Yusuf Akdağ

1981’de Latin Amerika Kadın Komitesi tarafından ilan edilen, adına uygun şekilde, 17 Aralık 1999’da BM tarafından benimsenmesiyle 25 Kasım’ın “Kadına Yönelik Şiddete Karşı Mücadele Günü” olarak kabul edilmesinden bu yana, her yıl 25 Kasım’da çeşitli etkinlikler düzenlenmekte; resmi kurumların temsilcileriyle siyasal partiler ve kadın örgütlerinin yöneticileri, soruna yaklaşımlarıyla bağlı açıklamalar yapmaktadırlar. 2018 Kasım ayında da Türkiye ve dünyanın çok sayıdaki ülkesinde kadına yönelik şiddet sorunu gündeme getirilerek, çeşitli etkinlikler aracıyla protesto edildi ve “kadına yönelik erkek şiddeti” denebilir ki, güçlü biçimde lanetlendi. Kadın örgütleri ve ilerici, devrimci ve sosyalist parti ve çevreler tarafından düzenlenen etkinliklerde, evlerde, işyerlerinde ve sokaklarda katledilen, saldırıya uğrayan, tecavüz vahşetine ve taciz eylemlerine maruz kalan ya da küçük yaşta evlenmeye zorlanan, bazı geri ülkelerde kuma olarak yaşlı erkeklere satılan “çocuk gelinler“in durumu, sayısal veriler eşliğinde sergilenerek, sermaye devlet ve hükümetlerinden bütün bunlara karşı daha etkili “mücadele edilmesi” ve “önlemlerin artırılması” istendi. Bazı yerlerde gerçekleştirilen panel türü toplantılarda sorun bir ölçüde daha geniş boyutlu ve tarihsel gelişme süreciyle bağlı olarak ortaya konmaya çalışıldı.

Bu gibi “duyarlılık artırıcı” toplantı, panel, protesto eylemleri, basın açıklamaları ve yürüyüşler, “kadına yönelik şiddet” gibi önemli bir sorunun toplumun geniş emekçi kesimlerinin ilgi alanına çekilmesi açısından işlevli olmakta, yarar sağlamaktadır. Ancak, gerek 25 Kasım “Kadına yönelik şiddeti protesto“, gerek 8 Mart “Emekçi Kadınlar Günü” dolayısıyla kadına yönelik şiddet sorununun kaynakları ve boyutlarıyla ortaya konması açısından bu etkinliklerin büyük çoğunluğu, yönlendiricileri ve düzenleyicilerinin sahip oldukları anlayışlarla bağlı olarak belirli yanlış yaklaşımların savunulduğu “kürsü” ve “mevzilerde oluyorlar. Önceki yıllarda olduğu gibi bu yılda da düzenlenen bazı toplantı ve etkinliklerde muhalif, ancak sorunun kaynağının örtülmesine hizmet eden görüşlerin yanı sıra, hükümet-devlet katından vaaz edilen çarpık ve saptırıcı yaklaşımlar; hak eşitsizliğini “bedensel farklılıklar” ve “fizik güç” kıyaslamaları üzerinden örtmeye çalışan ve insan soyunun “yarısı“nı hakir gören ortaçağcıl anlayışlarla bezeli argümanlar da yeniden dile getirildi.

‘Kadın sorunu’nu, “ezilen cins olarak kadın” sorunu gibi toplumsal boyuttaki bir sorun bağlamından çıkararak “bedenler” ve “fiziksel güç” karşılaştırmaları üzerinden yüzeyselleştiren, sorunun önemli ve acil olarak çözümü gerekli bir unsurunu oluşturan şiddet sorununu “eş, baba, kardeş ve sevgili şiddeti“yle sınırlı şekilde darlaştıran bu yaklaşımlarda en dikkat çekici olan, şiddetin kaynaklarının göz ardı edilmesi ve muğlaklaştırılmasıydı.

Kadına yönelik şiddetin “ev ya da aile içi şiddet” merkezli veya ağırlıklı olarak gündemde oluşunun başlıca nedeni, kuşku yok ki kadın-erkek “eşitsizliği” ve “kadının erkek tarafından terbiye edilmesi” anlayışının toplumsal boyutlarıyla bağlı olarak “erkek şiddeti“nin yaygın bir toplumsal sorun oluşturmasıdır. Biçimi, düzeyi ve araçları değişmekle birlikte dünyanın hemen tüm ülkelerinde kadına yönelik erkek şiddeti, evrensel ölçekli toplumsal bir sorun olmaya devam etmekte; Türkiye’de de görüldüğü üzere neredeyse her gün bir ya da birkaç kadın “eş, eski eş, sevgili, kardeş, baba” gibi sıfatlar taşıyan erkekler tarafından evde, sokakta, işyerinde, yürürken ya da çalışırken veya “yatak“ta katledilmektedir. Şiddete hedef olan kadınların oranı Hindistan’da %45, Filipinler’de %47.2; Kenya’da %52; Türkiye’de ise, yapılan çalışmalara göre, bölgeler bakımından farklılıklar göstermek üzere %26-58 arasında değişmektedir. Türkiye’de, 2003 tarihli bir araştırmaya göre, kırsal alanda yaşayan kadınların %32’siyle kentlerde yaşayanların %36’sı, eşlerinin fiziksel şiddetine uğradığını belirtmiştir. Kadın Danışma Merkezi’nin 2007’de 9 merkezde yaptırdığı çalışmada; kadınların %47,9’unun fiziksel şiddet gördüğü belirtilmiştir. 2008 yılında Başbakanlık Kadının Statüsü Genel Müdürlüğü ve proje ortakları tarafından yapılan “Kadına Yönelik Aile içi Şiddet Araştırması” sonucuna göre, Türkiye genelinde evli kadınların % 39’u fiziksel şiddet görmüştür. Bu oran, Doğu Anadolu’da % 53, Güneydoğu Anadolu’da % 48, Batı Marmara’da % 25, Ege’de % 31 civarındadır. Aynı araştırmanın bir diğer sonucu, eğitim düzeyi yükseldikçe şiddet mağduru kadın sayısının azaldığı, lise ve üstü eğitim alanlarda şiddet görme oran % 27 iken, eğitimi olmayan, ilköğretimi bitirmemiş kadınlarda % 56’ya kadar yükseldiğidir.

Kadına yönelik şiddetin bu boyutlarıyla güncel yaşamın en önemli toplumsal sorunları sıralamasının önlerinde yer alması bu bakımdan ne tesadüfi bir durumdur ne de abartılı bir tutumun ifadesidir. Bu durum, aksine, biyolojik farklılığı kalkan edinen ve bir cinsin diğerine karşı baskı ve şiddetini haklı gösteren egemen anlayışın, toplumun genelinde ve tekil bireylerin davranışlarında “vücut bularak” dile gelmesi ve kadın cinsine yönelik şiddet şeklinde pratiğe dönüşmesinin vahim bir toplumsal sorun olmaya devam etmesiyle bağlıdır. Bu özelliğiyle de sorun, işçi sınıfı ve emekçilerin sömürü ve baskının her türüne karşı mücadelesinin ana unsurlarından biri durumundadır. Kadına yönelik baskı ve şiddetin insan hakkı ihlali ve insanlık suçu olarak görülüp reddedilmesi ve sorunun, bu şiddet ve ayrımcılığı doğurup besleyen gerçek kaynakları ortadan kaldırılarak temelli çözümü için örgütlü kitlesel mücadelenin yükseltilmesine ihtiyaç vardır ve bu da herkesten önce sınıf bilinçli işçilerle proletarya ve emekçilerin sömürüden kurtuluşu için mücadele eden sosyalist ve devrimcilerin görevidir.

Ancak bu mücadelenin başarıyla sürdürülebilmesi için, kadına yönelik şiddet sorununun, kadının erkekle toplumsal hak eşitliği sorunu gibi daha boyutlu ve içeriksel olarak daha kapsamlı bir sorunla bağlı olarak ele alınması gerekir. Kadının ezilen cins olarak toplumsal konumu, bu sorunu, salt bir kadın sorunu olmaktan çıkarıp tüm sömürülen ve ezilenlerin baskı ve sömürüye karşı mücadelesi sorununa dönüştürmüştür. Bu da, kadının ezilen cins konumuna düşürülmesinin salt tarihsel kaynaklarını değil, bugünkü dayanaklarının da açıklığa kavuşturularak çözüm aranmasını zorunlu kılar. Kadının cins olarak ve emekçi kadının sınıfsal kurtuluşunun erkek cinsinin de kurtuluşu demek olacağı, ve tersinden söylenirse, erkek cinsinin toplumsal köleleştirici anlayış zincirlerinden kurtuluşu için kadın-erkek hak eşitliğinin yaşamın her alanında gerçekleştirilmesinin şart olduğu; bunun da kadına yönelik ayrımcı politikalara, kamusal ve “ailesel” alandaki baskılara, kadına yönelik şiddete ve kadını “evin kölesi” sayan, bunu da “ailenin korunması“yla gerekçelendiren egemen anlayışa karşı mücadeleyi zorunlu kıldığı bilinerek hareket edildiğinde, sömürülen ve ezilen sınıfların sermaye tiranlığına karşı mücadelesi de güç kazanıp ilerleyecektir.

Bunun gereklerinden biri de, kadına yönelik şiddetin kaynakları ve ona karşı mücadelenin kapsam ve hedefleriyle ilişkin olarak ortaya konan çarpık ve yanlış anlayışların etkisiz kılınmasıdır. Bu kısa makalede, kadına yönelik şiddete karşı mücadele adına ileri sürülen sakat anlayışlardan birkaçına değineceğiz. Bunlar şöyle sıralanabilir:

ı-)Kadına yönelik şiddetin kaynağında cinsiyet ayırımcılığı“nın olduğu söylenmekte; ancak “cinsiyet” ya da “toplumsal cinsiyet” ayrımcılığını doğuran ve doğurmakla kalmayıp günümüzde de sürdürülmesini olanaklı kılan asıl kaynak(lar)ın ortaya konmasından kaçınılmaktadır. Oysa bu ayrımcılığın ortadan kaldırılması, “insan bilinci ve davranışının değişmesi“nden önce, onu da şekillendiren toplumsal dayanaklarının ve maddi nesnel zemininin ortadan kaldırılmasını gerektirir.

Kadın-erkek ilişkilerinin mevcut üretim tarzı ve toplum biçimi/toplumsal ilişkilerden kopuk bir şekillenmesi mümkün olamaz. Kadına yönelik şiddet ve ayrımcı tutum, Asya ve Afrika’nın çok sayıdaki ülkesinde çok daha katı ve vahşete dönüşen erkek baskı ve şiddetinin ilkel biçimleriyle teşkil ettiği “özgün durum“lar bir yana, bütün kapitalist ülkelerde devlet yönetimlerinin yasal ve fiili ayrımcı, hor görücü ve aşağılayıcı anlayışları ve uygulamalarından güç almaktadır. Birey ve toplulukları kuşatan ilişkiler ve egemen sınıfın çıkarlarıyla bağlı egemen ideolojik-kültürel anlayışlar, kadın ve erkeklerin şiddet sorununa yaklaşımlarında ciddi boyutlarda yönlendirici etkiye sahiptir. Sömürüye dayalı üretim tarzı temelinde şekillenen toplumsal ilişkilerin kaynaklık ettiği kadına yönelik “toplumsal cinsiyetci anlayış“ların egemen sınıfın çıkarlarıyla bağlı olarak toplumsal yaşamda sahip olduğu etkinlik dolayısıyla kadının ikincil konuma itilmesi ve “terbiyesi“nin “erkek hakkı” ve “görevi” olarak görülmesi, hatta bunun Türkiye gibi ülkelerde “kızını dövmeyen dizini döver” deyişinde olduğu üzere “atasözleri” kapsamına alınması, kadına yönelik şiddetin “ev ve aile içi” boyutuyla yaygınlığının önemli bir etkenidir. Bu o denli böyledir ki, kadına şiddet uygulayan erkekler bunu “hakları olarak görür“ken, şiddete hedef olan kadınların oransal olarak hiç de az olmayan bir kısmı da, şiddet ve baskıyı erkeğin hakkı görüp kendisinin de buna hedef olmayı “hak ettiğini” düşünebilmekte; bu anlayış, eğitim düzeyi düştükçe daha fazla kabul edilebilir görülmektedir. Kardam tarafından 2008 tarihli bir araştırma kapsamında gidilen kadınların %43.2’si, eşe ihanet durumunda şiddeti haklı gördüğünü belirtmiştir. Egemen “değer yargıları“ kapsamında görülen “kadının erkeğin namusu olduğu ve onun tarafından korunması gerektiği” düşüncesi, bu yargıya aykırı hareket ettiği sanılan, düşünülen ya da görülen kadınların “cezalandırılması”na toplumsal onay sağlayıcı işlev görebilmektedir. Dini ideolojik telkinlerle karışık önyargı ve anlayışların eğitim müfredatından kültüre ve günlük yaşama dek hemen her alanda “alıcı bulması”, kadın cinsine yönelik aşağılayıcı-hor görücü açıklama ve vaazların yaygınlığı, yargı organlarının kadına yönelik şiddete başvuranlara karşı, geleneksel önyargılardan beslenen anlayışların da etkisi altında suç hafifletici “yasal boşluklar”a sığınmaya teşne olmaları, kadına yönelik erkek şiddetinin azalmak bir yana artmasında rol oynamaktadır.

İnsanların içine “doğdukları” ve birbirleriyle ilişkiye girdikleri koşulların toplumsal karakteri, düşünüş ve davranışlarını şekillendirir. İnsanın davranışlarını koşullandıran maddi ilişkileri, “maddi ve bireysel ilişkilerinin içerisinde gerçekleştirildikleri” biçimlerdir ve onların birbirleriyle ilişkilerinin temelini oluştururlar. “İçerisinde ürettikleri, tükettikleri ve değiştikleri ekonomik biçimler” ve toplumsal koşullar, onların hareket biçimlerinin sınırları da belirler. Yani, maddi üretkenliklerine uygun düşen toplumsal ilişkiler üreten insanların fikirleri ve davranışları, bu toplumsal ilişkilerle dolaysızca bağlılık gösterir. Günümüzün kapitalist toplumu koşullarında, burjuvazi, yasalarıyla, fiili uygulamalarıyla, kadın cinsine yönelik anlayışıyla, yarattığı ve sürdürdüğü hakim kültürel-ideolojik ortamıyla insan davranışlarını koşullamakta; ‘kişisel korunma çabaları’na rağmen, ayrımcı, bölücü, şiddet ve baskı uygulayıcı “kimliklerin oluşumu“nda yönlendirici rol oynamaktadır. İşçi sınıfı ve emekçiler bu kuşatmayı, bu gerici ve ayrımcı çemberi kırdıkları, insan kişiliğinin şekillenmesinin koşullarını değiştirmeyi de mümkün kılacak kapitalist toplumsal ilişkilerin ve kapitalist sömürü ilişkilerinin son bulması mücadelesini ilerlettikleri oranda, sömürücü sınıfların bu “kiri” ve aşağılık kültürel cenderesinden de kurtulacaklardır. Erkek ve kadının özgürlüğü gerçekte ancak o zaman mümkün olacaktır.

ıı-) Soruna yaklaşımda bir diğer çarpıklık, burjuva kapitalist partilerin yönlendirdikleri “kadın örgütleri“yle bazı feminist kadın hareketlerinin, kadına yönelik şiddet sorununu, kadına yönelik baskı ve şiddeti özendirmekle kalmayıp bizzat kendisi de şiddet içeren devlet-hükümet politikalarından soyutlayarak ya da onu gölgeleyecek şekilde salt “aile içi şiddet“e indirgemeleridir. Kadın sorunu ve bu sorunun yaşamsal önemdeki unsurlarından birini oluşturan kadına yönelik şiddet sorununu, kadın-erkek eşitsizliğinin tarihsel köklerine, tarihsel ortaya çıkışına işaretle “aile içi şiddet” sorununa indirgeyen bu çarpık bakış açısı, sorunun çözümünü de kısmi iyileştirmeler olarak kalmaya mahkum bazı yasal düzenlemelerde arar ve burjuva devletlerinin yaygın şekilde uyguladığı şiddetle birlikte kapitalist üretim sürecinde kadının tabi tutulduğu ayrım, baskı ve uygulamaları da böylece dikkatten kaçırmış olur.

Kadına yönelik ayrımcı politikalar oysa, uzak geçmiş saklı tutulduğunda dahi, 20. yüzyıla dek, denebilir ki bütün kapitalist ülkelerde “yasallık statüsü“ndeydi. Egemen sınıf devletleri, kadına yönelik şiddeti önleme konusunda ne gerçekten istekli oldular ne de ilan ettikleri “yasal yasaklar“a bağlılık gösterdiler. ABD’nde 1920’lere dek erkeğin ayrıcalığı ve kadına yönelik baskısı yasal haktı. İngiltere’de 2002’de yayımlanan bir araştırmada şiddet olaylarının %25’inin aile içinde meydana geldiği tespit edilmiştir. Avusturya’da ancak 1997’de, Almanya’da 2002’de kadına yönelik şiddete karşı mücadele yasaları çıkarılabilmiştir. Türkiye’de yürürlükte olan “Ailenin Korunmasına Dair Kanun”, kadının şiddet ve baskıdan korunmasını değil, “geleneksel aile yapısı“nın sürdürülmesini korumaya almaktadır. Yasanın, “kadına yönelik şiddetin önlenmesi, kadının şiddetten korunması” yerine “ailenin korunması” öne çıkarılarak buna uygun düşecek içerikle çıkarılması hedeflenmiş ve bu gerçekleştirilmiştir.

Kadına yönelik şiddet olaylarına işyerinde, sokakta, okulda, gözaltında, savaşlarda rastlanmak“la birlikte kadının en korunduğu yer diye düşünülen “aile içinde”, sevgi, saygı beklediği insan(lar) tarafından daha yaygın şekilde şiddete uğradığına işaret edilerek “Kadına karşı şiddet ve aile içi şiddet sorunu çözümlenmedikçe, kadın erkek eşitliğinin sağlanması, kadınlar açısından süregelen özel ve kamusal alanlar arasındaki uçurumun kapatılması mümkün olamayacaktır” şeklinde yapılan tespit de, ilk bakışta doğru gibi görünmesine rağmen, kadın-erkek eşitsizliği ve şiddet sorunuyla kurulan ilişkilendirme, şiddetin kaynağını muğlaklaştırmaktadır. Sorun, eşitsizlik göstergelerinden biri olan “karar verici konumlarda yeterli sayıda temsil edilememe“yle ilişkilendirilerek, devlet bürokrasinin yetkili kurumlarında daha fazla kadının yer almasıyla çözülebilir gösterilmekte; devlet ve kurumlarının ilişkili olmakla kalmayıp ürünü ve koruyucusu oldukları üretim ilişkileriyle toplumsal koşulların yaşananlar açısından temel bir dayanak ve üretici kaynak olması gerçekliği dikkatlerden kaçırılmaktadır. Bunun isteğe bağlı olup olmaması, sorunun kendisi bakımından değiştirici önem göstermez. Kadın ve çocukların en çok mağdur edildikleri, saldırı ve vahşete uğradıkları, aç bırakıldıkları ve katledildikleri savaşların, burjuva kurumların yönetim organlarında kadınların olması ya da çoğunluğu oluşturması durumunda çıkmayabileceğini düşünmek, pazar ve etki alanları için rekabet ve çatışmaları “cinsiyet” üzerinden açıklamak olacaktır ki, bu, sorunun düpedüz yanlış konmasıdır. Kapitalist sömürü ve emperyalist yayılmacılık açısından “eril-dişil ilişkisi” ve kimin yönetici kurullarda olduğu değil, daha fazla kâr, yönlendiricidir. Condolezza Rice, M. Thatcher üst düzeyde savaşçı kadınlardı. Theresa May, Tansu Çiller de öyle! Kadın sorunu aynı zamanda burjuva emperyalist sistemin bu savaşçılarına karşı da mücadele sorunu, yani emekçi kadın sorunudur.

ııı-) Üçüncü bir yaklaşım, faaliyetinin içeriği, biçimi ve kullandığı araçların etkinlik düzeyi ile toplumsal “yargı oluşumu“nda büyük bir role sahip olan sermaye basın-yayın kuruluşlarının, devlet-hükümet politikalarıyla bütünleşecek veya o politikaları güçlendirecek bir çerçevede kadına yönelik şiddet olayları üzerinden bu sorunu tekil bireylerin eylemlerine indirgeyerek, şiddetin ekonomik, kültürel ve sosyal etken ve bağlantılarını göz ardı etmesidir. Bu, kadına yönelik şiddet anlayışını besleyen asıl etkenlerin gizlenmesinin yanı sıra, haber ve yorum içerikleri ve sunuş biçimleriyle “sorunlu erkek” imajını güçlendirir ve devlet eliyle sürdürülen şiddet ve baskı politikalarını maskeleyerek kapitalistlerin kadın işçi ve emekçilere karşı ayrımcı ve suç niteliğindeki uygulamalarını “zorunluluk“-“gereklilik“-“mecbur kalış” koruganına alır. Televizyon kanallarında kadın cinayetlerinin, kadına yönelik saldırı eylemlerinin “psikopatik-megeloman adamların işi” olarak gösterilmesi, bunun da “haberin gerçekliği” yorumlarıyla güçlendirilmeye çalışılması, şiddetin yaygınlaşmasına ne kadar hizmet ettiği ayrı bir tartışma konusu olarak bir yana bırakıldığında da, kadına yönelik burjuva politikaların “aklanması“na hizmet eder. Resmi-yönetsel propaganda ve politikayla bağlanan eğitim, kültür, iletişim faaliyeti, “ülke çıkarları“, “milletin birliği” ve “milli değerlerin önemi” üzerine söylem ve etkinlikler aracıyla mevcut ve muhafazakâr gerici anlayışları güçlendirmeye ayarlıdır. Önerdiği ve seçenek olarak gösterdiği, ürünü olduğu toplumsal ilişkilerin ve onlar tarafından biçimlendirilen insan davranışlarının sürdürülmesidir. Var olanın temel özellikleriyle korunmasını esas alan bu işleviyle burjuva medyası, haberden yoruma insana ve doğaya dair sorunları ve gelişmeleri “nesnel olma” palavrası eşliğinde bin bir türlü çarpıtmaya tabi tutarak sunar. Kadın-erkek ilişkilerindeki eşitsizliklerin sistem kaynaklı niteliksel özellikleri de böylece çarpıtılıp saklanmış olur. Kadın ve erkek ilişkilerinin belirli tarihsel koşullarla bağlı ve belirli toplumsal ilişkiler temelinde şekillendiği; karşıtlıklarla bölünmüş toplum gerçekliğinde bir durum ve gelişmenin diğer durum ve gelişmelerle bağlı olduğu; şiddetin mülkiyet ilişkilerinden bağımsız olarak, sosyo-ekonomik ve sosyo-psikolojik ortam ve durumdan soyutlanarak, işsizlik, yoksulluk, açlık değil sadece, bencillik, bireycilik, çıkarcılık ve rekabet üreten sistemle bağlı davranış ve düşünüşten koparılarak açıklanmasının, ortadan kaldırılması için yapılması gerekenlerin hem eksik ve yetersiz kalmasına hem de aranması gereken yer dışında aranmasına hizmet ettiği, böylece örtülmüş olur.

ıv-) Dördüncüsü, bazı feminist yazarlarla çeşitli kadın çevrelerinin, kadının şiddete karşı mücadelesini işçi sınıfı ve emekçilerin sermaye ve burjuva devlet iktidarına karşı mücadelesinden koparmakla kalmayıp, bu doğrultuda verilmiş ve büyük bedeller pahasına bazı hakların elde edilmesinde işlevli olmuş mücadele pratikleri ve deneyimlerini görmezden gelip yok sayma tutumunda yansıyan anlayıştır. Kadına yönelik şiddet ve baskının dünya genelindeki yaygınlığından hareketle günümüzde bu sorunu mücadele program ve platformlarının başlıca maddelerinden biri haline getiren ya da çeşitli kadın örgütleri, dernekleri, kuruluşlarında yer alarak kadın kitlelerini “erkek egemen ideoloji“ye karşı çıkmaya çağıran “öncü feminist kadınlar“ın büyük çoğunluğu, kadına yönelik şiddete karşı çıkışla sınırlı kalmayıp genel olarak kadın cinsinin ezilen cins konumundan karşı karşıya kaldığı ya da bırakıldığı sorunların ortadan kalkması için mücadele eden emekçi kadın örgütlenmesiyle işçi-komünist mücadelesini ya görmezden gelip sözünü dahi etmemekte ya da kadının “toplumsal cinsiyetçi anlayışa karşı mücadelesini bölücü ve güçten düşürücü” olarak göstermektedir. Marksizme karşı mesafeli durmaya çalışanları da içinde olmak üzere, bunlardan bazıları, kadına yönelik şiddete karşı mücadeleyi, 1970’li yıllar gibi oldukça geç bir döneme; özellikle de sorunun “Amerika ve Kuzey Avrupa ülkelerinden başlayarak dünyanın birçok ülkesinde” devletler düzeyinde dikkate alınmak zorunda kalınmasıyla bağlı zamana dair ya da bu dönemde başlamış göstermektedirler. Sorunun, “şiddete karşı mücadele” bağlamıyla bu türden tarihlenmesinde, önceki dönemlerin, büyük bedeller ödenerek sürdürülen mücadeleleri görmezden gelinmekte; emekçi ve ezilen kadın kitlelerinin yürüttükleri ulusal ve uluslararası mücadele sonucu kazanılan haklarla birlikte özellikle Ekim Devrimi ve takip eden yıllarda gerçekleştirilen halk demokrasileri aracıyla kadın cinsinin yaşam ve çalışma koşullarında sağlanan iyileşmeler ve kadın-erkek hak eşitliği yönünde atılan ileri adımlar göz ardı edilmektedir.

Bu tutum, 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Mücadele Günü’nün uluslararası alanda kabul edilmesiyle bağlantılandırılarak izah edilemez. Dominik Cumhuriyeti’nde Mirabel Kardeşler’in katledilmesi üzerine başlatılan kadın mücadelesinin uluslararası alanda giderek büyümesi üzerine konunun Birleşmiş Milletler (BM) gündemine alınması, önce 1993 yılında kabul edilen “kadına yönelik şiddetin yok edilmesi bildirgesi”yle “güç ve baskı uygulayarak insanların bedensel veya ruhsal açıdan zarar görmesine neden olan bireysel veya toplu hareketlerin tümü“nün şiddet tanımına alınması ve; “kadınlarda, fiziksel, cinsel, psikolojik, herhangi bir zarar ve üzüntü sonucunu doğuran veya bu sonucu doğurmaya yönelik özel veya kamu yaşamında gerçekleşebilen her türlü davranış, tehdit, baskı veya özgürlüğün keyfi olarak engellenmesi”nin suç sayılmasının istenmesi; ardından da 1999’da 25 Kasım’ın “kadına yönelik şiddete karşı mücadele günü” olarak kabul edilmesi kuşkusuz hukuksal alanda ileriye atılmış bir adım olmuştur. Ancak, kapitalist emperyalist ülkelerle onların uluslararası kuruluşlarının aldıkları kararların ve yaptıkları açıklamaların çıkarlarıyla bağlı olarak şekillendiği ve sömürülen ve ezilen sınıf ve kesimlerin haklarını “koruma” gibi bir özellik göstermediği de gizli-saklı değildir. Uluslararası kuruluşlarının insan haklarına ve bu kapsamda kadınlara ve çocuklara yönelik şiddete karşı “olumlu” kararları ve bunu konu edinen hukuki açıklamalarına rağmen, giriştikleri saldırılarla, savaş ve işgallerle, içeride uyguladıkları polisiye ve militarist şiddet politikalarıyla bu hakları ayaklar altına alıp kadın cinsinin ve çocukların şiddete uğramalarına neden olanlar da onlardır.

Dolayısıyla da, işçi sınıfı ve partilerinin geçmişte ve günümüzde yürüttükleri mücadeleye göz kapayan ve deneyimlerinden yararlanmayı dahi gözetmeyen yaklaşımlar, kadının sömürü, baskı ve şiddetten kurtuluş mücadelesine güç katmayacak, aksine zayıf düşürücü işlev görecektir. Oysa bugün mücadelenin ilerletilmesi için öne çıkan ihtiyaçlarından biri de, ilerici tekil muhalif çevre, grup ve kesimlerin işçi sınıfı ve emekçilerin ileri ve mücadeleci kesimleriyle birlikte, sermaye ve diktatörlüğüne karşı güçlü bir birlik oluşturmaları, birlikte yürüyebilmeleridir. Bu da, liberal beklentileri bir yana bırakarak, sistem partileri ve kurumlarının riyakârlığının daha net olarak açığa çıkarılmasını ve ülkede ve uluslararası alanda mayalanmakta olan kent-kır emekçileri hareketinin yeniden yükselişine hizmet edecek bir tutumda birleşmeyi gerektirir.