Nuray Sancar

Fransa’da kasım ayının ortalarında “taşra”da başlayan giderek başkent meydanlarına kadar taşarak aralık ayının ortalarında en büyük kitleselliğe ulaşan eylemler Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un bir televizyon konuşması yaparak asgari ücrete zam yaptığını, sözlerinin “bazılarını incittiğini” kabul ettiğini duyurmasından sonra da durulmadı. Araç kullanan herkesin, bulundurmakla yükümlü olduğu sarı yelekleriyle sokağa çıkarak Fransa devletini sarsan emekçiler eylem çağrıları yapmaya, yeni programlar ilan etmeye devam ediyorlardı.

Fransa Hükümetinin başından bu yana püskürtmek, bölerek dağıtmak, tehdit etmek, “orantısız” güç kullanmak”, katılımcılar hakkında şaibeler yaymak gibi yöntemlerle yönetmeye çalıştığı süreç boyunca eylemciler geri adım atmadıkları gibi; uygulanan her şiddet, eylemin kapsadığı kitleleri, aldığı desteği genişletti ve sarı yelek Belçika, Hollanda, Sırbistan ve Bulgaristan’da talep eksenli mücadeleler sırasında da emekçilerin üzerinde göründü. Sarı yeleğin Fransa’ya komşu ülkelerde de popüler bir simge haline gelerek sempati konusu olması, kararlı ve ısrarlı bir mücadele sonucunda bazı hakların kazanılabileceğine dair etkili bir izlenim yaratmış olmasından kaynaklanıyordu. Diğer ülke burjuvazilerini tedirgin etmekte de haklıydı.

1789’dan sonraki ayaklanma ve devrimlerin başlama vuruşunun hep Fransa’dan geldiği düşünülürse, buradaki emekçilerin kontrol edilemez isyanları tetikleme potansiyeli hakkında hafızalarında altı çizili kayıtlar bulunan Avrupa burjuvazisi, bu son hareketin de kendi ülkelerine yayılabilme ihtimalinden korktu. Fransız emekçilerinin özgün talepleri, ulusal söylemleri, kendi kültürel birikimlerinden esinlenmiş sloganları bir yana bırakıldığında, daha önce herhangi bir protesto gösterisine katılmamış, geç reaksiyon gösteren kesimleri bile harekete geçiren dalganın, Fransa’daki koşulların benzerini bizzat kendi elleriyle yaratan devletlerin endişesi evhamdan ibaret sayılmazdı.

Sadece 19. yüzyıl devrimleri değil, 1968 eylemleri ve en son 2011’de Arap ülkelerinde ortaya çıkan halk hareketleri böyle bir yayılma özelliği göstermişler, Akdeniz’in güneyinde Ekmek Onur Özgürlük sloganıyla ayaklanan halkların mücadelelerine ilgi coğrafyanın dışındaki emekçileri de etkilemişti. Arap isyanları eski sömürge, şimdiki bağımlı ülkelerin ancak diktatoryal yöntemlerle, emekçilere uygulanan şiddet ve baskı ile ayakta kalacağı düşünülen rejimlerini sarsarken bu bölgenin petrolünü, kaynaklarını, stratejik coğrafyasını kontrol eden emperyalistler için zeminin pek de sağlam olmadığını gösteriyordu. Tunus’tan Mısır’a, Libya’dan Suriye’ye, Yemen’den Bahreyn’e kadar halklar her yerde, yaşadıkları ülkeler üzerinde kurulu ama zaten kırılganlaşmış emperyalist paylaşım dengesini sarsmışlar; diktatörlerin devrilmesini, insanları açlık sınırının altında yaşamaya zorlayan bölüşüm sürecinin değişmesini talep etmişler, Ortadoğu’daki gerici rejimleri ve onları kollayan emperyalizmi teşhir etmişlerdi. Arap ayaklanmaları neoliberal yıkım politikalarının sonuçlarına karşı, ulusal sınırlarda kalmayan, ilk şiddetli ve yaygın eylem olması bakımından ayırt edicidir. Ne var ki, kendiliğinden başlayan, herhangi bir örgütsel yönetim ve koordinasyondan yoksun, bir düzen eleştirisinden çok semptomların ortadan kaldırılmasına odaklanmış bu hareketlerin günlerce işgal altında tuttuğu kent meydanları şiddet kullanılarak dağıtılmış. Libya’nın NATO tarafından bombalanmasında olduğu gibi, halk ayaklanmaları, yerel devletlerin sorunu olmaktan çıkarak emperyalist güçlerin, bozulan dengeyi sert bir müdahaleyle yeniden kurmak amacıyla el attıkları küresel bir “mevzu” haline gelmişti. Tunus hariç, meydan Mısır’dan Suriye ve Yemen’e kadar bölge üzerinde vekaleten ya da aslen hegemonya mücadelesi yürüten yerel gericiliklerle emperyalist ittifaklarına kaldı. Çünkü sonuçta emperyalistlerle yerel işbirlikçileri ayaklanmaların kendileri için oluşturduğu tehlikeyi, halkın önemli bir kazanımı olmaksızın atlatmayı başarmış ve diktatörlüklerin ayakta kalabilmesini sağlamışlardı. Suriye ve Yemen’de o zamandan beri süren savaş, zaten kırılgan bir zeminde ortaya çıkan halk hareketlerini bertaraf ettikten sonra bölgenin şiddetli bir hegemonya mücadelesinin sürdüğü bir coğrafyaya dönüştürülerek gelişmelerin doğrultusunun değiştirilmesinin sonucudur.

Halk eylemleriyle doğan “istikrarsızlık” ortamı bir fırsat yaratmıştı ve o zamandan bu yana işleyen, kararlı bir denge kurulamadı. Bugün bu istikrarsızlık hala sonuçlanmamış savaşlara yol açarak ve derinleşerek; bölge sınırlarının hegemonik güç yoğunlaşmasına bağlı çizilmesi, nüfus dizaynı, bölgesel tasarruf alanlarının oluşturulması çabasıyla ama kurulduğu anda bozulan dengelerin bedelini halkların ödediği bir süreç olarak devam ediyor.

Ortadoğu’yla kıyaslandığında Avrupa’da; geçmiş sınıf mücadelelerinin birikimine sahip, sendikal bürokrasilerin ve geleneksel komünist partilerin ihanetine rağmen örgütlü mücadele geleneği olan, 1990’lardan bu yana neoliberalizmin saldırı paketlerine karşı meşru bir mevzi savunma hattını tutarak direnen ve böyle yapmakla kendi burjuvalarını bir hayli uğraştıran ve bu mücadelelerden yer yer kısmi kazanımlar da elde eden işçi sınıfı ve emekçilerin durumu birçok bakımdan farklıdır. Her şeyden önce geçmiş mücadeleler sayesinde elde edilmiş kazanımların yasal ve kurumsal çerçevesi daha geniştir ve bu kazanımlar giderek tasfiye ediliyor olsa da harekete belirli bir disiplin kazandıran örgütsel deneyim vardır. Öte yandan burjuva demokrasilerinde, kurumların çabuk gayrı meşrulaşmasını önleyen sübap mekanizmaları, çoklu seçeneklere açıkmış gibi görünen parlamenter sistem, geçmiş ve şimdiki sözleşme ve pazarlıklar sayesinde az çok işleyen hukuki süreçler sayesinde işçi ve emekçi sınıfların hareket alanı daha geniştir.

Fransa emekçileri dönemin Başbakanı’nın adıyla anılan “Juppe Planı”nı püskürtmek için aylarca mücadele etmişler ve12 Aralık 1995’te kent meydanlarını işgal ederek yanıt verdikleri planın çekilmesini sağlamışlardı. Plan; sosyal politikaların tasfiyesini, emeklilik yaşının yükseltilmesini ve esnek çalışma dayatmasını içermekteydi. Fransız emekçilerinin kazanımı sadece kendi ülkelerinde değil diğer ülkelerde de hazır paketlerin de geri çekilmesine, hem Fransa devletinin hem de diğerlerinin bu tarihten sonra daha dolaylı ve dolambaçlı yollar izlemek zorunda kalmasına sebep olarak etkili oldu. Fransız emekçilerinin geri aldırdığı Juppe Planı’nın içeriği ancak tedrici olarak, zamana yayılmış bir biçimde, üstelik her seferinde yeni direnişlerle karşılaşarak uygulanabildi. Yakın geçmişte, devrim korkusu yüzünden emekçilerin sosyal refahlarını gözetmek, buna uygun bütçeler hazırlamak zorunda kalmış olmasını, şartlar uygun olduğu anda telafi etmekte aceleci Fransa burjuvazisi ve devletine bu eylemler bir hayli zaman kaybettirmiş, evdeki hesabın çarşıya uymayacağını bir kez daha göstermişti.

Avrupa, başta Fransa olmak üzere, 90’lı yıllardan bu yana bir dizi işçi ve emekçi mücadelesine sahne oldu. Bunların yanı sıra İngiltere ve yine Fransa’da banliyölere sıkıştırılmış siyahların adalet talebiyle başlattığı ayaklanmalar öğrenci eylemleri, çevre mücadeleleri, G-20 zirvelerinin protestoları, 2016 yılındaki yine Fransa’daki Gece Ayakta eylemleri de olmuş; emekçilerin yaşam statülerini aşağı çeken politikalar, baskılar, ayrımcı siyaset ve karar alma mekanizmaları sorgulanmış ve nüfusun çeşitli kesimleri kendilerini ilgilendiren talepler için sokağa çıkmaktan imtina etmemiştir.

Bu eylemlerin arasında, Avrupa’daki yürürlükteki siyasi sistemin dönüşümünde kritik sonuçlara yol açması bakımından Yunanistan halkının, 2008 krizi sırasında krizin yükünü üstlenmeyeceklerini deklare ederek, AB borçlarının silinmesi ve hatta Euro Zone’dan çıkılması talebiyle sürdürdüğü eylemler öne çıkar. Yunanistan’da çok geniş bir kesimi birleştiren bu eylemler sırasında Papandreu Hükümeti devrildi. Ne var ki ortaya çıkan iktidar boşluğunu doldurmak üzere ülke siyasetine doğrudan müdahale eden Avrupa Birliği Yunanistan’ın başına bir teknokrat hükümet atayarak, borç yapılandırması sorununu bu kukla iktidarla görüşmeye devam etti. Yunanistan halkının bu sürece tepkisi troyka hükümetine karşı Syriza hareketinde birleşmek ve bu hareketin partisini iktidara taşımak oldu. Ancak Syriza iktidarı kendisine oy veren halka ihanet edecek ve borç ödeme yükünü halkın sırtına yüklemeyi kabul ederek AB emperyalistlerinin önünde eğilecekti.

Yunanistan’daki sürecin sonucunu kritik bir eşik haline getiren, Avrupa Birliği’nin, üyeleri ve aday üyeleri için bir kıstas sayılan, halklar ile devletler arasında zımni bir sözleşme niteliği yüklenmiş, öte yandan sadece kendi içinde değil dünyanın başka coğrafyalarındaki hegemonya mücadelesini kendi lehine yönlendirme, sınırlama veya derinleştirebilme olanaklarının sağlama çıtası, birliğin standartlarının yazılı belgesi olan Kopenhag Kriterlerinin iflasıdır. Bu kriterler, şimdiye kadarki en geniş sınırlarına ancak emekçilerin mücadelesiyle erişmiş ve her sözleşme sonrasında hukuki çerçevesinin esneyebilme ihtimali bulunan burjuva demokrasisinin dayandığı kurumların; seçimli parlamenter yapıların, Meclis içindeki müzakerelerin, yasama kurumunun işleyiş koşullarını belirleyen normların, ama bunun yanı sıra devlet ile emekçiler arasında pazarlık ilişkisini düzenleyen mekanizmaların işleyişine dair bir manzumedir. Yunanistan’a teknokratik bir hükümetin atanması 1990’lardan itibaren başlayan, burjuva demokrasisinin giderek güdükleşmesine evrilen sürecin yeni bir aşamaya geçtiğinin işareti sayılabilir. O zamandan bu yana acil durumlarda kullanılmak kaydıyla mevzuatta korunan kanun hükmünde kararname çıkarma yetkisi yaygın bir yönetme ve yasama pratiği haline geldi ve iktisadi krizle birlikte ortaya çıkan siyasi krize burjuvazinin çözüm önerisi olan gerici- otokrat hükümetlere de alan açılmış oldu.

Bugün Fransız emekçilerinin sonuçlarından mustarip olarak ayağa kalktığı, Cumhurbaşkanının aşırı yetkilendirildiği KHK uygulamasıdır da aynı zamanda. Macron’un “zenginler”in ödeyeceği vergiyi bağışlaması, “yoksullar”dan alınan vergiyi artırması bir KHK marifetiyle olmuştur ve bu tablonun düzeltilmesi Sarı Yelekliler eylemlerinin başlıca talebi arasında yer almaktadır.

Avrupa’da şimdilik birkaç ülkede faşist partilerin iktidara gelmesi, birçoğunda iktidar eşiğini zorlaması, birçok ülkede bunların emekçilerin bir bölümünün oy ve kitle desteğini salamasının damga vurduğu rejim dönüşümü, 1990’lardan itibaren başlayan 2008 ekonomik kriziyle derinleşen sürecin çıktılarından biridir. Kapsama alanı Avrupa dışındaki alanlara da genişleyerek ABD’ye Brezilya’ya ve Latin Amerika’nın diğer ülkelerine kadar uzanmıştır. Faşist partilerin yükselişi ve otokrat yönetimlerdeki artış, dünya emekçilerinin neoliberal saldırıları püskürtmek için sürdürdükleri mücadelenin, kısmi kazanımlar bir yana bırakılırsa, mevzi savunma düzeyinde kalmasının, buna bağlı olarak köklü ve geri dönüşsüz kazanımlar elde edilememesinin olduğu kadar işçi ve emekçilerin sendikal örgütleriyle politik partilerindeki erozyonun ve nihayet ihanetlerinin de bedelidir.

İşçi ve emekçilerin önemli bir kısmının, en azından ülke nüfusunun yüzde ellisi civarında bir kesimin bu gerici örgütlemeleri oy vererek niçin desteklediği konusuna ileride tekrar döneceğiz. Bundan önce Fransız halkının muhatap olduğu Macron Hükümetiyle ilgili bir yakın dönem hatırlatması yapmakta yarar var.

Geçtiğimiz yıl yapılan iki turlu seçimler sırasında birinci turun sonunda, cumhurbaşkanlığı için yarışacak iki adaydan birinin, kurucu babasından sonra partisinin başına geçen Marie Le Pen olması Fransa halkının genel siyasi tercihlerinin nasıl bir dönüşüme uğradığını gösteriyordu. Bir yanda cumhurbaşkanlığı makamına yükselmesini mümkün kılacak kitle desteğiyle Le Pen ile, diğer yanda ise Boyun Eğmeyen Fransa başlığı altında kitlelerin sol’a radikalleşen eğilimlerini absorbe eden Melanchon’un karşı karşıya geldiği seçim tablosunun, henüz ılımlılık sınırlarını çok fazla zorlamayan, merkez sağ ya da sol elementlerle yürümek gibi geleneksel tercihten sapma eğiliminden ürken Fransa tekellerinin hegemonik kesiminin son anda çıkardığı aday Emmanuel Macron, Le Pen tehlikesini öteleyecek faktör olarak görünüyordu. Fransa burjuvazisinin Le Pen’e eğilimli kanatlarını Le Pen iktidarda olsa uygulayacağı iktisadi politikaları sürdürme vaadiyle teskin eden Macron, bütçedeki sosyal refaha ayrılan payın küçültülmesinden, esnek çalışma dayatmasından yanaydı. Kitlelerin neoliberal iktisadi yıkım politikalarına karşı biriken tepkisini göçmen düşmanlığına ikame ederken Le Pen çizgisinde duruyordu.

Le Pen bu seçimleri kazanamadı, farklı bir programa sahip olmadığı halde Macron, yükselen faşizme karşı onun etrafında birleşen seçmenlerin yüzde 65’inin oyunu almayı başardı. Seçime katılım oranı ise epey düşüktü.

Macron bir yılı biraz aşan Cumhurbaşkanlığı döneminde toplumsal çelişkileri ve gelir dağılımındaki uçurumu derinleştirecek uygulamalara imza attı. KHK yetkisini bolca kullandı. Asgari ücretlilerin alım gücü giderek düşerken bu kesimden alınan vergiler arttı. Bu, sendikaların zayıfladığı; işçilerin, dertlerine derman görmedikleri için arkaikleşmiş bürokrasiler tarafından yönetilen sendikalardan uzaklaştığı, geleneksel Fransa Komünist Partisi’nin çoktan bir tabela partisine dönüştüğü, sosyalist ve sol partilerin liberal programlarıyla ancak neoliberal saldırı programlarının yönetimine oynadığı, dolayısıyla halkın güncel ve yeni sorunlarıyla ilgili program ve politika üretecek temsil kurumlarının kalmadığı, olanların da güçsüz olduğu bir siyaset düzleminde Macron’un, karşısında yönetilebilir, olmazsa şiddetle baskılanabilir bir nüfus varmış gibi davranması derinleşen sınıfsal çelişkilerin sonuçlarının hissedilmesini elbette engelleyemeyecekti.

SARI YELEKLİLER HAREKETİNİN DİNAMİKLERİ

Eylemleri sadece kısa bir süredir iktidarda olan Macron’un uygulamalarıyla izah etmek yeterli değildir. Bu kısa zaman zarfında halkın yoksullaşmasına ve yoksulluk sınırı altında yaşayan kesimlerin büyümesine katkısı, aşırı zamlanmış tüketim malzemelerinin erişilemez olması ve nihayet Fransızlara seslenirken hakaret içeren cümleler kullanarak halkı küçümsemesi küstah cumhurbaşkanının bardağı taşıran damladan sorumlu görülmesine neden oldu. Eylemler başladığında sadece asgari ücretle çalışanlar, işçi sınıfının en alt kesimlerini oluşturanlar değil geniş küçük burjuva ve orta- alt burjuva kesimler de yıkımın eşiğine gelmişlerdi.

Başkente uzak taşra, ağırlıklı olarak metropole yığılan sosyal hizmetlerden Macron’dan daha önceki bir zamandan başlamak üzere yoksun kalmışlardı Zaman içinde emekçilerin eşitlik mücadelesinin konusu olan ve bu bakımdan daha önce devlet tarafından finanse edilen hizmetlerin birer kar kapısı haline gelmesinden itibaren rantabl olmayan kurumlar birer birer kapatılıyordu. Taşranın başkentten veya büyük kentlerden yalıtılması anlamına gelecek biçimde tren garlarının iptal edilmesi, postaneler ve hastanelerin kapısına kilit vurulması bu uygulamalardan bazılarıdır. Bizdekine çok benzer bir süreci izleyerek Fransız emekçileri, sağlık, eğitim, ulaşım hizmetlerine erişemez duruma düştüler ve örneğin hastalandıklarında nüfusun en yoğun, dolayısıyla sağlık işletmelerinin en karlı olduğu yerlerde kurulu uzak hastanelere gitmek zorunda bırakıldılar.

Eylemleri akaryakıta bindirilen yeni zamlar tetiklediği için ulaşım sistemindeki dönüşüm önemlidir. Fransa Hükümeti hızlı trenlerin yaygınlaşması için özel bir çaba harcadı. Ne var ki ancak büyük kentler arasında seyahate olanak tanıyan hızlı tren salgını, taşradaki yerleşim birimlerinde yaşayan nüfusun, kapanan istasyonlar ve azaltılan ulaşım imkanlarından dolayı karşı karşıya katlıkları sorunları çözmüyordu.

Fransız Hükümetleri halka tek seçenek bırakmıştı, o da (bizim ülkemizde olduğundan daha kolay satın alınabilen) binek otomobiliyle ulaşım sorununun çözülmesi. Çocuğun okula götürülmesi, ebeveynin işe gelip gitmesi, market alışverişi, uzak hastanelere yetişmek ve sosyalleşmeler ancak otomobille gerçekleşebilirdi. Böylece toplu taşıma sistemi yükünden, karlı olmadığı için vazgeçilen bölgelerde mayalanan tepki uzunca bir zaman önce başlamıştı.

Tetikleyici olan, toplu taşıma imkanları ellerinden alınmış nüfusu daha da dara sokacak biçimde akaryakıtlara yapılan son zam oldu.

Ne var ki halkın tek tepkisi zamlara yönelik değildi. Başlangıçta otomobille yol kesme, araçtan inerek yolda toplanma, yürüyüşler yapma, sosyal medya çağrılarıyla tepkiyi ortaklaştırma gibi biçimlerle dışa vurulan öfkenin kendisi örgütleyici bir güce dönüştükten sonra, giderek daha geniş kesimleri de içermeye başlayan eylemin unsurları, kendi aralarında esnek örgütlenmeler oluşturmaya, toplantılar yapmaya, işbölümüne göre gruplandıkları komiteler oluşturmaya başladılar. Eylemlerin üçüncü haftasının sonunda, kent merkezindeki, eylemlere yasak turistik bölge Şanzelize’de büyük gösteri için randevu verilmeden kısa süre önce yayınlanan, 42 maddelik Sarı Yelekliler’in talepler listesi, toplumun çeşitli kesimlerini kapsayan bir anket çalışmasıyla oluşturulmuştu.

Eylemler süresince, eylemler sırasında olgunlaşan Talep, akaryakıt zammına karşı tepkinin giderek amorf bir biçimde de olsa nasıl siyasallaştığını göstermesi bakımından önemlidir.

EYLEMİN SİYASAL İÇERİĞİ

Eylemlerin başladığı taşra bölgeleri Le Pen’in faşist partisinin en çok oy aldığı bölgelerdir. Bu bakımdan eylemi başlatan profil’in üstüne yapıştırılan siyasi formasyon Macron’un ve Fransa Hükümetinin en büyük kozu olmuştur. Burjuva medya aracılığıyla yayılan; Sarı Yeleklilerin ırkçı, göçmen karşıtı, cinsiyetçi, küfürbazlığının kanıtı görüntüler üzerinden yapılan işçi sınıfı, diğer emekçiler ve toplumun eğitimli, demokrat kesimlerini bu kitleden bölmeye, uzak tutmaya yönelik propaganda faaliyeti ilk zamanlarda kısmen başarılı da olmuştur.

Esas olarak küçük işyeri patronları, emekliler, kendi hesabına çalışanlar, işsizler, esnaf, kırsal bölge emekçileri, metropol etrafındaki taşrada yaşayan emekçiler, beyaz yakalılar; çoğu kolektif mücadele deneyimine sahip olmayan heterojen bir kitleyi kapsayarak ortaya çıkan eylem doğal olarak farklı siyasal görüşlerden insanları içermişti.

Macron’un küçümseyici retoriğinin Fransa entelektüellerinde de bir karşılık bulması, daha önceki kentli emekçilerin ve banliyö eylemlerinin sınıfsal ve siyasal dinamiklerini tarihsel alışkanlıkları doğrultusunda analiz etmekte zorlanmadıkları halde, şimdi ellerindeki eski kavramsal araçların bu eylemleri analiz etmeye, semptomları okumaya yetmemiş olmasından kaynaklanır. Çoğu entelektüel için bu eylemler faşist partinin kışkırtmasıyla ortaya çıkmıştır. Hatta komplo teorileri üretmek konusundaki cevvalliklerini kanıtlamış Fransız “ulusalcılar”ına göre Fransız devletine bir komplo yapılmaktadır.

Bir sendikanın çağrısıyla başlamayan, herhangi bir örgütsel yönergeden yoksun, programsız-plansız ve nihayet emekçi sınıfların tanıdık refleksinin ürünü olmayan Sarı Yelekliler eylemi çekimser bir tutumla karşılandı. Eylemlere ilk andan itibaren desteğini açıklayan Le Pen ve Melanchon’a rağmen Fransa’nın en kitlesel sendikaları üçüncü haftaya kadar, ta ki eylemler işçilerin, emekçilerin, öğrencilerin, demiryolu işçilerinin, kamyon sürücülerinin örgütlü olmayan aktif katılımını içermeye başlayıncaya ve toplumun çeşitli kesimleri eylemcileri haklı gördüklerini ilan edinceye kadar ayak sürüdüler.

Eyleme katılanların sınıfsal karakterini, sürüklediği kesimlerin söylemi ve başlangıç talepleri üzerinden okuyanlar Sarı Yelekliler hareketini sınıf dışı unsurların eylemi olarak gördüler. Ay boyunca yazılan analizlerin çoğunda ya Guy Standing’in kitabında yeni bir sınıf profiline önerdiği adlandırmayla prekarya, niteliği herhangi bir sınıfsal yere sabitlenemeyen çokluk veya orta sınıf söylemlerin öznesi olarak ilan edildi. Kitle pratiklerini geleneksel sol ya da sağ ayrımıyla istifleyerek kavramaya alışkın zihin için Sarı Yeleklilere önceden iliştirilmiş gericilik, faşizm etiketi de bu süreci kavramayı zorlaştırdı. Bunun yankıları eylemlerle yakından ilgilenen Türkiye entelejansiyasında da görüldü. Gezi Direnişi gibi, sol tandanslı olduğu açık bir eyleme hiç benzemediği için desteğe şayan görülmemesi bu kafa karışıklığının sonuçlarından biri olmuştur.

Sarı Yelekliler hareketinin örgütlü bir sınıf eyleminin alışıldık yolunu ve biçimlerini izleyerek ortaya çıkmadığı elbette doğrudur. Ama yaklaşık bir on yıldır, örgütsüz kitlelerin kendi öfkeleri tarafından örgütlenen eylem ve protestolarının, kent meydanlarının ve yollarının işgali biçiminde ortaya çıkan biçiminin bir norm olarak yaygınlaşması ve çok raslanır olması bu eylemlerin işçi sınıfı mücadelelerinin yerine geçtiğini, katılımcı bileşiminin de işçi sınıfının bu eylemleri yönetecek, onu disipline edecek yeteneği temsil edemeyecek biçimde dönüşmesinden kaynaklandığını kanıtlamaz.

Her şeyden önce bu tür kitlesel protesto eylemleri ve kalkışmaları işçi unsurlardan arınmış değildir. İşçiler bu eylemlerde şu veya bu biçimde yer aldılar. Sınıfın hiyerarşilendirilerek bölünmesine neden olan politikaların (esnek çalışma, sözleşme statüsü, taşeronlaştırma vb.) saflarını her gün çoğalttığı güvencesiz kesimlerin, bunlar işçi sınıfının bir parçası değilmiş gibi yeniden adlandırılmasından yola çıkarak bu eylemi bir prekarya eylemi olarak adlandırmak doğru değildir. Olsa olsa işçilerin daha iyi ücret alan, kadrolu bir işte çalışan kesimlerinin sendikal bürokrasisinin ilgisizliği ve eylemin dışında kalışı nedeniyle başlangıçtaki çekimserliğinden söz edilebilir ki, sonradan bu tablo da bir hayli değişmiştir. Fransa’nın en büyük sendikaları eylemi desteklemeye karar vermiştir. Sendika bürokrasisinin tavrının eylemcilerdeki karşılığı da sendikal yapılara güvensizlik, emekçilerin hakları tasfiye edilirken refleks göstermemelerinin biriktirdiği “bunlardan bir şey olmaz” biçimindeki duygu durumudur. Bu duygu durumunun yerini de ilerleyen süreçte tekelci sermayenin saldırılarından zarar gören daha geniş bir kesimin harekete geçmesi almıştır.

Fransa emekçilerinin isyanı da, toplumun çeşitli kesimlerinin öteden beri zaten var olan kendine özgü taleplerini eylem sırasında örgütleyerek yan yana bulunmasını mümkün kılan meydan eylemlerinin bir devamıdır. Kafa karışıklığına yol açan durumu ise eylemcilerin örneğin Gezi direnişinde olduğu gibi, emek demokrasi güçleri arasında yer alan sol tandanslı meslek örgütleri, partiler, kitle örgütleri vb. tarafından oluşturulmuş platformlar tarafından yönetilmemesidir.

Gezi Direnişinde de eylemin örgütsüzlüğüne, herhangi bir siyasi yöneliminin olmadığına yapılan övgülere rağmen bu hareket Taksim Dayanışma içinde yer alan örgütlerin ortak kararlarıyla yönetilmeye çalışılmıştı. Hiçbir partiye yakın olmadıklarını, siyasi mücadele vermediklerini söyleyerek, tek simge olarak seçtikleri Fransa bayrağıyla sokaklara çıkan Sarı Yelekliler, siyasal aidiyet yansıtan sloganlardan kaçındılar. Bunda farklı siyasal aidiyetleri kapsayan bir heterojenliğin kolay bozulup dağılabilme potansiyeline sahip olduğunu bilmeleri rol oynadı. Hareketin erken bölünmesine yol açacak sekterliklerden uzak durmak, eylemlerinin bir kontrol sorununa maruz kalmaması için özen gösterdiler.

Buna rağmen, hem Fransız entelektüellerinin “duyarlılığını” besleyen geleneksel güncel kaygılardan, örneğin mazotun kullanımının azaltılmasını ekolojik gerekliliklere bağlayarak akaryakıt zammını da meşrulaştırmaya çalışan Macron’la örtüşecek biçimde, taşralıların ancak kendilerine dokunulduğunda ayağa kalktıklarından; bu yüzden bencil olduklarından dem vuranları boşa çıkarmak için değil. Talep eksenli mücadele ile siyasal mücadele arasına sözde sınıfsal bariyerler yerleştiren ama böylece siyasi talebi kavramsal iddialara indirgeyenleri yanıltmak için değil. Sarı Yelekliler akar yakıt zammı ve asgari ücret düzenlemesi ile ilgili taleplerinin gerçek kaynağını fark ederek taleplerini derinleştirdikleri ve bu arada o kaynak tarafından şiddete maruz bırakıldıkları için siyasallaşmışlardır.

Bir kitle eylemi statik bir süreç izlemez. Fransa’daki eylemler için de geçerlidir bu. Sarı Yelekliler eyleminin alelacele Le Pen tarafından desteklenmesinde olduğu gibi kitle hareketlerini kendi siyasi projeleri ve hedefleri için yedeklemeye çalışan gerici-faşist partiler veya onu iktidarı konsolide etme çabalarının bir parçasına indirgemeye çalışanlar, kıran kırana süren hegemonik mücadelelerin kaldıracı olarak telakki edenler her zaman olacaktır. Önemli ve belirleyici olan, bu hareketin yönünün emek eksenli bir rotaya nasıl yönlendirileceği konusundaki müdahaledir. Rafine bir siyasi biçimlenmeye sahip olmayan kitle hareketlerinin kaderi bu müdahale tarafından şekillenir. Tersi ise hareketin yalnızlaştırılması ve düzen içi kanala sevkinin kolaylaşmasıdır. Kaldı ki Sarı Yelekliler hareketi, geçmiş mücadele birikimlerinden edinilen deneyimlerin, bileşenlerinin çeşitliliğinin, kısa bir tereddüdün ardından gelen sendikal ve sol desteğin mümkün kıldığı bir ortamın ürünü olarak siyasal bir karakter de kazanmıştır. Bu hem eleştirdiği durumların doğrudan doğruya bir siyasi yönetim anlayışının ürünü olması ve hem de genişleyen talebin bu siyasi yönetimin pratiğinde gedik açmayı hedeflemesiyle mümkün olmuştur. Başlangıçta programsız olan hareket taleplerinin toplamından çıkan, ancak ilerletilmeye muhtaç bir programa da sahiptir.

Eylemin 42 taleplik bildirisi içinde “Büyüklerin büyük, küçüklerin küçük vergi ödemesi; konutlar için ekolojik ısı yalıtımı (evet ekolojik); Göçmenlere yapılan kötü muameleye son verilmesi ve ihtiyaçlarının karşılanması; emeklilik maaşının dayanışmacı ve sosyal kalması ve 1200 Euro’nun altına düşmemesi; Tüm seçilmişlerin maaşının ülkenin ortalama maaşıyla eşit olması; bunların seyahat ve ulaşım harcamalarının denetlenmesi; tüm Fransızların maaşlarının, aynı zamanda emeklilik maaşları ve sosyal yardımların enflasyona endekslenmesi; kemer sıkma politikasına son verilmesi; Fransa sınırları içinde çalışma hakkı olan herkesin Fransız vatandaşlarıyla eşit olması (Evet; Göçmenler); Kadrolu çalışma hakkı ve büyük şirketlerdeki sözleşmeli çalıştırmanın sınırlanması; işsizler için iş alanlarının açılması, engellilere mali ödemenin artırılması; kiralara sınırlama getirilmesi, makul ücretli konutların yapılması; Fransa’ya ait mülklerin (baraj ve havalimanı) satışa çıkarılmasının yasaklanması; güvenlik güçlerine fazla mesai için ödeme yapılması veya bunun karşılığının tatile çevrilebilmesi. (Polis sendikası eylemleri desteklediğini açıklamıştı.) gibi maddeler vardır. Bu maddeler eylemlere katılan emekçilerin ve geniş toplumsal kesimlerin üzerinde anlaştıkları taleplerdir.

İktidar yozlaşmasının, emekçi ve emekli ücretlerinin düşürülmesinin, barınma, ısınma ve ulaşım sorununun, vergi adaletsizliğinin, kamu mülklerinin satılmasının, kentsel dönüşümün, özelleştirmelerin, esnek ve sözleşmeli çalışmanın eşlik ettiği neoliberal kapitalist rejimin semptomlarının giderilmesini isteyen bir listedir bu. Karşılığında insanca yaşam koşulları, dayanışmacı bir sosyal politika ve kamu hizmetlerinin sübvansiyonu ve her şeyden önemlisi yönetsel mevkilerde bulunanların denetimi istenmektedir. Bütün bunlar son otuz yıldır süren, emekçiler nezdinde zaten meşruiyeti olmayan tasfiyeci politikalara son verilmesi için bir ihtar mahiyetindedir. Taleplerin toplamı Fransa’nın iktisadi, sosyal ve hukuksal bakımdan yeniden düzenlenmesine işaret eder; bu bakımdan da eylemli bir rejim eleştirisi olarak ortaya çıkar.

Fransa sermaye sınıfı ve iktidardaki koltuk değneklerinin beslendiği yasa ve düzenlemeleri ortadan kaldırmaya yönelik olsa da bu taleplerin, alternatif bir sistem önerisi içermediği; bölüşüm sisteminde bazı “adilane” ayarlamaları talep ettiği ortadadır. Ancak bu talepler yayınlandığı sırada sokaktan yükselen sesler arasında işitilen, kendisini yazılı taleplerle sınırlamayarak bir eleştiriye de yönelen talepler hareketin potansiyellerinin mevcut sınırlarının ötesinde olduğunu da göstermiştir. Fransa ve Avrupa burjuvazisini asıl korkutan Sarı Yeleklilerin arasındaki, örgütlü olarak değil fakat kitlesel bir kalabalıkla katılan işçilerin, kendi sınıf programıyla dahli halinde ortaya çıkabilecek yıkıcı ve sınır tanımaz potansiyeldir.

EYLEMLERİN GÖSTERDİĞİ

Sarı Yeleklilerin eylemi; 2008 krizinden doğrudan etkilenen ya da etkilenmeyen pek çok ülkede lütufkar bir dönüm noktası telakki edilerek ağır kemer sıkma politikalarının uygulanmaya başladığı, bu politikaların yıkıcı sonuçlarıyla baş etmeye çalışan emekçilerin şimdi yeniden bir kriz tehdidiyle karşı karşıya kaldıklarını hissettiği dönemin ürünüdür. Küreselleşme adı verilen 90’lardan sonraki kapitalist dönüşüm süreci, uluslararası tekellerin dünya çapındaki sermaye birikim alanlarını, pazarlarını genişletmeyi; bunu eskisinden daha mümkün kılabilmek için bağımlı ülkelerin hız kesen bürokatik devlet yapılarının esnetilmesini gündemine almıştı. Bu siyaset içeride de emekçilerin kazanılmış haklarının geri alınması, sosyal politikaların tasfiyesi, özelleştirmeler ve işgücünün esnekleştirilmesiyle sürdü: Yönelimin temel sonuçları bölgesel savaşlar biçiminde cereyan eden paylaşım ve nüfuz kapışmaları; ülkelerde ise emekçi sınıfların mevzi ve zemin yitimidir.

Muhafazakar Partili Theatcher’in “There is No Alternative/Başka alternatif yok” sözü eşliğinde İngiltere’de uygulamaya başladığı iktisadi politikalar bu zamana kadar sol-sosyalist-muhafazakar- merkez sağ vs. hangi ön eki alırsa alsın iktidara gelen bütün burjuva partileri tarafından aynen tekrarlandı. Bugün küreselleşmenin sona erdiğini ilan eden Trump’ın öncellerinin, DTÖ zirvelerinde sözde adil rekabet adına çıkarılmış yasalara bağlı kaldığı dönemin yerini, her devletin, kendi tekellerinin ticari faaliyeti için korumacı önlemler almaya başladığı, sınırlayıcı önlemlerin tekeller arasında rekabeti kızıştırdığı, ticari savaşların başladığı bir yeniden yapılanma dönemi alıyor.

Bu tablo içinde yasanın, hukuğun, bürokratik kısıtların, parlamenter müzakerelerin, emekçilerle yapılan pazarlıklarda uzayan süreçlerin burjuvazi için tahammül edilemez noktaya gelmiş olması yeni değildir. Yeni olan, ayrımsız başka bir alternatifin olmadığını söyleyerek aynı programı uygulamak bakımından birbiriyle benzeşen siyasi partilere yönelik beklentilerin ve parlamenter sisteme dair iyimser bir umudun tükenmiş olmasıdır.

Dünya burjuvazisinin, bıçağın kemiklerine dayandığı emekçileri oyalayamadığı, başka bir alternatifin olmadığına inandıramadığı koşullar aynı zamanda, neoliberal politikaları örneğin Latin Amerika’da sol adına uygulayan, sol-sosyalist değer ve sloganları ağızdan düşürmediği halde halkların yaşadığı sıkıntıları katmerlendirmekten başka bir şey yapmayan partiler nezdinde Sol alternatifin de miyadını doldurmuş olmasıdır. Dünya çapında, emekçi kitlelerin eğilimi, bu burjuva merkezde, aynı program etrafında toplanmış bulunan partilerin temsili gücünden duyulan derin bir şüphedir. Sisteme bağlanma olanaklarının azaldığı koşullarda radikalleşmeye başlayan emekçilerin iki seçeneği kalmıştır. Bunlardan biri, sınıf örgütlerinin ya yokluğunun ya da mecalsizleşmesinin ve güçsüzleşmesinin karşılığı olarak kendi göbeğini kendisinin kesmesi gerektiğine dair büyüyen bir sezgi. Diğeri ise sisteme tepki duyan emekçilerin; hoşnutsuzluklarını, tepkilerini ve öfkelerini yeni bir değerler sisteminin unsuru haline getirerek istismar eden gerici-faşist yapılanlamaların bu birikimi kendi etrafına yığması ve böylece yeniden sisteme bağlamaya çalışmasıdır.

Devrimci bir seçenekten yoksun emekçi kitlelerdeki bu eğilimin, artık eskisi gibi, burjuva demokrasisinin belli başlı kurum ve aygıtlarıyla yönetmenin siyasal ve sosyal maliyetinden kaçınmak isteyen, yeni bir “başka alternatif yok” bağlamını, gerici-faşist yapı, örgüt ve partiler aracılığıyla örgütlemeye çalışan tekelci burjuvazinin en azından en soysuz kesimleri tarafından organize edilmeye çalışıldığı, işçi ve emekçi sınıfların bağrına saplanacak bıçağı onların kendi ellerine vermeye çalıştığı görülüyor.

Le Pen’in seçimlerde direkten dönmesi, ABD’de Trump’ın iktidara gelmesi, Almanya’da Merkel Bavyera eyalet seçimlerinde oy kaybederken faşist partinin yüzde 11 oy alarak parlamentoya girebilmesi, Brezilya’da faşist Bolsanora’nın seçilmesi 2008 krizinde Yunanistan’daki teknokrat hükümet ile başlayan siyasi kriz alametlerinin giderek derinleştiğini gösteren işaretlerdir. Macaristan ve Polonya’nın faşist hükümetleri ve Avusturya’da faşist partinin yükselişi de buna eklenir.

Fransa burjuvazisinin bir kısmı Le Pen’i desteklerken diğer kısmı Le Pen’le yürümeye bugün henüz gerek duymuyor olsa da Macron’un yasal mevzuatı sık sık baypas etmesi bir sapma değil, Türkiye’nin de dahil olduğu kimi ülkelerde tamamen, ABD ve Avrupa’da bazı ülkelerde karar verme yetkilerinin Cumhurbaşkanına tedricen bırakılması eğiliminin devamında yer alır. Tekellerin ve mali oligarşinin siyasi bir seçenek olarak güçlenmesini tetiklediği eğilim, devlet yapılarının merkezileşmesi, hükümet organlarının teknokratlaşması ve parlamento gibi müzakere kurumlarının iyice işlevsizleştirilmesidir. Tıpkı Hitler faşizmi döneminde olduğu gibi KHK’lerle yönetme işi, görünürde yasama organının varlığına rağmen giderek yerleşen bir eğilim haline gelmeye başlamıştır.

İktisadi ve sosyal bakımdan sürekli yıkıma uğrayan emekçi kitlelerin kayıpları kendilerine gelecekle ilgili bir vaatte bulunamayan siyasal partilerin yarattığı boşlukta, eski güzel günleri ütopyalaştıran faşizan siyasi bünyeye eklemlenebilme esnekliği kazanmış bulunuyor. Seçimlerde daha iyi bir hayat vaadiyle yarışmanın modasının geçtiği, teknolojik kalkınma imajlarının propagandif malzeme haline geldiği koşullarda, kendisini her gün biraz daha ezilmiş hisseden nüfus için, geçmiş güzel günlere dönüşün bir mit haline getirilmesi şaşırtıcı değildir. Giderek güçsüzleşen bireysel varlığının ve kaderinin; ülkesini istila eden göçmenler, iktisadi kaynakları satılığa çıkararak peşkeş çeken eski iktidarlar, yaşam alışkanlıklarını tahrip ederek onu güvencesiz ve muhtaç bırakan yöneticiler, sanayi tesislerini daha çok kar için ucuz emek cennetlerine taşımak suretiyle yaygın işsizliğe neden olan sermayedarlar vb. tarafından şanı şerefi küçültülen ülkesininkine benzediğini düşünen milyonlar için, burjuva siyasetin geçmiş güzel günlere geri dönüş çağrısı, “yeniden büyük Amerika, Fransa talebine doğru çekime, gelecekle ilgili kaygının telafisine dönüşür. Faşizan partilere oy gücü sağlayan, küreselleşme adına dışa açılmacılığı güzelleyerek propaganda yaparken emekçileri dünyanın küresel bir köy olduğu yalanlarıyla oyalayan burjuva politikacıların ipliğinin pazara çıkması bu boşluğu Le Pen’lerin doldurmasıdır. Derinleşen işsizlik, kesintiler, vergi artışları gibi yüklü bir faturayla karşılaşan emekçilerde Trump’ın küreselleşmenin sonunu ilan etmesine denk düşecek biçimde bir içe kapanma; milliyetçi, ırkçı, cinsiyetçi sloganların çekici hale gelmesi söz konusu olur. Bir zamanlar “küçük masrafsız devlet” sloganıyla sosyal politikaların tasfiyesine girişenler emekçilere epey pahalıya mal olan, bedelini açlıkla ödedikleri, yoğunlaştırılmış bir cebir aygıtına dönüşen devletlere sahip olmuşlardır. Böyle kuralsızlaştırılmış bir dünyada, işgücünün esnekleştirilmesnin sonucu olarak derinleşen güvencesizleşmenin yol açtığı duygu durumu, neyin ne olduğunu emreden katı kuralların arayışına kolaylıkla ikame edilebilir. Bunun yerini sağlam bir hukuk almaz, yetkilendirilmiş liderler alır. İş hayatındaki esnekleşmenin karşılığı katı siyasi rejimlerdir.

Fransa’da ortaya çıkan halk eylemleri dünyanın böyle bir tablosunda ortaya çıkmıştır. Bu türden eylemler, zaten kendi arasında siyasal nizamın nasıl düzenleneceği konusunda, eskisi gibi demokratik görünümlerin ve kurumsal yapıların korunup korunmayacağı veya bunları gereksizleştiren yeni bir düzenle mi devam edileceği konusunda tartışmalı egemen sınıflar arasındaki çelişkileri derinleştirebileceği gibi, sokakta ortaya çıkan gücün baskısıyla çözebilecektir de. Fransız entelektüellerinin korktuğu gibi, faşizmin yolunu açmak isteyen mali sermayenin en gerici, en despot kesimleri, halk tedhişinin geriletilmesi için başka bir alternatifin olmadığı konusunda aralarındaki statükocuları ikna da edebilir. Bu denklemin çözümünü belirleyecek da bu halk inisiyatifidir.

Öte yandan, Fransa emekçileri dünya emekçilerine ısrarla mücadele ettikleri taktirde kendilerini hiçe sayan, her gün pervasızca ezen iktidarların geriletilebileceğini göstermiştir. Kendi yaşam ve iş koşullarına yönelik saldırılara karşı, korumaya çalıştıkları mevziden   yönelttikleri eleştiriyi birlik ve dayanışmanın gücünü göstererek yapmışlar, Macron gibi küstah bir Cumhurbaşkanı’nın televizyonda açıklama yaparken timsah gözyaşları içinde halktan özür dilemesini sağlamışlardır.

Sarı Yeleklilerin üzerinde en çok durduğu iki talep; akaryakıt zamlarının geri alınması gerçekleşmiş, asgari ücrete 100 Euro zam yapılmıştır. Macron’un açıklamasını tatmin edici bulmayan Fransa emekçileri eylemi yine de bitirmemişlerdir. Kısa zamanda kararsız kesimlerin çekilmesi, polis saldırısı eylemin zayıflamasına yol açsa da halk bir kez mücadele ederek kazanmanın gururunu tatmıştır ve eylem suya yazılan bir yazı olmayacaktır.

Fransa emekçilerinin gösterdiği refleks öyle görünüyor ki dünya yüzünde aynı sorunları farklı farklı biçimlerde yaşayan emekçiler tarafından da ajandaya kaydedildi. Bu eylemler eğer, kendisinden sonra tetikleyeceği eylemler için bir işaret vasfı taşıyorsa bunu öğrenmek için çok uzun beklemeye gerek kalmayacak.

Son söz olarak; Türkiye’ye gelince; halkın giderek daha hızla derin bir krize sürüklendiği koşullarda Sarı Yelekliler eylemi iktidar blokunun da ilgisini çekti. Bu sıralarda, aradan beş yıl geçtikten sonra Gezi Direnişi soruşturmasına başlayan ve eski travmasından bir yerel seçim lütfu çıkarmaya çalışan iktidar Fransa eylemlerinden kah Batı karşıtlığı çıkardı kah demokratik kıyaslamalar yaptı. Gezi döneminde polisin orantısız şiddet kullanmasını eleştiren Batılı devletlerini eleştirirken 5 yıl önceki şiddeti de meşrulaştırmaya çalıştı.

Bu arada AKP’nin ideologları Fransa isyanını “AB ordusu kuralım diyen Fransa’ya karşı ABD tarafından yapılan bir komplo”, “dış güçlerin oyunu”, “lobi-kumpas” kavramları eşliğinde yorumlamaya çalışıyordu. Ama bir tanesi, Yeni Şafak gazetesi genel yönetmeni asıl kaygının ne olduğunu gayet usturuplu faş etti. AKP’ye oy veren muhafazakar emekçiler arasındaki çözülmenin işareti olan, oy oranlarındaki azalmadan bir isyan kokusu gelip gelmediğine kafa yoruyordu yayın yönetmeni. Fabrikalarda şartel indirmeye kalkacak işçiler, yazarkasa fırlatma potansiyelindeki esnaf, yandaş kadrolarla doldurulmuş kamu ve hizmet sektörü emekçilerinin biriken bir öfkenin örgütlediği kendiliğinden bir eyleme kalkışır mıydı acaba? İbrahim Karagül muhtemel kışkırtmalara karşı uyardı. Dış güçlere, lobilere, Türkiye ile ilgili hesapları olanların kışkırtmalarına gelmemelerine dikkat çekti.

Gezi direnişi soruşturmalarının bunca yıldan sonra başlaması da bu korku ile anlaşıldığında “kızım sana söylüyorum gelinim sen anla”dan başka mesaj vermemektedir aslında. Sarı Yeleklilerin Türkiye emekçileri tarafından nasıl izlendiğini, bu eylemlerin sonuçlarının nasıl merak edildiğini sosyolojinin nabzını elinde tutmakla övünenler gayet iyi bilmektedir.