya koymuştur.
[11] Sputnik, 31.12.2018