İhsan Çaralan
ABD Başkanı Donald Trump, 25 Eylül 2018 günü BM Genel Kurulu’nda yaptığı konuşmada “Küreselleşme doktrinini reddediyoruz” diyerek, “küreselleşme”nin çöktüğünü ilan ederken, 1990’ların başında ilan edilen bir dönemin sonunu olduğu kadar “Ticaret savaşları”nın öne çıkacağını resmen ilan etmiş oldu.
“Küreselleşme” ilan edilebilen, bir ya da birkaç ülke tarafından, bunlar isterse kapitalizmin patronu ülkeler olsun, çöktü denildiğinde çöken bir şey midir?
Bu durumda “küreselleşme” derken ne kast ediliyor, “Çöken nedir, sürmekte olan nedir” gibi sorular yeniden gündeme geldi.
O halde “küreselleşme”den neyin kastedildiği, neyin çöktüğü ama neyin ancak kapitalizmin alternatifi olan sosyalizm tarafından yıkıldığı ölçüde çökeceğini tartışarak, günümüzde olup bitenleri anlamlandırmayı kolaylaştırmaya çalışacağız.
KAPİTALİZM ‘KÜRESEL BİR SİSTEM’ OLARAK DOĞDU
“Küreselleşme” kavramı ve bu kavramın etrafında popülerleşen tartışmalar, 1990’ların başında Sovyetler Birliği’nin çöküşünün resmen ilan edilmesinden sonra gündeme geldi.
1990’lı yıllardaki “küreselleşme”, burjuva ideologları ve iktisatçıları tarafından, neoliberal iktisat politikaları sayesinde, sadece ekonominin değil siyasetin, diplomasinin, kültürün hatta siyasi coğrafyanın yeniden yapılandırılacağı, sermayenin sınırsız, hiçbir ulusal ve uluslararası engelle karşılaşmadan serbestçe dolaşacağı bir dünya olarak tarif ediliyordu.
Oysa Marks ve Engels’in, önceki yazdıkları bir yana, dönemin en önemli belgesi olan Komünist Parti Manifestosu’nda (kaleme alınışı 1847’nin sonu) kapitalizm bir dünya sistemi, bu anlamıyla da “küresel bir sistem” olarak tarif ediliyordu.
Marx ve Engels, Manifesto yazılırken henüz Londra, Manchester, Paris, Lyon vb. gibi, sayısı iki elin parmaklarını geçmeyecek kentler etrafında yoğunlaşmış sanayiden ibaret olduğu bir dönemde kapitalizmin, küresel bir sitem olduğuna vurgu yaparak onun dünyanın en ücra köşelerine kadar yayılacağına, dünyayı kapitalist sistem ekseninde birleştireceğine (eğer proletarya tarafından alaşağı edilerek, yerini sosyalist bir dünyaya bırakmazsa), eski üretim biçimlerini ve eski düzenin üst yapısını da yok ederek tüm dünyayı kapitalist bir dünya haline dönüştüreceğine dikkat çekiyorlardı.
Başka bir söyleyişle onlar, kapitalizmin kaçınılmaz olarak bir dünya sistemi, bu anlamıyla da küresel bir sistem olarak gelişeceğine işaret etmişlerdi. Ki Manifesto’nun ve Marx’ın görüşlerinin bugün de hala geçerli olmaya devam etmesinin nedeni bu ileri görüşlülük, o gün çok büyük olanı değil gelişeni, o gün henüz nüve halinde olanın gelecekte büyüyüp “dünya” olacağını görmüş olmasıdır.
Nitekim yarım yüzyıl sonra, kapitalizm emperyalizm evresine geçtiğinde artık yer kürede başlıca büyük sömürgeci kapitalist ülkeler tarafından fethedilmemiş toprak parçası kalmamıştı. Bu yüzden de sömürge paylaşımında geç kalan emperyalist-kapitalist ülkeler, yeni topraklar fethetmeye kalktığında dünya üstünde fethedilecek ‘boş’ topraklar kalmadığından “dünyanın yeniden paylaşımını” talep etmişlerdir.
Yani kapitalist sistem; en azından ülkeler düzeyinde de “küreselleşmiş”, tüm topraklar büyük emperyalist ülkeler tarafından fethedilmişti.
- yüzyılın sonunda kapitalizmin küresel karakteri bir gelecek olmaktan çıkmış, “bütün dünyanın (ülkelerin) bir zincirin halkası gibi birbirine bağlandığı” bir sistem olarak somutlaşmıştı. Küreselleşme ile kapitalizm “son aşaması”na, emperyalizm aşamasına geçti. Bu küreselleşmeye ağır darbeyi vuran Ekim Devrimi’dir.
Ekim Devriminin açtığı ‘Emperyalizm ve Proleter Devrimler’ çağında dünyanın altıda biri kapitalist sistemin dışına çıkararak, sosyalist bir dünyanın inşasına girişti.
Ekim Devrimi’nden sonraki dünya, Sovyetler Birliği’nde, Komünist Partinin 20. Kongreyle birlikte kapitalizme geri dönüş yoluna girmesine kadar, iki ayrı dünya, iki ayrı “küresel sistem”in mücadelesinin dünyasıydı. 1990’da ise SB’nin resmen çöküşüyle birlikte dünya kapitalizmi yeniden şeklen, resmen ve coğrafi olarak küreselleşme yoluna girdi.
1990’LARIN KÜRESELLEŞMESİNİN İKİ DAYANAĞI
SB’deki resmen geri dönüşten sonra bir yandan işçi sınıfının mücadelesinin öte yandan da ve daha da fazlasıyla Ekim Devrimi’nin ve SB’nde yaşanan sosyalizmin derin izlerini hala taşıyan dünyayı yeniden inşaya soyunan kapitalist tekeller kapitalizmi yeniden bir dünya sistemi haline getirmeye soyunurken siyasetçileri ve ideologları da küreselleşmeyi ideolojik bir silah olarak kavramlaştırdılar.
1990’lardaki “küreselleşme”nin iki önemli dayanağı vardı.
Bunlardan birincisi “neoliberal iktisat politikaları”yla kapitalist sistemin yeniden yapılandırılmasıydı. Böylece “sosyal devletçilik” döneminde oluşan kamu mülkiyeti ve kamusal hizmetlerin özelleştirilmesi ve özelleştirmenin özel bir biçimi olarak ticarileştirilmesi, kamusal kaynakların ulusal ve uluslararası sermayenin yağmasına açılmasıydı. Böylece aynı zamanda işçi sınıfı mücadelesinin ve Ekim Devrimi’nin kazanımlarıyla, sosyalizmin dünya kapitalizmine vurduğu damganın silinmesi amaçlanıyordu.
1990’lardaki küreselleşmenin ikinci ayağını ise; Kautskici “ultra emperyalizm” teorisinden ilham alarak rafine bir kapitalizmi biçimlendirmeyi amaçlayan iktisadi küreselleştirmeye meşruiyet kazandıracak olan ideolojik çerçeve oluşturdu. Bu ideolojik platforma dayandırılan propaganda, küreselleşen kapitalizmin sosyalizmin amaçlarını da gerçekleştirileceği, sosyalizmin de ebediyen kapitalizmin alternatifi olmaktan çıkacağı idi.[1]
Bu sıralarda Fukuyama’nın, tarihin artık sınıflar mücadelesinin olmadığı bir evreye geçtiğini, dolayısıyla sınıflar mücadelesini temel alan bütün analiz, program ve politikaların geçersiz olduğunu, kapitalizmin krizsiz, savaşsız ve giderek sömürüsüz ve sınıfsız bir dünya amacına doğru yürüdüğünü ileri sürdüğü Tarihin Sonu adlı kitabının içerdiği başlıca kavram ve kategoriler dolaşıma girmiş, burjuva propagandası yayılmaya başlamıştı.
Bu arada ortaya çıkan Rusya, Arjantin, Türkiye gibi ülkelerdeki krizlerin sistemin yapısal sonucu değil, küreselleşmenin dışında kalan ülkelerin küreselleşmeye bağlanma sürecinin sancıları olduğu iddia ediliyor, krizsiz bir kapitalizm için bunlar dayanak yapılıyordu.
Samuel Huntington’ın “Medeniyetler Savaşı” teorisi de savaşların artık paylaşım savaşlarının “yerel çarpışmaları” ya da halkların emperyalizme karşı mücadeleleri olarak değil, “ileri medeniyet”lerle (Yahudi-Hıristiyan medeniyeti) ile “geri medeniyet”ler (İslam medeniyeti) arasındaki savaşlar olarak belireceğini ve insanlığın “ileri medeniyet”le buluşmasının zorunlu ve kaçınılmaz koşulu olduğunu ileri sürmekteydi.
Kısacası 1990’lardaki küreselleşme, SB, Çin, Doğu Avrupa gibi kapitalizme entegrasyonun yaşandığı ülkelerde sosyalizmin sömürüyü sınırlayan ve sermayenin serbest dolaşımını engelleyen kalıntılarının; işçilerin sömürüsünü kısıtlayan yasa ve kuralların tasfiyesi ile birlikte, sınıfın bütün kazanımlarının yasal ifadesi olan “kurallı çalışmayı”, serbest piyasa ekonomisi bağlamında “ıslah etmeyi” amaçlıyordu.
Kuşkusuz ki neoliberal politikaların sermayenin dünyanın her köşesinde serbestçe dolaşımı, başta “esnek çalışmanın yaygınlaştırılması” olmak üzere işçi sınıfının sömürülmesini sınırlandıran yasal ve fiili düzenlemelerin en azından önemli ölçüde etkisizleştirilmesi konusundaki çabalarının oldukça başarılı olduğu bir gerçektir.
Bugün Trump’ın arkasındaki Amerikan sermayesinin böyle bir küreselleşmenin avantajlarından sonuna kadar yararlandığı da bir gerçektir.
Peki ne olmuştur da Trump küreselleşmeden şikayet eder hale gelmiştir?
90’lı yıllarda “serbest piyasa ekonomisi” etrafında, sermaye kesimleri ve kapitalist ülkeler arasındaki mücadelede “eşitlik” kuralının konulması, tekellerin rekabetini kısıtlayan her türlü ulusal ve uluslararası engellerin ortadan kaldırılması için düzenlenen zirvelerde baş rolü oynayan ABD’nin Başkanı bugün “küreselleşme bitti” demektedir.
Trump yönetimindeki ABD; Çin ve Hindistan başta olmak üzere (Meksika, Kanada, AB ile de) büyük nüfuslara hitap eden ekonomik bölgelerle ticaretin ABD aleyhine bozulmuş olduğunu iddia ederek, küreselleşme ile bağlantılı gördüğü anlaşmalardan ya çekilmekte ya da küreselleşme adına konan kurallara uymayacağını açıkça ilan etmektedir. ABD NAFTA, İran’la yapılan “nükleer anlaşma”, AB ile görüşmelerin son aşamaya geldiği “Trans Pasifik Ticaret Anlaşması”, daha önce SB ile yapılan “Orta Menzilli Nükleer Silahların Sınırlandırılması Anlaşması” gibi anlaşmalardan çekilmiştir. Öte yandan kendi aleyhine döndüğünü düşündüğü ithalata yeni vergiler koyarak küreselleşme ile girilen “serbest piyasa ekonomisi” yolundan sert biçimde geri dönüşler yapmaktadır.
Bu sadece Trump’a ait kişisel bir tercih değildir. Her ne kadar “Küreselleşmenin çöktüğü” Trump’ın ağzından ve onun tarzıyla ifade edilmiş olsa da Amerikan sermayesinin veya onun siyasette de etkin olan kliklerinin talebi olarak gündeme gelmiştir.
Trump’ın dile getirdiği tercihlerin ve politikaların hayata geçirilmesi için gösterilen kararlılık aslında Amerikan emperyalizminin, vaktiyle tekeller arasındaki rekabeti düzenleyen kuralları esas alan bir küreselleşme yerine “ticaret savaşları” dönemine geçişindeki kararlılıktır. Bu politik ve iktisadi dönüşün sebebi dengesiz, takıntılı, bir dediği diğerini tutmayan, ağzından çıkanı kulağı duymayan bir kişinin yönettiği izlenimi veren ABD’yi yöneten kişi ve ona bağlı yönetim kastı değil ABD sermayesinin yeni ihtiyaçlarıdır.
“Dolar ve silah üstünlüğünü” kullanmak isteyen ancak küreselleşme politikalarının ABD’nin bu üstünlüğünü kullanmasının önünde artık bir engel olduğunu düşünen bu sermaye sınıfı yani ABD tekelleri gelinen aşamada önündeki engeli ortadan kaldırmaya çalışmaktadır.
Nitekim Trump’ın “Küreselleşme çöktü” derken asıl karşı çıktığı, “uluslararası güvenlik” ve “ekonomik ilişkiler” düzenlemesindeki, ABD’nin aleyhine olan “eşitlikler” ve “eşitsizlikler”dir!
‘TİCARET SAVAŞI’ SADECE ‘TİCARET SAVAŞI’ MIDIR?
Kısacası Trump “Küreselleşme çöktü” derken, “küreselleşme”nin alt yapısı olarak görülen “serbest piyasa ekonomisi”nin “serbestliği”ne itiraz etmektedir. Nitekim daha 2017 Davos’unda Trump, ABD’nin kendi ekonomisi için korumacı önlemler alacağını belirterek “serbest piyasa ekonomisi”ne karşı olduğunu ilan etmiş, Çin Devlet Başkanı Şi Jinping ise küreselleşmenin herkesin lehine olduğunu, “ticaret savaşları”nın zarar vereceğini öne sürmüş ve Çin küreselleşmenin en militan savunuculuğu rolünü üstlenmişti.
Önümüzdeki süreçte “küreselleşme” ve “ticaret savaşları” üzerine tartışmalar sürecektir. Ancak tartışma genel olarak devletlerin ve tekellerin yönelimini izah etmeyi kolaylaştıran iktisadi kavramlar aracılığıyla yapılmaya devam ettiği takdirde işçi sınıfı ve halkların bu tartışmanın dışında kalması kaçınılmazdır.
Oysa kapitalizme, emperyalizme karşı bir mücadele içinde olan ilerici demokrat güçler ve sınıf partileri için önemli olan, sermayenin çeşitli uluslararası klikleri arasında başlayan ve kuşkusuz ki ulusal sermaye kliklerini de içine çekecek gelişmelerin, emperyalizme ve kapitalist sömürüye karşı mücadeleye nasıl yansıyacağı ya da işçi sınıfı ve emekçilerin sermaye güçlerine karşı mücadelesine hangi imkanları sunduğu, sunacağıdır.
Bu açıdan yaklaşıldığında;
1-) ABD “ticaret savaşı” mevzisine geçerek, bundan böyle, doların dünya ekonomisinde ABD’ye sağladığı imkanları ve diğer tüm ülkelerden daha fazlasına sahip olduğu askeri gücünü kullanacağını ilan etmiştir.
Bundan ilk çıkarılması gereken sonuç, ABD’nin kendi ekonomisini koruyan önlemler alırken doları kullanmak suretiyle başka ülkelerin serbest piyasa ekonomisine bağlı kalmalarını teşvik edeceğidir. Bu, doların dünya ekonomisindeki egemenliğini kullanarak Çin başta olmak üzere “rakip ekonomiler”in hizaya getirilmesi anlamına gelir.
Kuşkusuz ki “ticaret savaşı” öncelikle uluslararası bir savaştır. ABD bu bağlamda IMF, Dünya Bankası, OECD gibi uluslararası sermaye kuruluşlarındaki gücünü kullanmak suretiyle dünya ekonomisine yön verme amacındadır.
Bu ekonomik savaşın ekonomiyle sınırlı kalacağını beklemek aşırı iyimserliktir. Tersine ticari savaş, ABD’nin silah ticaretini teşvik eden girişimleri göz önünde bulundurulursa bu sürecin bölgesel savaşları ve iç savaşları kışkırtacağını, Rusya, Çin, Fransa, Almanya gibi silah ticaretindeki rakipleriyle kıyasıya bir mücadeleye gireceğini tahmin etmek zor değil.
ABD’nin 1989’da Rusya ile imzaladığı “Orta Menzilli Füzelerin Sınırlandırılması Anlaşması”ndan çekileceğini ilan etmesi, İran’la yapılan “Nükleer Anlaşma”dan çekilmesi, Suudi Arabistan ve Körfez ülkelerine silah satışında sınırlamaların neredeyse tümüyle kaldırılması gelişmiş ülkeler arasındaki “ticaret savaşı”nın büyük ülkeler arasındaki silahlanmaya olduğu kadar kriz bölgelerindeki ülkeler arasındaki silahlanmayı da hızlandıracağına işaret eder.
2-) “Ticaret savaşı” elbette ki ülkeler ve uluslararası tekeller arasındaki mücadelenin keskinleşmesi olarak ilerleyecektir. Bunun ipuçları şimdiden ortaya çıkmıştır.
Bu mücadelede elbette yenenler ve yenilenler olacaktır, ama sonuçta bu mücadelenin faturası da işçi sınıfı ve halklara çıkarılacaktır. Tıpkı ekonomik krizlerin yükünün sonuçta işçi ve emekçilere yıkılması gibi.
Tıpkı ülkeler arasındaki savaşların eninde sonunda faturasının işçi sınıfına, halklara çıkarılması gibi.
Tıpkı küreselleşme ilan edildiğinde, mücadele esas olarak sermaye klikleri arasında olacakmış gibi gösterilirken gerçekte, özelleştirme ve kamusal hizmetlerin bir biçimde ticarileştirmesi ve esnek çalışma gibi uygulamalarla küreselleşmenin işçi sınıfı ve halklara ağır bir fatura çıkarması gibi.
Bu yüzden “ticaret savaşları”nın da ilk bakışta sermaye klikleri arasında geçtiği kanısı edinilse de bu sadece gerçeğin yarısıdır. Öteki yarısı, işçiler ve emekçiler için asıl önemli yanı ise, bu mücadelenin işçi sınıfı ve halkı ilgilendiren kısmıdır.
SERMAYENİN ‘TİCARET SAVAŞI STRATEJİSİ’NE KARŞI MÜCADELE
Trump’ın küreselleşmenin çöktüğünü ilan etmesi, yıllardır küreselleşmenin uluslararası sermaye ve dünya kapitalizminin sorunlarını nihai olarak çözdüğü iddiasından vazgeçilmesi demektir. Dahası bu, aynı zamanda, emperyalizmin iktisatçılarının, ideologlarının ve siyasetçilerinin kapitalist-emperyalist sistemin içinde bulunduğu ağır sorunlar için bir çözümünün olmadığının da göstergesidir. Fakat bunlar sadece bir tespit olarak kaldığında ne küreselleşmeye ne de onun yerine geçirilmesi amaçlanan “ticaret savaşları stratejisi”ne bir zarar gelir. Dahası bu, işçi sınıfı ve halkların; emek mücadelesi ve emperyalizme karşı mücadele eden güçlerin rehavete sürüklenmesine de yol açabilecek bir durumdur. Kaldı ki gerek küreselleşmenin çöktüğünün ilan edildiği ABD’de gerekse öteki ülkelerde küreselleşmenin başlıca dayanağı olan özelleştirmelerden ve esnek çalışma uygulamalarından vazgeçilmeyeceği, tersine bunların daha da derinleştirileceği açıktır.
Bu yüzden bu türden küreselleşme politikalarına karşı mücadele kesintisiz biçimde sürerken, bunlara; ABD’nin başını çektiği “ticaret savaşları” stratejisinin işçi sınıfı ve halklara getireceği “yeni sorunlar” eklenmiştir.
Bu yeni sorunları;
– Gerek emperyalist ülkelerde gerekse geri ülkelerde milliyetçiliğin (bizde “yerlilik ve millik” olarak devreye sokulan) kışkırtılmasının,
– Silah üretimi ve silahlandırmanın dünya ölçeğinde artmasının,
– Bölgesel ve iç savaşların şiddetlenmesi ve yayılmasının,
– Savaşların ve savaş politikalarının faturasının işçi sınıfı ve halklara çıkarılması için sınıfın kazanımlarının gasp edilmesi, grev hakkı başta olmak üzere işçilerin mücadelesini baskılamanın dünya ölçeğinde bir devlet politikasına dönüşmesinin,
– Neo faşist güçler için ortamın daha elverişli hale gelmesi vb. gibi gelişmelerin işçi sınıfının, sendikaların, halkların emperyalizme- kapitalizme karşı mücadelesinin taleplerine yansıması gerekmektedir.
Talepler ülkeden ülkeye değişiklikler gösterse de başlıca şu kapsamda ele alınabilir:
– “Ticaret savaşları”nın aracı olarak devreye sokulacak ekonomik politikalara,
– Savaş ve savaş politikalarına,
– Silahlanmaya,
– Milliyetçiliğe ve din-mezhep ayırımcılığına, militarizme,
– Göçmen düşmanlığına,
– Emperyalist müdahalelere ve emperyalist ülkelerin geri ülkeler üstünden hegemonya mücadelelerine,
– İşçi sınıfı ve emekçilerin haklarına yönelik saldırılara,
– Krize sürüklenen ülkelerde kapitalist krizin yükünün emekçilere yıkılmasına karşı mücadele.
Teori ve Eylem, önümüzdeki dönemde de bu alandaki her somut gelişmede halkaları ve işçi sınıfını uyarmayı, bu amaçla, başında emperyalizmin baş patronu ABD’nin bulunduğu “ticaret savaşları” stratejisini çeşitli boyutlarıyla tartışmayı sürdürecektir.
[1] Kuşkusuz ki, küreselleşmenin krizsiz, savaşsız, barış içinde bir dünya kuracağı, yani sosyalizmin amaçlarını gerçekleştireceği iddiası, küreselleştirmeye meşruluk kazandırmak için uydurulmuş bir yalandı. Bu yüzden sınıf partisi ve Marksistler küreselleşmenin bu iddiasını bir “burjuva ütopyası” olarak eleştirdiler. Küreselleşme politikalarının başlıca amaçlarından birisinin sosyalizmin dünyaya vurduğu damgayı silmek olduğunu teşhir ettiler.