Can Deniz Eraldemir

İtalya’da faşizm,

Emilialı büyük toprak kontlarının asâlarından

ve Romalı bankerlerin demir kasalarından

geçip İL DUÇE’nin dazlak kafasında dank demiş

bir nuuurdur Taranta – Babu..

Bu nur yarın inecektir üstüne

Habeş ovalarında mezarların[1]

Nazım Hikmet Ran

Bugün, dünya gündemini oluşturan haber akışını takip eden herhangi bir çift gözün fark edeceği ilk değişim, kimi zaman sınır hatlarıyla kesişen, kimi zaman yeni sınır hatlarını belirginleştiren yahut varolan sınırların içine yayılmış paylaşım mücadeleleridir.

Soğuk Savaşın hemen ardısıra ‘ezeli ve ebedi’ varlıklarını ilan eden ve dünya coğrafyasına kapitalist üretimin mahsülü dolma kalemleriyle kesin sınırlarını kırmızı çizgilerle çizmiş her devlet, daha otuz yıl geçmeden yeniden sınırların yenilenmesi tartışması ile karşı karşıya kaldı. Öyle ki bütün coğrafyalara taşınan “bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” söylevi yerini çoktan sınırlara örülen minör Çin Seddilerine bıraktı.

Denilebilir ki, Ortadoğu’dan Asya’ya, Latin Amerika’dan Avrupa’nın içlerine uzanan şimdilik bölgesel paylaşım savaşlarına, yani kapitalizmin en yüksek aşamasının, kapitalist piyasanın barışsever serbestliğini geride bırakan burjuvazinin tekellerince paylaşılmış bir dünyanın, zorun her biçimini kullanarak tekrar paylaşılmasının ilk evrelerine yeniden şahit oluyoruz. “Kül ve kanın” kokusu geçmeden yeni yatırım ve ticaret anlaşmaları imzalanıyor. Sovyetler Birliğine karşı kurulan “birimiz hepimiz, hepimiz birimiz için” şiarındaki kapitalist savaş ittifakı NATO’nun eski Genel Sekreteri tarafından bölünebileceğinin ifade edilebildiği bir dönemde; örneğin Suriye’de emperyalist süper güçlerin ağır silahlarla birbirlerini gözledikleri, ülke içinde cepler oluşturduğu, eski müttefiklerle pazarlığın, eski düşmanlarla dostane alışverişlerin yapıldığı; Kuzey Kore, İran, Katar, Rusya, İsrail, ABD, Fransa, Almanya, Suriye, Türkiye, Çin gibi karşısındakini düşman görenlerin bu iletişim çağında alenen ismiyle çağrıldığı, denizlerde kaza ile de olsa bir savaşın patlak verebileceğinin konuşulduğu dönemlerdeyiz.

Sınır içlerinde ise parçalı bir güç dağılımını taşıyan burjuvazinin tarih sahnesine kendisi ve insanlık için büyük, tarih için küçük adımlarını atarken ilan ettiği Meclisli ‘demokrasinin’ görüntüdeki demokratik özellikleri bile hızla tırpanlanıyor. Hiçbir zaman demokratik bir devlet yönetiminin söz konusu olmadığı Türkiye’de, az çok kazanılmış demokratik haklar ortadan kaldırılırken tek adam tek parti rejimi biçiminde faşist bir diktatörlüğün adım adım inşa süreci alenen işletiliyor. Macaristan’da, İtalya’da, Avusturya’da ve diğer Avrupa ülkelerinde faşist partiler güçlendiği gibi kimilerinde aşırı sağcı partiler iktidara gelebiliyor. Tüm dünyada ekonomik krizin devam eden etkileri ve sıkışmışlık, aşılamayan sorunlar, eski demokratik yöntemlerin kısıtlanmasını ve yerini baskıcı uygulamalara bırakmasını getiriyor. Tekellerin merkezileşme ve otoriterleşme eğiliminin açıkça yaşam bulduğu bir süreci yaşıyoruz.Ve bütün dünya emekçileri içine düştüğü bu savaş koşullarında bilindik bir zamanın izlerini, sanki Dante’nin cehennemini kat kat kuşanarak yeryüzüne tekrar yükselen ‘boyalı bir şeytanın’ gölgesi, faşizmin beliren alametlerini görüyor.

BELİREN FAŞİZM

Elfriede Lewerenz’in “Komünist Enternasyonal’de Faşizmin Tahlili” kitabı aslında yeni değil. Ancak özellikle Türkiye’de yaşanan sürecin Anadolu burjuvazisinin hareketi, esnaf-küçük burjuva iktidarı, Bonapartizm gibi tanımlamalar karşısında kitapta aktarılan tartışmalar oldukça anlamlı. Lewerenz kitaba Ekim Devrimi’nin dünya halklarına sunduğu geleceği ve işçi sınıfının tarihi sorumluluğunu anlatarak başlıyor. Birinci Paylaşım Savaşının içinde doğmuş bu devrim, tarihsel misyonunu tamamlamış burjuvazinin iktidarını geri bir kapitalist ülkede al aşağı ederken, kapitalizmin en yüksek aşaması olan emperyalizmin aslında içine devrimleri de dahil eden nasıl bir olasılıklar ağını içerdiğini de göstermiştir. Fakat Ekim Devrimi zamanın şartları sonucu bir dünya devrimine ulaşamamış, yıkılan imparatorlukların ardından diğer devletler de güçleri ve etki alanları doğrultusunda başkalaşarak çoğunlukla farklı güç dağılımlarıyla burjuvazinin iktidarı tek başına ele geçirdiği ulus devletlere dönüşmüşlerdir. Emperyalizmin gelişiminde bu durum çok önemli bir etki taşır. Ki Lewerenz, Lenin’in, emperyalizm tahliliyle hem devrimin gerçekleşmesinde önemli bir kuramsal temel sağladığını belirtir, hem de yükselecek faşizmin Komünist Enternasyonal tarafından doğru tahliline ve işçi sınıfının enternasyonal mücadelesine ışık tutmuş olduğunu vurgular:

Emperyalizm tekellerin ve mali sermayenin egemenliğinin kurulduğu; sermaye ihracının birinci planda önem kazandığı; dünyanın uluslararası tröstler arasında paylaşılmasının başlamış olduğu ve dünyadaki bütün toprakların en büyük kapitalist ülkeler arasında bölüşülmesinin tamamlanmış bulunduğu bir gelişme aşamasına ulaşmış kapitalizmdir. Emperyalizmin tekelci özünden hareket eden Lenin, böylece en önemli belirtileri saptamıştır. Lenin, emperyalizmi irdelerken, emperyalizmin gelişmesini, yanlış olarak, sermayenin dolaşım alanından yola çıkıp açıklamaya kalkanlardan, örneğin Hilferding ve Rosa Luxemburg’tan farklı olarak, üretim alanından yola çıkmış ve emperyalist ekonomi ile politika arasındaki birliği tanıtlamıştır.[2]

Burada birleşik bir ilişkiye öncelikle dikkat edilmesi gerekmektedir. Tekellerin uluslararası paylaşım mücadelesindeki keskin etkisi ile savaşları tetikleyen bölüşülmüş dünyanın değişen güç dengelerinin karşılıklı sınanmasıyla tekrar ve tekrar süren paylaşım mücadelesidir. Politikanın silahlarla sürdürülmesini karşılayan savaşlar emperyalizmin zorunlu bir çıkmazı olarak süreklileşir:

Kautsky’ye göre, emperyalizm, kapitalizmin ekonomisi içinde yeşermemiştir. Tersine, politikanın yalnızca bir biçimidir. Kautsky, emperyalist politikada gerçekten kendini gösteren ve kendisinin de sözünü ettiği çelişkileri, sınıf savaşımı için doğru sonuçlar çıkarabilmek amacıyla bilimsel olarak kavrayamamış ve onların asıl nedenlerini ortaya koyamamıştır. Lenin, şöyle der: ‘Kautsky, emperyalizmin politikasını ekonomisinden ayırmakta; …. bundan da, ekonomi içerisinde tekellerin, tekeli, zoru, fethi dıştalayan bir politik tutumla bağdaşabileceği sonucunu çıkarmaktadır. … Böylece, Kautsky, kapitalizmin bugünkü evresinin en temel çelişkilerini bütün derinliği ile ortaya koyacağı yerde, bunları daha hafif göstermeye, gizlemeye çalışıyor.

FAŞİZMİN SINIFSAL NİTELİĞİ

Komünist Enternasyonal kuruluşundan sadece üç sene sonra, 1922’de İtalya’da faşizm iktidar olur. Kara Gömlekliler’in omuzları üstünde yükselen Mussolini’nin iktidar oluşu kimi yanlış savları beslemiş olsa da (orta sınıfın diktatörlüğü gibi tezlerin etkisi bu dönemde hız kazanır), Komünist Enternasyonal daha o sırada tekelci burjuvazinin kendisi için “özel bir hassa ordusu” kurduğunu belirtir:

Hassa ordusu, özellikle proletaryanın devrimci çalışmalarını ortadan kaldırmaya ve onun kendi koşullarını düzeltmek amacına yönelik girişimlerini her seferinde daha zorba baskılarla sindirmeye hizmet edecekti. Komünist Enternasyonalin 1922’de toplanan IV. Kongresi, faşizmin özünün sözde küçük-burjuva olduğunu ileri süren görüşleri reddediyor ve faşizmi, burjuvazinin yalnızca işçi sınıfına yönelmiş bir hareketi değil, aynı zamanda burjuva demokrasisinin temel kurallarına yönelmiş bir iktidar aracı olarak vurguluyordu. Faşizmin ortaya çıkmasında toplumsal ve iktisadi temel olarak, emperyalist ilişkiler sisteminden yola çıkan Komünist Enternasyonal, yeni çağda sınıf çatışmalarıyla ilgili somut koşulları da dikkate alarak, daha başlangıçta, faşizmin İtalya’ya özgü bir durum olmadığını, tersine, şu ya da bu biçimde, tüm emperyalist ülkelerle ilgili bir tehlike olduğunu açıklamıştı.[3]

Komünist Enternasyonal’in bu öngürüsü sadece bir kaç yıl içinde gerçekliğe dönüşecektir. 1929’da patlak veren Büyük Buhran, kapitalist ülkelerdeki ekonomileri tamamen bozguna uğratmıştı. Yarattığı etki ile kapitalist sermaye birikimini büyük ölçüde engellemiş, bir yandan meta dolaşımı alt üst olurken öte yandan kıtlık ve yoksunluğu tetiklemiş, yoksullaşan emekçi sınıfların yaşam koşullarını iyice bozmuştu. Tekellerin yeni pazarlar için sefer içinde yakalandığı da unutulmamalı. Oysa ki daha yeni kurulduğu söylenebilecek Sovyetler Birliği bu krizden etkilenmemesinin yanı sıra artan gelişim hızı, işçi ve emekçi kesimlerin yüzünü daha çok sosyalizme dönmesini sağlayacaktır. “Bu uluslararası gelişmeye karşı koymak ve kapitalist sistemi, akla gelebilecek tüm araçlarla dengeye getirebilmek, gerici emperyalist güçlerin hedefiydi. Bu güçler, 1933 Ocağında Almanya’da faşist diktatörlüğün kurulması sonucu demokrasinin ortadan kaldırılması ve iç ve dış politikada kaba güce yönelik keskin dönüşümle bunalımdan çıkış yolu buldukları inancındaydılar.[4]

Hatırlatmak gerekirse, İtalya’da Mussolini figürü etrafında şekillenen faşizm görece işçi sınıfının örgütlülüğünün daha zayıf kaldığı, nispeten geri bir kapitalist devlette görülmüş idi. Fakat yine de Komünist Enternasyonal emperyalizm koşullarında diğer ülkelerde de faşizmin görülebileceğini öngörmüştü. Bu yanıyla Almanya’da Hitler figürü etrafında şekillenen faşizm gelişmiş bir sanayi sahibi, işçi sınıfı örgütlülüğünün oldukça güçlü olduğu bir ülkede iktidar olması ile önemli bir tarihsel sıçramayı gösteriyordu.

Yalnız burada Komünist Enternasyonalin faşizm için işaret ettiği iki tanı özel bir önem taşır. İlki, doğrudan faşizmin sınıfsal kimliğine işaret eder:

Faşizm ile modern kapitalizmin tekelci niteliği arasındaki bağlantı da bundan dolayı bugüne kadar olduğundan daha güçlü vurgulanmalıdır. Komünist Enternasyonal, ayrıca tekellerin iktidarının devletle kaynaşma sürecine dikkati çekmiştir. Bu kaynaşma, kapitalizmin genel bunalımından ayrı olarak ele alınmaması gereken bir gelişmedir. Komünist Enternasyonalin VI. Kongresinde, bu koşullar altında devlet gücünün tekelci kapitalizm için, giderek anlam kazandığı belirtilmiştir. Buna karşılık, Hilferding gibi sosyal-demokrat ideologlar, tekelci gelişmeleri örgütlenmiş kapitalizme doğru ileri bir adım olarak görmüşler ve bunu sosyalizme kendiliğinden geçişin şu ya da bu ölçülerdeki başlangıcı saymışlardır.[5]

Tekelci sermaye ile devletin bu kaynaşmasının en net ifadesi Alman Komünist Partisi Merkez Komitesinin bir raporunda görülebilir:

Temmuzda, devlet gücü, Nasyonal-Sosyalist Alman İşçi Partisinin tamamen eline geçince, faşizm anti-kapitalist aldatıcı örtüsünü üzerinden atmak ve kanlı faşist diktatörlüğün kimlerin emrinde olduğunu göstermek zorunda kaldı. Almanya’nın gerçek egemenleri harekete geçtiler, ‘Genel Ekonomi Meclisi’ kulislerden politika sahnesine çıktı. Krupp, Thyssen, Siemens, Vögler, Bosch, Diehn (IG-Farben), von Finck (Bankerler Merkez Birliği Başkanı), Schacht ve mali-sermayenin diğer temsilcileri bizim saptamalarımızın doğruluğunu tanıtladılar: faşizm, tekelci kapitalistlerin azgın ve kanlı diktatörlüğüdür.

Bu açıklamaya dayanan Wilhelm Pieck, Komünist Enternasyonal Yürütme Kurulu XIII. Oturumunda şöyle diyordu:

Almanya’daki faşist diktatörlüğün sınıfsal içeriği, ‘Genel Ekonomi Meclisi’nin bileşimi ile somutlaşmaktadır. Almanya’nın asıl egemeni olan bu hükümetin 16 üyesinden dokuzu büyük sanayici (hemen hepsi tekelci kapitalizmin temsilcisidir), dördü bankacı ve ikisi de büyük toprak sahibidir.[6]

Dimitrov ise Reichstag’ın kundaklanmasından yargılandığı mahkemede Göring ile Göbbels’i işaret ederek faşizmin sınıfsal kimliğini şöyle ifade etmiştir. “Alman burjuvazisi ve junkerlerin en acımasız, en şoven, en saldırgan, en zorba, en amansız üst katmanının vicdansız, zalim ve askeri temsilcileri” olarak nitelemiş ve şunu eklemiştir: “Ülkenin gerçek efendileri onlar değildir. Gerçek efendiler bunların arkasındadır; silah kralları, ağır sanayiinin egemenleri Thyssen’ler, Krupp’lar ve diğerleridir.[7]

Faşizmin sınıfsal niteliği ile faşist kitle eylemlerinin sınıf bileşimini karıştırmak büyük bir hatadır. Faşizmin halk içinde mobilize ettiği katman ve gruplar, Kuzinen’in belirttiği üzere, hiçbir zaman faşizmin sınıfsal niteliğini belirleyemez. Onun niteliğini belirleyen hangi sınıfın çıkarına hizmet ettiğidir. Başka bir deyişle: “XIII. Oturumun, faşizmin, mali-sermayenin en gerici kesimlerince ayakta tutulduğu yönündeki görüşleri, işçi sınıfının pratik savaşımında egemen sınıflar arasında bir fark gözetmesi gerektiğini ve bu farklılıktan kaynaklanan çelişkilerin de faşizme karşı yürütülen savaşımda kullanılabileceğini göstermiştir.[8]

Faşizmin sınıfsal niteliğinin tanımlanması, Marksist olmayan bütün tanımlardan ayrışmayı sağladı ve anti-faşist savaşımı doğru hedefe yöneltmiş oldu. Faşizmin “Küçük burjuva diktatörlüğü” ya da “küçük burjuva karşı devrimciliği” gibi tanımlayan teoriler, farkında olmadan, sanki kapitalizme karşı olduğunu vaaz eden faşist demagojiyi destekleyerek, Almanya’da görüldüğü üzere sosyal demokrat işçilerin burjuvaziye karşı sınıf savaşımı olanağını göz ardı etmiş oluyordu.

İkinci tanı ise faşizmin tarihsel bir zorunluluk olmadığı gerçeğidir. Komünist Enternasyonal, faşizmin gelişimini tahlil ederken bu noktaya ayrı bir dikkat çekme zorunluluğunu görmüştür. Öyle ki bu tanı doğrudan Komünist Enternasyonal tarafından konulan faşizmin tanımında da yerini bulur: Faşizm, mali sermayenin en gerici, açık terörcü diktatörlüğüdür. Bu diktatörlük hali Komünist Enternasyonal’in faşizmin niteliği ve hareketini çözümlemesinde anahtar bir rol oynar: Mali sermayenin en gerici unsurları, diğer kapitalist unsurların siyasal mülkiyetini elinden alırken, gerçekte bir sistem değişikliği gerçekleştirmemiştir. Yine iktidarda olan kapitalist sınıftır. Yalnızca iktidarını korumak ve yeni pazarları ele geçirmek üzere görece demokratik maskesini çıkarmış, net bir zor kullanımıyla kendisine karşıt olana, proletaryaya karşı baskı politikalarını sahiplenmiştir. Bu gerçeği görmeyen teoriler “Faşist diktatörlüğün, burjuva demokrasisi içinden çıktığını yadsımakla, burjuva sınıfın egemenliğinin sürdüğü gerçeğini kabul etmemekle ve yeni egemenlik yöntemlerinin kullanılmasının değişik sınıflar arasında bir iktidar değişikliği anlamna gelmediğini reddetmektedir.[9]

Bunun gerçeğin göz ardı edilmesi, faşizmin inşasının tekelci burjuvazinin dışında aranmasına neden olabilmektedir. Türkiye’de AKP’de yoğunlaşan faşist inşa sürecinin, tabandaki muhafazakar esnaf ve küçük üretici kesimine atıfla bir küçük burjuva ideolojisinin yansıması olarak yorumlanması ya da Bonapartizm tezi, bu hatalı varsayımın yansımalarındandır. Faşizm, tekelci sermayenin en baskıcı ve terörist yönetim biçimidir. Ekonomik, siyasal ve sosyal sıkışmışlığı içerisinde tekelci sermayenin arayışlarından birisini ifade etmektedir. Dolayısıyla, ona gerçek ve tutarlı bir karşı çıkış, bu sınıfsal temele karşı mücadeleyi de gerektirmektedir. Komünist Enternasyonel’de Faşizm Tahlili kitabı, bu sınıfsal temelin anlaşılmasında güncelliğini koruyan bir tartışma ve katkı olarak değerlendirilebilir.

[1] Taranta Babu’ya Mektuplar, Nazım Hikmet Ran’ın başta İtalya görülen faşizmin teşhiri için yazdığı önemli bir edebi eserdir. Bu önem iki nedeni barındırır: Nazım Hikmet Türkiye Komünist Partisi tarafından faşizm konusunda görevlendirilmiştir, teorik çalışmaları Faşizm, Sınıflar ve Emperyalizm adlı kitabını oluşturacakken aynı zamanda Komünist Enternasyonal’in tahlillerini bu eserinde Türkiye halklarıyla buluşturacaktır. Diğer neden ise net bir tavırı içerir: Türkiye’de Alman faşizminin etkilerini anlattığı Memleketimden İnsan Manzaraları’nda da görüldüğü üzere konu çetin bir mücadele alanını kapsar ve partili bir aydın sorumluluğunu karşılar.

[2] Lewerenz, Komünist Enternasyonal’de Faşizmin Tahlili, sf. 23-24.

[3] Lewerenz, Komünist Enternasyonal’de Faşizmin Tahlili, sf. 12.

[4] Lewerenz, Komünist Enternasyonal’de Faşizmin Tahlili, sf. 16.

[5] Lewerenz, Komünist Enternasyonal’de Faşizmin Tahlili, sf. 28.

[6] Lewerenz, Komünist Enternasyonal’de Faşizmin Tahlili, sf. 32.

[7] Lewerenz, Komünist Enternasyonal’de Faşizmin Tahlili, sf. 67.

[8] Lewerenz, Komünist Enternasyonal’de Faşizmin Tahlili, sf. 79.

[9] Lewerenz, Komünist Enternasyonal’de Faşizmin Tahlili, sf. 49-50.