Yusuf Akdağ
Quebec ve Singapur “Zirve”leri, konu içerikleri açısından taşıdıkları bazı farklılıklara karşın, kapitalist emperyalist dünyada belirleyici çıkar çatışmalarının yeni bir dönemini ve yeni biçimlerini işaret etmeleriyle birbirlerinin alanına giren ya da alanında bulunan iki önemli toplantıya ad oldular. Onları ayrı ayrı ve daraltılmış özgünlükleriyle irdelemek mümkün görünmekle birlikte, sadece kapitalist dünyada aktüel etkin politikalara yön veren sisteme dair karakteristik özellikler nedeniyle değil, bu politikaların yoğunluk kazandığı koşullarla bağı dolayısıyla da ilişkinlikleri içinde ele almak gerekir. Bütün çok yönlü bağıntılar bir yana, henüz Quebec toplantısında rakiplerini/ortaklarını “O günler bitti” diye tehdit etmeyi sürdürürken, “Az sonra Singapur’a doğru yola çıkacağım. Kalbim milyonların kalbini taşıyacak. Bu nükleerin sonu demek” diyen Trump’ın temsil ettiği Amerikan emperyalist politikası bile tek başına bu iki “zirve”nin bağını ortaya koyuyor. Ancak dahası var; bu iki “zirve”ye bir üçüncüsüyle karşılık verildi. “SİÖ Zirvesi”. Birincisiyle karşıt bu üçüncüsü de çıkar çatışmaları dünyasında önemli bir yere sahip.
QUEBEC ZİRVESİ VE ‘BÖLÜNEN BATI’!
G7 Zirvesi[1], kapitalist dünyanın dışbükey fakat kırık bir aynadaki görüntüsünü verdi. Aynanın kırık hatları “bütünsel”liğe ilişkin görünümde ayrıntıların belirsizleşmesi riskini yaratmasına ve yansıyan ya da yansıtılanın eksikliğine rağmen, dünya kapitalizminin olgusal ve karakteristik özelliklerini, onun büyük güçleri arasındaki ilişkilerin seyriyle bağlı bir gösteren olma işlevi gördü. 7-8 Haziran 2018 toplantısından ajanslara düşen “aile fotoğrafı”, kapitalist-emperyalist dünyada ilişkileri belirleyenin çıkarlar ve sahip olunan güç olduğunun çarpıcı bir ‘karesi’ydi. Karşısındaki “müttefik” ve “ortak”larını ayaklandırmış vaziyette koltuğuna kurulu ABD Başkanı, yaptırım içeren açıklamaları ve tavrıyla “patron benim” diye hüküm bildiriminde bulunurken, Alman, İngiliz, Fransız ve Kanadalı yöneticiler “hop oturup hop kalkar” vaziyette; “bu kadarı da fazla” tutumundaydılar.
Trump, “Angela, Emmanuel ve Justin’le çok iyi bir ilişkimiz var” dese de, bu ilişkinin “çok iyi” olması bir yana, çıkar dalaşıyla bağlı olarak hiç de iyi olmadığı Angela, Emmanuel ve Justin tarafından ilan edildi. Çelişki, “G7 Zirvesi’nde çatlak: Trump ve diğerleri” başlığıyla ajanslara düştü ve gazetelere manşet oldu.
“O günler bitti.” Bu üç sözcük ilk kez duyulmadı: Trump daha önce de, “Önce Amerika!” demişti. İşçi kanı ve canı üzerinden edindiği milyar dolarlara sahip bir büyük patron edasında diğer emperyalist ülkelerin temsilcilerine aşağılayıcı bakışlar fırlatan “adam“, G-7’ler toplantısında ve toplantı sonrasındaki açıklamalarıyla dünya pazarında kural koyucu gücün ABD olduğunu dikte etme havasındaydı. Kanada ve Meksika’ya yüksek gümrük vergileri koyma[2]; Almanya başta olmak üzere Avrupalı emperyalist ülkelerle ticari ilişkilerde ABD yararına yeni uygulamalara girişme kararı, Quebec Zirvesi’ni Batılı emperyalist ülkeler arasında son zamanların en gergin toplantısı haline getirdi. “Önce Amerika” politikasının rakipler arası ilişkileri germesi kaçınılmazdı. Japon temsilcilerin elleri koynunda sessiz seyri sayılmazsa toplantıya katılan emperyalist ülkelerin yönetici temsilcileri, ABD ve Trump yönetiminin dayatmalarını kabullenmeyecekleri yönündeki açıklamalarını toplantı sonrasında da dünyaya ilan etmekten kaçınmadı.
Kanada’nın Quebec City’deki “zirve”si, Donald Trump’ın açıklanacak sonuç bildirgesini imzalamaması sonucu anlaşmazlıkla sona erdi.[3] Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron, “G6 tek başına 1’den büyüktür” derken, Macron’un Cumhurbaşkanlığı Ofisi, “Uluslararası işbirliği“nin “öfke krizleri ve düşünülmemiş açıklamalarla” dikte edilemeyeceğini açıkladı. Merkel’in ülkesine dönüşte “sahte birlik mesajı vermektense farklılıkları net olarak ortaya koymanın yararlı olacağı” mealinde konuşması, Trump’a verilmiş bir diğer yanıttı. Trudeau, G-7 Zirvesinin sona ermesi üzerine bir basın toplantısı düzenleyerek ABD’nin Kanada çeliği ve alüminyumuna yüksek gümrük vergisi uygulamasını Kanada halkına “hakaret” olarak niteledi ve “Kanadalılar kibardır. Biz makul insanlarız ama itilip kakılmayacağız” diyerek ve ABD mallarına gümrük vergisi uygulayarak karşılık verileceğini belirterek boyun eğmeyeceklerini açıklamış oldu.
Trump, Trudeau’nun düzenlediği basın toplantısında çelik ve alüminyum ithalinde getirilen ek vergileri eleştirmesi üzerine Kanada Başbakanı’nı “iki yüzlü ve zayıf” olmakla suçlarken, Trump’ın Ticaret Danışmanı Peter Navarro, Kanada Başbakanı Justin Trudeau’nun basın toplantısındaki sözlerinden hareketle yaptığı açıklamada, “Başkan Trump’la kötü niyetli diplomasi kuran ve onu arkasından bıçaklamaya çalışan tüm yabancı liderler için cehennemde özel bir yer var. Kötü niyetli Justin Trudeau, göstermelik basın konferansıyla bunu yaptı” diyerek gerginliği tırmandıran bir adım daha attı. 10-13 Haziran 2018 tarihleri arasındaki gazetelerde bu haberler genişçe yer aldı. ABD’nin “içeride kendi ekonomisini güçlendirme” politikasıyla da bağlı olarak “ithalat rejimi“ni sertleştirmesi, dış pazarlarda daha fazla etkili olması için dayanakların güçlendirilmesi hedefine sahiptir ve bu da diğer emperyalist güçlerle rekabette daha saldırgan bir tutum almasına yol açmaktadır.
Mali sermaye ve büyük güçlerin, dünyanın mali, ekonomik ve siyasal bakımdan etki altına alınması ve paylaşılması politikası, sermaye ideologlarının ileri sürdükleri üzere pazarların “küresel çıkar ortaklığı” anlayışıyla değil, güçler ilişkisine bağlı olarak ve kıyasıya rekabet içinde ele geçirilmesini içerir. Sermaye ve meta ihraç olanaklarına daha fazla sahip olanların diğerlerine karşı pazar üstünlüğü, bu üstünlüğü ellerinde tutanlar için avantaj sağlarken, diğerlerinin geriye düşmesi ve güç kaybını ifade eder. “Müttefik devletler” arası ilişkiler çıkar politikasınca yönlendirilir ve kapitalizm geliştikçe rekabet daha da keskinleşir. Mali sermaye ve tekellerin hakimiyeti koşullarında ise rekabet daha keskin, daha acımasızdır. ABD’nin imzalamadığı G7 Zirvesi Sonuç Bildirisi’nde yer alan “korumacılığa karşı ortak mücadele” çağrısı, “küresel serbest ticaret” adına daha geniş pazarlara meta ve sermaye ihraç kanallarının emperyalist güçler ve tekeller yararına açık tutulması amacıyla bağlıdır ve bu deklarasyonun akıbeti güçler ilişkisi tarafından belirlenecektir. Zira farklı ülkelerin, kapitalist tekellerin ve işletmelerin eşit olmayan ve kesintili gelişmesi kapitalizm koşullarında kaçınılmazdır. Almanya Dışişleri Bakanı Heiko Maas’ın, “Önce Amerika” politikasına “Birleşik Avrupa” ile yanıt verme çağrısının “birleşik” bir yanıt bulması bu bakımdan kuşkuludur ve “birleşik tutum“dan daha belirgin olan, “altı“lı arası rekabet ve çıkar farklılığıdır. İngiltere’nin “birlik“ten ayrılması, Rusya ve Çin ile ilişkilerde farklılaşan öncelikler ve “birlik” üyesi bazı ülkelerde Almanya’nın ekonomik patronluğunun yarattığı tepkiler ve örnek olsun her bir üye ülkede AB karşıtı muhalif hareketlerin giderek güçlenmesi başlıca engeller arasındadır. Mali ve ekonomik yönden güçlü devletlerin diğerleri karşısındaki avantaj ve üstünlük durumları stabil olmayıp değişkendir ve bağlı olarak pazar kavgası giderek sertleşecektir. Emperyalist devletleri ve sermaye tekellerini birlikte harekete zorlayan güçlü bir proleter hareketin ve sosyalizmin söz konusu olmadığı koşullarda bu devletlerin her biri kendi çıkarlarını öne çıkaracak, ilişkilerinde rekabet esası oluşturacak; “Önce Amerika” politikasına karşı “Önce Çin“, “Önce Almanya“, “Önce Fransa“, “Önce Rusya” politikası ve tutumu öne çıkacaktır. Ekonominin dünya ölçeğinde yeni bir krize girmesi durumunda ise daha kapsamlı gerginlik ve hatta savaşların gündeme gelmesi mümkündür.
G7 Zirvesi, neoliberal kapitalist iktisat politikalarıyla onu teorize eden “çatışmasız refahçı global dünya” söyleminin maddi dayanaklardan yoksunluğunu, emperyalist ülkelerin şeflerinin ağzından ilan edilmiş oldu. ABD, Trump yönetiminde yeniden başlattığı yüksek koruma önlemleriyle neoliberalizmin iflasını ilan ederken, bu önlemleri “küreselleşen dünya gerçekliğiyle bağdaşmaz” gösteren ve emperyalist kapitalizmin çelişkilerini örtme işleviyle yüklü söylemin kofluğu da yeniden açıklık kazandı.
ABD’nin politikaları Batılı büyük güçler arası ilişkileri daha da gerginleştirdi. Quabec’teki G7 Zirvesi daha dağılmadan başlayan atışmalar, zirve sonrasında dozu daha da artmış açıklamalarla devam etti. Trump, bu zirveden çok daha erken bir tarihte Avrupalıların NATO’ya daha fazla kaynak ayırmalarını istemiş, İran ve İsrail’le ilişkilerde de onlardan farklı olarak İran karşıtlığında daha saldırgan; İsrail yandaşlığında daha aktif ve korumacı bir tutumu ortaya koymuştu. İran ile atom enerjisi programını geliştirme çalışmalarında belirli bir sınır üzerinden imzalanmış anlaşmayı tek taraflı olarak “askıya alan” ABD, İsrail’deki büyükelçiliğini Kudüs’e taşıyarak Kudüs’e dini temsil rolü biçen İslami kesimlere karşı provokatif bir tutuma imza atmış; yeni çatışmaların fitillerini tutuşturarak Siyonist korsanın Gazze’ye karşı giriştiği katliamların arkasında durmaya devam etmişti. İran ile yapılmış anlaşmanın devamından yana tutum almalarıyla AB ülkelerinin yönecileri, sadece petrol ve doğalgaz bağımlılıkları nedeniyle değil İran’la sürdürdükleri ticaretten sağladıkları yüksek kârlar ve Rusya ve Çin ile ilişkilerinde daha “mutedil” (soğuk kanlı) olmayı, çıkarlarına daha uygun görmeleri nedeniyle de farklılıklarını ortaya koymuşlardı. Bu farklı yaklaşımlar, “G7 Zirvesi” sonrasında, eklenmiş yeni açıklamalarla daha belirgin ve hatta daha da sertleşmiş olarak ortaya kondu.
Kapitalist çıkar farklılığı ve “ticari alan“la ilgili anlaşmazlıkların ekonominin işleviyle bağı, bu anlaşmazlıkların ticaretle sınırlı kalmamasını nedenler. Quebec toplantısının konu başlıkları arasında ticari anlaşmazlıklarla birlikte iklim değişikliği, İran ile Nükleer Enerji Anlaşması, İsrail-Filistin sorunu gibi birçok diğer konu alanı da yer almasına rağmen ticari-ekonomik anlaşmazlık noktalarının öne çıkması, tekelci sermaye çıkarlarının tüm öteki sorunlara baskın olmasıyla dolaysızca bağlıydı. Kapitalist dünya pazarında ve enerji başta olmak üzere temel önemdeki hammadde kaynaklarıyla onların dünya pazarlarına iletim yol ve kanalları üzerinde denetim sağlamada hangi gücün önde olacağı, ilişkilerin seyrini belirleyici önceliğe sahiptir. Emperyalizm, çünkü, kapitalist pazarda rakipler karşısında önde olmayı, sömürü ve yağmadan daha fazla pay almanın koşulu olmaktan çıkarmaz; amsine bunun için rekabeti keskinletirir. Günümüzde yaşanan, çıkar dalaşının “barışçıl” biçimlerinin daha keskin çatışmalara yol almasıdır. Trump’ın “Singapur Zirvesi“nden dönüşte ayağının tozuyla kameraların karşısına geçip “Uzay Ordusu kurma talimatı verdiğini” açıklaması, dünyaya hakimiyet kavgasının uzay kullanılarak sürdürülmesi “çılgınlığı“nın ilanı oldu. Bu açıklamanın birkaç başka emperyalist gücün şeflerinin açıklamalarıyla karşılık bulması olağandışılık göstermez.
TRUMP’IN ‘YAPTIRIM LISTESİ’NDEKİLER VE DİĞERLERİ, YOL NEREYE?
ABD, Putin yönetimine karşı yaptırım politikaları çerçevesinde Rusya’da on milyon dolardan fazla yatırım yapan yabancı şirketi cezalandırma kararı aldı. ABD yaptırımları çerçevesinde Rus bankalarına kredi verilmesinin ve enerji şirketlerinin işbirliği çerçevesinde yatırımlara girişmelerinin yasaklanmış olmasında, rezervinin zenginliği yönünde güçlü bulgular olan ABD Kaya Gazı yararına avantajlar sağlama amacı önemli bir nedendi. Ukrayna’daki gelişmelerle ilişkisi ve Kırım’ın “ilhakı” gerekçeli yaptırımlara özellikle Suriye’de karşı karşıya geliş nedenli olan yeni “cezalandırma” paketiyle ve “insan hakları ihlali, basın özgürlüğü karşıtlığı” şeklinde riyakâr gerekçeli olanlarla genişletildi. ABD Kongresinin kararlarıyla destekli Trump yaptırımları Rus şirketleriyle üçte birden fazla yatırım ortaklığına sahip yabancı tekelleri de hedefe koyuyor. “Trump yaptırım kararları“nın Rusya’da devlet işletmeleriyle işbirliği yapan Batılı şirketlerin (ABD şirketleri dahil) Rusya pazarındaki sömürüden pay almalarını da sınırlayıp darbeleme özelliği göstermesi, ABD’nin kendi içinde de bu kararlara itarazlara yol açtı ve “kendi ayaklarına dolanan politika” olarak nitelendirildi. Yaptırımların kapsamı, AB üyesi Almanya başta bazı diğer ülkeler tarafından zararlı sonuçlara yol açacağı endişesiyle eleştirildi. Gazprom’un Avrupa’daki iki en önemli ortak şirketinden biri ve Alman kimya sanayinin en büyüklerinden BASF’a bağlı Wintershall gaz şirketiyle Avrupa’da elektrik enerjisi alanında en büyük şirket EON’un uğrayacağı zarar, Almanya’nın karşı çıkış nedenleri arasındaydı.
Rusya ile enerji başta olmak üzere güçlü ticari-ekonomik ilişkileri bulunan Almanya’nın Rusya’daki yatırımlarının büyüklüğü, Almanya’ya doğalgaz akışının hayati önemi ve Mercedes, Henkel gibi Alman sanayi şirketlerinin Rusya’da 30 milyar Euro’yu aşan yatırımlarıyla geniş pazar payları, iki ülke ilişkilerinin Ukrayna krizi dolayısıyla gerilmesine rağmen esas olarak iktisadi çıkarlar tarafından yönlendirildiğini ortaya koyar. Doğal gaz akışı Avrupa ülkeleri ve Almanya için hayati önemdedir. Rus doğal gazının Avrupa’ya aktarılmasında pay sahibi Alman şirketlerinin çıkarlarını göz önünde tutan Merkel, Soçi buluşmasında, Putin’den doğal gaz akışının devam etmesi talebinde bulundu ve Putin buna, “fiyat ayarları” üzerinden yanıt verdi.
Trump yönetimi ABD’nin İran ile imzalanmış “Nükleer Anlaşması“ndan çekilmesi kararıyla bu anlaşmanın devamında yarar gören ve İran ile ekonomik ilişkileri bulunan Almanya, Fransa, Rusya ve Çin’in çıkarlarını da hedefe koydu. İran’a yaptırım kararları bu ülke ile ekonomik ilişkilerini sürdüren ve İran’da yatırımları bulunan ülkelerle bu ülkeler menşeeli şirketleri de kapsıyor ve bu da, örnek olsun Alman şirketi Volkswagen’in ve Rus enerji tekeli Gazprom’un çıkarlarına darbe vuruyor.
Trump yönetimi Çin’e karşı “ticaret savaşları” kapsamında 50 milyar dolarlık “haraç” kesti. Ancak “kendi ayağına kurşun” olasılığı Çin ile ilişkiler açısından daha da geçerlidir: Çin’e “ceza kesme” politikası iki nedenle geri tepmeye adaydır: ilkin, Çin’de Amerikan menşeli şirketlerin çıkarlarına vereceği zarar nedeniyle ve ikinci olarak Çin, karşılık verme gücüne sahip bir ülke olduğu için. Nitekim Trump’ın kendilerine savaş açtığını belirten Çin yöneticileri, ABD’ye aynı oranda gümrük vergisiyle karşılık vereceğini açıkladılar.[4] Bu bir yana, Çin’in ihracatında ABD 388 milyar dolarla (%18) en büyük pay sahibidir. Ancak bu miktarın ne kadarının Çin tekellerine ne kadarının Amerikan tekellerine ait olduğunu belirlemek son derece zordur ve şirketlerin içiçe geçmiş oluşu, bu ihracatta büyükçe bir miktarın Amerikan sermaye kuruluşlarına ait olması güçlü olasılıktır. Çin, son on yıllarda dünya ölçeğinde en yüksek büyüme oranına sahip ülkesi oldu. Büyük nüfus gücü, ucuz emek gücünün çok büyük kitlesine sahip olması, ihracatta dünya birinciliğini elinde tutmasında rol oynamakta; çok sayıdaki ülkede yatırımlara yönelmesinde bu büyük potansiyelden yararlanmakta; korumacı vergi engelerini bu avantajlarına karşı bir saldırı saymaktadır. Çin’in “koruyucu önlemler“e karşı “serbest ticaret“i savunması yayılmacı politilarıyla bağlıdır.
2017 Ekim’inde gerçekleştirilen ÇKP Kongresinde yaptığı konuşmada Xi Jinping, her ne kadar “Çin dünya hegemonu olma derdinde değil, ancak bu kendi çıkarlarını bir kenara bırakacağı anlamına gelmiyor”dese de, emperyalist ülkelerden herhangi biri için olduğu denli Çin açısından da bu tür açıklamalar, hegemonya politikaları izlemeyeceği ve bunun için savaşmaktan geri duracağı anlamına gelmez. Çin’in Asya Pasifik’te egemenlik kavgasının en büyük gücü olması, Asya’dan Afrika’ya farklı bölgelerde ekonomik ve askeri faaliyetlerini yoğunlaştırması, Almanya başta olmak üzere AB üyesi ülkelerle ticari ilişkilerini genişletmesi ve Rusya ile birlikte Şangay İşbirliği Örgütü’nün baş aktörlerinden olması, Xi’nin açıklamasında dile getirilemeyenin pratikte gerçekleştirilmeye çalışıldığını gösterir.
ABD emperyalizmi “barıştan yana ve nükleer karşıtı olma” iddiasında bulunamayacak güçlerin başında yer alır. Kuzey Kore’yi nükleer silahlardan arındırma planı ve İran’ın nükleer enerji programına karşı sürdürdüğü kuşatıcı baskı politikasıyla o aynı zamanda kendi devasa nükleer gücüne dokunulmazlık zırhı çekiyor. İnsan soyuna karşı atom bombası kullanmaktan kaçınmayan Amerikan emperyalizmi, Vietnam’da salkım bombaları ve kimyasal silahlarla 4 milyon insanın katlinden sorumlu ve dünyayı birkaç kez yok edecek nükleer silah yığınağına sahip dünya korsanıdır. Kuzey Kore’nin atom bombalarını masalsı büyük tehdit olarak gösteren ABD, Arap ve bölge halklarına karşı atom silahlarıyla donattığı İsrail’in bütün imha programlarının arkasındaki güçtür. Onun oligark şefinin “kalıcı ve istikrarlı barış“tan sözetmesi aldatmacadan ibarettir. Trump’ın Kuzey Kore’ye verdiği bir güvence yoktur ve emperyalist çıkarlar tarafından yönlendirilen hiçbir güvence güvenilir olma özelliği taşımaz. Amerikan yaptırımlarının Küzey Kore’nin nükleer programına son vermesi koşuluna bağlanması, ABD’nin anlaşmayı tek taraflı yaptırım belgesi olarak görme isteğine işaret eder. Trump Güney Kore’deki nükleer “şemsiye“yi kaldırma ya da bu ülkede konuşlanmış Kuzey’e yönelik Amerikan askeri varlığına son verme tahaadünde bulunmuş değildir.
Kapitalizm koşullarında “sükûnet” aldatıcı bir görünümden ibarettir. Dünya, hiçbir bölgesinde “sükûnet içinde” değildir. Kuzey Kore ile savaşın eşiğini gelinmiş olmasını, Asya Pasifik’te Çin ile gerginliklerin giderek artmasını, Ukrayna’da devam eden kargaşayı, Ortadoğu’daki savaşları, Filistin’in devam eden esaretini, Irak, Libya ve Suriye’nin yıkımına yol açan gelişmeleri genel olarak emperyalistlerin özel olarak ABD’nin dünya ve bölge politikalarından soyutlamak mümkün değildir. Amerikan emperyalizminin savaş eli Filistin’de Siyonist saldırganlığı ve yayılmasında, Yemen’de Suud bombalarının pimindedir. Suudi Krallığını yüz milyar dolarlık kitle imha silahlarıyla donatan Trump yönetimi on milyonları sefalete sürükleyen ve yüz binleri katleden politikaların mimarıdır.
SİNGAPUR ZIRVESI VE KUZEY KORE İLE BARIŞ SORUNU
ABD Başkanı Donald Trump ile Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti (Kuzey Kore) lideri Kim Jong Un’un, “Kore Yarımadası’nı nükleer silahlardan arındırma“ya yönelik “tarihi zirve“si Singapur’da gerçekleştirildi. Görüşme sonrasında imzalanan anlaşmada, “Kore Yarımadası’nda barışın sürdürülmesi” için çalışılacağı belirtildi. İki yüzlü burjuva diplomasisi bir kez daha dile geldi: “Kore Yarımadasının nükleerden arınma süreci çok hızlı bir biçimde başlayacak” diyen ve Kim Jong-un’u “çok başarılı bir müzakereci” olarak niteleyen Trump, “Onun çok yetenekli biri olduğunu ve ülkesini çok sevdiğini” söyledi. Kim Jong-un buna, “Dünya, çok önemli bir değişim görecek. Trump ile geçmişi arkamızda bırakmaya karar verdik” açıklamasıyla yanıt verdi. “Kim ile görüşmemiz dürüst, doğrudan ve verimliydi” diyen Trump, Kim Jong-un’un “çoktan önemli bir füze deneme sahasını yok etmeyi kabul ettiğini”; ancak bu ayrıntının ortak deklarasyonda yer almadığını, buna deklarasyonun oluşturulmasından sonra karar verdiklerini açıkladı ve Kuzey Kore’ye yönelik yaptırımların kaldırılmasının şimdilik söz konusu olmadığını, bunun gelişmelere bağlı olacağını ekleyerek sürecin “uluslararası makamlar tarafından” izleneceğini belirtti.[5] Anlaşmanın en önemli maddelerinden biri, “ABD ve KDHC, Kore Yarımadası’nda kalıcı ve istikrarlı bir barış rejiminin inşa edilmesi için ortak çaba gösterecektir” şeklinde formüle edilmiştir ve ikincisinde, “27 Nisan 2018 tarihli Panmunjom Deklarasyonu uyarınca KDHC, Kore Yarımadası’nın nükleer silahlardan tamamen arındırılması yönünde çalışmayı taahhüt eder” denilmektedir.
ABD’nin bu anlaşma ile öncelediği, Kuzey Kore’nin elindeki füzelerle geliştirme sahalarının imhasıydı. Anlaşmanın önemli maddelerinden biri, “ABD ve KDHC, Kore Yarımadası’nda kalıcı ve istikraralı bir barış rejiminin inşa edilmesi için ortak çaba gösterecektir” şeklinde formüle edilmiştir ve ikincisinde, “27 Nisan 2018 tarihli Panmunjom Deklerasyonu uyarınca KDHC, Kore Yarımadası’nın nükleer silahlardan tamamen arındırılması yönünde çalışmayı taahüt eder” denmektedir. Buna karşılık Kuzey Kore açısından ise ABD-Güney ortak askeri tatbikatlarının durdurulması ve Güney’deki Amerikan askeri varlığının çekilmesiydi. Kim’in füze denemeleri yaptığı bölgeyi imha etmeyi başlattığı yönündeki açıklamalar ABD’nin “ilk raundu aldığı“nın gong sesi oldu. ABD ise, Kuzey Kore’ye “güvenlik garantisi sözü” veriyordu! Emperyalistlerin “sözü“, pazar ve etki alanları için büyük güçler arası ilişkilerin giderek gerginleştiği bir dönemde “güvenlik teminatı“; bunlar tekelci barbarlık koşullarında geçersiz söz ve teminatlardır.[6] Ancak, ABD, Kim yönetiminin tehdit olmaktan çıkarılması pahasına ve Çin ile Rusya’yı tahrik etmedeki sınırını iyi tespit ederek Güney Kore’deki 32 bin askerini geri çekebilir ve hatta askeri üslerdeki faaliyetlerini bir süreliğine de olsa askıya alabilir. Bunlar mümkün olmakla birlikte süreklilik açısından kesinlik ifade etmez ve “her an” değişebilirler.[7]
ABD’nin Kuzey Kore’yi teslim alma operasyonu kapsamında bu ülke yönetimiyle imzaladığı anlaşma metni “barışın sürmesi” maddesini de içeriyor olmasına karşın, özellikle Ortadoğu’da ve Kuzey Afrika’da sürmekte olan savaşlar emperyalist büyük güçlerin hegemonya politikalarıyla dolaysızca bağlıdır ve bu durum, mali sermaye ve tekellerin çıkarlarını politika olarak benimseyen bu ülkeler yönetimlerinin dünyayı daha büyük çaplı savaşlara sürükleme sorumluluğunu taşıdıklarının somut bir göstergesidir.
Kore Yarımadasının iki ülkesi olarak Kuzey ile Güney’in birbirlerinden bir savaş aracıyla ayrılmasının 57 yıl sonrasında ABD ve Rusya, her biri kendi öncelikleriyle Korelerin “birliği”ni istiyor. Bölge üzerine politikalarında bu büyük güçlerin herbiri için kendi etki alanında ve kendi politikalarıyla uyumlu birleşik bir Kore, diğerlerine karşı konumunu güçlendirici işlev görecektir. Ama durum henüz oldukça karışık ve gelişmelerin nereye yön alacağı belirsizdir. Buna rağmen, Kore’de değişimin hangi yönde olacağı ABD, Çin, Rusya ve Japonya’nın politikalaıryla bağlı olacaktır.[8]
Kuzey Kore, ‘50’li yılların başında yaşanan ve ayrılmayla sonuçlanan savaştan beri Çin ve Rusya ile, ama özellikle Çin’le güçlü ilişkilere sahiptir ve bu ilişkilerle bağlı olarak Çin açısından, ABD-Japonya-Güney Kore ittifakına karşı bir tür “tampon” ve “güvenlik bölgesi” konumundadır. Amerikan emperyalizminin Güney kore ve Japonya ile işbirliği içinde bölgedeki etkisinin artırması Çin ve Rusya’nın çıkarlarıyla bağdaşmaz.
Japonya ise, Kore’yi işgal etmiş sömürgeci geçmişi nedeniyle sadece Kuzey’de değil Güney Kore halkı açısından da güvenilmez güçtür. Koreliler Japon militarizminin 40 yıla yakın sömürge vahşeti ve uyguladığı asimilasyon politikasının izlerini ve köle kamplarında ömür tüketmiş geçmiş kuşaklarının acısını henüz unutmadı. Japonya’ya karşı güvensizliğin kitlesel boyutlu öfke düzeyinin Kuzey Kore’ye göre Güney’de daha yüksek olması ve Kore’nin bölünmesinde Japon işgal politikasının oynadığı rol, Güney Kore yönetiminin Japonya ile işbirliği açısından bir prüzdür.[9]
Donald Trump’ın Kim Jong-un’la Singapur’da “el sıkışıp” barıştan da söz eden birkaç maddelik “anlaşma“ya imza atmasıyla Kore yarımadasına barışın geldiği söylenemese de, atom füzelerini fırlatma düğmelerine basmaya ramak kala gündeme gelen “uzlaşı“, birbirlerini yok etmekle tehdit eden bu ülkelerin yöneticilerinin ne kadar süreceği belirsiz bir zaman için de olsa nükleer bir çatışmadan geri durmaları bölge ve dünya ülkeleri ve halklarının 1950’lerin savaşını binlerce kat aşacak bir büyük yıkıma sürüklenmemiş olmaları açısından yararlıdır. Nükleer silahlardan arındırılmış bir bölge ve dünya, işçi sınıfı ve dünya halklarının isteğidir. Emperyalist kapitalizm koşullarında “barış“ın tekellerin çıkarlarıyla bağlı ve çelişkilerin keskinlesmesi tarafından sürekli tehdit altında tutulduğunu bilerek proletarya, dünyanın nükleer, biyolojik ve kimyasal her tür yokedici silahtan arındırılması için mücadele eder. Proletaryanın istemi, ABD başta olmak üzere nükleer silahlara sahip tüm ülkelerin bu silahları imha etmeleridir. Kuzey Kore’nin nükleerden arındırılması ancak bu durumda ve kapitalizm koşullarında olabildiği kadarıyla barışa hizmet eder. Aksi olarak sadece Kuzey Kore’nin nükleer silahları imha etmesi ya da İran’ın bu silahları yapma programını durdurması sorunu çözmeyecek, nükleer silah tekelini elinde tutan büyük emperyalist güçler ile İsrail, Hindistan, Pakistan ve Türkiye gibi devletlerin diğerlerine karşı tehdit ve dayatmaları devam edecektir. Kapitalizm ve tekellerin hakimiyeti altındaki dünyada barış, sömürü ve baskının devamı koşuluyla bağlı ve aynı nedenle de “pamuk ipliğine bağlı“dır.
ASYA PASİFİK’TE ‘BARIŞ’ MÜMKÜN MÜ? ÇİN, JAPONYA VE RUSYA NEREYE DÜŞER?
“Az sonra Singapur’a doğru yola çıkacağım. Kalbim milyonların kalbini taşıyacak. Bu nükleerin sonu demek” diyordu Trump. Ne büyük ikiyüzlülük, ne yaman riyakarlıktı! Dünyayı birçok kez ortadan kaldırabilecek nükleer silahlara sahip olmakla kalmayıp dünya toprakları ve pazarlarına hakim olma savaşında kullanabileceği İsrail türü işbirlikçilerini de nükleer silahlarla donatan ABD’nin megalomanisiyle meşhur şefi, Kuzey Kore’yi “köşeye sıkıştırarak” nükleer silahlardan arındırmayı “nükleerin sonu” olarak gösterirken, tuhaf mimikleriyle kan dökücülükte tecrübeli sömürgecinin soğuk kanlı tutumunu imliyordu.
Trump, Kuzey Kore’yi “teslim alma“ya duyduğu yapay özgüvenle “Kore çok yakın zamanda harika bir yer olacak” diyordu. Aşağılama içerikli açıklamalar bir yana bırakıldığında, Kuzey Kore pazarına sermaye ve meta sürümü beklenti ve olanağı, riyakâr iyimserliğinin asıl etkeniydi. ABD ve çıkarlarıyla karşıt konumda olmakla kalmayıp nükleer güce de sahip küçük bir ülke olarak Kuzey Kore’nin Güney Kore’de olduğu üzere yedeklenmesi, ABD için Güneydoğu Asya’da yeni bir mevzi olacak; Japonya ile birlikte bu mevzi, Çin ve Rusya’ya karşı etki alanı kavgasında Amerikan emperyalizmine daha geniş olanaklar sağlayacaktı. Beyaz Saray’ın milyarder patronu aşağılıyor, tehdit ediyor ve sözümona övüyor: “Güney Kore, Kuzey Kore, Japonya, Singapur, ABD ve dünyanın kalanı için çok önemli olacak. Kim Jong-un’un halkı için iyi bir şeyler yapmak istediğini biliyorum. Bu şans bir daha eline geçmeyecek. Hem halkı için hem de kendisi ve ailesi için bir şans var elinde.“[10]
ABD, Trump’un deyişiyle “yapay sınırlar“ı kaldırıp Kuzey Kore’yi Güney’le birleşik halde sömürü alanına çevirmeyi başarabilir mi? Çin ve Rusya gibi iki büyük rakibin bölgedeki varlığı ciddi engeldir. Dünyanın birçok başka bölgesinde olduğu gibi bu bölgede de hangi emperyalist gücün rakiplerine üstün geleceği, dünyanın pazar ve etki alanları olarak paylaşımı kavgasında büyük öneme sahiptir. Çin ve Rusya’nın, özellikle de Çin’in, Kuzey Kore’yi Amerikan emperyalizmine terk ve “teslim etmesi” beklenemez. Aksi bir durum ekonomik ve askeri olarak ABD karşısında alan ve güç kaybını kabullenmesi olacaktır ki, hiç bir büyük emperyalist güç etki alanını böylesine barışçıl ve kolaycı yollardan terketmez. Bu bakımdan sorun çözümlenmiş olmaktan uzaktır ve çatışma unsurları birikmeye devam ediyor.
Asya Pasifik’te ABD’nin en büyük rakibi olan Çin için Kuzey Kore sadece bir etki sahası değil, ABD ve Japonya ile Asya Pasifik bölgesindeki çelişkilerinde yararlanabileceği nükleer silah sahibi bir güçtür de. Kuzey Kore’ye gıda maddeleriyle birlikte enerji ihracatında bulunuyor ve bu ülkeden demir, kurşun ve kömür gibi sanayi ürünleri satın alıyor. Kim Jong-un’un politikaları nedeniyle ABD’nin bölgeye daha etkin müdahalesini çıkarlarına aykırı gören Çin yönetiminin, Kuzey Kore’nin sürdürdüğü füze denemelerine karşı son yaptırım kararları yönünde oy kullanması ve tutumunu “bölgenin ve dünyanın yeni bir kaosa sürüklenmesini önleme” iddiasıyla gerekçelendirmesi, Amerikan müdahalesinin önünü kesme ve Japonya’nın Güney Kore ili birlikte oluşturacağı baskıyı boşa çıkarma hedefiyle bağlıdır. O, ABD’nin bölgeyi çıkarları doğrultusunda “yeniden dizayn etmesi“ne karşı çıkmakta ve “İlk saldıran ABD olursa Kuzey Kore’yi savunuruz” açıklamasıyla Amerikan nükleer gücü karşısında boyun eğmeyeceğini ilan etmektedir.
ÇİN VE RUSYA’DAN KARŞI HAMLE: ŞİÖ ZİRVESİ
“G7 Zirvesi“yle zamandaş dönemde toplanan “Şanghay İşbirliği Örgütü” (ŞİÖ) Zirvesi dolayısıyla Xi Jinping ve Putin’in girişi ve açıklamaları, Batı’daki kapışmaya basit bir “nispet” gösterisi olmaktan çok daha fazla anlama sahipti. Putin’in Çin’de Xi Jinping yönetimiyle görüşmesi ve Çin’den “dostluk nişanı” alması; İran’ın gözlemci statüsünden çıkarak ŞİÖ’ya katılmasını savunması, Jinping’in Çin’in dünya “performansı“yla ilgili açıklamaları, özellikle Trump’ın Kuzey Kore üzerinden giriştiği “çalım“a karşı, “Biz de buradayız” tarzında bir girişimin ifadesiydi. [11]
Kendisi de milyarder olan Çin Devlet Başkanı Xi Jinping’in göreve geldiği 2013’ten itibaren Putin ile 20’yi aşkın kez yüz yüze görüşmesi, ÇKP’nin kapitalist liderinin deyişiyle Çin-Rusya ilişkilerinin “tarihinin en iyi döneminde” olmasını kanıtlamasa da bu ilişkilerin “ileri ve sıkı düzeyi“ne işaret eder. Bu işbirliğinin “stratejik” olarak tarif edilmesinin temelinde Rus doğalgaz ve petrolünün Çin pazarına ihraç payının büyüklüğü yer alıyor. İhtiyaç ve yarar iki taraf açısından da büyük ve önemlidir. Çin büyümesini sürdürmek için enerjiye ihtiyaç duymakta ve Rusya, Çin pazarına daha fazla petrol ve doğal gaz ihraç ederek ekonomik gereksinmeleri için ciddi kaynak edinmektedir. Rusya ve Çin arasında 30 yılda tamamlanmak üzere anlaşması yapılan 400 milyar dolarlık doğal gaz prajesi işbirliğinin kapsamının bir diğer göstergesidir. Diğer yandan ŞİO anlaşması çerçevesinde bu iki büyük gücün Asya’daki işbirliği her ikisi açısından da Batılı emperyalistler karşısında çıkarlarını savunmak ve bölgedeki etkilerini artırma işlevi görüyor. Kuşkusuz onların herbiri açısından önde gelen kendi çıkarlarıdır ve çıkarlar üzerinden geliştirilen ilişkiler çıkarlara bağlı olarak çatışmaya evrilebilir; emperaylist “dost“lar düşmanlaşabilirler. Bu kapitalizmin gelişme yasasıyla bağlı kaçınılmazlıklardan biridir.
Çin Devlet Başkanı Xi Jinping, Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ) Zirvesi’nde yaptığı konuşmada, “ŞİÖ üyelerinin ortak bir gelecek için, uzun vadeli barışı, evrensel güvenliği ve ortak refahı yaşayan açık, kapsayıcı, temiz ve güzel bir dünya için” çalışmalarından söz ederek üye ülkelere “Soğuk savaş zihniyetini, bloklar arasındaki çarpışmayı reddetme ve başkalarının güvenliğine mal olan birilerinin tam güvenliğini sağlama noktasındaki uygulamalara karşı çıkmalıyız” çağrısı yaptı. IMF ve Dünya Bankası dahil uluslararası mali-finansal kuruluşlarla işbirliğini “Küresel yönetişim“le ilişkilendiren Jinping, çatışma nedeni sorunların da bu işbirliğiyle çözüme ulaşacağını ileri sürerek kapitalist emperyalizme dair övgüleri birbiri ardına sıraladı. Onun önerdiği bir diğer şey, “Açık dünya ekonomisini inşa edebilmek için Dünya Ticaret Örgütünün kurallarına sahip çıkma“ydı! ÇKP’nin şefi böylece, uluslararası ticarette Çin’in giderek artan payına ABD’nin koymaya çalıştığı sınırları işaret ediyor ve bu tutumun “kazananı olmayan oyunlar“a yol açacağını söylemiş oluyordu.
“Şanghay İşbirliği Örgütü Liderler Zirvesi” için Çin’in Qingdao giden Putin ve Ruhani ayrı ayrı yaptıkları açıklamalarda, “Suriye krizinin çözümü” konusunda bölgesel işbirliğinin devam edeceğini söyledi. ABD’nin “Kapsamlı Ortak Eylem Planı (KOEP)” olarak adlandırılan nükleer anlaşmadan çekilmesini “hukuksuz” olarak niteleyen Ruhani Rusya’nın anlaşmanın korunması ve uygulanması konusunda önemli role sahip olduğunu belirtirken, ABD’nin nükleer anlaşmadan tek taraflı ayrılmasının uluslararası hukuka aykırı olduğunu söyleyen Putin ise, anlaşmanın korunması için çaba göstereceklerini; İran ile her alanda ilişkilerinin gelişmesinden memnun olduklarını ve Şangay İşbirliği Örgütü’nde gözlemci üye statüsüne sahip İran’ın örgüte tam üyeliğini desteklediklerini açıkladı.
Ortadoğu-Afrika, Asya Pasifik ve Latin Amerika bölgesinde ilişkilerini güçlendirme yönündeki dış politikasında küçümsenemez başarılar sağlayan Rusya yönetimi işçi sınıfı ve sosyalizm karşıtlığında Batılı emperyalist şeflerden geride kalmazken, Sosyalist Sovyet Cumhuriyetler Birliği’nin tüm bu bölgeler halklarıyla kurmuş olduğu ilişkilerden miras kalan bazı etkileri pragmatist tarzda kullanmaktan da geri durmadı. Küba, Kuzey Kore, Suriye başta olmak üzere bazı Ortadoğu ülkeleri ve kimi Kafkas Cumhuriyetleriyle ilişkilerinde bu tarihsel bağlardan yararlandı. Kuzey Kore’yle ilişkileri en dinamik güçlerden biri olarak Rusya, şimdi Kore sorununun Kuzey ve Güney Kore, ABD, Çin, Rusya ve Japonya’nın katılımıyla yapılacak toplantılar aracıyla çözümünü savunuyor ve kendi rolü ve etkisini gözetmeyen “anlaşmalar“ın uzun ömürlü olmayacağının anlaşılmasını istiyor.[12]
GÜÇ İLİŞKİLERİNDE DEĞİŞİM VE KESKİNLEŞEN REKABET
- Dünya Savaşı sonrasında ABD’nin hegemonya stratejisinde, İngiliz-Fransız emperyalistlerinin eski sömürge topraklarında yeni sömürgeci politikalarla hakimiyet kurmak, Almanya başta olmak üzere Avrupa ülkelerini etki altına alarak jandarmalığı altında “birleştirmek“, bu güçleri de seferber ederek “Yeşil Kuşak” gerici çemberi aracıyla Sovyetler Birliği’ni kuşatmak üzere güçlü bir blok olarak şekillendirmek, öncelikler arasındaydı. Bu strateji, sosyalizmin SSCB’de inşa edilmekte olduğu ve uluslararası alanda güçlü bir etkiye sahip olduğu koşullarda, kapitalist dünyanın -onlar “Hür Dünya” diyorlardı- “selameti için” başarı şansına sahipti ve önemli oranda başarılı da oldu. SSCB’nin modern revizyonistler yönetiminde kapitalizme evrildiği koşullarda da bu strateji, “komünizm canavarına karşı mücadele” adına ciddi bir prüzle karşılaşmadan uygulanabildi. Patronajı ABD’nin elinde olan NATO, Dünya Bankası (DB), Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) gibi uluslararası mali sermaye kuruluşlarıyla askeri blok teşkilatları bu doğrultuda faaliyet yürüttü.
SSCB ile birlikte Doğu Bloku ülkelerinin kapitalist dünya pazarına açıktan ve tümüyle yeniden katıldıkları 1989-90’lı yıllarda ise, ABD’nin jandarmalığındaki kapitalist-emperyalist dünyada özellikle ikinci büyük savaş sonrası hızlı gelişmeyle de bağlı olarak güçler ilişkisi giderek değişmiş; Almanya ve Japonya gibi ülkeler dünyanın büyük ekonomik güçleri olarak şekillenmiş ve Çin hala kendini “sosyalist” olarak adlandırsa da kapitalizmin inşa edildiği çok büyük bir güç olarak dünya piyasalarında boy göstermeye başlamıştı. Batılı propaganda organizatörlerinin söylemiyle “global” ya da “küresel” dünya “gerçekliği“nin oluştuğu ileri sürülmesine rağmen, güçler ilişkisinde ortaya çıkan değişimle bağlı olarak rekabet keskinleşmiş ve başlıca emperyalist ülkelerin yönetimleri kendi çıkarlarını sınırlarının dışındaki geniş uluslararası alanı kapsayacak şekilde yeniden tarif etmeye girişmişlerdi. İngiltere ve Fransa’nın denizaşırı hamleleri, Almanya’nın dünya pazarlarında giderek artan ekonomik varlığı, Çin’in Asya ve Afrika’daki ekonomik ve askeri yatırımları, SSCB’nin dağılması sonrasında Rusya’nın Vladimir Putin liderliğinde yeniden güç toplayarak çevre ülkelerdeki etkisini artırmaya yönelmesi, emperyalistler arası güç ilişkilerindeki değişimin göstergeleri arasındaydı.
Almanya ve Fransa’nın Rusya ile girdikleri ve ABD’nin politikalarıyla çelişen ilişkileri, Almanya’nın Doğu Avrupa ve Balkanları “Lebensraum” (Yaşam Alanı) olarak görmesi ve buna yönelik politikalar izlemesi, AB’nin genişlemesiyle birlikte Alman-Fransız etkisinin Avrupa’nın daha geniş bölgesinde güç kazanması vb. gibi gelişmeler, ABD ile AB üyesi büyük güçler arasındaki ilişkilerin gerginleşmesinde etken oldular. ABD’nin AB’yi önce İngiltere aracıyla yönlendirmeye çalışma, yetmediğini görünce parçalama taktiğine yönelmesi; Amerikan politikalarına itiraz eden Almanya ve Fransa’nın, önce George Walter Bush tarafından “Eski Avrupa – Yeni Avrupa” ayrımı öne çıkarılarak tehdit edilmesi, şimdilerde ise Donald Trump tarafından vergi yükleri ve ithalat sınırlamalarıyla “cezalandırılmak” istenmesi, emperyalistler arası çıkar dalaşıyla bağlı gelişmelerden bazıları oldu. İttifakların ve bloklaşmaların kalıcı olmayıp tekellerin ve emperyalist devletlerin çıkarlarıyla bağlı değişkenlik gösterdiği böylece birkez daha görülmüş oluyor. Başlıca büyük emperyalist güçlerin birbirleriyle “ticari anlaşmalar” üzerinden anlaşmazlığa düşmeleri, ilişkilerdeki gerginliğin görünür yönü olarak öne çıkmasına rağmen gerginlik ve anlaşmazlıklar çok daha kapsamlıdır. Trump’ın Almanya’yı “AB’yi hegemonya aracı olarak kullanmakla” suçlaması, Macron ve Trudeau’ya aşağılayıcı sözler etmesi; G7 toplantısının “sonuç bildirgesi“ni onaylamayı reddetmesi bu gerginliğin “çapı“nı işaret eder.
Enerji kaynakları başta olmak üzere sanayii ve teknoloji ticareti üzerinden Almanya ve Rusya arasındaki güçlü ekonomik ilişkiler ABD için, Almanya ile ilişkilerde güvensizlik etkenidir. AB’nin “ekonomik patronu” Almanya’yı AB içinde zayıf konuma itmek, Amerikan emperyalizminin AB üzerindeki etkisini güçlendirecektir. Trump, “ABD sokaklarında çok sayıda Alman malı otomobil” olduğundan sözederek “ABD pazarını dolduran arabalara gümrük vergisi getirilmesini gözden geçireceğiz” açıklamasıyla, gümrük engellerinin çelik ve alimünyumla sınırlı tutulmayıp otomotiv sektörüne dek genişletilebileceğinin işaretini verdi.[13] Bu elbette uluslararası dış ticarette Çin ile birlikte en çok “fazla“ya sahip Almanya’nın çıkarlarını darbeler. GSMH’sinin yüzde 46’sını ihracattan, özellikle de otomotiv başta olmak üzere sanayi ürünleri ihracatından sağlayan Almanya, buna sessizce boyun eğmeyecektir. Trump yönetiminin korumacı politikalarını “uluslararası ticaret sistemi“ne aykırı sayan Almanya ve Çin başta olmak üzere diğer başlıca emperyalistlerle birlikte Meksika ve Türkiye gibi ülkelerin yöneticileri de ABD’nin bu cezalandırma atraksiyonlarına karşı çıktı.
“Zirve“ler, kapitalist-emperyalist dünyanın dünya işçi sınıfı ve halkları açısından giderek artan şekilde tehlike ve tehdit biriktirdiğinin kanıtı oldular. G7’nin Quabec fotoğrafı, Batılı emperyalist “ittifak“ın sağlam olmadığı ve sarsılmakta olduğunun fotoğrafıydı. ABD başta olmak üzere Batılı gelişmiş kapitalist ülkeleri “refah, huzur ve özgürlükler dünyası” olarak görenler, emperyalistler arası çelişkinin keskinleştiğine işaret eden bu fotoğrafa bakarak “küresel kapitalizm“in geleceğine dair umutsuzluğa kapıldılar. “Batı ittifakı“nı “küresel dünyanın sarsılmaz merkezi” olarak tasavvur edenler için Trump, “bir buldozer gibi” hareket ediyor ve “dünya düzenini yıkıyor“du! Fotoğraf “dramatik kare” olarak nitelendi.[14] ABD’nin Trump’la birlikte giriştiği “eylemler“e bakıldığında bu gibileri haksız da sayılmazlardı! Yanlış olan ise, aksi yöndeki beklenti ve kapitalizme umut bağlamaydı. Çıkar çatışmasının kaçınılmazlık gösterdiği kapitalizm koşullarında “birlik” izafi, çatışma esastır. Ve eklenmelidir ki, kapitalizmin dünyası artık daha fazla istikrarsızdır: Bu istikrarsızlık ve artan gerginlikler yeni krizler durumunda, herbir emperyalist ülke ve devletin kendi çıkarlarını öne çıkarma politikasını daha belirgin kılacaktır. Ne ABD patronajı ne de diğerlerinin onu izlemesi “sarsılmaz ve yıkılmaz Batı ittifakı” anlayışını doğrulamaz. Somut olarak hangi biçimler alacağından bağımsız olarak çatlağın büyüyecegi, rekabetin sertleşecegi ve çelişkilerin daha da keskinleşecegi bir döneme girilmiştir.
DAHA GÜVENSİZ DÜNYA VE SAVAŞ KÖRÜKLEYİCİ ÖN VURUŞMALAR
- yüzyılı “Amerikan yüzyılı“, “İsrail yüzyılı“, “Türk yüzyılı” ilan edenlerle birlikte dünya gericiliğinin diğer emperyalist ve işbirlikçi temsilcileri, bu yüzyılın başından beri, tekelci sermayenin çıkarlarını “ulus” ve “ülke“lerinin “çıkarları“yla özdeş ilan ederek her biri kendi güç ve olanakları ölçüsünde etki alanlarını genişletme, pazarlardan daha fazla pay kapma kavgasının tarafı olmayı sürdürdüler. Sadece kendi ülkelerinde ve bulundukları bölgelerde değil, güçleriyle bağlı olarak uluslararası alanda da siyasal gericiliğin, sosyal yıkıcılığın ve militarizmin yeniden zincirlerinden boşanmasını temsil eden bu güçler, sorumluluk payları değişmekle birlikte Afganistan’da, Irak’ta, Suriye ve Lübnan’da yaşanan ve kuşaklar boyunca etkileri yaşanacak olan vahşet ve yıkımın sorumluluğunu taşıyorlar. Ukrayna’da yaşananlarla Venezüella’nın emperyalist talana açılması hedefli komplo ve provokasyonların sorumlusu ABD başta olmak üzere emperyalist devletlerle işbirlikçileridirler ve onlar siyasal-askeri ve ekonomik operasyonlarla tekelci sermayenin çıkarlarını ve kapitalist sömürü sistemini sürdürmek üzere halkları kan ve ateş ‘cehennemi’nde tutma çabasındadırlar.
Sadece Ortadoğu-Kuzey Afrika bölgesinde değil Asya-Pasifik bölgesinde de başlıca emperyalist güçler ve uluslararası tekellerin politikalarıyla bağlı olarak ilişkiler daha da gerilmiştir. ABD emperyalizmi Çin ve Rusya’ya karşı politikalarıyla Asya-Pasifik bölgesinin çatışma ve savaşlara sürüklenmesinin başlıca sorumlusu olacaktır. O, Fransız emperyalistleriyle ve İsrail, Türkiye ve Suudi Arabistan ile birlikte Ortadoğu-Kuzey Afrika bölgesinde gerginlik ve çatışmaları körükleyici rol oynuyor. Amerikan emperyalist politikası kriz, çatışma ve savaş üreticidir. Bu caniyane rolünde yalnız değildir ve sözü edilen yukarıdaki gerici güçler onunla suç ortaklığı içindedir.
Hegemonya üstünlüğünü barışçıl biçimlerle sürdürmenin daha da zorlaştığı bir döneme girilmiştir. Ekonomik sorunların ağırlaşması, enerji kaynaklarına ve onların dünya pazarlarına iletim hatlarına hakim olma politikası, savaş sanayinin rant üretici üstünlüğü, çatışma ve savaşların körüklenmesi politikasına yön veriyor. ABD ve Batılı emperyalist güçler, Irak ve Suriye’ye karşı politikalarıyla bölgenin bütün ülkelerini birbirleriyle daha fazla sorunlu hale getirdiler. İran’ı dize getirip işbirlikçi bir yönetim altında kendi politikalarının bölge güçlerinden birine dönüştürme; Rusya’yı daha fazla yalnızlaştırarak bölgedeki etkisini sınırlama, Suriye’de Irak benzeri işbirlikçi yönetim oluşturma, Libya’da emperyalistlerin bölge stratejilerine piyon olacak aşiretler yönetimini kurma politikası izleyen ABD, Büyükelçiliğini Tel Aviv’den Kudüs’e taşıyarak bölgede savaş ateşinin sönmeksizin yanması için malzeme yığınağını artırdı.
Suriye’ye karşı ve Suriye’de sürdürülen savaş bölgenin tüm halklarını daha ağır sorunlarla yüzyüze getirdi. Kral, Sultan ve Emir’lerin petro-dolarlarla şişirilmiş hazineleri, İsrail ve koruyucusu emperyalistlerin kışkırtıcı desteğinde Arap halklarına karşı sürdürülen cinayet ve savaşların finans kaynağıdır ve Amerikan uşağı bu gerici hanedanlıklar El Kaide ve ondan türeme cinayet çetelerinin Irak ve Suriye’deki eylemlerinin suç ortağıdırlar.
Ortadoğu’yu yeniden şekillendirme politikasının emperyalist karakteri, bütün bölge halklarını daha ağır koşullarda yaşamaya zorlamakta; daha kapsamlı saldırıların hedefi haline getirmekte, yıkıcı özelliği vahşet düzeyinde yeni savaşlarla yüz yüze bırakmaktadır. Ortaçağcıl feodal gericilik ve monarşist yönetimler altında olsun, kapitalist gelişme koşullarında olsun bölgenin yüzyıllık tarihi, emperyalist devletlerle uluslararası tekellerin ve onların yerli işbirlikçisi egemen güçlerin barış, huzur, refah ve özgürlük kavramlarıyla ifade edilmek istenen ne varsa tümünün karşıtı işlevle yüklü ve yükümlü olduklarını; kültürel tarihsel birikimlerin talanı, kaynakların yağmalanması ve emperyalist sömürgeci ülkelere transferi, yüzbinlerce insanın katli, daha fazlasının sakat kalması, topraklarını terke ve sefalete sürüklenmesinin tarihi olmuştur. Halklar üzerinde vahşi tiranlık rejimleriyle saltanatlarını sürdürenler, toplumsal-iktisadi koşulların halkların saflarında yol açtığı öfke ve tepki birikimini, ulus-din ve mezhep çatışmaları aracıyla püskürtmeye, kendi kanlı taht ve iktidarlarını böylece korumayı sürdürmeye çalıştıkça, halklar daha da ağır yıkımlarla karşıkarşıya kalmakta; Mısır ve Tunus’ta olduğu üzere işbirlikçi diktatörlüklere karşı başkaldırıları ise, yine aynı “silah“la; din-mezhep-milliyet çıkarcılığıyla vurulmakta; ayaklananların üzerinden tanklar geçerken, tahtlarındaki kan içiciler “ülke ve millet birliğini savunma” yalanıyla yeni aldanmalara kapı açma olanağı bulmaktadırlar.[15]
İsrail, büyük efendisi ABD’nin koruması ve desteğinde uluslararası korsanlığa oynayan işgalci ve saldırgan güçtür. Suriye’nin Golan tepelerini işgal eden ve BM kararlarını çiğneyerek işgali sürdüren İsrail, bu stratejik “tepeler”in sunduğu olanakları Araplar’a karşı savaş mevzileri olarak kullanıyor. ABD ve Fransa başta gelmek üzere Batılı emperyalistlerle bölgedeki işbirlikçileri, İsrail’in Golan ve Gazze politikasını “kendisini savunma hakkı” çerçevesinde değerlendirerek, Netenyahu yönetimini Golan işgalini ve Gazze’ye karşı sistematik imha politikasını sürdürmeye teşvik etmekte ve cesaretlendirmektedir. Arkalarında ABD ve Avrupalı emperyalistler olduğu halde İsrail yöneticileri, Araplar’ın petro-dolarlar, din ve mezhep kavgalarıyla boğuşmalarından yararlanarak Filistin halkına karşı cellat politikasıyla topraklarını genişletmeyi sürdürüyor. Bu korumacı güçlerden de aldığı destekle İsrail, bölgede ve bölgenin istikrarsızlaştırıcı-yayılmacı güçlerinin başında yer alıyor. Ortadoğu’nun ‘yerleşik sorunu’, İsrail’in, kendisine sırt veren ve koruculuğunu yapan emperyalistlerden aldığı güçle İran başta olmak üzere ABD ve batılı emperyalistlerin politikalarına muhalefet eden bölge ülkelerine karşı saldırganlığıdır. 70 yıllık İsrail devlet geleneğinde öne çıkan özelliği, onun, uluslararası anlaşmalar kapsamında devlet olarak varlığını sürdürmekle yetimeyip çevresindeki ulus ve halklara karşı emperyalizm ve siyonizmin zehirli mızrağı görevini üstlenmesidir. Siyonist yönetim, ABD emperyalizmi ve Türkiye-Suudi Arabistan gibi işbirlikçi bölge güçleri desteğindeki “cihad”çı İslami terörist örgütlerin Suriye ve Irak’taki savaşında onların yanındadır. Bu durum BM Güvenlik Konseyi dahil uluslararası kuruluşlarca biliniyor ve İsrail yönetimince de saklanması için özel bir çabaya ihtiyaç duyulmuyor. İsrail’in İran ve Suriye’ye karşı izlediği politikalar çerçevesinde IŞİD gibi terör örgütlerini kullandığını itiraf eden İsrail Askeri İstihbarat Şefi Tümgeneral Herzi Halevi, 19 Haziran 2016’da yapılan Herzliya Konferansı’nda söyle demişti: “İsrail, Suriye’deki durumun IŞİD’in yenilgisiyle sona ermesini istemiyor. Süper güçlerin bölgeden çekilerek İsrail’i Hizbullah ve İran’ın karşısında yalnız bırakması İsrail’i güç bir duruma sokar. Kendimizi böyle bir pozisyonun içinde bulmamak için elimizden geleni yapmak zorundayız.”[16] İsrail, Herzi’nin itiraf ettiği üzere Golan civarında mevzilenen El Nusra gibi silahlı grupları korumak üzere Suriye ordu mevzilerine saldırılar düzenliyor, bu örgütleri silah, para ve lojistik olarak destekliyor, Suriye ordusunun yönetim karşıtı örgütlere darbe vurmasına karşı, onları koruyucu kalkan oluyor.
Amerikan çakal politikası, İngiliz ve Fransız emperyalistlerinin sömürgeci geleneği ve pazar ve etki alanları için hegemonya kavgasının büyük güçleri arasındaki çelişkileri kullanarak askeri imparatorluk zamanlarına sevdalanan Türkiye gericiliğinin komşu ülkeler topraklarında sürdürdüğü yayılmacı askeri eylemler, benzeri işgal, saldırı ve cinayet politikalarını esinleyip emsal oluşturuyor.[17] Suudi gericiliğinin Yemen’de ve Bahreyn’deki cinayetleri; İran’ın Lübnan, Yemen, Suriye ve Irak’ta kazandığı “itibar”, genişleme politikasının çoklu öznelerinin bölge ve dünya halklarını büyük yıkımlara sürükleyecek daha büyük savaşlarının öncü vuruşmalarını ifade ediyor.[18]
Bunlara, “dünyanın diğer ucu“ndaki gerginlikler, şiddetlenen rekabet ve ivme kazanan silahlanma yarışının oluşturduğu tehlikeler eklendi. Kuzey Kore’nin nükleer gücünü başlıca tehdit gösteren Amerikan politikası bu bölgede de istikrarsızlaştırıcı ve savaş üreticidir. Bu bölgelerden herhangi birindeki hakimiyet kavgası, kapitalist dünya pazarları üzerine daha kapsamlı emperyalist dalaşma ve paylaşım kavgasının gidişatıyla da bağlı ve bu gidişat açısından da önem taşır. ABD’nin ya da Batılı diğer başlıca emperyalist devletlerle uluslararası büyük tekellerin Çin-Amerikan “ticaret savaşları” nedeniyle ve “Translantik Anlaşması” ya da anlaşmazlığı dolayısıyla Ortadoğu, Kuzey Afrika, Orta Asya bölgesini ihmal etmeleri beklenemez. Toprakların, pazarların ve kaynakların uluslararası tekelci denetimi için emperyalistler arası ilişkilerde belirleyici olan güçten başka bir şey değildir ve güçsüzlük kabulüyle rekabetten geri durmanın, elindekini de kaybetmek olacağını kapitalist kan içiciler tarihen test ederek öğrenmişlerdir.
Bu gelişmelerin yol açacağı sonuçlardan biri de işçi sınıfı ve emekçi kitlelere yönelik saldırıların artarak yoğunluk göstermesidir. Tekelci gericilik bütün ülkelerde baskı politikasını yoğunlaştırmaya girişmiştir ve insan hakları ve demokratik özgürlükler sorunu en alt sıralara atılmıştır. Tüm kapitalist burjuva devletleri silahlanmaya hız verdiler. Yeni teknolojik gelişmeler askeri politikaların hizmetine veriliyor ve militarizm güç kazanıyor. İktisadi-sosyal talepleri karşılıksız kalan emekçi halk kitleleri içinde giderek artan yeni arayış eğilimi, sağ popülist gericiligin bu talepleri istismar politikalarıyla güç kazanma olanağını artırmakta, bu da çeşitli ülkelerde faşist akım ve partilerin iktidar ortağı ya da payandası olmasını kolaylaştırmaktadır. ABD dış politikasında, hangi devlet iktidarı ve hangi diktatör Amerikan çıkarlarına daha fazla hizmet ediyorsa onunla “iş tutulur.” Bu politika diğer burjuva devletler açısından da geçerlidir.
İşçi sınıfı, dünya emekçileri ve ezilen halklar açısından bu gelişmeler, karşı karşıya oldukları saldırı ve tehditlerin farkında olmak ve bu tehditlere karşı örgütlü mücadelelerini geliştirip güçlendirmek için daha fazla çaba göstermek, burjuvaziye teslimiyet politikalarına karşı daha uyanık olmak; hak ve özgürlükleri için dirençle hareket etmek için uyarıcı-öğretici işleve sahiptir.
[1] G7, kapitalist dünyanın Batılı ve ekonomik olarak en çok gelişmiş yedi ülkesinden (ABD, Almanya, Fransa, İngiltere, İtalya, Kanada ve Japonya) oluşuyor. Sovyetler Birliği’nin kapitalist dünya pazarına yeniden katılması ve eski “birlik” durumunun son bulması, Batılı emperyalistleri Rusya’yı da bu gruba katmaya yöneltti ve Rusya’nın katılmasıyla birlikte (1998) G8 oluştu. Ancak ABD ve Almanya başta olmak üzere Batılı emperyalistler Ukrayna’nın geniş tarım potansiyelinin denetimi ve Rusya’nın bölgede zayıflatılması politikasını pratiğe geçirip NATO ve AB’nin sınırlarını bu ülkeye kapsayacak şekilde genişletmeye yönelince Ukrayna’da Rusya’nın da “kaşıması” ve desteklemesiyle başgösteren ayaklanmaların Kırım’ın ayrılması ve Rusya ile birleşmeye yönelmesi (2014) üzerine Rusya G8’den çıkarıldı ve grup yeniden G7 olarak yoluna devam etti. 2018 Haziranı itibarıyla bu “grup” içinde baş gösteren çıkar çatışması ve özellikle ABD’nin diğerlerine yönelik dayatmalarda bulunması, bu “ortak”lığın istikrarsız olduğu ve çıkar çatışmasının seyrine bağlı olarak dağılmaya mahkum bulunduğunu gösteriyor.
[2] Turump, “Ya bu sorunu çözeceğiz ya da sonuçlarına katlanacaklar. Ya Kanada ve Meksika’yla anlaşma yapacağız, ya da… Bu her şekilde ABD için iyi olacak. Söyleyebilecekleri bir şey yok. Kanada ve Meksika bununla kurtulabileceğini sanıyor. Ama bildiğiniz gibi duvarı örmeye başladık” derken, diğer müttefiklere de sopanın ucunu gösteriyordu.
[3] ABD’nin Avrupa Birliği, Kanada ve Meksika’dan ithal edilen çeliğe % 25; alüminyuma % 10 ek gümrük vergisi getirmesi, AB ülkeleriyle ABD arasındaki ticari ilişkileri germiş; Trump yönetiminin uygulamalarına karşılık vermek üzere AB’nin büyükleri de buna karşılık vereceklerini açıklamışlardı.
[4] http://www.hurriyet.com.tr/ekonomi/trumptan-bir-hamle-daha-50-milyar-dolarlik-vergi-40868599
[5] Anlaşmaya göre; 1. Amerika Birleşik Devletleri ve Kuzey Kore, iki ülke halkının uzun süreli barış ve refahı için ABD-Kuzey Kore ilişkilerini geliştirmek için çalışacak. 2. ABD ve Kuzey Kore, Kore Yarımadası’nda uzun süreli ve sabit bir barış rejimi için güçlerini birleştirecek. 3. 27 Nisan Panmunjom Beyanı’na uygun olarak, Kuzey Kore Kore Yarımadası’nı nükleer silahlardan arındırma yolunda çalışmalara başlayacak. 4. Kimliği belirlenmiş olanların ülkelerine geri iade edilmesi dahil olmak üzere POW/MIA’den (savaş mahkumları/kayıplar) kalanların bulunması için çalışılacak.
[6] Donald Trump, Kuzey Kore ile görüsmeler devam ederken, Güney Kore ile ortak askeri tatbikatları durdurmayı, Kuzey’in vereceği tavizlerin karşılığı olarak açıkladı. ABD’nin Güney Kore’deki üsleri ve 32 bin olarak açıklanan askeri ve nükleer silah varlığı devam edecek. Trump, ABD‘nin tatbikat için Güney Kore’ye Guam Adası’ndan bombardıman uçağı sevk ettiğini belirterek bunun çok pahalı bir iş olduğunu ve Güney Kore yönetiminin askeri işbirliği için daha fazla sorumluluk yüklenmesini isteyeceklerini açıkladı.
[7] Kim Ung-Un’un nükleer silah deneme sahalarını imhayı kabullenmesi yönündeki sözlerinden hareketle ilişkilerde “yeni bir dönemin kapısı aralandı“ğını söyleyen Trump’ın, basın toplantısında bölgedeki diğer ülkelerin yöneticileriyle “aynı masa etrafında toplanarak” süreci değerlendirmekten sözetmesi, ABD’nin Çin ve Rusya’nın taleplerine kulak kapatamayacağının işaretiydi.
[8]Rusya, Dışişleri Bakan Yardımcısı Sergey Ryabkov, zirveyi olumlu bulduklarını belirterek “şeytan”ın “ayrıntıda gizli” olduğunu ekledi ve “çözüm için” Kuzey ve Güney Kore ile Rusya, Çin, Japonya ve ABD’den oluşan 6’lı müzakere önerisini tekrarladı.
[9] İkinci Dünya Savaşı’nda ABD‘nin atom bombalı saldırılarına hedef olmuş ülkesi Japonya savaş sonrası zamanın uzun bir döneminde Amerikan emperyalizminin ‘vesayeti altında‘ oldu ve onun politikaları paralelinde hareket etti. Çin ve önce Sovyetler Birliği, ardından Rusya ile toprak ve adalar sorunu da içinde olmak üzere anlaşmazlıkları, ABD ile birlikte ve onun vesayeti altında hareket etmesinin etkenleri arasındaydı. Japonya halkının uluslararası askeri yaptırımlara ve Japon kaynaklarının ABD tarafından yağmalanmasına karşı tepkisi günden güne artmasına rağmen bu tepki Amerikan emperyalizmiyle birlikte hareket etmesini engelleyici bir düzeye yükselmiş değildir.
[10] Hürriyet, 10 Haziran 2018
[11] Konuşma öncesinde Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, Hindistan Başbakanı Narendra Modi, Kazakistan Devlet Başkanı Nursultan Nazarbayev, Kırgızistan Cumhurbaşkanı Sooronbay Ceenbekov, Tacikistan Cumhurbaşkanı İmamali Rahman, Pakistan Cumhurbaşkanı Memnun Hüseyin, Özbekistan Cumhurbaşkanı Şevket Mirziyoyev’i ayrı ayrı karşılayan Xi Jinping daha sonra üye ülke liderleriyle birlikte “aile fotoğrafı” çektirdi.
[12] Trump-Kim Un görüşmesinin gündeme geldiği günlerde Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov‘un Kuzey Kore’ye bir ziyaret düzenlemesi ve yaptığı görüşmeler sonrası Eylül 2018’de Kim-Putin zirvesinin yapılması kararının açıklanması Rusya’nın tutumu açısından dikkat çekici bir gelişme oldu.
[13] Sosyalist Sovyetler Birliği’nin lideri olarak Stalin’in ısrarla savunduğu “Birleşik Demokratik Almanya” politikası, ABD ve özellikle de İngiltere’nin-kendini dünyanın en fanatik komünizm düşmanı olarak niteleyen lideri Churcil’in tutumu nedeniyle başarıya ulaşamamış ve Batı Almanya on yıllar boyu ABD’nin Avrupa’daki “arka bahçesi” konumunda tutulmuştu. Şimdi “birleştirilmiş” Almanya’nın çelik, alimünyum ve otomotiv ürünlerine karşı Amerikan pazarını “koruma” politakısıyla Trump yönetimi bu ülkeye yeni bir dayatmada bulunuyor. Ama “müttefik” taşları yerinden oynayalı çok oldu ve artık hegemonyanın tek gücün elinde toplandığı bir dünya söz konusu bile değildir. Almanya, büyük sanayi gelişmesiyle dünyada istikrarlı olarak dış ticaret fazlasına sahip ve Çin’in yanısıra ABD pazarında sanayi ürünleri ihraç eden bir ülke haline geldi ve ilişkilerin güce bağlı belirlenmesi kapitalizmin kuralıdır.
[14] Aslı Aydıntaşbaş, Cumhuriyet, 11 Haziran 2018
[15] İran’ın 1979 devrimiyle başlayan ABD karşıtı politikalarından caydırılması için İsrail ile birlikte provokasyonlar düzenlemekten geri durmayan Suudi krallarıyla Arap emirliklerinin, Katar Şeyhliğiyle Ürdün kralları ve Türkiye’nin Amerikan uşağı yönetimlerinin emperyalizm ve Siyonizmle işbirliği politikaları, “İslam Birliği” ve “İslamın birleştiriciliği” propagandasını yerle bir etti. Bölge ülkeleri halklarının din ve mezhep farklılıkları üzerinden birbirinden uzaklaştırılmaları ve birbirine düşmanlaştırılmaları, Siyonizm ve emperyalizmin politikalarına güç verdi, onların politikalarını uygulamaları için zemini uygun hale getirdi. Ülkelerinin savaş ortamında tutulmasında ya da savaşa sürüklenmesinde herhangi bir sorumlulukları olmadığı halde, halklar, baskı ve sömürüden kurtuluşa götürecek mücadele yerine, yönetici egemen güçler ve onların efendisi emperyalistler tarafından din ve mezhep çatışmalarına sürüklenerek sınıf düşmanlarıyla savaşmaktan uzaklaştı.
[16] Fehim Taştekin, http://www.gazeteduvar.com.tr/fehim-tastekin/48742-golan-hesaplari-kaostan-lutfa-tampondan-petrole
[17] ABD ve Rusya başta olmak üzere başlıca emperyalistlerin Ortadoğu ve Kuzey Afrika politikaları Türkiye’nin bölgeye yönelik eylemlerine alan açarken, Türkiye devlet iktidarının Ortadoğu’da emperyalistlerarası çelişkilerden yararlanarak “alan tutma” ve yayılma politikası ABD ve Rusya başta olmak üzere emperyalistlerin bölgeye müdahale politikalarına daha fazla alan açarak bölgedeki konumlarını güçlendirmelerine hizmet etti. ABD ve Rusya Türk sermaye iktidarının yayılmacı emellerinden de yararlanarak Suriye’de askeri varlıklarını güçlendirdiler. Türkiye’yi yöneten “yeni Osmanlı”cı iktidar Irak, Libya ve Suriye’de pratiğe geçirilen emperyalist politikayı, bölgede etkisini artırmak için yararlanacağı olanak sayarak emperyalist stratejilerin suç ortağı oldu ve yığınlara yönelik söyleminde “emperyalizm karşıtı yerli ve milli güç” iddiasında bulunarak yeni sömürgeci politikaların uygulanmasında rol aldı. Erdoğan iktidarı “bölgeyi düzene sokma” ididasıyla ABD ve Fransa ile birlikte Libya’da yıkıma girişti; “radikal İslamcı” terörist gruplardan oluşturulan “muhalifler”i koordine ve destekle ve Suudi krallığı ve Katar şeyhliğiyle birlikte Suriye yönetimini yıkma politikasını pratiğe geçirdi ve emperyal emelleri doğrultusunda Başika, Azez, Cerablus ve Afrin başta olmak üzere Irak ve Suriye topraklarında alan zaptına girişti. Son olarak da Amerikan emperyalist politikasına yedeklenerek Menbiç’e asker yerleştirdi. Bu politikasıyla Türk tekelci sermaye iktidarı, Türk-Arap ve Kürt halkları arası ilişkilerin dinamitlenmesinde ateşleyici rol oynadı. Türkiye’nin Suriye ve Irak topraklarında gerçekleştirdiği askeri harekâtlar ve bulundurduğu askeri birlikler bu ülkeler devletlerinin yanı sıra halklarının da büyük tepkisine neden olmasına; Suriye ve Irak yönetimi Erdoğan iktidarının “oldu bitti“lerine karşı çıkarak topraklarının terk edilmesini istemelerine rağmen, Erdoğan iktidarı bu istemi duymazdan gelmekte; daha da önemlisi Erdoğan, BM’nin denetimindeki Mahmur bölgesine ve yine Sincar’a (Şengal) saldırı için hazırlıklardan söz etmekte, Kürtleri “teröre karşı mücadele” söylemiyle ve askeri saldırılarla istemlerinden vaz geçirmeye çalışmaktadır.
[18] Suudi Arabistan, liderliğindeki Arap güçleriyle birlikte Yemen’de iktidarı elinde tutan Husi güçlerine karşı büyük bir saldırı başlatarak ülkenin en büyük liman kenti Hodeyda‘yı bombaladı. İngiliz haber ajansı Reuters, Şii Husi militanlarına boyun eğdirme amaçlı bombardımanın dünyada yaşanan en ağır insani krizi daha da ağırlaştıracağıhı duyurdu. İran yanlısı Husilere karşı üç yıl önce Suudilerin yönetiminde Yemen savaşına dahil olan Arap ülkeleri, başkent Sana ile birlikte ve kalabalık nüfus alanlarına hakim olan Husileri yok ederek işbirlikçi bir yönetim oluşturmak istiyorlar. Arap savaş uçakları ve gemileri, Yemen ordusu ve yabancı paralı askerlerle birlikte Husi mevzilerini bombardımana tutarak Suudi yanlısı yönetimin hakimiyetini sağlamaya çalışıyorlar.