Ruze Cendeli
Çeviren: Ali Karataş
GİRİŞ
Ortadoğu’da birçok ülke, yakın zamanda önemli gelişmelere tanık oldu. Bu makalede İran, Irak, Lübnan, Mısır ve Ürdün örnekleriyle Ortadoğu ve Arap dünyasındaki son siyasi gelişmelerin ve krizlerin tarihsel arka planına bakmaya çalıştık.
Amacımız küresel emperyalist merkezlerin dış politikalarının analizini yapmak ve özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrasında ABD’nin Ortadoğu ve Arap dünyasına yönelik dış politikasının belirleyicilerinin anlaşılmasını sağlamaktır.
Ortadoğu’da yaşanan son olaylarda iki karakteristik özellik mevcut: İlki seçimler ve bunların dayandığı anayasalar, diğeri ise iktisadi gelişmelerdir. Dolayısıyla makalemiz, anayasal ve iktisadi krizlere dayan son örnekleri seçti. Hemen belirtelim Körfez ülkelerinde ve Suudi Arabistan’da anayasal süreç bulunmamaktadır. Son dönemde bölgede gerçekleşen seçimler ve ortaya çıkan finansal krizler öngörülebilir gelecekte derin siyasi değişime yol açabilir. İrdeleyeceğimiz bir diğer konu Trump hükümetinin İran’la yaşadığı nükleer kriz ve bunun İran’ın çağdaş tarihindeki izleri. Irak’ta anayasal durumun evrimi, son seçim krizi ve Lübnan’da her dönemle kendini yenileyen mezhepsel durum ele alacağımız konular arasındadır. Son olarak Mısır ve Ürdün krizlerinin mali arka planı incelemeye çalışacağız.
Makalemizde birkaç soruyu cevap vermeye çalıştık: Ortadoğu’nun ve şu andaki Arap dünyasının krizlerinin tarihsel arka planları neler? Olaylar nasıl gelişti? Arap dünyasının krizleri tek bir formda mı ortaya çıkıyor? Mezhepsel ve tiranlık biçimindeki şiddet Ortadoğu halklarının kaderi mi?
HAKİMİYETİN DEMOKRATİK YÜZÜ
Eğer ideolojik mücadele sınıf mücadelesinin diğer biçimi ise, elbette egemen sınıf; düzenini, anayasayı, kanunları ve seçim sistemini iktidarın kritik noktalarında varlığını devam ettirmek ve pekiştirmek için formüle edecektir. Kanunları, yeni sınıf güçlerinin iktidara sızması noktasında muhtemel bütün boşlukları kapatmak için kullanacaktır. Kapitalizmin ileri aşamasında kapitalist merkezler, stratejik ekonomik çıkarlarını korumak için diğer ülkelerin rejimlerini vesayet altına almayı meşrulaştırmaktadır.
George F. Kennan’ın (1904-2005) ABD dış politikasının planlanmasıyla ilgili olarak 1948 tarihli 23 numara ile belirtilmiş bir notta, “Dünyadaki zenginliğin yaklaşık % 50’sine dünya nüfusunun yalnızca % 6,3’sı sahip… Böyle bir durumda, başkalarının kıskançlığını ve kırgınlıklarını önleyemeyiz. Gelecek dönemdeki görevimiz bu eşitsizliği devam ettirecek bir ilişki modeli kurmaktır. Bunu başarmak için hayalleri ve duyguları terk etmeliyiz. Dikkatimizi ulusal hedeflere odaklamalıyız. Yaşam standardını ve demokratikleşmeyi yükseltmeyi ve İnsan hakları gibi gerçekçi olmayan hedefleri ve belirsiz sözleri başkalarına bırakmalıyız”[1] demişti. Bu sözler ABD’nin dış politikasının anlaşılması bakımından kilit bir öneme sahip.
İtalya, II. Dünya Savaşı’ndan sonra Amerikan istihbarat aktivitesinin en önemli alanlarından biriydi. Chomsky’e göre, “Komünistlerin yenileceğine dair bir garanti yoktu“. 1948 tarihli ilk “Ulusal Güvenlik Notunda (NSC1)” komünistlerin seçimde kazanmaları halinde çeşitli önlemler belirlendi. Alınan tedbirlerden biri, İtalya’daki gizli askeri harekâtlara yardım etmek için askeri müdahaleyi içeriyordu.
İkinci dünya savaşından sonra Avrupalı komünistler, seçimlerden tarihlerinin en güçlü sonucuyla çıktılar. Bu partilerin gücü, liberal hükümetleri ortadan kaldırmak için artık gerçek bir tehditti. O zamanın “sosyalist” ama gerçekte çizgi olarak kapitalist Fransız başbakanı, ABD’den destek almadığı takdirde ülkenin komünistlere teslim olacağı konusunda uyarmak için Washington’a koştu.[2] Bu nedenle Birleşik Devletler, tarihsel açıdan düşman iki devlet olan Japonya ve İtalya’ya egemenliğini yaymak için adımlarını hızlandırdı. Her iki ülke için tek partili bir siyasi sistem yerleştirdi. Bu partiler; Japonya’nın 1955’te kurulan Liberal Demokrat Partisi ve İtalya’nın Hıristiyan Demokrat Partisiydi. Böylece zaten yenilmiş devletler için yeni bir siyasi düzen ortaya çıkıyordu. Bu hükümetler, soğuk savaş döneminde sosyalist Sovyetler ve liberal Amerikan kampları arasındaki mücadelede sürecinde komünistlerin muhalefetiyle çöktü.
Batı Avrupa ülkeleri, komünizm hayaletini İkinci Dünya Savaşı sonrası kurulan hükümetlerden uzak tutmak için çeşitli politikalar uyguladı. Bu politikalar içerisinde Kennan’ın işaret etiği gibi gizli ya da açık askeri müdahale de mevcuttu. Haziran 1947’de devreye giren Marshall Planı, bir kredi verme programından çok ABD planı çerçevesinde Avrupa’yı kontrol etmek için dev bir hibe programıydı. Pek çok açıdan gerçekçi olmadığı ve başarısız olduğu için, 1949’da NATO’nun kurulması ve sonra 1957’de Avrupa Ortak Pazarının kurulmasıyla bu proje tamamlandı. Böylelikle, hem Birleşik Devletler hem de Batı Avrupa’daki egemen sınıflar, Soğuk Savaşın sona ermesinden sonra bile iktidarın kritik noktalarını ellerinde tutmayı ve yönetimlerini sürdürmeyi başardı.
Hegemonyanin Gelişimsel Yönü
Ülkelerin ekonomilerini kontrol altında tutmak için İkinci Dünya Savaşı sonrasında Avrupa’daki kalkınmayı finanse etmek misyonuyla Uluslararası Para Fonu (IMF) ve Dünya Bankası kuruldu. Bretton Woods Konferansı kararlarına dayanılarak ve altın onsunun fiyatı 35 dolar olarak belirlendi.
Uluslararası üçlünün (altın paritesi, geliştirme süreçleri, banka ve fon) bariz karşılıklı bağımlılığının, 1971’de Richard Nixon tarafından kırılmasıyla dolar ve altının fiyatları birbirinden ayrıldı. Uluslararası kapitalist kurumlar sömürge ülkelerin ekonomilerini kontrol altında tutan kurumlara dönüştü. Böylece emperyalizme bağımlı olan ülkelerde herhangi bir reformunun sol siyasi partiler için bir umut olma olasılığı kesildi. Syriza partisinin Yunanistan’da iktidara gelmesi, sermaye merkezleri için bir şey ifade etmedi. Çünkü onlardan önce gelen liberal sağcı hükümet, IMF ile sözleşme imzalamıştı. Kısım kısım gönderilen paralar eroin bağımlılarına verilen uyuşturucu dozları gibiydi. Diğer bir deyişle, Dünya Bankası’ndan ve IMF’den yeni borç almak, eroine bağımlı olan hastayı sakinleştirmek için başka bir doz vermektir.
Öte yandan, sözde gelişmiş dünyadaki seçim sistemleri çok karmaşıktır ve yeni kurulan partilerin seçimlere katılmasına izin vermeyecek şekilde tasarlanmıştır. Almanların yüzde 50’den fazlası, ülkelerindeki seçim sistemini anlamadıklarını itiraf etmektedir. ABD seçim sistemi çok karmaşıktır. ABD’nin siyasetinde uzmanlaşmış olanların bile zorlandığı açıklanamayan birçok boşluk içermektedir. ABD’deki durumu, iki partili rekabeti herhangi bir üçüncü tarafın varlığına izin vermeyecek şekilde düzenlenen yasalar açıklıyor.
ABD Dış Politikasının Belirleyicileri
Yukarıda bahsettiğimiz olayların Amerikan dış politikasının Arap dünyasında ve Ortadoğu’daki politik süreçlerle yakından ilişkili olduğunu biliyoruz.
Sovyetler Birliği’nin çöküşünden sonra ABD ve Batı, genel olarak kapitalist dünya iyimser bir havayla dolup taştı. Zaferin coşkusuyla Francis Fukuyama, liberal demokrasinin (neo-liberalizm) ve kapitalizmin sosyalizme üstün olduğunu ilan etti. Onun akıl hocası Samuel Huntington, soğuk savaş dönemindeki ideolojilerin sona erdiğini ilan etti. Ama bu arada ABD dış politikasında kullanışlı birer öğeye dönüşmeleri için farklı medeniyetlerin itibarını iade etti. Muhafazakâr teori akademiyle sınırlı kalmadı. Her iki akademisyen de, ABD karar alma kurumlarında önemli görevlerde bulundu. Başka bir deyişle, politik teorinin ABD dış politikasında etkili olduğu, Jimmy Carter yönetimi döneminde 1977-1981 yılları arasında ulusal güvenlik danışmanı olarak görev yapan Zbigniew Brzezinski tarafından gösterildi. ABD dış politikasının belirleyicileri olarak şunu söylemek mümkün: ABD’de her yönetimin kendine özgü politikalarının yanı sıra, entelektüel yönelimlerin de politikanın belirleyenlerinden olduğu söylenebilir.
ABD tek bir küresel güç olmaya çalışıyor. Bu yönelimi o kadar belirgin ki, herhangi bir jeopolitik gücün itiraz etmesine ya da rakip olarak büyümesine izin vermemektedir. Kendisine bağlı olan devletlerinin iradesine boyun eğmekten uzaklaşmasına da imkan tanımamaktadır.
Brzezinski’nin ifadesine göre, barbarların düşman saldırgan ittifaklar kurması engellenmelidir.[3] Buna ek olarak Brzezinski, “Avrasya’yı kontrol etmek, dünyayı kontrol etmek demektir. Yeni rakiplerin ortaya çıkmasını önlemeli ve enerji kaynaklarını kontrol etmek için çok çalışılmalıdır. Demokratikleşme stratejisi için gerektiğinde güç kullanılmalı ve demokrasi ve Amerikan çıkarları arasında fikir birliği olmalıdır” demiştir.
Son yirmi yılda ABD’nin Ortadoğu ve Arap dünyasındaki politikaları, Doğu Avrupa’daki politikalarından çok farklılık göstermemektedir. Ama Ortadoğu’nun yaşadığı süreç, Doğu Avrupa’daki gibi tekrar sakinleşmeye izin vermedi. ABD çıkarlarına hizmet etmek için uygun etnik gruplarla çalışıyor ve elde ettiği kazançların bir kısmını vererek onları bir nevi istihdam ediyor. Başka bir deyişle ABD, farklı grupları destekleyerek ve etnik dengesizliği kışkırtarak siyasi huzursuzluğun sürekliliğini istemektedir.
Öte yandan ABD; Sovyetler Birliği’ne karşı Taliban ve El Kaide’yi büyütme, Afganistan ve Suriye’de her türden cihat örgütlerini destekleme tecrübesi başarılı olmasa da İngilizlerin el Suud ve onların müttefikleri olan radikal şeyhlerle olan deneyimini kopyalama üzerine çalışmaktadır. ABD tecrübesi, Suudilerin cihat deneyimini ilerletmedi, lakin hedef alınan ülkeleri bitirdi.
ABD’nin, İsrail’in güvenliğini önceliklerinin en üst seviyesine yerleştirmesi ve çatışmaları kışkırtılması ve komşuları üzerinde askeri baskı aracının önemli bir unsur olarak yer alması Ortadoğu’yu dünyanın en sıcak bölgesine dönüştürmüştür. Böylece, Arap halklarının herhangi bir endüstriyel ya da bilimsel kalkınması umudu kesilmiş oldu. İsrail’in askeri üstünlüğünü korumanın kendisi, Ortadoğu’nun en büyük ABD askeri üssü varlığı anlamına gelmektedir.
ABD ve arkasındaki küresel sermayenin stratejisi, mezhepsel ve etnik çatışmayı teşvik etmek ve Ortadoğu’nun bileşenlerini kendi çıkarı için toplamaktır. Başka bir değişle kültürel bileşenlerin siyasi bileşenlere dönüştürmek ve politik anlaşmazlıklara yatırım yapmaktır. Ekonomik olarak da Ortadoğu ülkelerini büyük finans kurumlarına (IMF, Dünya Bankası) bağlamak için çalışılmaktadır. Böylelikle hükümetler bu politikalara hizmet etmek için göreve getirilmektedir. Her türlü demokratik eğilime karşı koyulmakta ve halk hareketleri gizli polis veya doğrudan askeri müdahale yollarıyla (MOSSAD’ın yardımıyla) bastırılmaktadır. Anayasaların ve seçim sistemlerinin hazırlanmasına ve siyasi süreçlerin yönetimine müdahale edilmektedir. Mali elitler (tiranlar), ABD’nin politik iradesini insanlara dayatmaya hizmet etmektedir.
ABD İRAN’DA YİNE BAŞARISIZLIĞIN EŞİĞİNDE
Modern İran tarihinde demokrasinin ifadesi olan siyasi partiler, işçi ve mühendis sendikaları tarafından desteklenen Musaddık’a karşı darbeden bu yana başarısızlık hayaleti hala ABD dış politikası üzerinde devam ediyor. Şah Muhammed Rıza ile Ulusal Hareketi arasında 1941-1947 yıllarındaki ateşkes dönemini, Şaha suikast girişiminden sonra tutuklanma dönemi izledi.[4] 1951’de Musaddık’ın başbakan olarak seçilmesinde TUDEH’in[5] organize ettiği Petrol işçilerinin grevi önemli bir etken oldu.
Askeri Darbe ve Musaddik’in Devrilmesi
ABD istihbaratı demokratik olarak seçilmiş Musaddık hükümetini devirdi. Ancak operasyonun detayları, istihbarat operasyonunun bir kopyasının 2000 yılında New York Times gazetesine sızmasına kadar gizli kaldı. Operasyonun liderliğini yapan Kraliyet Muhafızı Komutanı olan İranlı Albay Nemtullah Nasiri, Musaddık’ın kendisini tutuklayıp Ordunun genelkurmay başkanını tutuklamaması, operasyonu tehlikeye soktu. Bu durum ABD ve İngiltere’deki en üst düzey yöneticileri neredeyse tehdit eden bir duruma geldi. Operasyonun emrini, ABD Başkanı Eisenhower ve İngiltere Başbakanı Winston Churchill tarafından verilmişti. Operasyon TPAJAX projesi ismiyle doğrudan CIA tarafından koordine edildi.[6] Görev torun Roosevelt’e[7] emanet edilmişti.
Operasyon; petrolü millileştiren, ülkeyi boğucu bir ekonomik krize sürükleyen yabancı şirketlerin etkisinden kurtarmak isteyen, kadınlara oy hakkı veren, orduda Şah’ın ve yabancıların destekçilerini tasfiye eden Musaddık’a yanıt olarak geldi.
CIA; iktidarı Musaddık’tan geri almada başarılı oldu lakin bu operasyon ABD istihbaratının İran’daki son başarılı operasyonu oldu. TUDEH partisi üyelerini takip etmek için CIA ve MOSSAD’ın yardımıyla SAVAK istihbarat teşkilatı kuruldu.
Siyasi İslam Protestolara Yatırım Yapıyor
Gelişmeler kökten dinciliğin büyümesi için verimli bir zemin yarattı ve birkaç yıl sonra, İslam Devrimi’nin patlak vermesine yol açtı. Hasan Nazih gibi önde gelen devrimci figürlerin liderliğindeki gösteriler kök saldı. Ama İslamcılar çok güçlü bir konuma sahipti. İslamcılar, 1979’da iktidarı ele geçirerek nihai zafere vardı. İktidarı ele aldıktan sonra liberal ve solcu partilere karşı tasfiye politikası benimsedi. Sendikalar feshedildi ve yeni anayasada İslami hukuk uygulandı. Dinci burjuvazi, ulusal (liberal) burjuvazinin yerini aldı. Dış politika cephesinde ise İslami hükümet; ABD çıkarlarına düşman bir politikalar benimsedi. Lübnan’da 2000 yılında İsrail işgalini yenebilen milis örgütünü yani Hizbullah’ı destekledi.
İran’ın Nükleer Anlaşması
Ruhani liderliğindeki reformist hükümet, ABD ve batı ülkeleriyle sürdürdüğü “nükleer program” üzerine bir anlaşma imzaladı. Anlaşma neticesinde ekonomik ablukanın kalkması, uzun bir süreden sonra İran ekonomisine yeni bir ufuk açtı. Ablukanın kaldırılmasından sonra İran’ın 2020’de petrol üretiminin zirvesine ulaşması beklentisi, yabancı şirketlerle imzalanan sözleşmelerin büyüklüğü vurgulanmış oldu. Petrol potansiyelinin geri kazanılmasının bir parçası olarak İran, Total Şirketi ile bir anlaşma yaptı. Resmi açıklamalara göre, projenin üretim kapasitesi günde 2 milyar metreküp ya da 400 bin varil petrol eşdeğerine ulaşacak. Bunun yanı sıra Alman otomobil şirketi ‘Daimler’ İranlılara yılda 40 bin araba satacak. Bunlara ek olarak İtalyan petrol ve gaz şirketi SAIPEM beş milyar dolarlık bir kontrat imzaladı.
İran’da Uluslararası Şirketler İçin Beklenen Zararlar
Avrupa hükümetleri, ABD’nin anlaşmayı veto etme isteğine yanıt vermeleri durumunda gazı geliştirme, altyapı modernizasyon sözleşmelerinin yanı sıra otomotiv, satış, havayolu endüstrisi ve banka finansmanları alanında 60 milyar doları aşabilecek anlaşmaları kaybetmeleri bekleniyor. Avrupa bankaları, yaşlanan petrol ve gaz endüstrisini geliştirme planlarını finanse etmek için geçtiğimiz iki yıl içinde İran’la imzalanan 25 milyar dolarlık anlaşmaları kaybedecek.
ABD’nin nükleer anlaşmadan çekilmesinden etkilenecek şirketler, Reuters’in açıkladığı rapora göre şöyle özetlenebilir; Boeing şirketi Aralık 2016’da 16.6 milyar dolar değerinde 80 uçağı İran Havayolları’na satmak için anlaşma imzaladı. Ayrıca, Nisan 2017’de Asman Havayolları’na 3 milyar dolar değerinde 30 adet Boeing 737 Max uçağı satışı için anlaşma imzalandı. Boeing şirketi, Asman Havayollarının 30 adet daha uçak alma hakkı olduğunu ifade etti. Avrupa havacılık endüstrisi şirketi ‘Airbus’ İran ile toplamda yaklaşık yüz uçağın alınması sözleşmesi imzalandığını duyurmuştu. Bu anlaşma yaklaşık 10 milyar dolarlık bir anlaşma. ABD dışındaki General Elektrik şubeleri 2017’den bu yana 1 Mayıs itibariyle gaz üretim projeleri, gaz tesisleri ve petrokimyasallar için on milyonlarca dolarlık kontratlar almıştır. Fransız petrol devi Total, Amerika’nın hamlesinden sonra Güney’de yer alan “Pars” gaz sahasının geliştirilmesine yardımcı olmak için beş milyar dolarlık bir sözleşme kaybetme riskiyle karşı karşıya. Volkswagen, 2017 yılında 17 yıl aradan sonra ilk defa İran’a otomobil satmaya başladı. Fakat şimdi şirket, İran ile elinde gücü barındıran dünyanın en büyük ikinci otomobil pazarı arasında seçim yapmak zorunda kalabilir. Hem British hem de Lufthansa hava yolları yeniden başlatılan Tahran uçuşları ya da ABD’ye uluslararası uçuşlarını sürdürmeleri arasında seçim yapmak zorunda kalacaklar. Fransız Accor ve İspanyol Melia Hotels International Otel zincirleri aynı seçenekle karşı karşıya kalabilirler.
Pompeo’nun Siyasi Talepleri
Nükleer anlaşmadan çıkılmasının, Avrupa ve Amerika şirketlerine ekonomik etkinin çok büyük olacağı açıktır. Bunun anlamı ABD’nin İran’a yönelik politikasının Suudi müttefiklerinden ve BAE’den farklı olarak ekonomik bağlamda olmamasıdır. Bu durum ABD Dışişleri Bakanı Mike Pompeo tarafından açıklanan İran’ın yerine getirmesi istenen 12 talepte açıkça görülmektedir. Bu maddelerden sadece dört tanesi Nükleer anlaşma ile ilgilidir. Geri kalanlar İran’ın dış politikasına aittir. ABD, İran’ı balistik füzeleri müttefiklerine dağıtımı ve nükleer başlık taşıyabilecek füzelerin gelişimi durdurmaya çağırıyor. ABD ve müttefiklerinden olan tüm tutukluların serbest bırakılması, Irak hükümetine saygılı davranması, silahlı Şii milislerin dağıtılması ve silahsızlandırılması talep ediliyor. İran’ın emri altındaki bütün kuvvetleri Suriye’den çekilmesi, Hizbullah, Hamas, İslami Cihad gibi Ortadoğu’da aktif olan ve ABD tarafından “terör örgütleri” olarak nitelendirilen yapıları desteklemeyi bırakması isteniyor. Yemen’deki Husilere, Afganistan’da Taliban’a[8] ve diğer “terörist örgütlere” askeri desteği durdurması ve el Kaide militanlarını barındırmayı[9] bırakması bekleniyor. İran Devrim Muhafızları ‘terörizm’inin yani Faylak el Kudüs kuvvetlerinin desteklenmesinin durdurulması istenmektedir. ABD’nin müttefik olan komşu ülkelerle ilişkilerde tehdit dilinin terk edilmesi, İsrail’i yok etme yönündeki tehditlerin ve Suudi Arabistan ve BAE’ye füze saldırılarının durdurulması istenmektedir. Uluslararası deniz taşımacılığını tehdidi terk etmesi ve son olarak resmi ABD elektronik ağlarına yönelik İran ve Rusya’yı suçladığı siber saldırıları durdurması talep edilmektedir.
ABD İran’ın bu talepleri yerine getirmesini isteyerek bölgede tırnaklarını kesmeyi ve Ortadoğu’da stratejik bir oyuncuya dönüşmesini engellemeyi istediği açıktır. ABD, stratejik müttefiklerinin (İsrail ve ondan daha az olarak Arabistan) Ortadoğu’nun politikalarının şekillendirmede daha büyük bir rol oynamaya hak kazanmaları arzusundadır.
Amerikan Fırtınasının Yankısı
ABD’nin nükleer anlaşmadan tek taraflı olarak çekilmesi, İran’daki egemen sınıfın muhafazakar kanadının konumunu güçlendirecektir. Muhafazakarlar, Ruhani liderliğindeki reformistlerin (barışçıl) politikalarının sonuçları konusunda uzun zamandır uyarıda bulunuyorlardı. Bu nedenle muhafazakarların ABD-Suudi-İsrail eksenine karşı gerilimi tırmandıran davranışlarla sonuçlanacak radikal politikaları İran içinde meşrulaşacaktır.
Nükleer anlaşmadan geri çekilme, Ortadoğu’daki bölgesel kutuplaşmayı da artırabilir. ABD’den bağımsız bir Avrupa kutbunun kristalleştirilmesi yolunda bir adım daha atılarak yarılma genişleyebilir ve uluslararası düzeyde çok kutuplu bir dünyaya geçileçilebilir. Almanya Başbakanı Angela Merkel’in, Fransa Cumhurbaşkanı Macron’un huzurunda sarf ettiği “ABD’nin bizi koruyacağı şeklinde bir durum artık yok. Bizi koruması için sadece ABD’ye güvenebileceğimiz zamanlar artık geride kaldı. Avrupa’nın kendi kaderini eline alması gerekiyor. Bu gelecekteki en önemli görevimiz”[10] sözleri dikkat çekicidir. Anlaşmadan çekilirse ülkesi ciddi şekilde etkilenecektir. Alman Dışişleri Bakanı Heiko Mass’a göre İran’da faaliyet gösteren 10 bin Alman şirketi mevcuttur.
İran pazarından çekilmesinin AB için doğrudan ekonomik sonuçlarına ek olarak burası kolayca Çinli şirketlere terk edilmiş olacaktır. İran ablukanın etkileriyle başa çıkmak için 17 yıldan beri bir mekanizma geliştirmiş ve bazı alanlarda da aşmıştır. Avrupalı liderler, anlaşmanın İran’ın nükleer faaliyetleri üzerinde iyi kontrol sağladığının farkına varmıştır. Anlaşmanın yokluğu; sadece İran tarafının kendi nükleer silahının üretimine doğru ilerlemesi için yeterli bahane sağlaması anlamına geliyor.
ABD’nin İran’a karşı kullanabileceği herhangi bir askeri senaryo başarısızlığa mahkumdur, ancak askeri müdahale Washington’un Ortadoğu’daki müttefikleri için bir felaket olacaktır. İsrail elbette nükleer silaha sahip. Suudi Arabistan, Amerikan yardımlarıyla sahip olduğu nükleer savaş başlıkları ile İran’a karşı bir korku dengesi gerçekleştirmek için çalışmaktadır. Yani herhangi bir savaşın patlak vermesi tüm dünya için bir felaket olacaktır.
IRAK’IN RİTMİ VE İMKANSIZ AMERİKAN DENGESİ
Irak, geçtiğimiz Mayıs ayında parlamento seçimlerine gitti. Seçim sonuçlarında ilk göze çarpan son derece parçalı bir yapının ortaya çıkmasıdır. Bu parçalı yapının nedenlerini Irak yakın tarihine ve demokrasi tecrübesine bakarak irdeleyelim.
1920 ayaklanması İngiliz işgalini, Irak’ın ulusal hükümet kurma taleplerine boyun eğmeye zorladı. Irak’ta bir Arap olan Faysal bin Şerif Hüseyin kral seçildi. Ülkenin ilk anayasasını hazırlamak için Osmanlı’da seçilen Kurucu Komiteye benzer şekilde Iraklı ve İngiliz uzmanlardan oluşan bir komite görevlendirilmesi kararlaştırıldı. Eski bakan Abdul Ghani al-Deli’nin sözleriyle “Ülkeyi keskin farklılıklara sokan ve ilerde de sokacak olan”[11] referandum yapılmadı. Kanuni Esasiye olarak adlandırılan 1925 anayasası üzerinde çalışılmaya başlandı. Nispeten gelişmiş anayasaya rağmen İngiliz işgali, varlığını Anayasanın metnine yazdırdı. Anayasanın bir maddesinde (Bölüm VIII, Madde 114) “Irak’taki İngiliz kuvvetleri Komutanı, Genel Vali ve Yüksek Temsilci tarafından yapılan tüm açıklamalar, yönetmelikler ve yasalar; Majesteleri Kral Faysal Hükümeti tarafından çıkarılmıştır. Uygulama tarihinden itibaren geçerlidir” denmektedir.
Anayasal monarşi, İngiliz işgali ile işbirliği içinde olan Kral II. Faisal ve Nuri el-Said hükümetini deviren ve sonrasında ‘sosyalist’ cumhuriyet kuran 14 Temmuz 1958’in askeri darbesine kadar sürdü. Ülkenin ilk geçici ‘sosyalist’ anayasası sadece iki hafta içinde ve sadece 30 madde ile tamamlandı. Anayasa, 1963’te Kürdistan Demokrat Partisi (KDP) ile ittifak kuran Baas Partisi darbesine kadar devam etti. Irak Cumhurbaşkanı Abdul Karim Kasım idam edildi. Buna ek olarak Irak Komünist Partisine karşı katliamlar gerçekleştirildi. Baasçı Abdul Salam Arif onun yerine geçti. Bu dönemin anayasasını yoktu. Ama anayasal bir belge olarak Devrim Komutanlığı Ulusal Konseyi Kanunu mevcuttu.[12] Ülke Irak Baas Partisi’nin 1968’deki yeni darbesine değin 1964 geçici anayasası ile yönetildi. Halk desteğini kazanmak için parlak sloganlar dışında başka bir içeriği olmayan 1968 anayasası getirildi.
ABD’nin 2003’te Irak işgali ülkeyi yordu. Savaşın alt yapıdan üstyapıya taşınması ile sendikalardan ve partilerden arındırılmış sosyal yapı oluşturdu. İslami partiler, Irak sokağını iki mezhepsel grup arasında kutuplaştırmayı başardı. Kürt sokağı iki siyasi parti arasında bölündü. Mesut Barzani liderliğindeki Kürdistan Demokrat Partisi (KDP) ve Celal Talabani liderliğindeki Kürdistan Yurtsever Birliği (PUK). İlk partinin merkezi Erbil ve Dohuk iken ikincisi Süleymaniye’dedir. Ancak, Kürtlerin durumu özellikle özerklik kazandıktan sonra ve Saddam Hüseyin’in yönetiminin son on yılında özel bir karaktere sahiptir.
Arap cephesinde, Irak Komünist Partisi’nin tarihi bloğu siyasi hayatı boyunca ciddi darbeler yaşadı. Özellikle Baasçıların darbesinden sonra baskı daha da arttı. Baas Sosyalist Partisi, en son çeşitli iç tasfiyelere maruz kaldı. İşgalden sonra partinin herhangi bir faaliyeti yasaklandı ve hatta Anayasada öngörülen Baassızlaştırma politikasına maruz kaldı. 2003 yılından bu yana hakim olan Amerika’nın inisiyatifi ile yazılmış olan Irak anayasasının ilk sorunu bu politikadır.
Irak anayasasının gelişmiş biçimlerine rağmen, Iraklılara cehennemin kapılarını açacak boşlukları içeriyordu. Herkes din savaşları bataklığında boğuldu. Bush yönetimi, anayasa hazırlama meselesini işgalin sona ermesi için bir ön şart haline getirmede acele ediyordu. Iraklıların politik olarak mezhepçi yönleriyle siyasete girmelerine yol açtı. Güneydeki İslami partiler nüfusun büyüklüğünden dolayı güçlü olabiliyorlardı. Bunun yanı sıra ABD yönetimine yakınlığı nedeniyle Kürtler güçlendiler. Ana şehirler anayasa oluşturma sürecinden yoksun bırakıldı. Durumun yaratmış olduğu tıkanıklığı bölge ülkeleri kullandı. Suriye cihatçılarla işbirliğine girdi ve onların faaliyetlerini ulusal direniş olarak nitelendirdi. Irak, Suudi Arabistan’ın İran’la olan farklılıklarını çözmek için ideal bir saha haline geldi.
Anayasa Hazırlama Komitesi, anayasal ilkelerin oluşturulmasını umursamadı. Anayasanın yasal bir meşruluğunun oluşması için uygun bir formülasyon olmadı. Bu Irak anayasasının yasa dışı olduğu anlamına gelmez. 2005 referandumuna sunulduğunda kayıtlı seçmenlerin % 58’i seçime katıldı. Merkezi şehirler % 19’dan daha düşük bir katılım oranına sahipti. 2005 anayasasında, Amerikan ve İran’ın parmak izini bulmak mümkün.
Irak Anayasasının 2. maddesi, İslam’ın devletin resmi dini olduğunu şart koşar. (A) bendinde Şeriat’a aykırı olana izin verilmez denirken (B) bendinde ise yasaların demokrasiye aykırı olamayacağı yazılmıştır. Bu iki bent birbirine karşıdır. Demokratik olanın 12 imam makamıyla uyumlu olması zorunludur. Bu İran’ın Anayasadaki gücünü kabul ettiren önemli bir noktadır. Üçüncü madde Irak’ı İslam dünyasının ve Arap ligi sisteminin bir parçası olarak tanımladı. Yani anayasal olarak Irak Arap kimliğini kurudu. Aynı zamanda, “Baassızlaştırma” olarak da bilinen 7. Madde, Baas partisinin yasaklanmasını da öngörmektedir. Bu, orta sınıf insanları siyasi sahneden uzaklaştırmak anlamına geliyor. Baas Partisi, merkezi şehirler arasında büyük halk desteğine sahiptir. Bu kesimler politik sürece mezhep olarak girmeye zorlandı ve partilerden boşalan mekanın cihatçı akımların tarafından doldurulmasına izin verildi.
- Maddenin ikinci bendi, Halk Meclisi kararlarının basit çoğunluk tarafından alınacağını belirtir. Üyelerini Mecliste toplayabilme yeteneği olan bir akım, o an var olan katılımcıların yarısı tarafından kabul görmesi halinde kendi kanunlarını dayatabilir. Bu % 30’u aşmayan bir siyasi bloğun ülkeyi yönetebileceği anlamına geliyor. Herhangi bir finansal oligarşi halkı bütün sınıf ve kategorilerini yönlendirebilecektir.
Irak Anayasası ayrıca, 9. Madde (b) fıkrasında, silahlı kuvvetler çerçevesi dışında askeri milislerin oluşumunun yasaklandığını da belirtmektedir. Ancak anayasa metni yürürlüğe girdiğinde, Bedir milisleri Tahran’da kurulan İslam Devrimi Yüksek Kurulu’nun askeri kanadıydı. Peşmerge milisleri, KDP’nin askeri koluydu. O zaman mevcut olan bu sorunun nasıl çözüleceğinden Anayasa’da hiç söz edilmedi. 2003’ten bu yana Mukteda el-Sadr liderliğindeki Mehdi Ordusu gibi diğer milislerin oluşumuna kapı açılmış oldu. Ondan ayrılan Ehil el Hak grubu milislerinin liderliğini Kays el Hazali yapıyor. Din adamı Vasak el Batati’nin liderlik ettiği Ceyş el Muhtar, Lübnan Hizbullah’ının koludur. Ebu El-Fadl el Abbas’ın tugayı, Suriye’de savaşmaktadır. Merkezi Irak şehirlerindeki aşiretlerden El Kaide’ye karşı ABD himayesinde kurulan Sahva (uyanış) milisleri mevcuttur. Bunlara ek olarak Nakşibendi gibi Sufi tarikatların milisleri mevcuttur. Yirminci Devrim Tugayları olarak bilinen Eski Baasçı din adamı Müslüman Alimler Derneği eski başkanı Haris el-Dari liderliğindedir. Din adam 2015 yılında İstanbul’da vefa etmiştir. Ayrıca Mücahid Ordusu, Raşidin Ordusu ve aşiret isyancıları mevcut. Din adamı Ali Sistani’nin çağrısıyla IŞİD’e karşı savaşmak için Haşd eş Şabi birlikleri oluşturuldu. Irak parlamentosu, Haydar el Abadi hükümetinin 2017 Kasımında çıkardığı 26 numaralı kanunla Haşd eş Şabi’yi savunma ve içişleri bakanlığından bağımsız ve direk başbakanlığa bağlı bir bağımsız güç olarak kabul etti. Anayasa, mezhep kotalarına veya devlet görevlerinin mezhebe ve etnisiteye göre dağıtılmasını sağlamazsa da ancak 49. Maddede “Irak halkının tüm diğer unsurlarının temsil edilmesini” şart koşan bir boşluk içeriyordu. Her ne kadar paragraf yöntem açısından belirsiz olsa da Irak Anayasası, Cumhurbaşkanının ya da hükümet ya da parlamentonun aday gösterilmesinde herhangi bir din ya da etnik koşul sunmamıştır. Ancak, ABD mezhep ve etnisiteye göre önemli pozisyonları dağıtabilmiş ve bugün bildiğimiz Irak hükümetlerinde politik bir figür haline gelmiştir.
Amerikan işgali, Mezopotamya tarihinde en yozlaşmışı olan muhafazakar bir politik sınıfla geldi. Bugün Irak’taki iktidarı, Irak’ın geçtiği zorluklar ve aksaklıklar nedeniyle bu şekilde tarif etmek abartı değil. Tarih bize bir ülkede bu büyüklükte savaşan milislerin varlığını göstermedi. Zenginlik ve milli gelir arasındaki bu uçurumu ve kamu hizmetlerinde bu düzeyde yokluğunu da. Şaşırtıcı olmayan bir şekilde, küresel yolsuzluk endeksine göre dünyanın en yozlaşmış ülkelerinde Irak sekizinci sırada yer alıyor.[13] İktidardaki nüfuzlu ailelerinden Barzani ailesi 1990’lardan beri iktidarı tekelleştirdi. Aile üyeleri bölgeyi yönetmenin yanı sıra büyük hizmet şirketlerine sahiptir. Böylece tüm kiralama ekonomisini kontrol etmekte en önemli pozisyonları işgal etmektedir. Mukteda el-Sadr dini ve siyasi güçlerini babası Muhammed Sadık el-Sadr’dan miras aldı. Aynı şekilde el Hekim ailesinin dini lider Muhsin el-Hekim’inden mirası alması gibi. Musna Haris el-Dari de aynı durumdadır. Yükselen kişilikler, siyasette ve ekonomide “aile kuralı oluşturmak” yani ailelere göre şekillenmesini sağlamak ve rant tekelleri kurmak için çalışmaktadır. Dürüstlük Komisyonu üyesi olarak görev yapan yeni finansal cuntadan Mişan Juburi, oğluna benzer bir şekilde siyasi ve ekonomik bir miras bırakmak için aynı şekilde çalışmaktadır. Bu bağlamda birçok örnek verilebilir.
Irak siyasi sürecini anlamada yolsuzluk meselesi önemli bir meseledir. Özellikle Musul’un IŞİD’e düşüşünden sonra yozlaşmış mezhepçi hükümetlerin ülkeye verdiği zararlar daha net bir şekilde açığa çıkıyordu. Irak’ın üçte birinin IŞİD’in eline geçmesinden sonra Nuri el-Maliki görevden alındı. Irak’ın Kürdistan Bölgesi’nin ayrılık belirtileri ortaya çıktı. Irak Komünist Partisi; öğrenciler, işçiler ve öğretmenlerin hükümeti değiştirmek ve yolsuzlukla mücadele konusunda açık talepleriyle 2016’dan bu yana devam eden protesto hareketlerine öncülük etti. Geçen Ocak ayı boyunca Halk Meclisi üyelerinin maaşları protesto edildi. Iraklı hükümet yetkililerine ödenen toplam maaşlar bir ay içinde yaklaşık 26 milyon doları buldu. Mukteda el-Sadr, aynı taleplere ilişkin protestolara çoktan katılmıştı. Sadr’ın teknokratlardan oluşan ve mezhepçi olmayan bir hükümet atanması önerisinde bulundu. Sadr hareketi ve Irak Komünist Partisi’nin yanı sıra sivil akımlardan oluşan Sairun bloku, reform talepleri üzerine şekillenen ve hızla bir siyasi ittifaka dönüşen bir halk hareketi olarak ortaya çıktı. Böylece koalisyon tek bir listede son seçimlerde mücadele etti. Son sonuçlar yazı yazıldığı sırasında açıklanmamıştı. Ancak ilk sonuçlara göre 329 kişilik parlamentodan (Sairun) listesinin 54 sandalye kazanması zaferini gösteriyor. İtirazların netleşmesinden sonra rakamın 60’a yükselmesi bekleniyor. Böylece Sadr, dini cemaatin çerçevesinin dışında solcu ve liberal çevrelerden yeni bir kitle kazandı. Diğer yandan İslami elbisesine rağmen Sadr da halkın İslamcılardan çok çektiğini söyledi. Sol ve liberal hareketler halkın taleplerini destekleyerek bir sosyal derinlik kazandılar. Fakat bazı temel prensiplerden vazgeçmeleri gerekiyordu. Irak Komünist Partisinin kadın adayı, Suudi Arabistan’daki gelişmeler ve ABD’nin istikrarı getirmedeki rolüne övgüde bulundu.[14] Ve tabii ki yaşanan, ilkelerden verilen ilk ödün değil. Aynı parti; işgal sonrasında Bremer tarafından dayatılan Anayasayı değiştirme hükümetine katıldı.
Komünist Parti, birbirini izleyen hükümetlerin performansındaki başarısızlığa karşı halkın bir siyasi program formüle etmesine yardım etti. Bu noktada ‘komünistler’, bir önceki Irak hükümetindeki yolsuzluğa bulaşmamış temiz tarihlerinden yardım aldılar. Irak Komünist Partisi Genel Sekreteri Raed Fahmi, 2006 ve 2010 yılları arasında Bilim ve Teknoloji Bakanı olarak görev yapmıştı.
Ortaya çıkan durum, ABD’nin Irak politikalarını tekrar gözden geçirmeye zorluyor. Sadrist hareket ve ‘komünistler’ herkesten uzak durmaya çalışıyorlar. ABD bu noktada en uzakta kalıyorlar. Sadr yakın zamanda ABD ve İran ile ilgili bir soruyu verdiği yanıtta; “İran, kendi çıkarları için hassas olan bir komşu ülkedir. Irak’ın iç meselelerine müdahale etmeyeceklerini ümit ediyoruz. Amerika bir işgal devletidir. Onun müdahale etmesinde hiçbir şekilde izin veremeyiz”[15] demişti. Doğaldır ki İran’a yakın olan akımların kaybı önemlidir (Hadi el-Amiri liderliğindeki fetih, el-Maliki liderliğindeki hukukun üstünlüğü). Fakat İran’a yakın akımların zayıflaması, Amerikan politikaları için kazanç anlamına gelmiyor. ABD’nin, İran’a yakın adaylara hükümeti teslim etme ve Sairun hareketini muhalefette bırakma dışında başka bir seçeneği olmayacak gibi. Ya da İran’ın Irak’taki karar alma mekanizmalarındaki etkisini kırmak için Sadr’ı yutacak.
LÜBNAN’IN MEZHEPLERE DAYALI SİSTEMİ
Mayıs ayında seçime giden bir diğer ülke, sahip olduğu zengin farklılıklar nedeniyle Ortadoğu mikrokozmozu olarak adlandırılan Lübnan oldu. Şu an Lübnan’da var olan seçim sistemi, tamamen dinsel ve mezhepsel toplulukların yönetimde temsili üzerine kurulmuş bir sistemdir. Bu gün seçim sonucunda ortaya çıkan tablonun anlaşılması için modern Lübnan tarihine kısa bir bakış faydalı olacaktır.
Lübnan örneğinde mezhepçilik ilk olarak Osmanlı egemenliği döneminde gelişti. Lübnan’da 1840’ta yapılan ve Osmanlı, Fransa, İngiltere ve Rusya’yı kapsayan bir askeri ittifaktan sonra, Mısır ordusu Lübnan’dan çekildi. Sonrasında hiyerarşik sultanlık sistemi inşa edildi. Bu dönem Arap devletlerinin sömürülmesi ve ekonomik olarak köleleştirilmesinin başlangıcı olarak kabul edilebilir.[16]
Oluşan yeni yönetimin icraatları sorunları çözmedi bilakis daha da kötüleştirdi. Ülkede dinler arası nefret düğümü, uluslararası güçlerinin çatışan taraflara desteğini arttırdı. 1859 yazında iç savaş patlak verdi. Çatışmalar Şam’a kadar yayıldı. Şam’ın demir çelik endüstrisinin tahrip olmasına ek olarak 12 bin kişinin öldü. Uluslararası müdahale ve uluslararası komisyonun oluşturulmasından sonra anlaşmazlıklar çözüldü. Bir uzlaşma neticesinde Cebel-i Lübnan (Lübnan Dağı) Mutasarrıflığı’nın kurulması onaylandı. Dağ topluluklarından oluşan bir komite tarafından yönetilen Lübnan Dağı için bir tür özerklik onaylandı. Şimdiye kadar Büyük Suriye’nin bir parçası olan Lübnan’dan değil, küçük Lübnan’dan bahsediyoruz.[17]
Mutasarraflık yönetimi, “manda yönetimi” olarak adlandırılan Fransız sömürgeciliği döneminde de devam etti. 1920’de sınırlarının genişletilmesi ve Büyük Lübnan’ın ortaya çıkması, daha ciddi mezhepçi bir krizin ortaya çıkmasına neden oldu.[18] Fransız General Goro, Büyük Lübnan Devletini, dört mutasarrıflığa böldü; Lübnan Dağı, Kuzey Lübnan, Güney Lübnan ve Bekaa mutasarrıflığı. Bunlara ek olarak Beyrut ve Trablus şehirlerinin imtiyazlı bir durumu vardı.
Fransız sömürgeciliği; Milletler Cemiyetinin metnine dayanarak 23 Mayıs 1926 yılında oluşturulan ve dini menfaatleri gözeten ilk anayasasını mezhepçiliğe adadı. Metinde Fransızca, Arapçanın yanında resmi dil olarak kabul edildi.
Bağımsızlık sonrası ilk Başbakan Riyad Salah, siyasi mezhepçiliğin ortadan kaldırmasının gerekliliğini belirtmesine rağmen, yeni hükümet hala işgalcilerin zihniyetiyle düşünüyordu. Mezhepçilik güçlendirildi. Bağımsızlıktan sonra ilk Lübnan cumhurbaşkanı Bishara el Huri mezhepçiliği Cumhuriyet’in kurulduğu köşe taşı olarak görüyordu. İkinci cumhurbaşkanı Fuad Şahab’ın reformlarına rağmen, ülke mezhepçi sistemin dışına çıkamadı. Beyrut’u mezhepsel yapıya göre doğu ve batı olarak iki seçim bölgesine ayırarak mezhepsel yapıyı kutsadı.
Mezheplere dayanan Fransız Anayasasın ruhu, Cumhurbaşkanı Süleyman Franjia’nın 1976’da başlattığı anayasa deklarasyonunda da çalışmaya devam etti. Dinsel ve mezhepsel topluluklara yönetimdeki pozisyonlarının dağıtımını teyit etti. Lübnan’da, Cumhurbaşkanı Maruni, Başbakan Sünni, Meclis Başkanı ise Şiilerden seçiliyor.
Lübnan’da seçimlerle ilgili iki sorun son zamanlarda gündeme geldi. Birincisi, 60 anayasasında “çoğunluk sistemi” olarak adlandırılan sistemle ilgilidir. 1960, 1964, 1968 seçimleri ve iç savaştan önceki son seçim olan 1972 seçimleri bu kanuna göre yapıldı. İç savaştan önce seçilen parlamento 1992’ye kadar görev yaptı. Bu kanun ülkeyi seçim bölgelerine ayırıyordu ve seçim sürecindeki her bölge, bölge başına sabit sayıda sandalyeye sahipti. Böylece, seçim bölgelerindeki çoğunluk (mezhepsel çoğunluk), hepsinin değilse bile, en çoğunu kazandı.
Son olarak parlamento 2018 yılında çoğunluk sisteminin nisbi sistemine dönüşmesini önerdi. Bu öneri, temsil organlarının (meclis, yerel meclisler) toplumsal yapının bir mikrokozmozu olması gerektiği fikrine dayanmakta ve böylece çoğunluğun tüm sandalyeleri almasını engellemektedir. Nisbi seçim yasası, iç savaş sırasında ulusal hareketlerin programlarının bir parçasıydı. Bütün Lübnan’ı tek bir seçim bölgesi olarak görüyordu. Ama yeni öneri 128 sandalyeli Lübnan parlamentosunu 15 seçim bölgesine bölmekteydi. Sandalyeler, her mezhebin nisbi olarak temsiline dayanarak her ilçede ayrı ayrı mezhepler temelinde dağıtılmaktadır. Tercihli oyda amaç, Kardinal Sfeir’in teorisinin gerçekleşmesi için dar bir mezhepsel tercihi (Hıristiyanların Hıristiyanlar için ve Müslümanların Müslümanlara için oy kullandıkları) hedefliyordu. Böylece, ülkenin psikolojik ve politik olarak bölünmesini amaçlıyordu.[19]
Lübnan siyasi sahnesi geçtiğimiz yıllarda öğretmenler, kamu ve özel sektörde çalışanların hakları için halk hareketine tanıklık etmiştir. Harekette, sendikalar platformunun ve Lübnan Komünist Partisi’nin önemli bir etkisi olmuştur. Lübnan arenası, “kokunuz çıktı” sloganıyla daha önce görülmemiş bir şekilde çöplerin toplanmamasına karşı bir gençlik hareketine tanık oldu. Lübnan Komünist Partisi sivil toplum örgütleriyle birlikte harekette yer aldı. Ancak, Lübnan Komünist Partisi, gençlik güçleriyle görüşmesine rağmen, bir dizi konu ve talebi ele alamadı. Harekete önderlik eden güçler, halk protestolarını siyasi bir programa dönüştürmeyi başaramadı. Iraklı komünistlerin yaptığı gibi siyasi bir ittifak kurmak mümkündü. Lübnan Komünist Partisi seçimlere olgunlaşmamış bir ittifakla girdi. Parti ileri bir siyasi program sundu. Öte yandan, seçmen katılımı zayıftı ve seçmenlerin % 49,70’i oy kullanabildi.[20] Hizbullah ve Emel hareketinin oluşturduğu ittifak net bir şekilde ilerleme sağladı. Henüz ilan edilmemiş olan sonuçlara göre direniş bloğunun milletvekillerinin katılması sonrasında 27 sandalyenin artması bekleniyor. Öte yandan, Gelecek Hareketi (Saad Hariri) koltuklarının üçte birini kaybetti.
Lübnan mezhep sistemi feodal aile tarafından sağlam bir şekilde kökleşmiş görünmektedir. İki yüzyıl boyunca, bu rejim kendini üretmeyi başardı ve hatta ilerici olması beklenen siyasi partileri, feodal bir niteliğe büründürmeyi başardı. Velid Canbulat, Sosyalist İlerici Parti’yi babası Kemal Canbulat’tan miras aldığını iddia etti. Canbulat oğlu Timur’u partinin önderliğine getirmek için çalışıyor. Sosyalist İlerici Parti siyasi hareketten çok Lübnan’daki Dürzi toplumunun temsilcisine dönüşmüş durumda. Mezhepçi makine, cumhurbaşkanı Mişel Oun’un kendi kızı Maria’yı başkanın ilk danışmanı olarak ataması örneğinde olduğu gibi yönetici aile kastı kurmayı başardı. Saad Hariri mirası, babası Rafik Hariri’den devraldı. Lübnan’da demokrasi yoluyla herhangi bir değişim sürecini zorlaştıran sorun; mezhep sisteminde kökten bir değişim talebinin olmaması.
ARAP DÜNYASINDA IMF POLİTİKALARI: ÜRDÜNLÜLER İLK İSYANCILAR DEĞİL
Geçtiğimiz Mayıs ayı Ürdün tarihinin en kitlesel protestolarına sahne oldu. Protestolar ülkede uygulanan IMF programlarına yönelik öfkenin bir ürünüydü. Ancak Ürdün bu politikalara karşı ayaklanan ilk halk değil. 18 Ocak 1977 sabahı, Mısır halkı maliyeden ve ekonomiden sorumlu başbakan yardımcısı Abdülmunim el Kasyuni’nin Halk Meclisi’nde o yılın bütçe görüşmelerindeki açıklamalarına karşılık olarak ayaklandı. Bütçe açığını kapatmak için kemer sıkma önlemlerinden bahsedilen açıklamada, Dünya Bankası ve IMF ile ek mali gelirleri yönetmek için yapılan anlaşmanın zorunlu olduğu savunuldu. Bu ayaklanma o dönemde neredeyse Enver Sedat’ın devrilmesine yol açacaktı. Resmi basının bu ayaklanma karşısındaki bakış açısı ise, bunun ülkede karışıklık ve gerginlik çıkarmayı hedefleyen bir komünist tahrik olduğu şeklindeydi.[21] Mısır, ta Abdülnasır döneminden beri, uluslararası mali kurumlarının politikalarını kabul etmek için baskı görüyordu. Enver Sedat döneminin başlamasıyla beraber ülke “ekonomik açılım” denilen bir yöne doğru eğilmeye başladı. Enver Sedat 1973 savaşının sonuçlarını ekonomi alanındaki projelerini hayata geçirmek için kullanmak istedi. Özellikle ABD Başkanı Richard Nixon ziyaretinden sonra. Ancak Camp David anlaşması ve “açılım” politikalarının hepsi aksi sonuçlar doğurdu. Bu çerçevede, Arap ülkeleri Camp David’den sonra Mısır’ı protesto ederek Arap Birliği Merkezini Mısır’dan Tunus’a taşıdı. Arap ülkeleri tarafından izole edilen Sedat’ın Mısır’ı, Batı ve İsrail hegamonyasına doğru bir açılım süreci yaşadı. Sedat ise arkasında 3,14 milyar dolar borç bırakarak öldü.
Mısır bu tarihten beri Körfez savaşına kadar borçlardan kurtulamadı. Bu savaşa katılan Mısır’ın bütün borçları silindi. Küresel ekonomik krizin rüzgarları esmeye başlayınca, Mısır’ın bütçe açığı yüzde 8,6’ya kadar yükseldi. Bu açık, Ocak devriminden sonra zirveye çıkarak 2012’de yüzde 13,3’e yükseldi.[22] Sisi hükümeti de Mursi’nin müttefikleriyle olan kötü ilişkilerden dolayı büyük bedel ödedi.[23] Bu durum Mısır’a yeni müttefikleri Suudi Arabistan, BAE ve Kuveyt’in kayığına binerek yoluna devam etmesini dayattı. Mısır’ın Tiran ve Senafir adaları ile ilgili yaşadığı sorun ise, Mısır’ın Dünya Bankası ve IMF’ye tekrar bulaşmasına neden oldu. Mısır bu anlaşmadan 12 milyar dolar elde etti. Anlaşmanın olumsuz sonuçları, 2017 yılında uluslararası mali kurumların kemer sıkma politikalarını izlemesi biçiminde başladı.[24] Özellikle dalgalı kura geçilmesiyle beraber. Tabi bu politikaların Mısır’ı bir yol ayırımına sürüklemesi çok doğal ki 1977 isyanının tekrar yaşanması da uzak bir ihtimal değil.
IMF’nin gururu olan Ürdün 15 Nisan 1989 yılından beri aynı sebeplerden dolayı bir kez daha alevlendi. 1985-1989 yılları arasında Başbakan Zeyyad El Rifai hükümeti, IMF politikalarını takip ederek özel sektörü korudu ve destekledi, devletin kamu sektöründeki rolünü azalttı, özel sektöre vergi muafiyeti getirdi, kamu harcamaları için de iç ve dış borçlanmaya gitti. Yani IMF ve Dünya bankasının bütün tavsiyelerine uyuldu. 1989 yılının Mart ayında ülkenin dış borcu 11 milyar dolara, iç borç ise 8,9 milyon Ürdün dinarına ulaştı.[25]
Ulusal Çalışma Komitesinin 1989 Haziran ayındaki beyanında yer alan talepler gayet açıktı: Sıkıyönetimin kaldırılması, siyasi hak ve hürriyetlerin serbest bırakılması, siyasi tutukluların serbest bırakılması, seçim kanununun değiştirilmesi, nezih seçimlerin yapılması, izlenen ekonomik politikaların terkedilmesi, IMF ile olan anlaşmaların iptal edilmesi ve Ürdün halkı ile Filistin halkının birliğinin vurgulanması. Bunun üzerine yönetim kemer sıkma politikalarından geri adım attı, kral ise hükümeti değiştirdi.[26] Ancak bu durum sorunu kökten çözmedi. Ürdün, Mısır’ın aksine İkinci Körfez Savaşı’nda Saddam Hüseyin’in Kuveyt’i işgali üzerine oluşturulan uluslararası koalisyona katılmadı. Bu yüzden borçları da silinmedi. Bu durum Ürdün’ün Arap petrolünün sahibi olan ülkelerle de ilişkilerinin kötüleşmesine yol açtı. Ta ki İsrial ile barış anlaşması imzalanana kadar. IMF ile olan ilişkiler tekrar düzeldi. Daha sonraki 20 yıl süresince IMF’nin dayattığı ekonomik politikalar takip edilmeye devam edildi.
Ürdün ekonomisindeki durgunluktan sonra 2012 Ağustos’unda Ürdün tekrar 2 milyar dolarlık bir kredi daha elde etti.[27] Tabi bundan sonra ilk üç aylık dönemin incelenmesine tabi olacaktı. Bu da yabancı bir heyetin Ürdün’ü ziyaret edip şartların uygulanması konusundaki azmini ve kaynakların ‘doğru’ kullanılıp kullanılmadığını incelemesi anlamına gelecekti. 2013 senesinin sonlarında yayınlanan beyanda, “gidişatın, genel program çerçevesinde doğru” olduğu belirtildi.[28] IMF’nin 18 Ekim 2015’teki beyanı da aynı olumlu tondaydı. 2017 yılının başlarında başta Suudi Arabistan’dan gelen yardımlar olmak üzere uluslararası yardımların kesilmesiyle Ürdün, kendini yine IMF’nin kapısında buldu. Borçlar bu dönemde 35 milyar dolara ulaşmıştı. Hükümet, IMF ile 723 milyon dolar kredi için anlaştı ancak bu sefer bunun karşılığında daha sert kemer sıkma politikaları uygulanacaktı. IMF’den bir heyetin ülkeye yapacağı ziyaretten hemen önce başbakan yeni bir vergilendirme kanun tasarısı sundu. Bu tasarı da 164 temel gıda ürünü üzerinde yüzde 10’luk bir yük getirdi. Şubat 2018’de ise Ürdün ABD’den kalkınma ve askeri alanlarda kullanılacak 1,271 milyar dolarlık yardım aldı. Bu gelişme ABD Dışişleri Bakanı Rex Tillerson’un Riyad merkezli Suriyeli muhaliflerle görüştüğü Amman ziyareti sırasında gerçekleşti. Çok açıktır ki Tillerson, Suriyeli muhaliflerin desteklenmesi ve Ürdün’ün ABD büyükelçiliğinin Kudüs’e taşınmasına gizli bir şekilde destek vermesi konusunda uzlaştı. Aynı yılın aynı ayında Ürdün Kralı, Ürdün halkını ABD ve İsrail şartlarını kabul etmeye zorlamanın ülkede büyük bir isyana sebep olacağını ve bu tehlikenin en yüksek seviyede olacağına, çünkü Ürdün halkının yüzde 40’nın İsrail işgali sonucu ülkelerinden zorla göç ettirilen Filistinliler’den oluştuğuna işaret etti. Sonuç olarak Ürdün’deki ekonomik durum ve ‘kalkınmaya’ yönelik projelerin desteklenmesi ve mali yardımların yapılması; ABD’nin Kudüs kararı ve Suriye muhalefetinin askeri açıdan desteklenmesine bağlıdır.
Ancak bütün bunların karşısında Ürdün halkının söyleyecek başka bir sözü vardı. Sendikalar Birliği’nin çağrısıyla sokaklara çıktı. Bu birlik 15 sendika ve 300 bin çalışanı içinde barındırmakta ve ülke siyasetinde etkin bir yeri bulunmaktadır. Bunun yanında vatansever ve ilerici görüşlere sahip olan bu birlik, İsrail politikalarına ve ABD’nin bölgedeki müdahalelerine karşı çok net bir tavır içindedir. Bunun yanı sıra “Ulusla Ekonomik Faaliyetler Topluluğu” adlı başka bir topluluk daha vardır ki, genel greve katılmayı reddeden bu topluluk, iktidara yakındır. Ancak Ürdün halkı, Sendikalar Birliğinin çağrısına olumlu bir cevap verdi ve taleplerini net bir şekilde ortaya koydu. Bu talepler de, kemer sıkma politikalarından vazgeçilmesi, yeni vergi kanunundan vazgeçilmesi. Vazgeçilmesi istenilen ekonomik politikalar da, uluslararası kredilere dayanan kapitalist ekonomik politikalar ve buna bağlı olarak ortaya çıkan siyasi bağımlılıktır. Bunun üzerine, 4 Haziran’da hükümet başkanı Hani El Mulki istifasını sundu ve kral da Dünya Bankası’nın Washington ve Beyrut’taki eski müdürü Ömer El Razzaz’ı hükümet kurmakla görevlendirdi.
En muhtemel senaryo, IMF ile öne sürdüğü koşulları hafifletmesi için onunla müzakereye oturmaktır. Bu görevi de banka piyasası ile ilişkili olan Rezzaz’dan başkası yapamaz. Ancak Ürdün halkının taleplerine verilecek olan cevap açısından, felaketi ertelemekten başka bir şeye yaramayacaktır. Zira Ürdün’ün ekonomik yapısı, borçlarını ödeme konusunda aciz kaldığı bir noktaya sürüklenmiştir. Neoliberal politikalardan kaynaklı olarak alt yapının on yıllar süresince yıprandığı bir durum mevcuttur. Nitekim üçüncü dünya ülkelerinin ekonomileri üretime değil sermaye hareketlerine dayanır. Bu da uluslararası ekonomi politikalarının doğal bir sonucudur. Bunun yanı sıra, kalkınma oranı, bütün bölgedeki istikrarla bağlantılı olacaktır. Herhangi bir boşluk bu sermaye akışını ve hareketini durduracak, ekonomik sistemin de bir bütün olarak çökmesine neden olacaktır. Böylece Ürdün de kardeş ülke Mısır ile aynı hizaya girip ortak bir kaderi bekleyecek.
SONUÇ OLARAK
Kapitalist sistem, iki yüzyıllık bir süre boyunca halkların iradesini kontrol etmek için birçok yol geliştirdi. Uygulanan politika; mezhepsel ve etnik grupların birer birer hegemonya için kullanılması, çatışmaları devam ettirmek ve böylece bölgede gerginliği daimi kılmaktır. Diğer bir değişle hükümetleri ve rejimleri emperyalist politikaların bir ifadesi olan IMF politikalarına bağlamaktır.
Öte yandan, kapitalizm, İran ve Irak’ta olduğu gibi, birden fazla yerde önemli sayıda başarısızlık yaratan sitemler ortaya çıkarmıştır, işlevlerini yerine getirme yeteneğine sahip akıllı siyasi sistemler geliştirememiştir.
Genel olarak büyük mali grupların çıkarları halkın çıkarlarına uygun değildir. Herhangi bir halkın ya da ulusun talepleri, ABD dış politikasına güvenerek karşılaması mümkün değildir. Herhangi bir ülkede demokrasi ancak halkların parlamento da dahil her alanda verecekleri özgürlüklerini kazanma mücadelesinin sonucu olabilir.
[1] Chomsky, N. (1998) Sam Amca Ne İstiyor?, 1. Baskı, El Şark Yayınevi, Kahire, sf. 17.
[2] Hobsbawm, E. (2011) Aşırılık Çağı, 1. Baskı, Arap Tercüme Örgütü, Beyrut, sf. 414.
[3] Zbigniew Brzezinski, satranç tahtası. İkinci baskı, Askeri Çalışmalar Merkezi, 1999 Elektronik kopya, S 40
[4] Sabki, E. (1999), İki Devrim Arasında İran Tarihi, Ulusal Kültür ve Edebiyat Konseyi, Bilgi Dünyası Dizisi, Sayı 250, Kuveyt, sf. 182.
[5] İran Halkının Partisi. Sovyetler Birliği Komünist Partisi ile yakın ilişki içerisinde olmuştur.
[6] Stephen Kenzer, Şah’ın izleri, Suha el Sami birinci baskı, Arapça kelimeler, 2011 Kahire, S 38
[7] ABD Başkanı Theodore Roosevelt’in (1858–1919) torunu Kermit “Kim” Roosevelt Jr. (1916-2000).
[8] ABD, İran’ın Afganistan’daki Taliban’la çeşitli biçimlerle temas halinde olduğunu ileri sürüyor.
[9] İranlı Şii milisler El-Kaide ile çatışma halinde olmasına rağmen, İran’ın El-Kaide içindeki karmaşık bileşimden kaynaklı bazı gruplarla iletişim halinde olduğu, topraklarında barındırdığı biliniyor.
[10] https://al-akhbar.com/World/249829, Reuters, Haberler, 6 Haziran 2018.
[11] Dili, A. G. A. (2005) “Irak Anayasası 1925 ve 2005 Anayasası Karşılaştırmalı Bir Bakış”, Uygar Diyalog, Sayı: 1379, http://www.ahewar.org/debat/show.art.asp?aid=50509.
[12] Mamouri, N. A. (2015) Anayasanın Sıkıntıları ve Değişiklik Sorunları, Dar Al Arabi, Kahire, sf. 43.
[13] Uluslararası Şeffaflık Raporu 2016, https://www.transparency.org/news/feature/corruption_perceptions_index_2016
[14] Hayfa Al-Ameen, Al-Hurra TV açıklaması
(https://www.youtube.com/watch?v=cyu27Z8izqg)
[15] Mukteda el-Sadr Özel Ofisi, Referandumlara Cevaplar, (12 Haziran 2018)
(http://jawabna.com/index.php?news=10846)
[16] Lutsky, V. B., Modern History of the Arab Countries, Lebanon, Syria And Palestine In The Period Of The Tanzimats (1840-70), https://www.marxists.org/subject/arab-world/lutsky/ch09.htm
[17] Collelo, T. (1989) Lebanon Country Study, Library of Congress Cataloguing in Publication Data, 264.
[18] Fattouni, A. A. (2013) Lübnan’ın Mezhep Tarihi, Dar Al-Farabi, Beyrut, 2013, sf. 69.
[19] Abukhailal, A. (2018) Parlamento Seçimleri ve Kendine Özgü Seçim Sistemi, El-Akhbar.
[20] İçişleri ve Belediyeler Bakanlığı.
[21] Muharram, R. H. (2011) Ekmek Ayaklanmasının Yıldönümü, 18-19 Ocak 1977, Uygar Diyalog, Sayı: 3242.
[22] Ticaret Ekonomisi Endeksi, https://tradingeconomics.com/egypt/government-budget
[23] https://www.dailynewsegypt.com/2015/03/14/saudi-arabia-uae-kuwait-strong-backers-of-egypts-economy/ Saudi Arabia, UAE, Kuwait strong backers of Egypt’s economy: daily news.
[24] Shiniti, Ö. A. (2018) Küresel Ekonomideki Gelişmeler ve Mısır Ekonomisine Etkileri, Mısır Genç İşadamları Derneği.
[25] Yeni Ürdün Dergisi: Özel Sayı, sf. 10.
[26] Yeni Ürdün Dergisi: Özel Sayı, sf. 86.
[27] IMF Bülteni, http://www.imf.org/ar/news/articles/2015/09/28/04/53/soint080312a, 3 Ağustos 2012.
[28] Uluslararası Para Fonu, Basın Açıklaması, No. 521/13, http://www.imf.org/ar/news/articles/2015/09/14/01/49/pr13528, 19 Aralık 2013.