Arif Koşar

Guy Standing’in Prekarya: Yeni Tehlikeli Sınıf kitabı prekaryayı sınıf araştırmalarının gündemine sokup yeni bir tartışmayı açtıktan sonra yazdığı Prekarya Bildirgesi: Hakların Kısılmasından Yurttaşlığa kitabı Eylül ayında Türkçe olarak yayınlandı. Standing, Prekarya Bildirgesi’ni bir önceki kitabında formüle ettiği ve ayrıntılı bir biçimde açıkladığı prekarya kavramına yönelik eleştiri ve önerileri dikkate alarak yazdı. Yazar, ayrıca güvencesiz çalışanlardan teşekkül ettiğini düşündüğü prekaryanın “iyi bir toplum” kurma yönünde bir araya gelmesini sağlayacak bir bildirge hazırlamayı hedefledi. Kimi yorumcular tarafından kitap “Zamanımızın Magna Carta’sı” olarak da tanımlandı.[1]

Halklara ait bildirge fikrinin zengin bir tarihi olduğunu ifade eden Standing, Magna Carta (1215), Orman Bildirgesi (1217), İngiliz İnsan Hakları Bildirgesi (1688-1689), Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi, Birleşik Devletler Anayasası, Fransız Yurttaş Hakları Bildirgesi (1789), BM İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi (1948) ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne (1950) referans veriyor. 1830’lardaki Çartistler ve Halk Bildirgesi etrafında şekillenen hareketin, farklı taleplere odaklanan dağınık grupları birleştirme işlevine sahip olduğunu ifade ettikten sonra bugün de benzer bir bildirgeye ihtiyaç olduğunu ileri sürüyor.[2]

Standing’e göre; bu tip tarihsel olayların 21. yüzyılda da muadilleri olacak. 2007-2008’de patlak veren ve çeşitli ülkelerde kendini gösteren krize karşı “hükümetlerin ve uluslararası çevrelerin vermiş olduğu tepkilerin orta vadede sürdürülebilir olmadığını ve olmayacağını görmek için gelecek bilimci olmaya gerek yok.[3] Buna karşı “nihayet ilerici bir alternatif” ortaya çıkıyor. Standing’e göre, zor olan uygun bir strateji oluşturmak. ‘Devrim’ kelimesi “tarih içerisinde çok fazla lekelendiği için” gerekli olan şeyi tanımlamakta kullanışlı değil. ‘Reform’ kelimesi de tersinden neoliberal kullanımla lekelendi ve güçten düştü. “Yeni düzenlemeler, sosyal koruma ve yeniden dönüşüm mekanizmaları vasıtasıyla ekonomik sistemi bir toplum içerisine yeniden yerleştirecek olan ilerici bir karşı-hareketin özünü, Karl Polanyi’nin Büyük Dönüşümü ile özdeşleşmiş olan ‘dönüşüm’ kavramı yakalayabilir.[4]

Standing böyle bir ‘dönüşüm’ hareketine rehberlik edecek üç temel ilke olduğunu ileri sürüyor. Birincisi; bu hareket, tarihteki diğer örnekleri gibi öncü olarak yükselen bir sınıfa dayanmalıdır. Bu sınıf günümüzde prekaryadır. İkincisi, eski kolektif eylem biçimlerinin yerini yenileri almaktadır, dolayısıyla başta sendikalar olmak üzere eski işçi örgütlenmeleri ve eylemlerinin başarı şansı kalmamıştır. Prekaryayı kapsayamazlar, perspektifleri “işçici”dir, kapitalizmin ihtiyaç duyduğu emek değerlerinin üretilmesinden -bir ölçüde- sorumludurlar. Üçüncü ilke ise daha özgür ve eşitlikçi bir toplum için mücadele edilmesi gereğidir.[5]

Kısacası bu kitap; “bir siyasi hareketin temeli olabilecek olan prekarya için bir gündem oluşturmak için yazıldı ve bu hareketi tanımlayan şey, çoğunluğa yapılan faydacı bir çağrı değil, ‘İyi bir Toplum’ yaratma vizyonudur. Bu kitap bir yönüyle de Prekarya kitabına gelen tepkileri cevaplandırma çabasıdır.[6]

KISMİ YURTTAŞLIK

Standing’e göre; prekarya, 1970’lerden itibaren neoliberal paradigmanın yaşama geçirilmesi sonucu ekonomik güvencesizlik ve belirsizlik içinde yaşayanlardan oluşur. İşleri ve gelirleri eğreti, güvencesiz, esnektir; işsizlik ile çalışma arası bir yerdedirler. Bu emekçi kategorisi içinde yer alanlar, tanımlanmış haklarını bile kullanamadığından ancak kısmi olarak yurttaştır.

Yurttaşlık fikrinin geçmişi antik Yunanistan’a kadar gider. ‘Tanrının iradesi’ne tabiyetten kurtuluşu vazeden Rönesans ve 1789 Fransız Devrimi’nin çocuğu olan Fransız Yurttaş ve İnsan Hakları Bildirisi ile birlikte yurttaşlık kavramı ileriye doğru büyük bir sıçrama gerçekleştirdi. Artık yurttaş olmak, ödevlerin yanı sıra hak sahibi olmayı da gerektiriyordu.[7] Standing, idealize edilmiş bir yurttaşlık sistemine uymadığı için prekaryayı “kısmi yurttaş” olarak tanımladı.

Ortaçağ İngilteresi’nde kısmi yurttaş statüsü, kral ya da onu temsil eden otorite tarafından kasabaya gelen bir yabancıya verilirdi. Bu yabancı ispat ettiği mesleğini icra etme ve bölgeye yerleşme hakkına sahip olurdu. Kasabada yaşayan bir yurttaşın sahip olduğu hakların tamamını elde etmesi çok enderdi ve bu hakları da sonsuza dek kazanmış olmazdı.[8]

Thomas Hammar ise kısmi yurttaşlık kavramını, 1960’lı yıllardan itibaren Batı ve Kuzey Avrupa’ya gelen ve uzun süredir buralarda yaşayan göçmenler için kullanarak, onu modern anlamda yeniden tanımladı. Bu göçmenler, emek piyasasına erişim ve sosyal güvenlik hakları tanınmış olsa da tam bir yurttaş olamadılar.[9]

1980’lere kadar hakim olan geleneksel görüşe göre demokratik bir toplumda yurttaşlık, ikamet etmek ile aynı anlama gelecekti. Bu görüş günümüz için pek geçerli değil, bir ülkede ikamet eden çok sayıda insan hiçbir zaman o ülkeden yurttaşlık alamıyor. Böylece başka bir ülkede yaşayan mülteci, sığınmacı ya da göçmen işçiler yurttaşlık haklarına ve içinde bulundukları marjinal konuma itiraz edecek araç ya da prosedürlere de sahip değiller.[10]

Ancak Standing’e göre kısmi yurttaşlık sadece göçe bağlı olarak oluşmuyor. Kısmi yurttaş yasal olarak tüm yurttaşlık haklarına sahip olsa bile fiilen bu hakları kullanamaz duruma geliyor. Neoliberalizm “kademeli üyeliğe” dayanan bir toplum modeli üretmiş vaziyette.[11]

YURTTAŞLIK VE HAKLARI

Standing’e göre yurttaşlığı tanımlayan beş temel hak demeti vardır:

– Sivil haklar: Yaşam hakkı ve hürriyeti, adil yargı, yasa önünde eşitlik, yasal temsil, mahremiyet ve ifade özgürlüğü, insan onuruna yakışır biçimde muamele görme hakkı.

– Kültürel haklar: Bireylerin ve toplulukların, dilsel ve sanatsal üretim dahil olmak üzere kendi kültürlerine eşit ve insan onuruna yaraşır biçimde ayrımcılığa maruz kalmadan erişme ve katılma hakkını içeren haklar.

– Siyasi haklar: Oy verme hakkı, siyasi yaşama, seçimlere ve sivil topluma katılma hakkı.

– Sosyal haklar: Belirli standartlarda yaşama, sosyal koruma, mesleki sağlık ve konut güvencesi, sağlık ve eğitim, müştereklere erişimin sağlanması ve muhafaza edilmesi.

– Ekonomik haklar: Mesleğin icrası, müşterek ekonomik kaynakların bölüşümü, ekonomik büyümenin adil paylaşımı, her türden gelir ve pazarlığa bireysel ve kolektif olarak katılma hakkı.[12]

Standing için bu haklar yukarıda ifade edildiği gibi yasal ya da fiilen kullanılamaz hale geldiğinde, yurttaş adım adım kısmi yurttaşa dönüşüyor ve prekarya da kısmi yurttaşlıkla tanımlanıyor.

Ancak, bu beş temel hak demeti ile tanımlanan yurttaşlık ideali ve bu ideal duruma erişmek için hazırlanan prekarya bildirgesi çeşitli kuramsal ve yöntemsel yanlışlarla maluldür:

Birincisi; yurttaşlık ve sınıflar arasındaki ilişki doğru bir biçimde tanımlanmamıştır. Yurttaşlığın tarihsel gelişimi ideal bir projenin yaşam bulması biçiminde değil toplumsal mücadeleler ve bu mücadelelerin temelindeki sınıflar arasındaki güç ilişkilerine dayanmaktadır. Standing bunu tamamen reddetmese de tutarlı bir biçimde ele almamıştır. Yurttaşlık hukukunun gelişimi kapitalizm ve sınıf mücadelesinin dışında; eşitlik ve güvence mücadelesi sınıfsal eşitsizlik ve ilişkilerden azade ele alındığında; yurttaşlığın savunusu daha ileri mücadeleler karşısında kapitalizmin savunusuna dönüşmektedir.

İkincisi kapitalist toplumsal ilişkiler devam ettiği sürece Standing’in ön gördüğü ekonomik güvence mümkün değildir. Bu nedenle “yurttaşlık hakları”nın bir kısmının kapitalizm koşullarında gerçek anlamda hayat bulması imkansız, bir kısmı ise biçimsel kalmaya mahkumdur. Örneğin kapitalist bir ülkede ideale yakın bir “ifade özgürlüğü” olabilir ama milyonlarca insana ulaşabilen medya araçları, doğal olarak kapitalist medya tekellerinin elindedir. Dolayısıyla bu hakların olmadığı yerde, bunların talep edilmesi ilerici bir mücadelenin kapsamında anlamlı iken, bütün bunların ısrarla kapitalizm kapsamında savunulması, alternatif gelecek tahayyüllerinin reddine götürmektedir.

Üçüncüsü bildirgenin platformu; günümüz neoliberal dünyasının dayatmalarını veri olarak kabul edip son tahlilde onun sürdürülebilir kılınması üzerine kurulmuştur.

Standing’in kitabı birçok yönüyle tartışmaya açık olsa da, bu eleştiri yazısında başlıca bu üç konu üzerinde durulacaktır.

YURTTAŞLIK VE SINIFLAR

Standing’in önemli referanslarından birisi olan T. H. Marshall, yurttaşlığın tarihsel olarak üç döneme ayrılabileceğini ifade etmişti. Bu üç dönem, üç hak grubunun yurttaşlığa dahil edilmesini kapsar. Birincisi; henüz siyasal hakların olmadığı, ancak kapitalizmin gelişmesi sonucu genel olarak yasalar önünde eşitliğin ve mülkiyet hakkının sağlandığı, kişisel mahremiyete keyfi müdahalenin engellendiği sivil haklara dayalı yurttaşlık dönemidir. “Sivil öğe, bireysel özgürlük için gerekli haklardan oluşmaktadır -kişi özgürlüğü; ifade, düşünce ve inanç özgürlüğü; mülk edinme ve varolan yasalara uygun sözleşme yapabilme hakkı; adalete erişim hakkı.[13] Ayrıca “Şurası açıktır ki, 19. yüzyılda sivil haklar biçiminde yurttaşlık evrensel olsa da, siyasi oy hakkı yurttaşlık haklarından biri değildi. Bu hak, dar bir ekonomik sınıfa tanınan bir ayrıcalıktı, bu kesimin sınırları art arda çıkarılan Reform Kanunları’yla genişletildi.[14]

Siyasi öğe ile siyasi bir organı seçme ya da seçilme hakkı kastediliyordu. Marshall’a göre; 19. yüzyıl kapitalist toplumunda siyasi haklar sivil hakların bir yan ürünü olarak görülüyordu. 20. yüzyılda bu anlayıştan vazgeçildi ve siyasal haklar doğrudan yurttaşlığın bir parçası haline geldi.[15] Sosyal öğe ise bir parça ekonomik refah ve güvenliğe sahip olma, sosyal mirastan pay alma, medeni bir hayat sürme, eğitim, sağlık ve diğer sosyal hizmetlere erişimi kapsar.[16] Bu yöndeki haklar 19. yüzyılın sonundan itibaren toplumun bazı kesimleri için parça parça yaşam bulmuşsa da, esasen İkinci Dünya Savaşı’nın ardından ‘evrensel’ hale gelmiştir.

Yurttaşlığı sivil, siyasi ve sosyal haklar bağlamında tanımlayan bu yaklaşım, Standing’in, yukarıda ifade edilen beş temel hak grubunu büyük oranda kapsamaktadır ve uyumludur. Standing şöyle demektedir:

Tam yurttaş, 1966 yılı Sözleşmeleri ve bu sözleşmelerin bölgesel muadili olup, Uluslararası İnsan Hakları Bildirgesi’nden hareketle hazırlanan sözleşmelerce tanınan ve sivil, siyasi, kültürel, sosyal ve ekonomik olmak üzere beş temel hakka sahiptir. Marshall’ın (1950) meşhur önermesine göre sivil haklar 17. yüzyılın, kültürel haklar 18., siyasi haklar 19. ve ekonomik haklar ise 20. yüzyılın kazanımlarıdır. Buna göre 21. yüzyılı, ekonomik hakların güvence altına alınması için vereceğimiz mücadele neticesinde elde edilecek kazanım tanımlayacak diyebiliriz.[17]

Gerek Marshall gerekse Standing’in vurguladığı gibi “yurttaşlık” modern kapitalist ilişkilerle birlikte ortaya çıkıp; kapitalist toplumsal yönetimin ve birliğin yasal bir statüsü olarak şekillenmiştir. Sivil haklar, özellikle tüccar ve sınai burjuvazinin, meşruiyetini tanrıdan alan ve böylece keyfi bir karakter kazanan mutlakiyetçi yönetime karşı kendi mülkiyetini koruma ihtiyacı ile uyumludur. Siyasi haklar da başta burjuvazinin siyasal yönetime katılma ve iktidarı feodal aristokrasiden alma mücadelesinin bir parçası olarak gündeme gelmiştir. Bu nedenle Fransız devriminden sonra bile oy kullanma hakkı aristokrasinin dışında sadece belli bir mülk ve gelire sahip olan burjuva kesimleri kapsamıştır. 19. yüzyılın daha sonraki mücadelelerinde tüm erkek yurttaşlar bu hakkı kazanmış, kadınlar ise ancak 20. yüzyılda oy kullanabilmişlerdir. Ancak bu hak biçimsel olarak topluma yayılmış olsa bile, karakteri hangi kapitalist politik grubun devleti yönetileceğini seçme hakkı olarak şekillenmiş; bunun ötesine geçileceği görüldüğünde otoriter ve faşist yöntemler devreye girmiştir.

Ekonomik ve sosyal hakların yaygınlaşması ise İkinci Dünya Savaşı’nın ardından Batı ve Kuzey Avrupa ile sınırı bir olgudur.[18] Marshall ve Standing’in yurttaşlık kavramı dahilinde düşündükleri bu tür ekonomik ve sosyal haklar; sınıf mücadelesinin sonucu olarak şekillenmiştir.

Peki, bu hakları yurttaşlık olgusunun bir parçası olarak görmek doğru mu? Bu haklara sahip olmayanlar kısmi yurttaş mıdır?

Burada sorunun hangi kapsamda değerlendirileceği, yanıtı da etkilemektedir. Örneğin, her insanın ekonomik ve sosyal temel haklara sahip olması gerektiği, insanların gerçek anlamda yurttaş olmaktan çıkarıldığı söylemi; bu tür hakların savunulması açısından iyi bir siyasal/sendikal söylem olarak ileri sürülebilir. Çünkü, insanca bir yaşam için ekonomik ve sosyal bir güvence gerçekten olmazsa olmazdır. Buna sahip olmayanların eşit, özgür bir “yurttaş” olmaları mümkün değildir.

Diğer yandan kapitalist toplum ve siyasal biçimleniş içerisinde yurttaşlık tarihsel olarak şekillenmiştir. Kapitalist ilişkilerin serpildiği 17. yüzyıl İngilteresi’nde yurttaşlık sadece sivil haklara karşılık geliyordu. 19. yüzyılda siyasi haklar kazanıldı. 20. yüzyılda ekonomik ve sosyal haklar İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra bir ölçüde yaşam buldu. Örneğin Fransız Devrimi’nden hemen sonra, oldukça radikal ve devrimci bir yurttaşlık havası estiği dönemlerde bile Meclisin çoğunluğu işçilerin sendikal örgütlenmesine kesin olarak karşı çıkıyordu. Bu tür bir örgütlenme yurttaşlık algısının tamamen dışında olduğu gibi bireysel özgürlüklere engel olarak görülüyordu. Yoksullara yardım ve devlet tarafından sağlanacak ekonomik olanaklar, eski feodal toplumun gerici unsurları olarak reddediliyordu. Dönemin yurttaşlığı ağırlıklı olarak kapitalist mülkiyeti koruma altına alan mülkiyet hakkı, bunun gelişmesini sağlayan medeni, sivil ve hukuki haklarla tanımlanmaktaydı. Siyasi haklar bile daha sonraki gelişmenin ürünüdür.

Yani ideal ve sabit bir ‘yurttaşlık’ kategorisi tarihte söz olmamıştır. İçeriği, ezilen sınıfların mücadelesi ya da güç dengesine bağlı olarak egemen sınıfların ihtiyaçları çerçevesinde şu ya da bu yönde değişmiştir. Ancak, yurttaşlık, kapitalist toplum temelinde kaldığı sürece, kapitalist ilişkilerle, yer yer çelişkiler ortaya çıkmış olsa bile uyumlu olmuş; mücadelenin bir unsuru haline getirilemediğinde kapitalist toplumsal ilişkilerin yeniden üretiminin bir parçası haline gelmiştir.

Dolayısıyla Standing’in ideal ve tam yurttaşlığı, 1960’li yıllardaki ‘sosyal devlet’ uygulamaları ile karşılık bulan ekonomik ve sosyal hakların ve belirli güvencelerin adeta fotoğrafı çekilmişçesine tanımlanmasına, tarihten, süreçsellikten ve hayatın gerçekliğinden koparılmasına dayanmaktadır. Böylece mitsel bir yurttaşlık tanımı ile bugünün mevcut gerçekliği arasında bulunan çelişkili durumdan yola çıkarak “tam yurttaşlık” mücadelesi önerilmektedir. Elbette bu öneri, günümüz neoliberal dünyasının gerçek sorunlarından belli bir doğruluk payı ile yola çıktığı için anlamsız değil. Ancak, haklarla bezenmiş bir kapitalist yurttaşlık öngörüsü nedeniyle sınırlı bir ufka sahiptir.

Standing için “tam yurttaşlık”, neoliberal dünyanın yarattığı güvencesizlikler karşısında insanlara nefes aldıran ve güvenceli yaşam sunan bir platform. Ancak yurttaşlık, içinde bulunduğu tarihsel ve toplumsal ilişkilerden soyutlanarak ele alınamaz. Gerek Standing’in kavramsallaştırması, gerek de günümüzün egemen yurttaşlık söylemi kapitalist toplumsal ilişkilerden bağımsız değildir. Bu ilişkilerin kuruluş biçimini yansımakta, onun işleyişinin bir parçası, yeniden üreticisi ve mücadelelerle biçimlenmiş sonucudur.

Bu kapitalist ilişkiler, veri olarak değişmez varsayılır, olası değiştirme girişimleri de anti-demokratik kabul edilip ufuk dışında bırakılırsa, sosyal adaletin kapitalizm içinde aranması ve gerçek temellerinden koparılması kaçınılmazdır. Bu açıdan Standing’in temel sınıfsal eşitsizlikleri ortadan kaldırmaksızın gündeme getirdiği sosyal adalet ilkesi; liberal iktisatçı Alfred Marshall’ın da üzerinde durduğu sosyal sınıf sisteminden doğan eşitsizliklerin, ancak yurttaşlığa dayalı eşitlik sağlandığında kabul edilebilir olacağı[19] gibi bir yaklaşımına dayanmaktadır.

Oysa içeriği zenginleştirilmiş olsa bile böyle bir yurttaşlık tasavvuru, kapitalist ilişkilerin devamını varsaydığından, her zaman egemen sınıflarca geriletilme ve içi boşaltılma tehlikesi ile karşı karşıya olduğu gibi, gerçek anlamda bir sosyal adaleti sağlama işlevine sahip değildir.

KAPİTALİZM VE GÜVENCE

Standing’e göre; prekaryanın temel gündemi ekonomik güvence. Neoliberal paradigmanın tam bir güvencesizlik girdabına sürüklediği emekçiler, belirsizlik ve güvensizlik ortamından çıkmak istemektedir. Bu kapsamda prekaryanın üç mücadelesinin örtüştüğünü belirten Standing için, bunlar içinde belki de en kritiği yeniden bölüşüm için mücadeledir.[20] Mücadelenin, bölüşüm ilişkileri ile sınırlanmış olması, piyasa toplumunun veri kabul edilmesiyle ilgili. Standing’e göre “Prekarya’da savunulduğu gibi, verimlilik ve eşitsizlik açısından emek tamamen metalaşmalıdır[21]; emeğin metalaşması ve piyasalaşması ilericidir!

Bu kapsamda Standing, anti-kapitalist bir yönelimi tamamen reddederken prekaryanın böyle bir gündemi olmadığını ileri sürüyor:

Her bir dönüşüm, döneminin kritik önemdeki varlıklarının ya da kaynaklarının yükselen kitlesel sınıf lehine yeniden bölüştürülmesi ile alakalıdır. Feodal toplumda verilen mücadele, en temelde arazi ve su içindi. Endüstriyel kapitalizm çağında ise bu, üretim araçları ve endüstriyel üretimden elde edilen kârlar üzerineydi. Proletarya fabrikalara ve madenlere sahip olmak istiyordu. Böylesi bir sosyalizm biçimi prekaryaya pek de hitap etmiyor. Prekarya, günümüz hizmet sektörüne dayalı piyasa toplumunun beş temel unsuru ile alakalı olup kendi kurtuluşuna sekte vuran eşitsizliklerle ilgileniyor.[22]

Bu değerlendirme, prekaryanın kendi ‘kurtuluş’unu engelleyen eşitsizliklerle ilgili olduğu biçiminde pozitif bir mana taşıyor gibi görünse de, sosyalizmin alternatif olmadığını ve kapitalist piyasa zemininin benimsendiğini açıkça ifade ediyor.

Öyleyse soru şu: Standing’in ifadesiyle prekarya, kapitalist üretim ilişkileri çerçevesinde sadece bölüşüm ilişkilerindeki yeniden yapılanma ile istikrarlı bir ekonomik güvenceye sahip olabilir mi? Standing’in önerdiği temel gelir, bu açıdan emekçilerin geleceğe güvenle bakabileceği bir ekonomik güvence sağlayabilir mi?

Standing, bu kapsamda bildirgenin belki de en önemli bölümü olan 25. Maddede, “Evrensel Temel Gelire Yönelik Harekete Geçin” başlığı altında şunları söylüyor:

Devletler temel geliri bir yurttaşlık hakkı olarak tesis etmeye doğru ilerlemelidir. Küresel bir pazar ekonomisinde belirsizlik ve eşitsizlik yeni tedbirler alınmadıkça ancak daha kötüye gidecektir. Sosyal güvenlik sistemini elden geçirmek elzemdir.[23]

Gerekçesi ise şöyle ifade ediliyor:

İlericiler ve liberteryenler bağlamın değiştiğini anlamalıdırlar. Her ekonomi farklı bir gelir dağılımına sahiptir. Endüstriyel kapitalizm koşullarında bu iki temel biçim maaş ve kar idi. Hükümetler düzenlemeler, vergiler ve sübvansiyonlar üzerinden temel gelir paylarını bölüştürme mücadelesinde aracılık görevini üstleniyordu. Fakat küreselleşmiş bir sistemde rant gelirinin yanı sıra yüksek seyreden ve giderek genişleyen finansal sermaye ile maaşların zemini aşınmıştır. Ekonomik bakışımızı güncellememiz gerekmektedir. İşçiler ve prekaryanın yeterli bir gelir sahibi olması için temel gelir gibi bir uygulama artık elzemdir.[24]

Standing temel gelir önerisi ile özetle şunu kastediyor:

“… bir ülkenin ya da toplumun her yasal sakinine, çocuklara ve yetişkinlere aylık mütevazı bir gelir verilmesi önerisi var. Bu öneriye göre her birey, istediği gibi harcayacağı, engellilik gibi özel ihtiyaçlara göre de şekillendirebileceği bir miktar nakit paranın bulunduğu bir karta sahip oluyor.[25]

Standing temel gelirin beş temel özelliği olduğunu ifade ediyor. Öncelikle onun temel olması: Yani hayatta kalmaya yetecek, ama kayıtsızlık doğuracak cinsten tam bir güvence sağlamaya yetmeyecek kadar temel bir seviyede olmalı. Aynı zamanda, onsuz diğer hakların başarılamayacağı anlamında temeldir. İkincisi; ödemeler aile adına yapılmamalı, birey bazında ele alınmalı, paternalist bir yaklaşımdan kaçınılmalıdır. Bu kapsamda çocuklar için daha küçük bir temel gelir belirlenebilir. Üçüncüsü, nakit olarak ödenmelidir. Dördüncüsü, davranışsal kurallar olmaksızın ön koşulsuz sağlanmalıdır. Beşincisi, herkese verilmesi anlamında evrensel olmalıdır.[26]

Öncelikle küçük bir parantez: Standing’in prekarya kavramı, günlük hayatın görünümlerine uyan ancak sosyolojik bir çalışmada kolaylıkla görülebilecek yöntemsel bir hataya dayanmaktadır. Prekaryayı tanımlamasının temelinde, donuklaştırılmış bir işçi sınıfı tanımı vardır. 1960’lardaki güvenceli, sendikalı, sosyal haklarını kazanmış emekçileri işçi sınıfı olarak tanımlayan Standing, eğer bu haklarda gevşeme görürse aynı emekçileri prekerya olarak tanımlamaktadır. Oysa işçi sınıfı ortaya çıktığında, Standing’in prekaryasından kat be kat güvencesiz olduğu gibi, ekonomik ve sosyal hakları da ancak büyük mücadeleler sonucunda ve geçici olarak kazanmıştır. Niceliksel ve geçici bir görüngünün, işçi sınıfının tanımı haline getirilmesi, böylece sınıfların üretim sürecinden başlayarak hareket halinde değil sabit “tanımlarla” ele alınması oldukça yüzeysel bir yaklaşımdır. Dolayısıyla Standing’in prekarya diye tanımladığı güvencesiz çalışanların çok büyük bir kısmı, işçi sınıfı içerisindedir.

Güvencesizlik bir olgudur, giderek yayılmakta, tüm çalışma ve sosyal yaşamı kapsamaktadır. Ancak işçi sınıfının temel bir özelliği sayılması gereken güvencesizliği, işçi sınıfından ayrılmanın gerekçesi yapmak, işçi sınıfı dışında “masum” bir özne arayışının tipik sonuçlarından birisidir. Dolayısıyla güvencesizlik denilen, çalışma hayatından başlayarak tüm toplumsal yaşamı kapsayan kapitalist neoliberal saldırı dalgası, Standing’in prekarya gibi özel bir emekçi grubuna ilişkin bir sorun değil, işçi sınıfının tamamını kapsayan bir gündemdir.

Temel gelir, güvencesizlik ve kapitalizm tartışmasına yeniden dönersek: İşçi sınıfı iki bağımlılık ilişkisinden (ama aynı zamanda ve bir bakıma “güvence”den) koparak oluşmuştur. Birincisi; toprağını ya da evle henüz tam olarak ayrışmamış tezgahını kaybederek üretim araçları açısından mülksüzleşmiştir. İkincisi, feodal beye ve toprağa bağımlılıkla kişisel bağımlılığı içeren ilişkilerden koparak özgür emek olarak emek gücü piyasasına katılmıştır. 19. yüzyılın başında tam anlamıyla güvencesiz ve piyasanın tahakkümü altındadır. Üretim araçları bağlamında mülksüz işçi sınıfının karşısında üretim ve geçim araçlarının sahibi kapitalist sınıf ve “güvence”leri vardır.

İşçi sınıfı, uzun mü,,cadeleler sonucunda kimi ekonomik ve sosyal haklar kazanmış, kendi iç örgütlenmeleri ile bazı dayanışmacı koruma/güvence biçimleri geliştirmiş olsa bile bunlar kapitalist toplumda kesin ve kararlı güvenceler değildir. Çünkü;

  1. Kapitalist toplumun temelindeki sınıfsal bölünmeden kaynaklı olarak sürekli ve sürekli yeniden üretilen sömürü ilişkileri devam ettiği için, bu tip koruyucu önlemler, sınıfsal eşitsizlikleri aşan köklü bir güvence sunamaz.
  2. Günümüz toplumu, son tahlilde ekonomik ve siyasal kaynakları elinde tutan kapitalistlerin tahakkümünde işlediğinden, her türlü kazanım, yapısal bir tehdit altındadır. Savaş sonrası ‘sosyal devlet’ uygulamalarındaki ekonomik ve sosyal haklar ancak 1970’lere kadar savunulabilmiş, ardından sınıf mücadelesinin zayıflamasıyla bu haklar kaybedilmiş ya da aşınmıştır. Kapitalist toplumda kazanılan güvenceler de güvencede değildir.
  3. Üretilen artı-değere kapitalistlerce el konulmasına dayanan sömürü ilişkilerinin, bundan kaynaklanan yoksulluk, işsizlik ve tüm diğer sınıfsal eşitsizliklerin olduğu bir toplumda, temel gelir uygulaması da dahil sadece bölüşüm ilişkilerindeki bir düzenleme ile kalıcı ve temel bir güvencenin sağlanması mümkün değildir. Prekarya bildirgesi bu nedenle boyunu aşan vaatlerde bulunmaktadır.

BİLDİRGENİN PLATFORMU

Standing’in bildirgesinde ifade edilen 29 talep şu başlıklar altında sıralanmaktadır:

– Çalışmayı üretici ve yeniden üretici bir etkinlik olarak yeniden tanımlayın,

– İşçi istatistiklerini yeniden düzenleyin,

– İşe alma süreçlerini basitleştirin,

– Esnek emeği düzenleyin,

– Örgütlenme özgürlüğünü geliştirin,

– Mesleki toplulukları yeniden inşa edin,

– Sınıf temelli göç politikasını durdurun,

– Adil yargı hakkını herkese sağlayın,

– Yoksulluk tuzaklarını ve güvencesizlik tuzağını ortadan kaldırın,

– Sosyal yardım değerlendirme sistemlerini ateşe verin,

– Engellileri şeytanlaştırmaktan vazgeçin,

– İstihdama dayalı refaha hemen şimdi son verin,

– Günlük kredileri ve öğrenim kredilerini düzenleyin,

– Finansal bilgi ve danışmanlık hakkını tesis edin,

– Eğitimi meta olmaktan çıkarın,

– Sübvansiyonları ateşe verin,

– Evrensel temel gelire yönelik harekete geçin,

– Devlet fonları aracılığıyla sermayeyi paylaştırın,

– Müşterekleri yeniden güçlendirin,

– Müzakereci demokrasiyi ihya edin,

– Hayırseverliği yeniden marjinalleştirin.

Bir “kitap eleştirisi” yazısı bağlamında başlı başına bir tartışma yürütülemeyeceğinden, bu taleplerin üzerinde yükseldiği genel perspektifin değerlendirilmesi ile yetinilecektir.

Prekarya bildirgesinde 29 maddelik bir talepler zinciri sunulmasına rağmen; platformunun merkezinde temel gelir önerisi vardır. Diğerleri bu zemin üzerinde yükselen ya da zemini güçlendiren yan önermeler olarak görülebilir. Bu öneri neoliberal dönemde eski “sosyal demokrat” koruyucu mekanizmaların esnek çalışma ve yeni iş biçimleri ile işlevsiz hale geldiği gerçeğinden hareket etmektedir. Ancak sorun bu olguyu tespit etmesi değil, neoliberal dalga ile çalışma yaşamında gerçekleşen bu dönüşümü bir ilerleme ve geri dönülmez-değiştirilemez bir gerçeklik olarak sunmasıdır.

Standing’e göre, esnek çalışma, işçi sınıfı için kayıp değil kazanımdır. Bu nedenle “Sendikalar, küreselleşme ile birlikte gelen çalışma ilişkilerinin esnekleşmesine direnerek tarihi bir hataya düştüler.[27] Standing esnek çalışma ile emekçilerin güvencesizlik girdabına süründüğünü tespit ederken, esnek çalışmaya itiraz etmiyor. Hatta bunu giderek emekten özgürleşmenin bir biçimi olarak görüyor. Ancak esnek çalışmanın ekonomik güvence ile birleştirilmesi gerektiğini savunuyor. Ona göre esnek çalışma öncesindeki istikrarlı çalışma biçimlerine dönüş için şu söylenebilir: “Olabilecek en kötü şey, mazide kalanın normalleşerek geri dönmesidir.[28]

Standing’e göre güvenceli emek, prekaryaya mensup birçok kişi tarafından arzulanan bir şey değildir. İşçi sınıfı uzun vadeli iş güvencesi ararken prekaryanın böyle bir talebi yoktur. “Maddi çıkarlarını ekonomik büyüme ve tam istihdam hayalinde gören proletaryaya karşın prekarya, devrimci bir ‘emekten özgürleşme’ vizyonunu tekrardan ele geçirme peşinde.[29]

Bu tespitler kimi gözlemlere dayanıyor olabilir. Ancak güvencesiz-esnek çalışan ve Standing’in yüz milyonlarla ifade ettiği prekaryanın bu tür bir çalışmadan memnun olduğu, talebinin temel gelirle sınırlı olduğu iddiası herhangi bir ampirik dayanaktan yoksundur. Esnek çalışmayı geri dönüşü olmayan bir veri olarak kabul ediyor ki bu, neoliberal paradigmanın temel teknolojist tezlerinden birisidir. Oysa kaçınılmaz ve değiştirilemez bir gerçeklik olmaktan çok, esnek çalışma, sermayenin teknolojik gelişmelerin de zemin hazırladığı daha yoğun bir sömürü için çalışma rejimini yeniden düzenlemesinin sonucudur. Dolayısıyla buna karşı mücadele, “fordist” diye anılan tek düze çalışma biçiminin savunulması anlamına gelmemekle birlikte, elbette belirli düzenlemelerin yapılmasını ve esnek çalışma kapsamındaki uygulamaların kaldırılmasını talep etmektedir. Bu ekonomik güvence için de gerçekçi ve mevcut mücadele eğilimlerine daha uygun bir yoldur.

Esnek çalışmaya yaklaşımında görüldüğü üzere Standing’in neoliberal çalışma düzenini değil, esas olarak bu düzenin yol açtığı ekonomik güvencesizliği ve bazı sonuçlarını eleştiri konusu yapması; çokça atıf yaptığı “ilerici” konumunu sarsıyor. Çünkü güvencesizliğin neoliberal uygulamalardan kaynaklanan köklerini değiştirmek gündeme alınmayınca, bölüşümde bir düzenleme talebi olarak temel gelir uygulaması çözüm olarak görülüyor. Böylece Standing güvencesizliğe yol açan sorunlara yönelmek yerine, neoliberal kapitalizmin “güvence” ile sürdürülebilmesinin programını sunmuş oluyor.

Standing’in analizi sadece neoliberal politikaların ele alınması açısından değil kapitalist ilişkilerin göz ardı edilmesi açısından da problemlidir. Sorun bölüşüm ilişkilerinden kaynaklı görülmekte, bu bölüşüm ilişkilerine yol açan temel (artı-değer sömürüsüne dayalı üretim ilişkileri) göz ardı edilmekte, daha doğrusu kapitalist ilişkiler veri kabul edilerek tartışma dışı bırakılmaktadır.

Neoliberal politikaların uygulayıcısı burjuva sermaye güçleri tarafından büyük bir şevkle desteklenmiyor oluşu, bugün neoliberal çerçevenin kendi sonuçlarını sınırlayacak reformlardan bile uzak durmasıyla ilgilidir. Onun ortaya koyduğu platform; çelişkilerine rağmen son tahlilde neoliberalizmin sınırlarını aşacak bir yönelime girmez. Zaten kendisinin de prekaryanın bu talepler için mücadelesini bağladığı yer; sermaye ve hükümetlerle düzen içi, herkesin ortaklaşacağı, sermayenin de biraz baskıyla olası ve gerekli bulacağı bir mutabakat demokrasisidir. Neoliberal yönetişimciliğin geliştirilmesidir.

[1] https://www.cnnturk.com/kultur-sanat/kitap/zamanimizin-magna-cartasi-prekarya-bildirgesi

[2] Standing, G. (2017) Prekarya Bildirgesi: Hakların Kısılmasından Yurttaşlığa, çev. S. Çınar ve S. Demiralp, İstanbul: İletişim Yayınları, sf. 140-141.

[3] Standing, Prekarya Bildirgesi, sf. 142.

[4] Standing, Prekarya Bildirgesi, sf. 143.

[5] Standing, Prekarya Bildirgesi, sf. 144-149.

[6] Standing, Prekarya Bildirgesi, sf. 9.

[7] Standing, Prekarya Bildirgesi, sf. 12.

[8] Standing, Prekarya Bildirgesi, sf. 16-17.

[9] Standing, Prekarya Bildirgesi, sf. 18.

[10] Standing, Prekarya Bildirgesi, sf. 18-19.

[11] Standing, Prekarya Bildirgesi, sf. 20.

[12] Standing, Prekarya Bildirgesi, sf. 16.

[13] Marshall, T. H. (2006) “Yurttaşlık ve Sosyal Sınıf”, Sosyal Politika Yazıları içinde, A. Buğra ve Ç. Keyder (der.), çev. B. Yakut Çakar ve U. B. Balaban, İstanbul: İletişim Yayınları, sf. 19-32, sf. 21.

[14] Marshall, Yurttaşlık ve Sosyal Sınıf, sf. 23.

[15] Marshall, Yurttaşlık ve Sosyal Sınıf, sf. 23-26.

[16] Marshall, Yurttaşlık ve Sosyal Sınıf, sf. 21.

[17] Standing, Prekarya Bildirgesi, sf. 15.

[18] Bu hakların gelişmesinde dört temel olgudan bahsedilebilir. İlki, SSCB’de sosyalizmin inşası ile ortaya çıkan ekonomik ve sosyal kazanımların kapitalist batıyı, ekonomik ve sosyal haklar konusunda baskılaması. İkincisi, İkinci Dünya Savaşı sırasında anti-faşist mücadelede komünist partilerin öncü ve etkili bir rol oynamaları, bu nedenle savaş sonrası rejimlerde işçi sınıfı mücadelesi ve taleplerinin siyasi alanda güçlü bir biçimde temsil edilmesi. Üçüncüsü, 1929 krizi sonrası kapitalist ülkelerde devlet yatırımları ve kimi düzenleyici önlemlerin egemen politika olarak sürdürülmesi. Bir dördüncü etken olarak emperyalist ülkelerde sosyal önlemlerin alınmasını kolaylaştıran sömürge ülkelerden taşınan artı-değer. Bu ve daha çok sayıda eklenebilecek nedenle, İkinci Dünya Savaşı ile 1970’lerin ilk yıllarına kadar süren, sonrasında da etkisini derhal kaybetmeyen bir ‘sosyal devlet’ dönemi yaşandı. İşte, sağlık, sosyal güvenlik, işsizlik sigortası, çocuk bakımı, çeşitli sosyal yardımlar bu dönemde Batı Avrupa ülkelerinde kurumsallaştı.

[19] Marshall, Yurttaşlık ve Sosyal Sınıf, sf. 19.

[20] Diğer ikisi tanınma ve temsil mücadelesidir.

[21] Standing, Prekarya Bildirgesi, sf. 328.

[22] Standing, Prekarya Bildirgesi, sf. 154.

[23] Standing, Prekarya Bildirgesi, sf. 310.

[24] Standing, Prekarya Bildirgesi, sf. 310.

[25] Standing, G. (2015) Prekarya: Yeni Tehlikeli Sınıf, çev. E. Bulut, İstanbul: İletişim Yayınları, sf. 283.

[26] Standing, Prekarya Bildirgesi, sf. 311-312.

[27] Standing, Prekarya Bildirgesi, sf. 190-191.

[28] Standing, Prekarya Bildirgesi, sf. 10.

[29] Standing, Prekarya Bildirgesi, sf. 27-28.