Bülent Falakaoğlu
Hükümetin ekonomik hamlelerine bakınca havada bir seçim kokusu var!
- Bazı ‘riskleri’ büyütmeyi de göze alarak ekonomik büyümeye gaz verilmesi…
- İstihdamı teşvik adında sermaye yönelik teşviklerin çoğalması…
- Cumhurbaşkanının adeta emirle ekonomiyi düzeltme tutumu…
- ‘Milli istihdam seferberliği’ rüzgarların estirilmesi vs…
Bunların tümü ‘seçim var’ dedirtecek cinsten gelişmeler.
Seçim sonuçlarının ekonomiyle ilişkisini ortaya koyan araştırmalar şu üç ekonomik göstergenin seçimler açısından kritik olduğunu söylüyor: Büyüme, istihdam ve enflasyon.
Bu üç ekonomik göstergenin sandığa etkisi şöyle formüle ediliyor.
Büyüme: Yüzde 1’lik Milli Gelir artışı iktidar partilerine yüzde yarım (0.5) oy getiriyor.
Enflasyon: Her yüzde 1’lik enflasyon artışı da yüzde 0.1’in üzerinde seçmen kaybına yol açıyor. (Araştırmaya göre enflasyon büyümeden daha az etkili. Enflasyonun gelirleri eritmesine bağlı olarak hoşnutsuzluğu artırdığı, umutsuzluğu büyüttüğü açık)
İşsizlik: Vatandaşın cebinden çıkan parayı belirleyen enflasyonun tersine, işsizlik vatandaşın cebine giren parayı belirliyor. Bu nedenle artan işsizlik sandıkta enflasyondan daha etkili sonuç yaratıyor ve daha fazla oy kaybına yol açıyor.
Bunların üzerine araştırmaların ortaya koyduğu başka bir gerçeği de vurgulamak gerekir: Seçmen davranışlarını uzun dönemden çok, son bir yılda olup biten ekonomik gelişmeler etkiliyor.
Tüm bunlar dikkat alındığında Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, “Kırılma noktasıdır. Şimdiye kadarki en önemli seçimdir” dediği 2019 seçimlerinin 2018’de en uygun zamana kaydırılması ihtimal dahilinde.
Şimdi gelelim ekonomik göstergelere ve hükümetin girişimlerine!
Sermaye kesimlerine bol kepçe teşvik dağıtan hükümet kritik seçimin arifesinde, doğrudan seçmene yönelik bir hedefle, büyümeyi en yükseğe çıkararak işsizliği düşürmek istiyor. Elbet de enflasyonu da! Çift haneli bir enflasyonla seçime gitmek iktidarın tercih edeceği bir durum değil. Şimdiye kadar AKP hiçbir seçime çift haneli enflasyonla girmedi. Hatta, iyi sonuçlar aldığı 2007 ve 2011’de genel seçimlere enflasyonun düşüş eğilimi gösterdiği bir atmosferde girdi.
12 Haziran 2011 Genel Seçimlerinde, AKP’nin yüzde 49,95 gibi rekor oy almasında, ‘açılım’ politikaları gibi birçok olgunun yanı sıra şu ekonomik tablonun da etkisi olduğu muhakkak:
Çift haneli ekonomik büyüme. Faiz oranları tarihin en düşük düzeyinde. Enflasyon yüzde 4. Borçlanma ve tüketim tam gaz!
Bir burjuva iktidarı için seçim öncesi olabilecek en parlak ekonomik dönem. Lakin şimdi Türkiye yükselen bir enflasyon ve faiz ortamında. Bu kez düşük enflasyon pek mümkün değil! Bu yüzden de iktidara acil büyüme ve düşen işsizlik hikayesi lazım. Anlatabileceği başka bir başarı hikayesi bulması da zor zaten. Çünkü hükümetin geçmişteki gibi bir demokratik iddiası yok. Aksine, Kürt sorununda artık milliyetçi. Aleviler karşısında mezhepçi bir pozisyonda. Dış politikada da, bütün iddialı çıkışlarına rağmen toplumu tatmin edecek bir başarı elde edilebilmesi imkansıza yakın! Elde bir tek ekonomi var!
Acaba elde övünülebilecek bir ekonomi var mı, ekonomi ne durumda?
Seçime yüksek büyüme, düşük işsizlikle girmek isteyen AKP iktidarı bunu ne kadar başarabilir?
Ekonomiyi büyütmek için atılan adımların faturası ne?
Yazı boyunca bu soruların yanıtlarını arayacağız.
YÜZDE 11.1 BÜYÜME: EMEK İÇİN FARE DOĞURAN DAĞ!
Türkiye ekonomisi temmuz, ağustos, eylül aylarını kapsayan 3. çeyrekte yüzde 11.1 oranında büyüdü. Bu yılın 9 ayında ekonomik büyüme yüzde 7.4 oldu. Bu oranla Türkiye, dünyada büyüme liderliğine oturdu. Dünyanın hızlı büyüyen ülkeleri Çin ve Hindistan’ı geride bıraktı. Çin’in büyümesi yüzde 6,8 olurken Hindistan’da bu oran yüzde 6,3 oldu.
Bu büyük büyüme neyin üzerinden nasıl gerçekleşti?
En önemli etkenlerden biri teşvik!
Kredi Garanti Fonu üzerinden şirketlere 200 milyar lira kredi dağıtıldı. Şirketlerin vergi ödemeleri ertelendi. 2017 Ocak, Şubat, Mart aylarında ödenecek primler 9 ay faizsiz ertelendi. Şirketlere, “devlete vereceğin parayı sonra verirsin, önce işine harca” denildi. KOSGEB kanalıyla küçük işletmelere, ilk 12 ay geri ödemesiz 36 ay vadeli 50 bin TL faizsiz kredi sağlandı.
Böylece piyasaya saçılan paranın miktarı 300 milyar lirayı buldu. Şirketlere can suyu oldu.
Sağlanan krediler kira, maaş ve borç ödemelerini hızlandırdı. Birçok şirkette batma korkusu azaldı. Karşılıksız çıkan çek oranı son 10 yılın en düşük düzeyine geriledi.
Söz konusu teşviklerin üstüne bir de tüketimi canlandırmak için KDV ve ÖTV oranlarında geçici bir indirime gidilmesi de büyümede etkili oldu. Özellikle beyaz eşya, kahve rengi eşya, mobilya, konut alım satımında eylül sonuna kadar tanınan vergi indirimleri tüketimi coşturdu. Eylülde konut satışları yüzde 38 arttı. Otomobil satışları rekor kırdı. Beyaz eşya satışları patladı.
Sadece vatandaş değil aynı zamanda ilk iki çeyrekte devlet de tüketimini artırdı. Kamu harcamaları da büyümeye katkı sağlayan unsur oldu.
Ayrıca İşsizlik Fonu da sermayenin hizmetine açıldı. Ek istihdamın ücret ve sosyal güvenlik primleri İşsizlik Fonu’ndan karşılandı. İşsiz kalanlar için yapılandırılan fon patronlar için kullanılan bir fona dönüştü. Resmi rakamlara göre 3.5 milyon işsizin olduğu ülkede, İşsizlik Fonu’nun kasasında birikmiş 115 milyar lira işsizlere değil parça parça, ‘istihdamı artırma’ etiketiyle patronlara aktarılıyor.
Sıraladığımız unsurların yüzde 11.1’lik büyümenin tümünü sağlamadığını vurgulayalım. Kıyak teşviklerin büyümeye yüzde 5.6 gibi katkı sağladığını belirtelim. 11.1’lik büyümenin geriye kalan yüzde 5.5’lik bölümü aslında baz etkisi. Kağıt üzerinde yani!
Şöyle ki…
Milli Gelir hesabı, bir önceki yılın aynı dönemi ile karşılaştırılarak yapılıyor. 2016 yılının üçüncü çeyreği ile 2017’nin üçüncü çeyreği karşılaştırıldığında yüzde 11,1’lik bir büyüme gözüküyor. Çünkü 2016 yılının üçüncü çeyreğinde ekonomi, 15 Temmuz darbe girişimi etkisiyle, daralma (eksi 0.8) yaşamıştı. Oysa 2016 yılının diğer çeyreklerinde tablo farklıydı.
2016 yılı ilk iki çeyrekte ekonomi sırasıyla yüzde 4.8 ve 4.9 büyüme göstermişti. 15 Temmuz darbe girişimi olmasaydı benzer bir büyüme üçüncü çeyrekte de olabilirdi. Üçüncü çeyrekte 4.7 oranında büyümesi beklenen ekonomi tersine 0.8 küçüldü. İkisinin toplamı 5.5 gibi bir çukur oluştu. Çukurdan değil de, ekonomiye düz sıfır zemin noktasından bakmak gerekir. Bu noktadan bakınca da… 2017 yılı üçüncü çeyrek büyüme oranı yüzde 11.1 değil, yüzde 5.6 olarak karşımıza çıkar.
Türkiye İstatistik Kurumu’nun, mevsim ve takvim etkisinden arındırılmış büyüme oranı rakamlarının üçüncü çeyrekte büyümeyi yüzde 1.2 göstermesi de bundan. Sermayeye yönelik onca teşvike rağmen büyüme bu kadar.
Söz konusu ‘rekor’ büyümenin sonuçları ne oldu? Şimdi tek tek bakalım!
İşsizlik azalmadı: Ekonomik büyümenin işçiler ve emekçiler açısından anlamlı olabilmesi için iki şeyin olması gerekir. Birincisi işsizliğin azalması. İkincisi ise emeğin büyümeden pay alabilmesi. İki açısından da sonuç hiç de iç açıcı değil! Üstelik de teşviklerle birlikte Şubat ayında ‘istihdam seferberliği’ ilan edilmesine, Cumhurbaşkanının “Bu seferberlikle işsizliği gümbür gümbür çökerteceğiz” demesine… Şirketlerin ardı ardına kampanyaya destek vereceğini açıklamasına rağmen.
Başlangıçta artı 1 istihdam diye ilan edilen kampanya sonrasında artı yüzde 5 istihdama dönüştü. Seferberlik ve teşvikle 2 milyon istihdam yaratılacağı iddia edildi. Sonuç: 2016 Eylül ayına göre işsiz sayısı 2017 Eylül’ünde sadece 104 bin kişi azaldı.
Bir yılda 1 milyonu aşkın kişiye istihdam sağlanmış gözüküyor. SGK sigortalı verilerine bakıldığında söz konusu artışın, çırak, stajyer, İŞKUR kursiyer ve bursiyer sayısındaki astronomik artıştan kaynaklandığı görülüyor. İstihdamda yaşanan artışın çoğu, İŞKUR tarafından finanse edilen ucuz iş gücü deposu üzerinden sağlandığı açık!
Genç işsizlik oranı ekonomi büyüme rekoruna, verilen onca teşvike rağmen arttı. Ne eğitimde ne istihdamda olmayan kayıp gençlerin oranı da yüzde 25’in üzerinde seyrediyor!
Meslek liseli ve üniversite mezunlarının işsizlik oranı yüzde 14’ler düzeyinde!
İşsizlik oransal olarak geçen yıla göre sadece yarım puan azaldı. İstatistik Kurumu’nun verilerine göre işsizlik oranı temmuz-ağustos-eylül aylarında yüzde 10.6 düzeyinde. Bir önceki yılın aynı dönemlerinde işsizlik ortalaması ise yüzde 11.1 düzeyinde. Rekor büyümeye rağmen işsizlik oranı sadece yüzde yarım (0.5) düşmüş. Bu da demektir ki… Ek istihdama verilen prim ve vergi teşvikleri ek bir istihdam artışına neden olmamış. İstihdamını zaten artıracak olan şirketlere bedavadan fon sağlanmış!
Enflasyon azdı: Büyümeye katkı sağlayan tüketim, öte yandan da enflasyonu artırdı. Enflasyonun yüzde 13’e dayanmasında etkili oldu.
Kurların yükselmesiyle maliyetleri artan fakat artan maliyeti fiyatlara yansıtmaktan imtina eden firmalar tüketimin artmasıyla birlikte bu tutumdan vazgeçti. Maliyeti fiyatlara yansıtmaya başladı. Büyüme emekçilere yoksullaştırıcı bir enflasyon olarak döndü.
Borçlanma arttı: Bankacılık verileri hanehalkı borçlanmasının hız kesmeden devam ettiğini gösteriyor. Demek ki tüketimlerinin çoğunluğu gelirle değil borçla yapılmış.
Bütçe açığı büyüdü: Hükümetin büyümeye ve tüketime gaz vermesinin bir diğer yan etkisi de bütçe açığı oldu. Vergi toplamamanın bedeli. Kamu yatırımlarını şişirmenin bir sonucu.
Bu açıkların finanse edilme biçimi ise borçlanma. Geçen yıl ilk dokuz ayda 30 milyar lira borçlanan Hazine bu yıl aynı dönemde 67 milyar liradan fazla borçlanmış. Artış oranı yüzde 124 (2001 krizinden bu yana en yüksek iç borç çevirme oranı).
Cari açık arttı: İçerde talebin kabına sığmayarak genişlemesi (Tüketim artışı yüzde 12) enerji ve ham maddeyi üretemeyen Türkiye’ye çok pahalıya mal oldu. Dış ticaret açığı hızla büyüdü. Peşinden de cari açığı sürükledi. Son 12 ayda 42 milyar doları bulan cari açık 2.5 yıllın zirvesinde. Geçen yılın aynı döneminde yüzde 4.2 olan cari açığın milli gelire oranı bu yıl yüzde 5.2’ye çıkmış durumda. Büyüdüğü kadar cari açık veren bir ülke. Elin parasıyla ‘milli büyüme’ çelişkisi! Bedelini daha fazla artı değer üreterek yani daha fazla sömürülerek ödediğimiz bir çelişki.
Sıcak para bağımlılığı arttı:
Geçen yıl 14 milyar dolar olan sıcak para girişi (Hisse senedi + Tahvil + Mevduat) bu yıl, 26 milyar dolara yaklaşmış. Yüzde 85’lik artış, sıcak paranın girişini milli gelirin yüzde 4.2’si düzeyine getirmiş. Bu tutar geçen yıla oranla bir kat artmış.
Gelişmeler cari açığın ve sıcak paraya bağımlılığın arttığına işaret ediyor.
Faizler coştu: Hükümetin bankaların verdiği krediye garanti fonu ile kefil olması ve bankaları kredi vermeye itmesi banka kasalarını boşalttı. Mevduat arayışına giren bankalar faizi yükseltti. Hükümetin tüketime ve ithalata dayalı büyümesi enflasyondaki yüzde 13’e dayanınca faizler de yükseldi. Merkez Bankası’nın faizi de yüzde 13’e yaklaştı.
Kayıt dışı çalışma yükseldi: Şirketlere ‘istihdam teşviki’nin verildiği, İŞKUR kasasının işsizlere değil şirketlere aktarıldığı bu dönemde, kayıtlı istihdam artması gerekirken kayıt dışı çalışan oranı arttı. Herhangi bir sosyal güvenlik kuruluşuna bağlı olmadan çalışanların oranı yüzde 35’i buluyor. 10 milyonun üzerinde insan kayıt dışı çalışıyor.
Emeğin aldığı pay azaldı: ‘Rekor’ büyüme gelir adaletsizliğini derinleştirdi. Şirketler, teşvikler sayesinde, 9 ay sonunda kârlarını patlattılar! Borsada işlem gören şirketlerin kârlarında artış 9 ayda yüzde 55’i buldu. Şirketlerin kârları enflasyonu 5’e katladı.
Bu sürede işçi ve memurların milli gelirden aldıkları pay ise yüzde 35’ten yüzde 30’a geriledi. 5 puan azaldı. Kâr, faiz, rant gelirlerinin milli gelirden aldıkları pay ise yüzde 39’dan yüzde 47’ye yükseldi. 8 puan arttı.
BÖYLE SÜRÜDÜRÜLEBİLİR Mİ?
Büyümenin bu şekilde sürdürülmesi 2018 yılında da bütçe açıklarını, cari açıkları, enflasyonu azdırır.
Tüketimi aynı şekilde sürdürmek mümkün mü? Konut, otomobil, mobilya, beyaz eşya tüketildi. Taksit ve borç yükü altına girildi. Aynı tüketim düzeyini sürdürmek mümkün görünmüyor?
Gelirler ve istihdam artarsa, “neden olmasın” sorusu akla gelebilir. Hükümetin memur, emekli ve asgari ücretliye yaptığı zam teklifi gelirlerin enflasyon karşısında eriyeceğinin göstergesi. Bankalar kredileri bolca dağıttı aynı tempoda dağıtabilmesi olası değil. Son dört aydır tüketici güven endeksinin sürekli düşmesi vatandaşların yeni borç yükü altına girmeye yanaşmayacağının göstergesi.
Büyümeye yüklenmek bugünkü ortamda enflasyon ateşine benzin dökmek anlamına geleceği gibi… İthalatı artırmadan da mümkün olamayacak bir durum. Bu da cari açığın artması demek. 2018 yılı için 210 milyar dolar dış kaynak ihtiyacı olan Türkiye’nin kaynak ihtiyacını büyütmek kurlar ve şirketler açısından riskli bir durum.
Hükümet söz konusu riskleri dikkate alıp ihtiyatlı davranır mı? Seçimler öncesi zor!
Enflasyonu düşürmesi zor. Dünya piyasalarında başta petrol olmak üzere emtia fiyatlarının yükselişe geçmesi, bunların ithalatçısı durumundaki Türkiye’de tüketici ve üretici enflasyonunu körüklüyor.
İçerideyse birkaç olasılığın aynı anda gerçekleşmesi halinde enflasyonun düşmesi sağlanabilir. Birincisi, gıda fiyatlarının düşmesi (Tarımda girdilerin ithalata bağımlı olmasından tarım ürünlerindeki yetersizliklere kadar kronik sorunlar var) gerekir. İkincisi, tüketim ürünlerine yeni vergi gelmemesi (Bütçe açığı varken biraz zor) gerekir. Üçüncüsü, TL’nin değerlenmesi (Ki 2018 yılında dolar 4 TL’nin üzerinde seyredebilir) gerekir.
2018’in ilk 4 ayında baz etkisiyle biraz gerileme ihtimali olsa da, enflasyonun tek hanelere düşmesi öyle kolay değil. Hele de hükümetin büyümenin gazına asılmak istediği bir ortamda hiç değil!
Hükümet de enflasyonu gözden çıkarmış durumda. Enflasyondan ümidi kesen hükümet işsizliği azaltmanın peşinde. 2020 yılı sonuna kadar sürecek teşvik paketi açıkladı. Yanı sıra yeni bir istihdam kampanyası başlattı.
Peki işsizlik azaltılabilir mi? Orta Vadeli Programda, halen yüzde 10’larda seyreden işsizlik oranının yüzde 5.5 büyüme ile 2019’da yüzde 9.9’a düşürülmesi hedeflenmiş. Bol kepçe destek ile bu yılı yüzde 7’ye yakın bir büyüme ile kapatacak Türkiye için yüzde 5’lik büyüme hedefi de yüksek gözüküyor. Lakin hükümet zorluyor. Ekonomi Bakanı Nihat Zeybekci, proje bazlı teşvik sistemi ile 70 milyar vereceklerini duyurdu.
Yine de kolay değil. Doğrudan yabancı sermaye girişleri düşüşte. 2017 yılı büyümesine yüzde 20’lik büyüme performansıyla katkı sunan inşaatın performansını aynen sürdürmesi imkansız. Konutta ciddi stok birikimi oluştu.
Bu koşullarda büyüme yüzde 4 civarında gelebilir. Bu da hükümet için yeterli değil. Türkiye’de her yıl 1 milyon kişi 15 yaşını geçip çalışabilir nüfusa dahil oluyor. Böylesi bir artış varken, yüzde 4’lük büyüme işsizliği azaltmaz ancak stabil tutabilir. Özellikle gençler arasında işsizlik son bir yılda çok yüksek düzeylere ulaştı. Yüzde 4 civarı büyüme gençlerin hoşnutsuzluğunu da büyütür!
Önünde üç kritik seçim bulunan hükümetin ekonomik büyümeyi zorlamaktan başka şansı bulunmuyor. Cumhurbaşkanı Ekonomi Başdanışmanı Cemil Ertem, Milliyet gazetesindeki, “Büyüme tartışması politik bir tartışmadır ve tarihidir!” başlıklı köşe yazısında şu tespiti yapıyor: “Ortalama yüzde 5’lik bir büyüme oranı, tam istihdamı sağlayan -işgücü geçişkenliğinin oluşturduğu doğal işsizlik oranının da dahil olduğu- bir büyüme oranı değildir. Bu büyüme ortalaması, Türkiye’de ekonomiyi finansal ve parasal olarak döndürür. Yani ancak banka sistemini ayakta tutar, iç ve dış borç çevrimini sağlar. Bunun dışında hane halkları için yüksek tasarruf sonucu refah, özel şirketler için küresel teknoloji için yatırım ve küresel rekabet/sermaye ihracı sağlamaz. … Türkiye 2018 ve sonrasında yüzde 7 ve üstü büyür.”
Büyüme ve büyüme potansiyeli tartışılabilir. Ama tartışılmayacak bir şey var: Hükümetin formülüyle, 2018 ve sonrasında, Cemil Ertem’in dediği gibi yüzde 7 büyüme sağlanırsa, günün sonunda faiz, borç, ağır sömürü gibi bedelini emekçilerin ödeyeceği fatura kaçınılmaz olur. Çünkü Türkiye’nin birikmiş sermayesi, tüketeceği kaynağı, ülkeyi uçuracak sanayileşme hamlesi yok. Hâlâ inşaata dayalı mega projeler, her isteyenin her istediği yerde otel, AVM, konut ve okul yapabildiği inşaat çılgınlığı önde. Kaynak yaratmak bir yana önemli kaynak israfı söz konusu.
BİLDİK YÖNTEM: KASADA PARA YOKSA VERGİ VAR!
Büyük açılmanın hükümet de farkında. Bu yüzden açığı kapatmak adına fon oluşturmanın, ne var ne yok toplamanın peşinde. Paradan vatandaşın bileziğine kadar topluyor. Bireysel emeklilik (BES) gibi fonlar oluşturuyor, evdeki altını getirene kampanya yapıyor. Yine de yetmiyor!
Yeterli kaynağı bulamayan hükümet gelecek satışı ve gizli borçlanma yöntemini devreye sokuyor. Bunu da Türkiye Varlık Fonu (TVF) üzerinden yapıyor. Ülkenin eskiden yapılan birikmiş kamu varlıkları bir havuzda toplanıyor. Ve bu varlıklar teminat gösterilerek daha ucuza dış borçlanma hedefleniyor. Ama bu borçlar devletin resmi hesabında görülmeyecek. 70 milyarlık özelleştirmenin ardından kalan kamu varlıkları da teminat gösterilip borçlanmanın aracı kılınacak.
Hükümet bir yandan kaynak yaratmaya çalışırken öte yandan da… “Devletin kasasından 5 kuruş çıkmayacak” denilen, Yap-İşlet-Devret ve Yap-Kirala-Devret modeliyle yaptırılan tünel, köprü, havaalanı, şehir hastaneleri şimdi para yutmaya başladı. Yolcu geçiş garantisi, hasta garantisi, gelir garantisi verilen bu projeler kullananın da kullanmayanın da para verdiği işletmeler haline geldi.
2018 bütçesinden bu projelere kaynak aktarılacak. Kamu özel sektör işbirliğinde gerçekleştirilen ulaştırma ve sağlık yatırımları için, gelecek yıl bütçeden 6.2 milyar lira ödenek ayrılacak. Bu rakam, 66 milyar lira tutarında tahmin edilen bütçe açığının yaklaşık yüzde 10’una denk geliyor.
İnşaata bağımlı kıyak projeler, kurulan tesislere verilen garantilerin süresi 2018’le bitmiyor ve daha yıllarca sürecek. Halktan toplanacak vergiler müteahhit firmalara verilecek.
Adeta “Hesabı oğlum ödeyecek” denilerek yapılan işlerde de hesap ödeme vakti bugünden geldi. Her alan için geçerli bir durum. Maliye Bakanı Naci Ağbal, “vergileri artıracağız, silah alacağız, güvenliğimiz için şart” diyor. Savaş ve gerilim politikalarının vergi cinsinden vatandaşa fatura edileceğini bildiriyor.
Örtülü ödeneğe para dayanmıyor. Doğrudan yabancı yatırımlar gelmiyor; sıcak para, faiz ödemesi artıyor. Silah harcamaları para yutuyor. Dışarıda uygulanan savaş politikalarının, gerilimin, referandumda ‘evet’, seçimde AKP çıkartmak için har vurup harman savurmanın etkisi bütçe açığı oluyor. Vergi ile tamamlanacak. Kısaca kamunun bir çok harç ve vergi zammı yüzde 13 (enflasyon oranı) civarında artacak. Motorlu Taşıt Vergisi’ndeki artış yüzde 25 olacak. Meyveli gazozlar ve enerji içecekleri de “kolalı gazozlar“ın yer aldığı Özel Tüketim Vergisi (ÖTV) listesine alındı.
GİZLİ EL KOYMANIN AÇIK ÖFKEYE DÖNÜŞTÜĞÜ DÖNEM!
AKP iktidarı döneminde, kamudan sosyal yardım alan insanların çoğunu, aldıkları yardımın devletin değil, partinin veya liderinin verdiği bir lütuf olduğuna inandırdı. Devletin toplam sosyal yardım harcamaları 25-30 milyar lira arasında. Yaşlı ve engelli aylığından genel sağlık sigortası primlerine, çocuk parasından askerde çocuğu olana yardıma kadar birçok ödeme yapılıyor. 27 milyon insan bir şekilde yardım alıyor.
Ne var ki… Gelir dağılımındaki adaletsizliğe ‘pansuman’ bölüşümdeki bozulmaya ‘telafi’ denebilecek sosyal yardım harcamalarının, başka bir cepheden bakılınca emekçilerden geri alındığı söylenebilir.
Ücretlilerin gelir vergisi içindeki payı AKP iktidarında yüzde 44’ten yüzde 59’a çıktı.
Dahası, düşük gelirlilere daha fazla yüklenen dolaylı vergilerin milli gelire oranı da arttı.
Böylece AKP’li yıllarda emekçi sınıflarına dönük sosyal harcamalardaki artışlar, aynı sınıfların “fark etmeden ödedikleri” vergiler tarafından fazlasıyla geri alındı. Çünkü gelir vergisinin çoğunu bordrolular, dolaylı vergilerin çoğunu da emekçi ve düşük gelirlilerin ödediği ÖTV ve KDV oluşturuyor.
Gizli el koymaya bugüne kadar emekçilerden pek tepki gelmedi. Bordrolara ve tüketim harcamalarına yüklenen bir vergi sisteminde emekçiler kendilerini vergi mükellefi olarak görmedi. Enflasyonun tırmandığı, işsizliğin ve yoksulluğun arttığı, sosyal yardımlarla hayatın dönmediği bugünlerde ise bir öfke birikimi olduğu gözleniyor.
En düşük ücretlilerin dahi, 7. aydan sonra yüzde 20’lik bir üst vergi dilimine girmeleri ve ücretlerden kesinti yapılması tepkiyle karşılanıyor artık. Fabrikalardan gelen haberler bu yönde. Dün, gurur duyulan 3. boğaz köprüsüne, bugün “Geçmediğim köprünün parasını ben niye ödüyorum”, “3. köprüden geçme zorunluluğu yüzünden fazladan 80 km gitmek zorunda kalıyorum” tepkileri basına yansıyor. Dün, “arabası olan düşünsün” denilen Motorlu Taşıt Vergisine bugün, “2018’de yüzde 40 zam yapılacak” denildiğinde çok daha geniş kesimden “bu kadar da olmaz” tepkisi yükseliyor.
Emekçilerin yükünün altında ezildiği, geçinmesinin iyice zorlaştığı dönemlerdir tepkilerin yükseldiği dönemler. Normal zamanlarda pek de etki etmeyecek vergi cennetlerine kaçış böylesi dönemlerde ses getirebilir. Ülkeyi vergiye boğan iktidarın en tepesindekilerin, çocuklarının, eniştelerinin, dünürünün, kardeşinin yurt dışında, vergi cennetlerinde bir şirkete milyonlarca dolar aktarmaları sorgulanır. Yolsuzluk yapıldığına inandığı durumda dahi, “çaldılar ama iş de yaptılar” diyenlerin bir kısmı, Türkiye’deki mevzuata göre suç sayılmayan fakat büyük bir haksızlık ve siyasi etik sorun içeren Man Adası işlerini, en hafif deyimiyle, ayıplar! (Vergisini kuruşuna kadar ödeyen emekçilerin vergi cennetine kaçma şansı yokken başbakan ve cumhurbaşkanının yakınlarının kapitalist soygun kurallarına uygun şekilde vergi cenneti Man Adası’na yuva yaptıklarına dair belgeler CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu tarafından kamuoyuyla paylaşıldı.)
Böylesi dönemlerde iktidarın “yalan söylüyorlar” savunmasına şüpheyle bakanların sayısı çoğalır. Nitekim iktidar da bunun farkında olmalı ki, mart-eylül dönemini içine alan yedi ay içinde değişik tiplerdeki 39 yeni cezaevi ihalesi yaptı. Hepsi inşaat ekonomisi sürsün diye değil her halde! Ses çıkarmanın suç sayıldığı günlerde, cezaevlerinden evliliklere, eğitimden sosyal sorunlara birçok alanda yetkili kılınan Diyanetin tüm toplumu susturabilmesi olası değil.
Olağanüstü hal (OHAL) ile yönetilen bir ülkede, hak arama eylemlerin yasaklanması çok kolay! Buna rağmen, Emek Çalışmaları Topluluğu’nun, 2017 yılının ilk 6 ayını kapsayan, İşçi Sınıfı Eylemleri Raporu işçi eylemlerinin 2017’de arttığını gösteriyor. Ne OHAL durdurmuş emekçileri ne de ekonomik büyüme memnun etmiş!
Hükümetin cezaevlerine de Diyanete de çok ihtiyacı var. Bu nedenledir 5.5 milyar TL verilerek 39 yeni cezaevinin yapılacak olması. Din ile kontrol edebilme adınadır Diyanet’in bütçeden aldığı pay ile birçok bakanlığı geride bırakması, Diyanet İşleri Başkanlığı için 2018 yılı bütçesine 7 milyar 774 milyon liralık dev ödenek konması.
Sonuç: Hükümet kırılgan bir ekonomi, şiddet ve din hattında ilerleyecek. Mesele hükümetin ön alma çabalarını boşa çıkaracak bir siyasi mücadele ortaya koyabilmede. Kırılganlığın altında kırılmamada!