Arif Koşar
Marx’ın yabancılaşma kuramı, kimileri için onun erken yazılarında ele alınan, ancak daha sonra vazgeçilmiş bir tema olarak görülür. Marx, yabancılaşma üzerine görüşlerini esasen 1844 yılında Hegel ve Feuerbach’tan esinlenerek yazdığı el yazmalarında geliştirmişti. Daha sonra çeşitli eserlerinde yabancılaşma kavramına pek rastlanmadığı da doğrudur. Ancak buna rağmen yabancılaşma kuramı Marx’ın çalışmalarında Kapital’in meta fetişizmi bölümünde olduğu gibi kimi zaman görünür, kimi zaman da örtülü olarak varlığını sürdürmüştür.
Kor Kitap’ın Marksist Araştırmalar Dizisi kapsamında yayınlanan, Ferhat Sarı tarafından çevrilen Sean Sayers’in Marx ve Yabancılaşma: Hegelyan Temalar Üzerine Yazılar kitabı[1], Marx’ın kavramlarını onun yöntemsel varsayımları bağlamında ele alarak yabancılaşma kuramını nasıl geliştirdiğine açıklık getiriyor. Marx’ın Hegelci diyalektiği materyalist bir temelde devraldığını hatırlatan Sayers, böylece sadece yabancılaşma değil Marx’ın emek, işbölümü ve komünizm yaklaşımını derinlemesine ve tüm zenginliğiyle açıklama başarısını gösteriyor. Bu açıdan kitabın Marksizmi anlamak açısından Türkçe literatüre son dönemlerde yapılmış en önemli katkılardan birisi olduğunu söylemek mümkün.
Kitap Sayers’in çeşitli dönemlerde yazdığı dokuz makalenin derlenmesinden oluşuyor: “Yabancılaşma kavramı: Modern toplumsal düşüncede Hegelyan temalar”, “Hegel ve Marx’ta yaratıcı etkinlik ve yabancılaşma”, “Emek kavramı”, “Birey ve toplum”, “Özgürlük ve ‘zorunluluk alanı’”, “Eleştirel bir kavram olarak yabancılaşma”, “Özel mülkiyet ve komünizm”, “İş bölümü ve onu aşma”, “Marx’ın komünizm kavramı”. Makaleler farklı zamanlarda yazıldığından bazı bölümlerde kimi tekrarlar hissedilse de makalelerin kurgusu birbirini tamamlıyor ve bütünlüklü bir yapı ortaya çıkıyor.
Sayers’in de dile getirdiği gibi yabancılaşma Marksizm’in en yanlış anlaşılmış ve kullanılmış terimlerinden birisidir. Daha sonraki çalışmalarına da sinmiş olan ‘yabancılaşma’yı anlamak için, Marx’ın devraldığı ve eleştirel bir biçimde geliştirdiği Hegelci kullanımı dikkate almak gerekir. Erken yazılarının ortaya çıkışı ve yorumlanmasıyla, özellikle 1960’lı yıllarda Marx’ın “erken” ve “olgun” dönemleri arasında mutlak bir ayrılık olduğu ileri sürüldü. Hegelci idealizmin erekselci/kaderci niteliği ile Marx’ın ağırlıklı olarak ilk dönemlerini etkilediği ve Marx’ın bazı hatalarının sorumlusu olduğu kabul edildi. Böylece Levi Strauss gibi yapısalcı düşünürlerden de etkilenen Louis Althusser ve onun Balibar, Poulantzas gibi takipçileri diyalektiği ya da Hegelci mirası Marksizm’den çıkarmaya dönük yapısalcı bir Marksizm kurmaya girişti. Anglo-Sakson ülkelerinde bu yaklaşımdan da feyzalarak şekillenen Analitik Marksizm akımının önüne koyduğu en önemli görevlerden birisi de Marksizm’i Hegelci diyalektikten temizlemek, böylece Marksist kavramlara kesinlik ve açıklık getirmekti.
Oysa Marx’ın Kapital de dahil eserlerini ve bir bütün olarak Marksizmi kavramak için onun Hegel’den materyalist bir zeminde devraldığı, bu açıdan her fırsatta atıf yaptığı diyalektiği göz önünde bulundurmak zorunludur. Zaten, diyalektiği çıkarmaya çalışan tüm bu ‘okul’lar yapısalcı-Marksizm örneğinde post-Marksizm’in, Analitik Marksizm’de ise liberal bir adalet kuramının filizlenlenmesi için gerekli zemini sağlamıştır. Çünkü bu liberal kaymanın öncülleri, bahsi geçen okulların varsayımlarında örtülü ya da açık olarak bulunmaktaydı. Bu nedenle Marx’ın kavramlarının zenginliğinin anlaşılması için, Marx’ın özel olarak ayrıntılandırmadığı diyalektik yönteminin, diğer ve belki de abartılı bir deyişle Hegelci bağlamının kavranması gereklidir.
HEGEL’DE YABANCILAŞMA
Hegel ‘yabancılaşma’ ile ‘sonlu tin’in (insanın) ‘kendisini ikilemesi’ ya da kendisini dışsallaştırması (mesela emek faaliyeti sonucu bir ürün üretmesi) ve sonrasında kendi varlığıyla ondan ayrı, farklı ve ona karşı bir şey olarak karşı karşıya gelmesi sürecine atıfta bulunur. Pratik hayatta, tinin yabancılaşması doğal dünyadaki iş ve toplumdaki diğer kişilerle kurulan ilişkiler vasıtasıyla gerçekleşir (sf. 22).
Tıpkı Marx gibi Hegel de işin insan hayatında önemli bir rol oynadığını düşünür. İnsanları diğer hayvanlardan ayıran temel budur. Hegel’e göre insan haricindeki hayvanların doğa ile arasında tümüyle dolaysız bir ilişki vardır. Söz konusu hayvanlar kendi dolaysız içgüdüleri ve arzularıyla hareket ederler ve arzuladıkları nesneleri hemen ve doğrudan tüketirler. İnsanlar ise öz-bilinçli varlıklardır, ‘kendi-için-varlık’ hüviyetine sahiptirler. İçgüdülerinden ve dolaysız tüketiminden bilinçli düşünme yoluyla uzak durabilirler. İş, kendi-için-varlık olmanın pratik bir biçimidir. İş sırasında haz ötelenir, nesne hemen tüketilmez, daha sonra kullanmak üzere yeniden biçimlendirilir. Böylece doğayla dolayımlı ve ayırt edici insani bir ilişki kurulmuş olur (sf. 104).
Hegel için ideal yabancılaşmamış durum, basit pastoral koşulların uç noktaları ile modern gelişim arasında orta bir yoldur. Hegel, en azından iş hususunda, üretimin hala evsel ve yerel düzeyde olduğu, üreticilerin kendi ürünleriyle ilişkilenebildikleri ve hâlâ kendi yaratımları olarak kavrayabildikleri bir dünyada yabancılaşmanın olmadığı bir geçmişin ‘altın çağ’ına bakar:
“Böyle bir yaşam biçiminde, insan, kullandığı ve sayesinde kendini kuşattığı her ne varsa, onu kendi başına ürettiği hissine kapılır. Bundan ötürü, dışsal şeyler bakımından, efendisi olduğu kendi alanının dışında bulunan yabancılaşmış nesnelerle değil, bizatihi kendinin olanla ilişkilenir. Kuşkusuz, bu durumda kendi malzemesini toplama ve şekillendirme faaliyeti ıstırap veren bir angarya olarak değil, insanın önüne hiçbir engel ve arıza çıkarmayan keyifli, tatmin edici bir iş şeklinde tezahür eder” (sf. 55).
Daha sonra bu ideal yabancılaşmamış iş biçimi giderek bozulur. İş dışarıdan dayatılan ve insanın kontrol edemediği koşullarda gerçekleştirilir. Ancak bu yabancılaşmamış toplum görüşü sayesinde Hegel, yabancılaşmış koşulları eleştirdiği ölçütü sağlar.
Hegel, insanlık tarihini en eski toplulukların dolaysız birliği ve uyumu ile başlayan ilerici bir gelişme olarak tasvir eder. Bu ilk aşama, antik Yunan kent devleti ile sonuçlanır. Kent devletinin parçalanmasıyla, insanlık uzun bir bölünme, parçalanma ve yabancılaşma döneminden geçer. Ancak bunun sonuçları tamamen olumsuz değildir. Bu süreç içerisinde bireysellik, öznellik ve özgürlük de gelişir. Sonunda, Fransız Devrimiyle ortaya çıkan modern liberal devlette özgür ve öz-bilinçli bireyler doğal ve toplumsal dünya ile uzlaşmaya varır, böylece yabancılaşma son bulur (sf. 23).
Böylece Hegel, yabancılaşmaya ve onun beraberinde getirdiği diğer sorunlara rağmen, bireyselliğin ve özgürlüğün gelişimine tanık olduğu modern sivil -kapitalist- toplumda yabancılaşmanın aşılacağını, giderek aşındığını düşünür. Hegel, endüstri çağında bazı sorunların çözülemez olduğunu düşünür ve devletin söz konusu sorunların bir kısmını hafifleteceğini umar (sf. 57).
Marx’ın Ekonomik ve Felsefi Elyazmaları’nda kullandığı dille ifade edilecek olursa, işin kendisi bir ‘nesneleştirme’[2] [Vergegenständlichung] sürecidir. Bu sürecin iki yönü vardır. İlk olarak, ürünlerimizde kendimizi nesneleştirerek, güç ve yeteneklerimizin farkına varmaya başlarız. Böylece bir öz-bilinç geliştiririz. İkincisi, dünyayı insanileştirerek, yabancı bir dünyayla karşı karşıya olduğumuz hissine bir son veririz. Doğal dünyaya yabancılaşmamızı aşar ve yavaş yavaş, uzun bir toplumsal ve ekonomik gelişme sürecinden geçerek, dünyada kendimizi evimizde ve dünya ile uyumlu olarak hissetmeye başlarız (sf. 104). Hegel bu noktalara şöyle değinir:
“İnsan pratik etkinlik aracılığıyla kendi için olur, çünkü insan ona doğrudan verili olanda, onun için dışsal olarak bulunanda kendini üretme ve bu bakımdan aynı ölçüde kendinin farkına varma itkisini taşır. Bu amacını dışsal şeyleri değiştirme yoluyla gerçekleştirir, onlara kendi iç varlığının mührünü basar ve onlarda şimdi tekrar kendi karakteristiğini bulur. İnsan bunu bir düzen içinde, özgür bir özne olarak dış dünyayı katı yabancılığından sıyırmak ve şeylerin şeklinde yalnızca kendini dışsal olarak gerçekleştirmenin hazzını duymak için yapar” (sf. 41).
MARX’TA YABANCILAŞMA
Hegel, insanın iş aracılığıyla hayvanlardan ayrıldığını tespit edip bunun insanın belirli koşullar altında yabancılaşması ve ardından özgürleşmesinin temeli olduğunu belirtir. Ancak Hegel, modern liberal devlette, başka bir deyişle kapitalist toplumda insanın yabancılaşmasının aşılacağını varsaymıştır. Aslında Hegel’in bizzat kendisi modern liberal (yani kapitalist) toplumda önemli sorunların varlığını sürdüreceğinin farkındaydı. Onları son derece açık ve kesin bir biçimde tanımladı. Bununla birlikte, onları yalnızca, varolanın idealize edilmiş tasvirini temelden çürütmeyen ‘anomaliler’ olarak gördü. Ancak modern dünyada yabancılaşmanın aşıldığını ve aklın gerçekleştiğini öne sürmek Marx da dahil sonraki pek çok düşünüre absürt göründü (sf. 23).
Dolayısıyla Marx’ta Hegel’den farklı olarak insanın kendini nesneleştirmesi ya da “ikileştirmesi” olan emek süreci, modern “sivil toplum”da yani kapitalizm koşullarında da insanın yabancılaşmasına yol açar ve bu Hegel’in aksine devletin yumuşatıcı müdahaleleri ile çözülemez. Marx yabancılaşmanın varolan toplumda halihazırda aşılmış olduğu şeklindeki Hegelci görüşü reddeder. Ayrıca, Hegel’in tinin kendini geliştirmesi olarak tarihi anlatımını içerdiği idealizm nedeniyle eleştirir ve bunun yerine materyalist bir teori ileri sürer. Mevcut kapitalist toplum yabancılaşma ile karakterizedir. Bunun ekonomik ve toplumsal bir temeli vardır. Yabancılaşma ancak bu temel değiştirildiğinde aşılacaktır. Dolayısıyla, yabancılaşma, varolan düzenin maddi dönüşümüne işaret eden eleştirel bir kavram olarak işlev görür (sf. 24). Marx, Hegel’den yabancılaşma fikrini devralır, ancak onu radikal ve eleştirel bir biçimde geliştirir.
1844 El Yazmaları’nda, Marx yabancılaşmış emeği dört görünüme ayırır. İnsanın kendi ürettiği emek nesnesine sahip değildir, nesne onun dışındadır; bu yabancılaşma ilkidir. İş, dışarıdan dayatılmış olarak, zorla ve özgür olmayan bir şekilde gerçekleştirilir ve yabancılaşmanın ikinci biçimi budur. Bu durum yabancılaşmış emeğin karakteristiğidir yani belirli sosyal ve tarihsel koşulların bir özelliğidir.
Üçüncüsü insanın kendi türüne yabancılaşmasıdır: “Marx, insan doğası ve işin insan hayatındaki rolüne dair Hegelci anlatımı sahiplenir. Bu, Marx tarafından ‘türsel varlık’ kavramıyla ihtiva edilir. Bizler diğerlerinden farklı, insani varlıklarız. İş bizim ‘türsel etkinliğimiz’ olup insanları diğer hayvanlardan ayırır. Onları iştah ve içgüdü yönlendirir. Faaliyetleri, maddi ihtiyaçlarını karşılamanın doğrudan araçlarıdır. Yabancılaşma koşullarında, iş, ‘hayvan’ karakterine indirgenir, safi maddi ihtiyaçlarımızı karşılamanın basit bir aracı haline gelir. Böylece ‘türümüze’ yabancılaşırız. Marx’ın bahsettiği üçüncü yabancılaşma budur” (sf. 120-1).
Yabancılaşmanın dördüncü görünümü ise insanın kendi üreticisi olduğu ilişkilerin onu kontrol eden ve yabancılaşmış ilişkiler olarak insanın karşısına çıkmasıdır. “İnsan yabancılaşmış emek vasıtasıyla kendisine yabancı ve düşman güçler olan nesne ve üretim eylemiyle olan ilişkisini üretmekle kalmaz, kendi üretimi ve ürünü ile öteki insanlar arasındaki ilişkiyi ve kendisi ile bu öteki insanlar arasındaki ilişkiyi de üretir” (sf. 121). Diğer bir deyişle, toplumsal ilişkiler de gözle görülür maddi ürünler kadar insan emeğinin sonucudur ve emek maddi ürünlerimizde olduğu gibi onlarda nesneleşir. Bununla birlikte, yabancılaşma koşullarında söz konusu ilişkiler bizden bağımsız hale ve bizimle karşı karşıya gelirler. Bu, ‘insanın insana’ yabancılaşmasıdır.
Yabancılaşmayı ekonomi politik temelde, tarihsel ve toplumsal ilişkiselliği içinde ele alan bu yaklaşım, diğer modern anlayışlardan köklü bir biçimde ayrılır. Klasik ekonomistler için iş, bireysel ihtiyaçları gidermeye yönelik, özü itibariyle bireysel bir faaliyettir. Başkaları ile ilişkiler bağlamında gerçekleşebilir veya gerçekleşmeyebilir, bunlar tamamen rastlantısal ve dışsaldır. Marx bu anlatımı reddeder. İnsanları esas itibariyle toplumsal olarak görür. Bir insan faaliyeti olarak iş, her zaman ve zorunlu olarak toplumsal ilişkiler bağlamında gerçekleşir. Marx, 1844 El Yazmaları’nda ve akabinde, iş aracılığıyla sadece maddi bir ürün değil aynı zamanda toplumsal ilişkilerimizi de ürettiğimizi ve yeniden ürettiğimizi savunarak bu noktaya parmak basar. Marx, klasik iktisatçılara karşıt olarak bireylerin ayrı atomlar olmadığını ve doğal kanunların aksine ekonomik yasaların belirli toplum biçimlerine özgü olduğunu savunur. Dolayısıyla, klasik iktisat, özgün toplumların yabancılaşmış biçimlerini nesnel ve evrensellermiş gibi sunar. Böylelikle, Marx’ın bu alandaki politik ekonomi eleştirisi, yabancılaşmış emeği emeğin evrensel biçimiymiş gibi ele alan klasik ekonomistlere yönelik eleştirisiyle paralellik arz eder (sf. 122).
Marx büyük ölçekli sanayinin ve onunla ilişkili olan kapitalit iş bölümünün, yabancılaşmayı aşmaya engel teşkil etmesi şöyle dursun, bunun için zorunlu olan temeli oluşturduğunu savunur. Marx’ın başından sonuna kadar taşıdığı görüş budur ve bu görüş onun Hegel’den ayrıldığı esas noktalardan biridir. Bu nedenle, Marx’ın modern toplum eleştirisi endüstriyi değil, esas itibariyle bizatihi kapitalizmi hedef alır. Marx’a göre kapitalizmin en büyük başarılarından biri, modern endüstrinin yeni bir topluma, komünist topluma –yabancılaşmanın nihai olarak aşılabileceği ve insanın en sonunda dünyada kendi evinde olabileceği bir topluma– zemin sağlayabilecek bir noktaya kadar gelişmesine yol açmış olmasıdır (sf. 115).
Bu görüşler sıklıkla sorgulanır. Modern endüstri devasa boyuttaki üretici güçleri serbest bırakmış, kelimenin tam manasıyla küresel ölçekte olan ekonomik ilişkilere yol açmıştır. Doğaya damgasını öyle acımasız bir şekilde vurmuştur ki, doğal ortam şimdi onun tarafından mahvedilme ve yok edilme tehlikesiyle karşı karşıyadır. Endüstri ve ekonomi, insan denetiminin oldukça uzağında düşman güçler gibi görünür.
Bununla birlikte, Marx’a göre bunlar salt yabancı fenomenler olmayıp, insani güçler ve insani yaratımlardır. “Endüstri … insanın özsel güçlerinin açık kitabıdır” (sf. 58). Üretici güçler potansiyel bakımdan –yabancılaşmamış biçimde– insani güç ve yaratıcılığın dışa vurumu olarak deneyimlenebilir. “Bu güç ve yaratıcılık içinde ve üzerinden kendimizin farkına varır ve kendimizi olumlarız. Modern toplumdaki en büyük zorluk bu güçleri insanın kontrolü altına almak ve onların ihtiyaçlarımıza hizmet etmelerini sağlamaktır. Bu güçlüklere hiç kuşkusuz söz konusu güçleri sınırlandırmak ve zapt etmek de dahildir. Bunun imkansız olduğuna inanmak için hiçbir neden yoktur. Eğer sahip olduğumuz doğayı boyunduruk altına alabilirsek, işte o zaman kesinlikle kendi yaratımlarımıza hakim olabilir ve onlarla birlikte evde olmaya başlayabiliriz” (sf. 58). Marx’ın yabancılaşmayı aşma konusundaki görüşü budur. Yabancılaşmayı aşma hiçbir şekilde geri dönüşü olmayan geçmişteki “altın çağ”larda değil gelecekte yatmaktadır.
[1] Bu yazıda kitaptan yapılan alıntılar ve referanslar metin içinde sayfa numarası ile verilecektir.
[2] “Emek ürünü bir nesnede somutlaştırılan ve maddileştirilen emektir, emeğin nesneleşmesidir. Emeğin gerçekleşmesi, onun nesneleşmesidir” (Marx, 1975e, sf. 324).]