İ. Sabri Durmaz
2012 Ocak ayında Gerede’de gerçekleşen grevden sonra geçtiğimiz eylül ayında Saya işçileri yeniden sahneye çıktı. 5 Eylül’de Adanalı saya işçilerinin başlattığı grev; yürüyüşler ve basın açıklamalarıyla devam ederken buna Antep, İzmir, Konya, Kayseri, İstanbul gibi kentlerde de on binlerce işçinin katılımıyla saya grevi yurt sathına yayıldı ve giderek “iş kolu” direnişine dönüştü.
Adanalı saya işçilerinin ve kimi küçük atölye patronların da katımıyla başlayan direnişin balıca iki talebi şuydu: 2012’deki direnişten beri değişmeyen saya fiyatlarına ayakkabı tekellerinin yüzde 25 zam yapması, bu zammın, “parça başı” çalışan sayacı işçiye de aynı oranda yansıtılması ile çalışma süresini kısaltılmasıydı.[1] Ancak direnişin yaygınlaşması sürecinde işçilerin ortak taleplerini konuşmaya başlaması taleplerin kapsamının başlangıçtaki noktadan daha kapsamlı olduğunu, çalışma ve yaşam koşullarına dair iyileştirmelerin de bu taleplere eklenmesi gerektiğini gösterdi.
Eylül başında başlayan ve bu yazının yazıldığı, Ekim’in ortalarına kadar süren saya direnişinin 2012’deki direnişe göre daha yaygın olması işçilerin kendi talepleri ve hakları konusunda bir hayli düşünmelerine ve konuşmalarına zemin hazırlamıştı. Bu son direnişin ortaya çıkardığı tabloyu 2012 direnişiyle karşılaştırarak şu saptamaları yapabiliriz;
– Adana’da başlayan direnişin hızla diğer kentlere yayılması ve direnişe katılan işçi sayısının 2012 ile kıyaslanamayacak kadar büyük olması,
– Daha örgütlü olması,
– Suriyeli işçilerin de Türk, Arap, Kürt işçilerle birlikte mücadeleye katılmaları,
– Sayada çocuk işçiliğini yasaklanması, en azından çocukların çalışma koşullarının iyileştirilmesi,
– İşçilerin dernek ve sendika örgütlenmesi gibi, küçük patronlardan da ayrışan “bağımsız işçi örgütlenmesi”ni tartışmaya açmaları ve bu doğrultudaki taleplerini dile getirmeleri,
– İşçilerin sözcülerinin öne çıkması, taleplerini çok net biçimde ifade etmeleri ve bu taleplerin ücret ve çalışma saatlerinin kısaltılmasının yanı sıra çalışma koşulları, işçi sağlığı ve iş güvenliği önlemlerinin uygulanması, sigortalı çalışma gibi var olan çalışma koşullarından hayli ileri talepler öne sürmeleri açıkça gösterdi ki, gerek 2012 direnişinden gerekse ülkedeki gelişmelerden saya işçileri pek çok şey öğrenmiştir.
DİRENİŞİN KENDİNE HAS ÖZELLİKLERİ
Saya iş kolunun kendine has özellikleri, direnişe de “kendine has” özellikler getirmiştir.
Bu “kendine has”lık, taleplerde olduğu gibi, mücadelenin başlaması ve bitmesine, mücadelenin taleplerinin oluşmasına kadar pek çok bakımdan belirmiştir.
Bunların başlıcalarını şöyle sıralayabiliriz:
1) İşçiler ve küçük atölye sahipleri direnişe birlikte katılmıştır: Evrensel gazetesinde saya direnişinin haberini izleyen okurlarımız, kuşkusuz “sayacıların mücadelesi” diye bir genelleme etrafında bir söylem kullanıldığını, ama biraz ayrıntıya inince, “sayacılar” adlandırmasının, sadece saya işçilerini değil, küçüklü-büyüklü saya atölyelerinin patronlarını da kapsadığını hissetmişlerdir. Çünkü gerçekten de direniş sayacılarındı ve sayacılar adlandırması hem saya işçilerini hem de atölye sahiplerini kapsıyordu. İşçiler ve atölye sahibi patronlar öncelikli talep olan “saya başı ücret”in artırılması talebinde ortaklaşmıştı. Çünkü saya imalatında çalışan irili ufaklı atölyelerin tümü, herkesin bildiği, uluslararası “tanınmış markalara” çalışıyordu. Bu yüzden de işçilerle atölye sahipleri arasında, ayakkabı tekellerine karşı bir birlik ortaya çıkmış; işçilerle patronlar, tekellerin ödeyeceği “saya başı ücret”in artırılmasında uzlaşmıştı. Tekeller ne kadar zam yaparsa “parça başı” çalışan işçiler de o kadar parça başı zam alacaktı. Bu uzlaşma işçilerle atölye sahibi patronları birleştirmişti!
Dahası bugüne kadar ayakkabı tekelleri, binlerce atölye sahibi karşısında aralarında anlaşmış olduklarından yıllardır atölyeleri aynı fiyattan saya yapmaya zorluyorlardı.
Bu yüzden de işçiler ve atölye sahibi patronların çıkarları büyük tekeller karşısında birleşmişti. Bu birlik bu direnişte; hem işçilerin hem de atölye sahiplerinin çıkarına olduğu için işçiler haklı olarak patronlarıyla ortak eylem yapmakta bir sakınca görmediler.
Aslında eylem işçileri birleştirir, işçilerle atölye sahibi patronlar arasında da bir uzlaşmaya yol açarken aynı zamanda atölye sahipleri arasında bölünme de yaratmıştır. Çünkü kendileri de üç beş çalışanıyla birlikte doğrudan makine başında çalışan küçük atölye sahipleri direnişe açık destek vermekle kalmayarak yürüyüşlere katıldılar, taleplerini sloganlarla dile getirdiler. 100-125 kişi çalıştıran nispeten büyük atölye sahipleri ise saya başı fiyatın artırılmasından atölye sahiplerinin çıkarı olduğunu gayet iyi biliyorlardı, bu yüzden eylemlere çok fazla itiraz etmediler ama eylemlere katılıp, “ayak takımı”yla birlikte görünmeye de yanaşmadılar.
Bu yanıyla saya grevi, bir sınıfsal tablo sergilemiş ve direnişte herkes sermayesi ve emeğine göre yer almıştır!
Belki kimi Marksologlar işçilerle patronların bu ortak mücadelesini, bir “sınıf işbirliği” durumu, “kirli bir ittifak” olarak göreceklerdir. Ama gerçek bundan tamamen farklıdır.
Uluslararası ayakkabı tekelleri karşısında küçük ve orta boy patronlarla işçilerin çıkarlarının tamamen ayrışmadığı bir aşamaya karşılık geldiği için saya işçilerinin mücadelesi ne “sınıf işbirliği”dir ne de “kirli bir ittifak”tır!
Ancak şu da bir gerçek ki; “ücretlerimiz artırılsın”, “çalışma saatleri kısaltılsın” taleplerinin öne çıktığı bu direniş sırasında işçiler kendi taleplerini tartıştılar ve mücadele içinde bunları yüksek sesle dile getirerek, işçiler arasında taleplerinin yayılması ve ortaklaşmasını sağladılar.
Örneğin Evrensel’e konuşan Adana sayacıların sözcüsü Ömer Tahak, ”Çok ucuza diktirilen sayaların kullanıldığı ayakkabılar mağazalarda fahiş fiyatlara satılıyor. İşçi 3 kuruş kazanıyorsa, patron 300 kuruş kazanıyor. İşçi üç kuruşuna zam isteyince kötü ilan ediliyor. Değerimiz bilinmiyor. Kötü şartlarda kimyasal madde soluyarak çalışıyoruz. Solunum hastalıkları, kanser olanlar var. Sosyal güvencemiz yok. Hastalandığımızda eve ekmek götüremiyoruz. Tüm bu koşulların düzelmesi için birlikte hareket etmeye ihtiyacımız var. Bunun için ya sendika kuralım ya da dernek kurarak talep ettiklerimizi yazılı olarak sunalım ve verilen haklarımızı da yazılı hale getirelim diyoruz. Suriyeli işçiler de çalışıyor. Suriyelilerin çalışmasına karşı değiliz. Taleplerimiz Suriyeliler için de geçerlidir…” diyordu. Taleplerin bir işçinin ağzından böyle açıkça ifade edilmesi, elbette saya işçilerinin en azından 2012’den beri talepleri hakkında bir bilinç oluşturduklarını gösteriyor.
Bir başka saya İşçisi Mehmet Ali Aygül ise “Büyük ustalar kendi işyerlerinde akrabalarını sigortalı gösterip devletten teşvik alıyor bize ise üç kuruşa saya diktiriyorlar. Yaptığımız işin karşılığını alamıyoruz. Patronlar fiyat kırmak için her yola başvuruyorlar. Yeni atölye açanlar, Suriyeliye daha ucuza iş yaptırıyor. Saya işçilerini bu şekilde birbirinden ayırmaya çalışıyorlar. Taleplerimizi kalıcı hale getirmek için birlikte hareket etmeliyiz” diyor ve bu bilincin Suriyeli işçilerle dayanışma ve birleşik mücadele ihtiyacının gerekliliğini görecek bir noktaya evrildiğini gösteriyordu.
İşçilerin sözcülerinin ifadelerinden de anlaşıldığı gibi başlıca talep “saya başı ücret artırılsın” düzeyinde kaldığında bunun büyük ya da küçük atölye sahipleri için bir “sakıncası” yoktur. Yine parça başı çalışma sürdüğü sürece, çalışma süresi istendiği kadar kısaltılabilir. Ancak sürenin kısaltılması işçilerin işine gelmez, çünkü zaten zar zor geçinen işçi kısaltılan zamanda az saya yapılacağı için günlük geliri düşecektir. Talepler bir adım daha ileri götürülerek; çalışma koşullarının düzeltilmesi, Suriyeli işçilerle TC vatandaşı işçiler arasında eşit çalışma koşulları, işçi sağlığı ve iş güvenliği önlemlerinin uygulanması, sigortalı çalışma, sendikalaşama ve işçilerin bağımsız örgütlenmesi gibi işçilerin yaşamlarını ve mücadelelerini ilgilendiren taleplere genişletildiğinde işçiler, önce onların yanında yer alan küçük patronlar dahil bütün işverenlerle ayrışacaktır.
Direniş içinde gelişen talepler etrafındaki tartışmanın sendikalaşmaya kadar gelmiş olmasına bakarak bundan böyle saya işçilerinin mücadelesinin bu geniş talepler yelpazesi üstünden gelişeceğini söylemek yanlış olmaz. Dolayısıyla diyebiliriz ki mücadelenin bu talepler üzerinden sürmesi halinde 5 Eylül’de Adanalı işçilerin başlattığı direniş, büyük ihtimalle işçilerle atölye sahiplerinin son ortak eylemi olacaktır. Bundan sonraki eylemler atölye sahiplerini de hedef alan bir karakter taşımak zorundadır. Ortaya çıkan talepler, bu talepler etrafında birleşen işçiler her büyüklükteki patronları da karşısına alacaktır.
Bu yüzden de saya işçileri, önümüzdeki yıllarda “parça başı ücret”in kaldırılarak “saat ücretiyle” çalışma sistemine geçilmesi, işçi sağlığı iş güvenliği önlemlerinin uygulanması, sendikalaşma gibi talepler üzerinden yürütecekleri mücadeleyle patronlardan bağımsız çizgiye doğru ilerleme olanağına kavuşacaklardır.
2) “Suriyeli işçiler sorunu”nun nasıl aşılacağını saya işçisi gösterdi: Suriyeli mültecilerin Türkiye’de yaşamlarını sürdürebilmek için tarımda, sanayide, inşaatlarda giderek artan biçimde çalışmaya başlamasıyla birlikte; ırkçılar, şoven-milliyetçi odaklar, işsizliğin artmasından, ücretlerin düşük olmasından, ev kiraları ve gıda fiyatlarındaki artışlardan Suriyeli mültecileri sorumlu tuttular. Öyle ki, bu kolay açıklama yöntemi yeri geldiğinde, devrimcilik, enternasyonalizm konusunda mangalda kül bırakmayan sendikacılar tarafından da kullanıldı. En gerici odakların kara propagandasına sarılarak “Şu Suriyeliler, ucuz işçiler olarak piyasaya çıkmış olmasa sendikal mücadeleye dağları aşırırdık” diyenler de oldu. Sendikal mücadeledeki başarısızlıklarını, sınıf uzlaşmacı tutumlarının sonucu olarak imzalanan kötü TİS’lere Suriyeli işçilerin ucuz işgücü olarak kullanılmasını mazeret göstermek de bir alışkanlık haline geldi. Bu kesimler ırkçı şoven çevrelerin yaptığı gibi, işsizliği, fiyat artışlarını, ücretlerin düşmesini önlemenin yöntemi olarak Suriyelilere çalışma yasağı getirilmesini, hatta sınır dışı edilmesini isteyecek kadar ileri gittiler.
Kuşkusuz Suriyeli işçilerin, işgücü pazarına katılmasından en çok etkilenen alanlardan birisi de sayacılıktır.
Saya patronları sayayı daha ucuza mal etmek için daha az ücretle, daha kötü koşullarda çalışmayı kabul etmek zorunda kalan Suriyeli işçileri büyük bir hevesle çalıştırmaya yönelmişlerdir. Ve işçiler arasındaki Suriyeli-Türkiyeli işçi ayırımını kışkırtarak da bu çelişkiden yararlanmak istemişlerdir. Ama geçen süre içinde saya işçileri sorunun Suriyeli işçi çalıştırılmasından değil, Suriyeli işçilerin içinde bulundukları ağır sorunları istismar eden patronların onları az ücret ve daha kötü koşullarda çalışmaya zorlamasından kaynaklandığını görmüşlerdir. “Suriyeli işçiler de bizim kardeşimizdir. Onlar çalıştırılmasın demiyoruz. Bizimle aynı ücret ve haklarla çalışsınlar” diyerek bu konuda bir işçi bakış açısı geliştirmişlerdir.
Adana, İzmir, İstanbul gibi en önemli merkezlerde işçiler açıkça; “Suriyeli işçiler de bizimle aynı ücreti alsın, aynı haklarla çalıştırılsın” talebini savunarak Suriyeli işçilere sahip çıkmış onları sınıf kardeşleri olarak görme çizgisine gelmiş; Suriyeli işçiler de saya direnişine katılarak, TC vatandaşı işçilerin uzattıkları eli tutmuşlardır.
Kısacası saya işçileri kendi çıkarlarının Suriyeli işçilerin de çalışma koşullarının iyileştirilmesi ve ücretlerinin kendi ücretlerinin seviyesine çıkarılmasını gerektirdiğinin farkındadırlar. İşçilerin birliğinin, bir sınıf olarak birleşmesinin koşulunun işçilerin dil, din, ırk, ulus gibi farklılıkları ekseninde bölünmesine karşı çıkmak ve enternasyonalist, eşitlikçi bir mücadele çizgisinde birleşmek olduğunu da göstermişlerdir.
Çalışma koşulları, mücadele geleneği bakımından sınıfın en geriden gelen kesimi olan saya işçileri tarafından “sınıf kardeşliği”nin bu şekilde hayata geçirilmesi elbette ki, talepleri etrafında harekete geçen işçinin bilincinin ve sınıf duygusunun gelişmesiyle ilgilidir. Ama bu örnek bile göstermektedir ki, şoven milliyetçi güçlerin, sermaye partilerinin ve sendikal bürokrasinin müdahalesi olmadığında ya da işçiler mücadele içinde bu etkinin dışına düştüklerinde şovenizm ve milliyetçilik batağına saplanmadan; her din, her dil, her milliyetten işçinin aynı sınıfın, tek bir dünya işçi sınıfının parçası olduğunu anlamakta zorlanmayacaktır. Saya işçileri, “Suriyeli işçiler” üstünden böyle bir bilincin sınırına ulaşmıştır.
3) Talepler etrafında birleşmenin örneği: İşçiler ne zaman kayda değer kitlesel ve sonuçta başarılı bir eyleme girmişse; bu eylemin arkasındaki itici etken, işçilerin aralarındaki dil, din, ırk, farklı sendikalara üye olma ya da sendikasız vb. ayırımlarını aşarak çok sıcak talepler etrafında birleşebilme yeteneğini gösterebilmeleri olmuştur.
“Merdiven altları”ndan, metruk binaların bodrum katlarından çıkan on binlerce saya işçisinin yaklaşık bir aya yayılan bir greve çıkabilmesinin temelinde de onları açlık ve sefalete mahkum eden düşük ücretlere, günde 16 saati bulun uzun çalışma saatlerine “hayır” diyerek birleşmiş olmaları vardır.
Saya işçilerinin bu grev-direnişte hemen yarın en öne çıkacak iki talebi de belirmiştir:
Bunlardan birincisi “parça başı ücret”in artık düne ait bir talep olduğu bunun yerini “saat ücretiyle çalışma” talebi için mücadelenin alması gerektiğidir.
Eski işçinin uluslararası tekellere “saya yapan” işçiye evrilmesinden beri, sektörün başlıca çalışma biçimi olan “parça başı çalışma” artık işçilerin karşısına bir sorun olarak çıkmaktadır. Çünkü “parça başı çalışma” saya işçisinin bugünkü çok ağır çalışma ve yaşama koşullarının en önemli dayanaklarından birisi, hatta birincisidir. Bu aynı zamanda işçilerin hem birbirine karşı rekabetini kışkırtan hem de iş gününün sınırsız biçimde uzatılmasını teşvik eden bir sistemdir. Saya işçisinde parça başı çalışmaya yönelik bir tutum alma bilinci de gelişmektedir.
İzmirli saya işçilerinden Sait Dinç, Evrensel’e şunları söylüyor: “Parça başı ve esnek üretim bizi birbirimize düşürüyor. Rekabet ortamı var. Kendimizden feragat etmek zorunda kalıyoruz. Ailemizi geçindirmemiz için günde 16 saat çalışıyoruz. Öncelikle fabrikasyon sistemine oturması lazım. Küçük küçük atölyelerde bir araya gelemiyoruz. Kime iş yapıyorsak onun atölyesinde çalışmamız lazım ancak o şekilde işçi olarak kayıt altına alınabiliriz ve sosyal güvencemiz olur.”
Saya işçilerinin yakın dönemde ikinci önemli talebinin ise işçi sağlığı ve iş güvenliği önlemlerinin uygulanması, çalışma koşullarının iyileştirilmesi olacağı görülmektedir. Çünkü saya, belki de bütün iş kolları içinde işçi sağlığının en ağır biçimde tehdit altında olduğu işkoludur. Ayakkabı işçileri 17-18. yüzyılda hangi koşullarda çalışıyorsa bugünkü saya işçileri de büyük ölçüde benzer koşullarda çalışmakta ve yaşamaktadır.
Ancak artık saya işçileri, yaşadıkları ağır koşulların bir kader, bu iş kolunun “geleneği” gereği olmadığının da farkına varmışlardır.
Sait Dinç, çalışma ortamlarındaki sorunları şöyle özetliyor: “Sayacılar, daha ucuz yapıştırıcıları kullanmaya mecbur bırakılıyor. 55-60 yaşına kadar yaşayabilenlerin büyük bir kısmı akciğer kanseri oluyor. Yaptığımız ayakkabılar, giriş katlarda güzel odalarda sergilenirken bizler bodrum katlarda, köhne yerlerde çalıştırılıyoruz.”
Saya işçisi Ali Boyalı da, çantasındaki ilaçları göstererek, “Siteyi denetleyecek, gidebileceğimiz bir tane devlet kurumu yok. Hakkımızı aramaya çalıştığımız zaman da hemen bastırmaya çalışıyorlar. Eylemlere çevik kuvvet yığıyorlar. Şu an göğüs hastanesine gitsek 2-3 kunduracı görürüz. Buraya devletin el atması lazım. Çoğu kişide astım var ve akciğer kanseri olması kaçınılmaz. Bizim çalışmaktan başka bir alternatifimiz yok. Burada bize ayakkabı çalışanları için devlete ait bir sağlık merkezi olması lazım ama bir ambulansımız bile yok” diyor ve çalışıma koşullarının devletle, hükümetlerle ilgili boyutuna da işaret ediyor.
Ve tabii talepler böyle istikrarlı bir mücadeleyi gerektirecek kadar büyüyünce, saya işçileri sadece “bağımsız işçi örgütlenmesi”nin değil aynı zamanda bu istikralı mücadeleyi sürdürecek biçimde sendikalaşmanın zorunluluğunu da fark etmiş durumdalar.
Bugünkü sendikaların böyle bir mücadeleyi nasıl verecekleri tartışma konusudur ve burada ayrıca buna değinmeyeceğiz. Ama sendikalaşma mücadelesinin artık önümüzdeki dönemde saya işçilerinin önemli bir gündemi olacağı tartışmasızdır.
***
İşçi sınıfı mücadelesinin önemli bir bileşeni olarak ortaya çıkan ve bu doğrultuda ilerlemek için hevesli olan saya işçilerinin direnişine, mücadeleci sendikaların, sınıfın partisinin ve yerel düzeydeki emekten yana güçlerin desteği yol açıcı olacaktır.
Saya işçilerinin 2012 grevinden bu yana sürdürdükleri talepler mücadeleci sendikalar tarafından unutulmamalıdır. İşçilerin örgütlenmesi, talepler etrafındaki birliğin güçlendirilmesi için ciddi ve istikrarlı bir çalışmanın yapılması mücadeleci sendikacıların ve sınıfın partisinin ertelenemez görevidir.
[1] Sayacılar “çalışma süreleri kısaltılsın” diye çok önemli bir talebi her vesile ile dile getirdiler. Ama, ücretler bu ölçüde düşük ve “parça başı çalışma” söz konusu oldukça çalışma saatlerinin kısaltılmasına işçilerin de razı olması çok kolay değil. Bu yüzden de “çalışma süresinin kısaltılması talebinin hayata geçmesi, sayadaki çalışmanın parça başı olmaktan çıkarılıp, saatle çalışmaya dönmesi ve ücretlerin az çok iyileştirilmesiyle mümkün olacağı da bir gerçektir.