Kadir Yalçın

Fransa’da “Sarı Yelekliler”in sokaklara çıkıp hak aramaları ve üstelik bu “sarı yelekli hak arayışı”nın başka ülkelere yayılma belirtileri göstermesi Türkiye’de de “sokak” tartışmasına neden oldu. Sokak dendiğinde, beş yıl önce “Bütün Yollar Roma’ya Çıkar” hesabı, bütün sokaklarının başlıca kesişme noktası olduğu kadar İstanbul’un da merkezi olan Taksim’in Meydan ve ara sokaklarını dolduran halkın bir ay kadar “elinde” kaldığı Gezi “Olayları”nın gelmemesi olanaksızdı. Öyle oldu. “Sokak” ve “Gezi”, “Sarı Yelekliler”in ardından birlikte gündeme geldi.

Bu kez gündeme getirenler, ellerinde Gezi’nin flama ve pankartları, dillerinde Gezi’nin sloganlarıyla, adları “Çapulcu”ya çıkan, büyük çoğunluğu genç olan hak talep edenler ya da düpedüz emekçi halk değildi ama. O “darbeci” denenler, arkalarında “faiz lobisi”nin olduğu ileri sürülenler yani, onlar değillerdi yeniden “sokak” ve Gezi tartışması açanlar.

Tam tersine. Sokak ve meydanları dolduran Gezicilerin hedef alıp kendilerinden hak talep ettikleri muktedirler, bu kez “sokaklar” ve “Gezi”yi gündeme getirmekteydiler.

*

Önce Macron’u ve Fransa’yı sıkıştırarak kendilerini ve kullandıkları şiddeti haklı çıkarmaya çalıştılar. En azından Fransa’yı işaret ederek, Avrupalıları, kendilerine “insan haklarını çiğneme” içerikli eleştiri yapamaz kılmak istediler. Ajitasyon en tepeden başlatıldı. Fransız polisinin sert tutumu üzerinde duruldu. Dışişleri açıklama yapıp Fransa’nın “orantısız şiddet” kullanmakta olduğunu ileri   sürerek eleştirisini dile getirdi.

Sorun, tabii ki Fransa ve “Sarı Yelekliler”le polisin onlara yönelik şiddetinin yüzdesi değildi. Tümü bahane olarak kullanılarak, Gezi’ye yönelik şiddeti eleştirmiş ve genel olarak demokratik olmayan, en sıradan hak arayışını olanaksızlaştırmaya ve hak taleplerini zorla ezmeye girişmiş Erdoğan-AKP yönetimini eleştirmekte olan Avrupalılar karşısında kendini temize çıkarma operasyonuydu, yapılan.

Avrupalılar da, şüphesiz, hem kriz hem de örgütsüz olsa bile yarı-yarıya kutuplaştırılmış haliyle yarısı yönetimden nefret eden Türkiye halkını yönetmekte zorlandığından içeride ve dışarıda zor ve savaşa başvurmaktan başka çaresi kalmaması dolayısıyla zayıf yönetimiyle Türkiye’yi yakalamışken iliğini sökmeye çalışmaktaydılar. Yüksek faizli kredi açma, Siemens ve enerji yatırımıyla Almanya’nın demiryollarını yenilemesi örneklerinde olduğu gibi şirketleriyle yağlı yatırım ve bakım/geliştirme ihaleleri kapma ve işlerine bakma… Bu açıdan, eleştirilerini dil ucuyla ve AKP yönetimini sıkıştırıp bütün isteklerini kabule zorlamak için yöneltmekte; ama asıl olarak “fırsat bu fırsattır” deyip özellikle ekonomik, ticari ve mali ilişkilerini geliştirmekteydiler. Türkiye’nin Suriye ve PYD/YPG dolayısıyla ABD ile de arasında mesafe olduğunu bildiklerinden fırsatı değerlendirip özellikle ekonomik bakımdan Türkiye’yi kendilerine bağlama peşindeydiler. Üstelik Türkiye üzerinden siyaseten Ortadoğu’ya bile sarkabilirlerdi. En çok Almanya böyle davranmaktaydı ki, AB’nin, dolayısıyla Avrupa’nın başlıca gücü oydu.

Üstelik sadece Fransa olsa neyse. Almanya da içinde olmak üzere, Avrupa’nın çoğu ülkesinde ırkçılık ve faşizm, çoğu zaman sağ popülizm adıyla yükselişteydi. Özetle Erdoğan-AKP yönetimi tek adam rejimine gidişi ve aşırı gericiliğiyle zaten fazla tepki çekmemekteydi.

Erdoğan-AKP rejimi, hem bu nedenle hem de “Sarı Yelekliler” -Macron’un özürlerine ve geri adım atmasına rağmen- laftan anlamaz halleriyle iyice kötü örnek olmaya başladıklarında “frene bastı.” Macron’a ve Fransa’ya yönelik sıkıştırıcı eleştiriler bıçak gibi kesildi.

Egemenler, en başta Erdoğan, “sarı yelekliler” şahsında Gezicileri görmüş, gözlerinin önünde o eski sahneler canlanmıştı. Şüphesiz ki tedirginlik içine girmiş, “orantısız şiddet” eleştirisinden Macron’un “fazla yumuşak davrandığı” ve gereksiz geri çekilip alttan aldığı eleştirisine geçmişlerdi: “Macron çok yumuşak davrandığı için ‘sarı yelekliler’ azıyor”du!

*

Ancak asıl tartışma ülke içinde yürüdü. Gezi zaten akla gelen her hakaretle suçlanmaktaydı. Şimdi bir de “Sarı Yelekliler” dolayısıyla gündem olup veryansın edilmeye başlandı.

*

Sokak” ve sokak denince hemen akla gelen son yılların en büyük sokak eylemi olan Gezi ve Geziciler üç yönden gündeme getirildi, getiriliyor.

*

Birincisi, CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu’nun “ben sokağa çıkmayana işçi demem” “özdeyişi” ve yaptığı sokağa çıkma çağrısıdır.

Lafımız önce Kılıçdaroğlu’na. Kendisi, “ana muhalefet” partisinin genel başkanıdır. Sokak ve sokağa çıkmaktan hem de bizzat söz açtığına göre, “Adalet Yürüyüşü”nde yaptığı gibi, gereken ön hazırlığı yapıp somut bir çağrıyla sokağa ilk adımı atmak herhalde en başta kendisine düşer. Ama öyle yapmadığı gibi, herhangi bir somut sokağa çıkma çağrısı da yapmamış, olanca soyutluğuyla genel olarak sokağa çıkmanın sözünü etmiş; üstelik işçilerin nerede, ne zaman, neyi nasıl yapacağını pek bilirmiş ve haddiymiş gibi işçi ile “sokak” arasında işçiyi tanımlayacak bir ilişki kurmaya girişmiştir.

İşçi, sayın Kılıçdaroğlu, bir; sınıf bilinçli ve örgütlüyse, bilerek ve örgütlülüğünün gücüyle sokağa çıkar. “Sınıf bilinci” ile CHP ve dünya görüşü arasındaki zıtlığı ihmal edip bir yana bırakarak soralım, aydınlatıp örgütlediniz de mi, hem de genelliği ve soyutluğuyla sokağa çağırınca işçinin sokağa çıkmaması durumunda ona işçi demeyeceksiniz? Ya da iki, işçi “bıçak kemiğe dayandığında”, yani çalışma ve yaşam koşulları tahammül edilmez hal aldığında kendiliğinden sokağa çıkar. Bu durumda sizin ona işçi deyip dememeniz önemini kaybeder; çünkü işçi zaten, kendiliğinden de olsa mücadele içine girdiğinde kendi gücünü görmeye ve kendi başına bir işçi ya da çalışan değil ama işçi sınıfının bir parçası olduğunu anlamaya başlar ya da sınıf olmaya ilk adımını atar. Böyle olunca zaten kendi yolunda yürümeye başlayacaktır.

Özetle sayın Kılıçdaroğlu iki durumda da size ihtiyacı olmayacaktır işçinin, yoktur. Ancak başında olduğunuz partinin gelişmesini ve iktidar olmasını istiyorsanız ki, herhalde istiyorsunuzdur, tepeden/yukarıdan işçilere sokağa çıkma buyrultusu yöneltmek değil, onları partinizin siyasal çizgisine yedekleyerek harekete geçirmeye, bunun önemli bir yolu olarak sokağa çıkarmaya sizin çalışmanız gerekir. Bu amaçla çalışmanız gerekecektir. Yoksa “çık” demek ve çıkmayınca “sokağa çıkmayana işçi demem” demek düşmüyordur herhalde üstünüze!

Asıl lafınsa iktidar sahipleriyle ilgili olarak edilmesi gerektiği ortada.

Kılıçdaroğlu “işçi ile sokak” sözcüklerini yan yana getirip aralarında bağ kurunca, “Sarı Yelekliler” gerginliği içinde, ancak kesinlikle sadece bu gerginlikle açıklanamayacak sertlik ve dozajda öncelikle Erdoğan “topa girdi.

Ticaret Bakanlığı’nın sarı yelek satışlarında artış olup olmadığını bile inceleyip, artış olmadığını görünce derin bir “ohh” çekip durumu “yukarı”ya rapor ettiği gazetelere yansıdı. “Sarı Yelek” gerginliği var olmasına vardı. Ancak her vesileyle içeride ve dışarıda halkı sahte saflara bölerek bir bölümünü kendi arasında toplayacak bir kutuplaştırmayı da besleyen genel bir gerginlik, rejimin iki ihtiyacını birden karşılamayı amaçlamaktadır. Gerileyip güç kaybetmiş olan sosyalizm ve genel olarak “sol”un güçsüzlüğünden güç almayı hesaplayarak “solculuk”la özdeşleştirilen CHP’yi hedef alan “sol”, laiklik, modern yaşam tarzı karşıtlığıyla milliyetçilik ve dincilik her şey, rejim tarafından iki amaçla kullanılmaktadır. “Sarı Yelek”, “sokak” ve Gezi konusunun gündeme alınıp işlenmesi kadar “Fırat’ın Doğusu” vurgusuyla Suriye’de üçüncü harekatın da “değişim değeri” zarar yazacak olsa bile “kullanım değeri” burada beliriyor: 1) Kısa vadede kriz ortasında iyice güçleşmiş olan yerel seçimleri kazanmak ve 2) Yerel seçimlerin kazanılması da içinde olmak üzere, bir gerilemeye imkan tanımayıp tek adam rejiminin inşasını tamamlamak ve hiç “çatlak ses” çıkmayacak biçimde bütün iktidarı tekelde toplayarak ülkeyi “dikensiz bir gül bahçesi”ne dönüştürmek.

Mahkemelerin akademisyenlere kesmekte olduğu cezalar bu nedenle rutine bindirilmiştir. Bu nedenle, birkaçı dışında medya yandaşlaştırılmış; kalanlara, Sözcü örneğinde olduğu gibi düzmece “FETÖ’cü” davaları açılmakta, Evrensel’e ise para cezası üstüne para cezası kesilmektedir. En son Fox Tv’den Fatih Portakal, Erdoğan tarafından üç ayrı yerde üst üste hedef gösterilmiştir; nedeni konumuz olan “sokak” tartışmasıdır. Basın özgürlüğü, üzerine Mevlid okunacak hale geldi gelecektir.

Aynı Mevlidlik duruma getirilmeye çalışılan bir diğer demokratik hak, toplantı ve gösteri yürüyüşleri düzenleme hakkıdır. Ve “sokak” tartışması doğrudan bu hakkın çiğnenmesine ilişkindir. Erdoğan, en başta kutuplaştırma taktiği nedeniyle Kılıçdaroğlu’nu hedefe koyarak, onun şahsında, gündeme getirdiği “sokağa çıkma” hakkını, hak taleplerini sokakta gösteri ve yürüyüş düzenleyerek dile getirme ve hak tanımamayı protesto hakkını olanaksızlaştırma çabasındadır.

Sokağa çıkma, toplantı ve miting yapma ve gösteri düzenleme hakkı, vali ve kaymakamlarla emniyetin iznine bağlanmış haliyle zaten pratik olarak yasaklanmış haldedir. Bir arkadaşları daha iş cinayetine kurban gittiğinde tahammül sınırlarını aşarak, olağanüstü kötü çalışma ve şantiyedeki tahtakurularıyla içli-dışlı yaşam koşullarını gündeme getirip bir arada hak talep eden İstanbul Havaalanı adı takılan 3. Havaalanı inşaat işçilerine nasıl saldırıldığı anımsanacaktır. Oysa sadece şantiyede işi durdurarak bir araya gelip hak talep etmişlerdi. “Olay”, işçilerin toplantı yapma ve protesto etme haklarının olup olmadığı konusunda fikir vericidir ve işçilerle hak talep etme, grev ve gösteri yapma hakkı söz konusu olduğunda tek örnek değildir. İşçilerin şurada burada her gün görülen ve kriz koşullarında sıklaşan grev ve hak arama içerikli gösteri ve eylemlerinin neredeyse istisnasız tümü saldırı konusu olmakta, ya yasaklanmakta ya da dağıtılmaya çalışılmaktadır. KESK’in Diyarbakır’dan başlayarak birkaç kentte düzenleyeceği krizin yüklerini protesto mitinglerine zar-zor izin verilmiştir. Sadece işçilerle kamu emekçilerinin toplantı ve gösteri hakları değil burjuva muhalefet partilerinin toplantı ve mitingleri bile yasaklanmaya çalışılmaktadır. Bu, doğrudan vali ya da kaymakamların çeşitli vesilelerle “uygun bulmamaları” nedeniyle olabildiği gibi, otel türü toplantı mekanı sahiplerinin “son anda” “işlerinin çıkması” ya da başka bir bahaneyle düzenlemiş oldukları sözleşmeyi iptal etmeleriyle de olabilmektedir. Nedeni önemsizdir, ama toplantı yapılamaz olup iptal edilmektedir.

En son Erdoğan’ın hakaretlerle polemik konusu yaparak Kılıçdaroğlu’na yönelttiği saldırıyla ise, toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkının, vali ve benzeri mülki amirlerin izin verip-vermeme resmiyeti ve polis “önlemleri”nin ötesinde yaşama hakkına yönelik tehdit ve “millet gereğini yapar” denerek örgütlü “sivil” karşı saldırıyla ezme -iması bile değil- ilanıyla açıktan inkar edilmesine gelinmiştir. Tarihe başvurulacak olursa, demokratik hakların açık zor yoluyla çiğnenmesinin adı bellidir. Açık teröre dayalı diktatörlük yolunda atılmış küçümsenemeyecek bir adım olarak, bu, öyleydi böyleydi denip geçiştirilemez ve katiyen hafife alınamaz!

*

İkinci yönüyle “sokak”, tabii ki kentleri enine, boyuna ve karmaşık olarak örneğin çaprazlamasına kesen yaya yürüyüş ve trafik yolları olarak değil, toplantı ve gösteri yürüyüşü hakkının kullanılma mekanları olarak sokak ve onunla ilişkisi kapsamında Gezi, “sokağa çıkma” olasılığının kriz dolayısıyla artmakta olduğu düşünülmesi nedeniyle gündeme getirilmiştir.

Sokak” ve “sokağa çıkma”, Gezi örneğinde olduğu gibi, genel olarak iktidarlara, özel olarak Erdoğan-AKP yönetimine muhalefet ile dolaysız olarak bir paralelliğe sahiptir; hatta birbirlerini koşulladıkları, daha ileri gidilerek, uygun bir kesitte anlamdaş oldukları bile söylenebilir.

İktidarlar da sokakları kullanır ve kitleleri yedekleme ihtiyaçlarını karşılamak üzere meydan ve sokakları doldururlar. Erdoğan ve AKP ve “sağ popülizm” olarak nitelenen kitleleri yedekleyen hareketler örnektirler. Ancak bu, muhalefetle “sokak” ve “sokağa çıkma” arasında bir paralellik olduğu gerçeğini değiştirmez. Hele “sokak” ve “sokağa çıkma”, kapitalizmin temel örgüt birimini ifade eden “fabrika” ile kavramsal olarak bir araya gelişi ve bu “birlik”in işçilerin iş bırakarak sokağa dökülmeleriyle pratik hal alması, kapitalist düzende muhalefetin en ileri ve temel biçimidir.

Toplumsal olaylar karşısında insanlar tepkisiz değillerdir. Tersine toplumsallık doğrudan insan etkinliğinden başka bir şey değildir. İnsanlar tamamen bireysel tepkiler göstermez değillerdir. Burjuvazi ve liberalizm bireyi ve bireyciliği yüceltir, bireysel edim ve tepkileri temel alır. Oysa toplumsal bir varlık olan insanlar, toplum olarak yaşadıkları gibi, kapitalizm de, emeğin ve üretimin toplumsallaşmasının mülkiyetin de toplumsallaşmasını davet edip zorunlu kılacak kadar geliştiği bir toplumsal örgütlenmedir. Ancak toplumsal gerçek odur ki, toplum halinde yaşayıp etkin olan insanlar, artı-ürünün ortaya çıkmasından başlayarak, sınıflara bölünmüşlerdir. Günümüzün ya da daha genelleştirildiğinde çağımızın gerçeğiyse, küçük ve giderek küçülen bir azınlık olan burjuvazinin, özellikle tekelci burjuvazinin, emeğin ve üretimin ileri ölçüde toplumsallaştığı koşullarda, sadece üretim araçlarının mülkiyetine sahip olduğu için üretimin sonuçlarını, tamamen toplumsal ürün olan ürünleri de mülk edindiğidir. İşçiler üretmekte ama işçiler tarafından üretilen ürünlere burjuvazi, özellikle tekelci burjuvazi el koymaktadır. Bu, apaçık bir sömürü ilişkisidir. Buradan siyasal egemenlik ilişkileri türemekte; ekonomik olarak egemen olan siyasal olarak da egemen olmaktadır. Siyasal egemenliğin aracı, bir şiddet aletinden başka bir şey olmayan devlettir. Devletiyse “yürütme komiteleri” olan hükümetler yönetmekte, mali sermaye ve tekellerin egemenliğini belirli hükümetler temsil edip yürütmektedir.

Ancak bütün bir dünyanın -ürünlerin özel kapitalist biçimde mülk edinilmesinde görünen- emek-gücüne karşılığı ödenmeden el konulması, yani işçilere dayatılmış olan sömürü ilişkileri üzerinde kurulduğu kapitalizm, hele azgın bir tekel sömürüsünün geçerli olduğu tekelci kapitalizmde, işçilerin bu sömürüye gönüllü olarak katlandıkları ve her durumda boyun eğdikleri görülmemiştir. Azgın sömürü tepkilere neden olur. Hele bu tepkiler, tahammül etmenin giderek olanaksızlaştığı, çünkü işten atmalar gündeme gelerek işsizliğin giderek yükseldiği, zorunlu tüketim maddeleri ve diğerleri zamlanırken ücretlerin yerinde saydığı ve üstelik yeni dayatmalarla çalışma ve yaşam koşullarının giderek daha da kötüleştiği kriz koşullarında kaçınılmazlaşır. Az çok olağan günlerde dişini sıkan işçi ve emekçiler, toplumsal supapların işlevsizleştikleri kriz günlerinde, tahammül sınırlarını aşma eğilimi gösterirler, çünkü sıkacak dişleri kalmamıştır. Türkiye’nin şimdi bu koşullara sürüklenmekte olduğu tartışmasız.

Eklenmelidir ki, işçi ve emekçileri, Türkiye halkını sokağa çıkmaya davetiye çıkarmakta olan yalnızca kapitalist kriz ve ekonomik koşulların giderek kötüleşmesi değildir, ama aynı zamanda siyasal atmosferi zehirleyerek nefes alınmasını zorlaştırmakta olan faşist içerikli siyasal baskı ve yasaklardır. Tek adam rejimi, içeride ve dışarıda zor ve savaşın dayatıldığı ve bu dayatmanın giderek sertleşmekte olduğu koşullarda ve her türden muhalefet ezilmeye çalışılarak inşa edilmektedir. Hak arayış ve talepleriyle seküler yaşam tarzına katiyen yer tanımayan baskıların da tepkilere neden olduğu ortada ve “Gezi” tartışmalarının gündem edinilmesinin bir nedeni de Gezi’nin yaşam tarzına yönelik baskı dolayısıyla patlak vermiş olmasıdır.

Başta Erdoğan olmak üzere hükümet ve bütün bir yönetici zevat Türkiye’de hala kriz olduğunu açıkça kabullenmedi. Erdoğan örneğin, son günlerde mitingler şeklinde düzenlenen açılış vb. törenlerinde anlatmayı sürdürdüğü “büyüme” edebiyatını henüz terk etmedi. Akıbetinden hiç söz edilmese bile, “Birinci 100 Günlük Program” başarıyla tamamlanmış gibi, açıklanan “İkinci 100 Günlük Program”da yapılacaklar sayılıp döküldü. Oysa, bizzat Cumhurbaşkanlığı Kararnamesiyle bütün yeni yatırımların durdurulduğu biliniyor. Bunu en başta Erdoğan ve hükümetinin kendisi biliyor. Kitlelere yönelik olarak yüksek sesle ne derlerse desinler, krizin de derinleşmekte olduğu ve daha tahripkâr hale geldiğinin, üstelik durumun giderek daha da kötüleşeceğinin en başta yine onlar farkında.

Bu nedenle “yok” diyegeldikleri kapitalist kriz karşısında önlemler almaya çabalıyorlar.

Bir yandan umutsuzca krizin tahribatını azaltmak için uğraşıyor; ancak “yukarıdan” egemenler penceresinden, tekellerin cenahından bakıp soruna öyle yaklaştıkları için, önlemleri de içerik bakımından bu yönde oluyor. Alım güçleri yükselsin de stoklarda birikip satılmaz olan ürünler satılsın diye örneğin işçi ücretleriyle memur maaşlarına zam yapmıyor, ama elektriğe, doğalgaza vb. zam yapıyorlar. Ya da sanki dar gelirliler alabilirmiş gibi, devlet bankalarının özel faiz indirimi ve yükün bir bölümünü doğrudan hazineden karşılamasıyla, tekelci müteahhitler ve otomotiv tekelleri destekleyerek stokta biriken konutlarla otomobillerin satışlarını kolaylamaya çalışıyorlar. Ama son açıklanan Kasım rakamlarına göre, aldıkları önlemler işe yaramıyor. Devlet bankalarının yarı yarıya faiz kıran olanca cömertliğine ve hazine desteğine rağmen, örneğin konut satışları Kasım’da da %27 düşmüştür. Bu, durumu daha da vahim hale getirmektedir.

Öte yandan ise, bütün sınıf bilinci ve örgüt eksikliklerine karşın işçi ve emekçilerin kendiliğinden nitelikli olmakla birlikte -en başta olanaksızlığı nedeniyle- krizin yüklerini yüklenmeyi kabullenmeme talepleriyle mücadelelerinin gündeme gelmeye başlaması, ülkeyi yönetenleri, emekçi halkı hedefleyerek, değişik önlemler almaya yöneltiyor. Korkulan “sokak”tır, “sokağa çıkılması”dır. Hele krizin derinden etkilemekte olduğu işçi sınıfının fabrikaları boşaltarak sokağa dökülmesinin uykuları kaçırmakta olduğu tartışmasızdır.

Kriz koşullarında bir de yerel seçimlere gidiliyor olması, bu korkuyu tırmandırıcı bir diğer etkendir. Üst üste seçim kazanmakla övünen bir yönetim, herhangi bir seçimi kaybetmesinin sonunun başlangıcı olacağının farkındadır. Bunun için seçim sandıkları, yöntemleri ve sayımlarına dair önlemlerini almıştır, alacaktır. “Herkes yoluna” denip “Cumhur İttifakı”nın yerel seçimlerde gerçekleşmeyeceği açıklandıktan sonra “pabucun pahalı” olduğu görülüp tutum değiştirilmiş ve yeniden ittifaka dönülmüştür -hem de “koca” AKP’nin Adana, Mersin ve Manisa gibi üç büyük ilde adı jest takılmış seçime girmemek zorunda kalması rağmına! Bu ikisi de, başkasından değil, halktan ve işçi sınıfının damgalayacağı bir halk muhalefetinin patlak verme ihtimalinden duyulan ölümcül korkunun işaretidir.

“Sarı Yelekliler”in eylemlerinin tetiklediği “sokak” tartışmasının “yukarıdan”, devletin doruklarından açılmasının ve seçilmiş hedeflere yönelik tehditler eşliğinde, başkasına değil, emekçi halka gözdağı verilerek korku salınmaya çalışılmasının asıl açıklaması buradadır.

Tehdit edilenlerden biri, değinildi, CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu’dur ve CHP hedefe konarak, Erdoğan-AKP yönetiminin işini kolaylaştıracak sahte bir saflaşma yaratılıp halkın bölünerek yedeklenmesine çalışılmaktadır.

Tehdit edilenlerden ikincisi, Fox TV akşam haberleri sunucusu Fatih Portakal’dır.

Portakal, bir programında, Türkiye’de politik koşulların tamamen demokratik bir hak olan toplantı ve gösteri yürüyüşü hakkı kullanılması bakımından pek de uygun olmadığı, aslında toplantı ve gösteri özgürlüğünün var olduğunun söylenemeyeceği anlamına geldiği açık olmak üzere, şunları söylemişti:

Sayın İbrahim Kalın‘ın, ‘insanlar barışçıl gösteri yapmalılar’ diye sözleri vardı… Haydi bakalım, barışçıl bir eylem için protesto edelim. Zamları protesto edelim. Doğalgaz zamlarını. Haydi bakalım, yapalım. Yapabilecek miyiz? Kaç kişi çıkacak sokağa, korkudan, endişeden? ‘Dayak yerim’ vesaire. ‘Hakkımı arayacağım; ama ne yaparım? Başım derde girer mi, girmez mi?’ Kaç kişi çıkar Allah aşkına, söyler misiniz? İşte bu şekilde bireysel ve toplumsal muhalefeti baskı altına almaya, yıldırmaya çalışıyorlar. En doğal (Anayasal) hak ama maalesef uygulanamıyor…

Bu sözler, “sokağa çıkma” çağrısı anlamına gelmediği/gelemeyeceği tamamen ortada olmasına rağmen, Erdoğan tarafından tehdit vesilesi olarak kullanıldı:

Çıkmışlar sokağa davet ediyorlar, bu ne terbiyesizliktir ya… Bir tanesi televizyon ekranlarından, kendini bilmez, haddini bilmez, edep yoksunu bir tanesi çıkmış, portakal mıdır, mandalina mıdır, halkı sokağa davet ediyor. Ahlâksıza bak! Bu ne terbiyesizliktir? Zaten bunlara yargı gereken cevabı verecektir. Ben buna inanıyorum. Sen ne yapıyorsun? Burası Paris mi? Gezi olaylarında herkes dersini aldı. Bu ülkede bundan sonra bu tür olaylara girişenler bunun bedelini ağır öderler! Haddini bil haddini, bilmezsen haddini bu millet patlatır enseni!

Portakal bir gazetecidir, haber verip yorumlar katarak, gazetecilik yapıyor. Üstelik gerçekleştirmediği bir fiil konu edilerek kendisine yönelik bu söylenenler, basın özgürlüğünün ayak altı edildiğini gösterir, bir. Ve iki, hak etmediği, çünkü gerçekleştirmediği bir fiil dolayısıyla söylenmiş olsa da, Portakal’ın bu yanıtı alan sözlerinde olduğu gibi, toplantı ve gösteri yürüyüşü hakkının –“en doğal (Anayasal) hak olmasına rağmen”– uygulanmadığını belirtir.

Asıl soru ise, toplantı ve gösteri yürüyüşü hakkının kimin şahsında uygulanmadığıdır? Fatih Portakal’ın şahsında mı? Ama o bir gazetecidir ve tabii ki toplantı ve gösteri yürüyüşü hakkı onu ve onun da gazeteci arkadaşlarıyla birlikte hak aramak üzere yapacağı ya da katılacağı toplantı ve gösterileri kapsasa bile, genellenirse, Portakal toplanıp yürüyenlerden değil, yazan-çizen ve haber verenlerdendir. Onun şahsında ifadesini bulan ve bulacak olan asıl olarak basın özgürlüğüdür, ama başlıca toplantı ve gösteri düzenleme özgürlüğü değildir. Portakal’dan, bir gazeteci olarak, ne sokağa çıkma çağrısı yapması ne de haberci olarak izleyicilik dışında toplantı ve gösterilere katılması beklenir. Dolayısıyla Erdoğan, “kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla” misali, Portakal üzerinden asıl ulaştırmak istediklerine bir mesaj göndermiş ve Portakal’ı mesajını asıl adresine ulaştırmanın aracısı olarak kullanmıştır.

Toplantı ve gösteri yürüyüşü hakkı ya da özgürlüğü, asıl ve en başta, toplu olarak hak arama zorunda ve durumunda olanlar şahsında ifadesini bulur. Bu hak ya da özgürlüğün, hele krizin derinleşmekte ve başta emeğiyle geçinenler olmak üzere halkın çalışma ve yaşam koşullarının kötüleşmekte ve yönetenlere karşı -hatta AKP’yi desteklemiş ve desteklemekte olanlar içinde bile- tepkilerin artmakta olduğu günümüz koşullarında hak arayışı içinde olanları özellikle ilgilendirdiği tartışma götürmez. Öyleyse tehdidin ve verilmekte olan gözdağının hedefi, Portakal değil, işçi ve emekçilerdir.

Erdoğan’ın tehdidi ve verdiği gözdağının hedefi Kılıçdaroğlu da değildir. CHP Genel Başkanı da Erdoğan’ın işine öyle geldiği için hedef alınır gibi yapılmış, asıl işçi ve emekçi halka yöneltilmiş olan tehdit ve gözdağı, onun üzerinden verilmiştir. Yoksa Erdoğan da, bir hükümet etme yarışı içinde olsa bile, kendisine Kılıçdaroğlu’ndan fazla bir zarar gelmeyeceğini, hatta belirli koşullarda Kılıçdaroğlu’nun yerini almasının, kendisi için en hayırlısı olabileceği bilmektedir. Hele onun kapitalist düzenle hiçbir sorunu olmadığını, en fazla birkaç küçük “iyileştirme” ile yetineceğinden emindir.

Tartışmasızdır; Erdoğan, başında olduğu rejim ve mali sermaye egemenliğinin devamı bakımından tehlike oluşturacak türden, kapitalist düzenin dayanaklarına, tekeller ve azgın sömürü koşullarına yönelik “sokak” eylemleriyle “sokağa çıkma çağrıları”nı, “Sarı Yelekliler”in başka ülkelerde olduğu gibi Türkiye’de de neden olabileceği hareketlenmeleri ve bu yönde eylem ve hareketlenme içine girme potansiyeline sahip halk sınıf ve tabakalarını hedef almıştır.

*

Halkın hedef alınması sorununun bir de “tersinden” bakıldığında görünecek yanı vardır ki, altı çizilmezse, eksik kalacak, tek yanlılığa düşülmüş olacaktır.

Gerginlik taktiğiyle kutuplaştırma ve halkın yönlendirildiği sahte saflarda yer almaya zorlanarak bölünmesinden söz edilmişti. Bir bölümü, CHP karşıya alınarak, gönüllü olarak ya da “kaz gelecek yerden tavuk esirgemeyerek” onun yedeğine bırakılırken, geri kalanı Erdoğan-AKP yönetimi tarafından kendi yedeği haline getirilmekteydi. Tehdit ve gözdağı bütün halka yönelik olmakla birlikte, asıl olarak tehdit edilip gözdağı verilen “karşı”da bırakılarak gözden çıkarılan bölümdür ki, öncelikle onun “davulcuya da zurnacıya da varabileceği” öngörülmektedir. Gerginlik tırmandırılıp kutuplaştırma geliştirilerek, geçici olarak bugün için AKP yedeğindeki bölüm “millet”e eşitlenmekte ve Portakal vesile edilerek “haddini  bilmezsen bu millet patlatır enseni” denerek, sokağa çıkılması halinde, çıkacak olanlara saldırmaya ve “ensesini patlatma”ya hazırlanmaktadır. Dolayısıyla tehdit ve gözdağının amacı ikilidir ve iç içe geçmiş durumdadır: Sokağa çıkacak olan halka yönelik tehdit ve gözdağı ve aynı zamanda halkın AKP etkisi altındaki bölümünün sokağa çıkacak halka saldırılmasını haklı görecek kıvama getirilmek üzere hazırlıktan geçirilmesi (ideolojik ve politik olarak hazırlanması) ve aralarından saldırılara fiilen katılacak militanlar devşirilmesi.

Halkı, krizin özellikle zedelemekte olduğu ve tekellerle karşı karşıya gelmeye zorlayarak tutum almaya davetiye çıkardığı nesnel talepleriyle çıkarlarına aykırı sahte saflarda yer almaya ikna etmek için tek adam rejiminin baştan beri kullanageldiği başlıca iki araç var: İdeolojik olarak eksen alınıp toplumun yeniden yapılandırılmakta olduğu dincilik, siyasal İslamcılık. Ve içi boş olsa bile, olur olmaz “her taşın altında” keşfedilen, olmazsa yaratılan “yabancı düşman” “yerli-milli” edebiyatıyla içeride ve dışarıda dizginlerinden boşandırılarak yükseltilen şoven milliyetçilik.

Halkın önyargılarıyla kolaylıkla örtüşebilen ve “baba” niteliği yüklenmiş devlet ve yüceltilmiş ordu ile Türklük ya da “millet” arasında kurulan birliğin (“ordu-millet”) tarihsel şekillenişten güç alarak gelenekleşmiş olmasına dayanan milliyetçilik… sınanmıştır, işe yaramaktadır. Ancak ters tepme olasılığı, Türkiye’nin askeri harekatlar düzenlemekte olduğu Ortadoğu ve özellikle Suriye’de ABD ve Rusya türünden büyük güçlerle aşık atmaya kalkışılarak ürünleri toplanmaya çalışılan milliyetçiliğin giderek dibe çekiciliği artmakta olan “bataklık”ın neden olması kaçınılmaz görünen çıkmazlara bağlıdır.

Ve kökleri geçmişin derinliklerinde, inançlarda olan ve sermayenin egemenliği olduğunun anlaşılamayışından kaynaklanan, karşısında aciz kalınan dünyevi kör egemenliğin işsizlik, yoksulluk, zulüm gibi sonuçlarını semavi egemenliğe sığınarak aşma yönelimi olarak dinselliğin istismarı olarak dincilik. Şüphesiz dincilik ya da siyasal İslam, yalnızca manevi alanla sınırlanmışlığı içinde ve ideolojik propaganda yoluyla din ve inançların istismarı olmakla kalmıyor. Sömürülen yoksul yığınların, tamamen dünyevi olan sermayenin egemenliğiyle katlanılmaz sonuçlarının, kendi gücüne güvenerek ve mücadele yoluyla değil, ama semavi egemenliğe sığınmanın yanında, “davamız” propagandasıyla ondan geldiğine bağlanıp adı “zekat” takılarak her ay düzenli olarak ödenen “maaşlar”a, “makarna-kömür yardımları”na vb. dayanarak aşılacağına, hiç değilse hafifletilebileceğine inandırılmasını da kapsıyor. Özetle, dincilik, sadece manevi araçlar kullanmakla yetinmiyor, ama tamamen maddi araçlar da kullanıyor ve bu ikna ediciliğinin gücünü artırıyor. Ancak bir sıkıntıdan söz edilebilir ki, bu, örneğin kriz koşullarının “maaş” ve “sosyal yardımlar”ın sürdürülmesinde problemlere yol açabileceği/açtığı koşullarda semavi egemenliği temsil etme iddiasında olan ve öyle görünen dinciliğin yoksullar üzerindeki etki gücünün kırılmasıdır. Ve bu etki, halkın taleplerinin karşılanamadığı durumlarla olağan zamanlarda “davamız için” açıklamasıyla tepkilerin büyümesinin önü kesilebilen yolsuzluk, faizcilik türünden “kitapta yeri olmayan” durumlarda kırılma eğilimindedir.

Ancak şimdilik hem şoven milliyetçilik hem de dincilik iş görür haldedir ve “Sarı Yelekliler” ve “sokak” tartışması üzerinden yürünüp, tırmandırılmakta olan bu ikisi üzerinden gerginlik kışkırtılarak, özellikle krizin kendi haklı talepleriyle sokağa yönelteceği işçi ve emekçiler tehdit edilirken, AKP destekçileri sokağa çıkacaklara saldırıyı haklı bulup desteklemeye hazırlanmakta ve bu tür saldırılar için ortam oluşturulmaktadır.

*

Üçüncü yönüyle “Sarı Yelekliler”, “sokak” ve “sokağa çıkma”, “korkunun ecele faydası” olmasa bile, Fransa’da meydan ve sokakları kararlılıkla dolduran ve Macron’u geri çekilip taviz vermeye zorlayan “Sarı Yelekliler”in tamamen haklı olan talepleri dolayısıyla gündemdedir ve tahdit ve gözdağlarıyla tartışma konusudur.

Fransa henüz Türkiye durumunda değildir, ama ekonomisinin tökezlemekte oluşuyla az çok andırmaktadır. 2018’in birinci ve ikinci çeyreğinde Fransız sanayii de negatif büyümüş, özetle sanayi üretimi artmamış, tersine azalmıştır. Düşüş % –1.8 ile Eylül’de de sürmüş, Türkiye ekonomisinden farkını göstererek üçüncü çeyrekte ise büyüyebilmiştir. %0.7 oranındaki bu büyüme, güldürecek değil ama öldürmeyecek kadardır.

Ancak Fransa’da da, işten çıkarmalar, düşük ücretler ve her akla gelen ürüne yapılan zamlarla “fatura” işçiler ve emeğiyle geçinen diğer kesimlere çıkarılmaya çalışılmaktadır. Macron, “Çevre Vergisi” adıyla yeni bir vergi koymuş, bununla yılbaşından itibaren yürürlüğe girmek üzere akaryakıtı zamlandırmıştır.

Genişçe üzerinde durmak gerekmiyor, Fransa’da sokak gösterilerini herkes izledi. Sokağın talepleri de biliniyor. En başta akaryakıt zammının geri alınması ve asgari ücret başta olmak üzere ücretlerin artırılması gelmekteydi. Macron akaryakıt zammını önce ertelediğini açıkladı, ancak ertesi gün tamamen iptal etti. TV konuşmasında asgari ücrete ise 100 Euro zam yapılacağını bildirdi. Fransa’daki hareketin çeşitli yönleriyle açıklanması da konumuz değil ve zaten dergimizde başka bir makalede konu ele alınıyor. Burada üzerinde durmak istediğimiz “Sarı Yelekliler” olarak sokağa dökülen Fransalı işçi ve emekçilerin talepleriyle, bugün henüz harekete geçmemiş, büyük çoğunluğuysa ekonomide olup-bitenden genelde şikayetçi olsa bile şimdilik taleplerini ve dolayısıyla kendilerini sahiplenmemiş Türkiyeli işçi ve emekçilerin taleplerinin çakışmakta oluşudur. Taleplerin sahiplenilip harekete geçilmesi, kısaca sorunun subjektif yönü başkadır ve bu açıdan Fransa ve Türkiye işçi ve emekçileri bugün için farklı konumlarda bulunmaktadır. Ancak taleplerin nesnel olarak ortak olduğu da ortadadır. Ücretler artırılsın… Zamlar geri alınsın… Başka talepler yok değildir. Onlar da birbirinin benzeridirler. Uzatmayalım. Ve ekonominin kriz içinde olduğu koşullarda taleplerin bu benzerliği, Fransa’da ayağa kalkıp sokağa dökülmeye yönelttiği işçi ve emekçileri, Türkiye’de de sokağa sevk edebilecek olması dolayısıyla egemenler açısından önem taşımış ve gündemlerine girmiştir.

Taleplerin bu ortaklığı, “Sarı Yelekliler” ve eylemlerinin yüreklerin taa içinde yansımasını bulması, işçi ve emekçiler tarafından sevinç ve destekle egemenler tarafındansa öfke ve korkuyla karşılanması gündeme getirilip tartışılmasının temel nedenlerinden biridir. İşçi ve emekçiler “Sarı Yelekliler”in eylemlerinde talepleriyle kendilerini bulurken, burjuva gericilik ve yönetici zevatsa düşmanını görmektedir.

İki ülke gericiliğinin tutumu, Türk gericiliğinin eylemlerin başlangıcındaki kendini temize çıkarmayı amaçlayan eleştirelliği, Macron’unsa kısa sürede geri çekilmesi bir yana konursa fazlasıyla benzerdir. Suçlamış ve saldırmışlardır. Polis, iki ülkede de, aynı polistir. Fransa’da “Le Pen’in faşist ‘FN’inin işi”, “eylemciler şiddete baş vurdu”, “aşırı sağcılar” dendi… Türkiye’de Gezicilere “çapulcular”, “darbeciler” denmiş, Gezi “faiz lobisinin işi” ve “darbe” sayılmıştı.

Taleplerinin haklılığından hareketle değerlendirmeyip harekete geçenlerin sahip oldukları ideolojik ve politik yaklaşımlarına bakarak tutum alıp açıklayan halktan yana olanların, özellikle “sol” tandanslıların durumuysa ibretliktir.

Fransa’dan gelen haberler ve eylemcilerle yapılan söyleşilerden “Sarı Yelekliler” arasında sağcılar ve hatta Le Pen’in partisine oy verenler olduğunu gören Türkiyeli “solcular”, hareketi sahiplenmede sakınımlı davranmadan edememiştir. Aynı şey, Fransa’nın “solcuları” için de geçerlidir. Başta CGT ve -komünistliği adında kalmış- FKP olmak üzere bu ülkenin “solcuları” da uzun süre harekete uzak durmuş ve desteklememişlerdir. Türkiye’de hiç olmazsa Gezi, “barışçıl çözüm süreci” nedeniyle özel bir pozisyonda duran, ancak bu durumda bile tamamen haksız “darbecilik” suçlamasında bulunması anlaşılır gibi olmayan HDP bir yana, solcuların tümü, eylemin “solcu” görüntüsü nedeniyle, desteklenmişti.

Solcular”ın harekete katılanların görüşlerinden hareket eden bu yaklaşım ve tutumu, kendiliğinden hareket hakkında hiçbir şey bilmemek anlamındadır. Çünkü kitlesel hareketler, katılımcılarının görüşleriyle değil sınıf nitelikleri ve talepleriyle tanımlanabilir. 2015 ve 16’nın “Metal Fırtına”sı öğreticidir. Belki çok küçük bir kesimi dışında, başında yürüyenleri de içinde olmak üzere eyleme geçen metal işçilerin çok büyük kesimi sağcıydı ve uzun yıllar AKP ve MHP’yi desteklemiş, hatta bazıları örgütlenmesinde görev almışlardı. Ancak bu durum, “Metal Fırtına”yı var etmelerini engellememişti. Böyledir; sömürülen kitleler ve kitlesel örgütleri olan örneğin sendikalarında çeşitli görüşlerden işçi ve emekçiler bulunur, ama onlar bu görüşlerine rağmen, görüşleri doğrultusunda değil, tamamen nesnel olan ve sınıf karşıtlığında ifadesini bulan taleplerini sahiplenerek harekete geçerler. Sınıf partileri, tam da hareketlenmelerinin öncesi ve sonrasında işçi ve emekçilerin sınıf bilinciyle donanarak dönüşmeleri ve kendi iktidarlarına yürümeleri ihtiyacını karşılamak için vardırlar.

Sonunda Fransa ve Türkiyeli “solcular”, “Sarı Yeleklileri” doğru değerlendirme noktasına gelmişler, ama özellikle Fransa’nın solcuları, hareketi katılıp dönüştürme fırsatını kendi elleriyle itip bir olanağı heba etmişlerdir.