Kadir Yalçın
Makalenin geçen sayıdaki ilk bölümünde “Devletin Araç Olarak Kullanılması ya da Geçiş Dönemi ve Proletarya Diktatörlüğü” ara başlığı altında; burjuva devlet aygıtının kırılıp parçalanması anlamında “devletin ortadan kaldırılması”yla ilgili olarak anarşizmle fikir birliği halinde olsa bile, Marksizmin, egemen sınıf olarak örgütlenmiş proletarya ya da proletarya diktatörlüğü olarak devletin araç halinde kullanılması konusunda bütün burjuva ve küçük burjuva akımlardan ayrıldığını belirtmiş, Marx’ın, “benim yeni olarak yaptığım şey” dediğinin proletarya diktatörlüğüne ilişkin olduğunu söylediği Weydemeyer’e mektubunu aktararak sürdürmüş, ardından Demokratik Modernite’nin (DM) konuyla ilgili görüşlerine gelerek, en son, bu sayımızda 2 nolu dipnotta yeniden verdiğimiz Öcalan’ın pasajını aktarmıştık.
Öcalan’a göre, “demokrasiden bahsedilecekse, bunun ya devletsiz… ya da devletle ilkeli uzlaşı temelinde” olması gerekiyordu ve devlet “sadece ve sadece güç ve sömürü tekelini ellerinde bulunduran sınıf ve elit tabakalara özgü bir olgu”ydu.
DEVLET, İKTİDAR VE ROJAVA
Tarihten örnek verilip Atina’ya kadar gidildiğine göre, sorunun sosyalizm ve proletarya diktatörlüğüyle sınırlı ele alınmayıp genel olarak devletten söz edildiği ortadadır. Bu durumda bir dizi ilerici ve sömürücü ve elit olmayan sınıf ve tabakayla, örneğin küçük burjuvaziyle ezilen ulus ve halkların iktidar mücadelesine ambargo mu konulacaktır? Devlet olarak örgütlenme hakkından başka bir şey olmayan UKKTH’nı kullanarak, bağımsız devlet olarak örgütlenmek isteyen örneğin Irak Kürtlerinin hemen “sömürücü sınıflar” ve “elit tabakalar”dan olmakla itham edilmeleri mi gerekecek, ezilen ulusların KKTH’na saygı bütünüyle kağıt üstünde mi kalacaktır?
Ya da can alıcı soru: Rojava’da iktidar alınarak artık doğrudan halkla aynı şey olmayan bir “kamu gücü”nün kuruluşuna geçilip devlet olmaya adım atılmamış ve özerklik ya da federasyon çerçevesinde kantonlar egemenlik bölgelerinde tamamen bir devlet olarak örgütlenmemiş midir? Rojava kantonlarında iktidar alınmamış –ve IŞİD vb. karşısında– güçle, silah zoruyla savunulmamış ve savunulmamaktadır da ne yapılmıştır ve yapılmaktadır? Kantonlarda –çatı ya da cephe örgütü TEV-DEM ve SDG içindeki müttefikleri de hesaba katılarak– PYD, iktidarını, örneğin Barzani ile ilişkili ENKS içinde örgütlü partilerle paylaşmayan iktidar partisi değilse nedir? Tüm Rojava’da iktidar örgütleri olan TEV-DEM ve PYD (ve ittifak örgütü SDG) aracılığıyla başta Suriye Kürtleri olmak üzere bölge halkının demokratik iktidarı kurulmamış gibi, Kamışlı gibi yerlerde güç dengeleri ve taktik gereği Esad’ın belirli kuşatılmış birliklerine dokunulmamış olması, “karşılıklı rızaya dayalı olarak devletle uzlaşıldığı”nı mı göstermektedir? Kuzey Suriye Federasyonu olarak ilan edilen topraklarda bir devletleşme yoksa ne vardır?
Devlet denilen şey, söylenmişti, mahkeme ve hapishaneler türü maddi eklentileriyle birlikte silahlı birlikler olarak ordu-polis ve bürokrasiden oluşur; her devletin temel iki kurumu bunlardır. YPG, üstelik Kantonların dışında da işlev üstlenmiş düzenli orduya geçmekte olan bir silahlı güç olarak ordu değilse nedir? Ve asayiş birlikleri polis görevi görmüyorlarsa ne yapmaktadırlar? En azından savaş esirleri hapse değilse nereye konuyor ve yargılanmıyorlar mı? Henüz yeni kuruluş aşamasında olunduğundan, çoğu “kamu hizmeti” olarak devlet görevi askeri ihtiyaçlarla bağlantılı olsa bile, maliye, adliye, sağlık, eğitim vb. alanlarının görevlilerinden bileşen, adına “bürokrasi” ya da devlet görevlileri denebilecek örgütsel mekanizmalar kurulmamış ve kurulmamakta mıdır? Kurulmamışsa, bu “kamu görevleri” ortada ve halk da aç ve açıkta mı bırakılmıştır? İktidar silahla savunuluyor ve halk aç ve açıkta değilse, Rojava’nın “kamu yönetimi” “sömürü tekelini ellerinde bulunduran sınıf ve elit tabakalara” mı aittir, kimliksiz bırakıldıkları on yıllar boyu ezilmiş emekçi halka mı; Kantonlarda iktidar ya da yönetim veya egemenlik diyelim, kimlerin ellerindedir? Sömürücülerin mi? Ya –hem coğrafi bölge hem de güç dengeleri içinde gücü ve yapabilecekleri bakımından– sınırları belli devlet ya da federatif yönelim göz önünde bulundurulduğunda devletleşme kimindir? “Kuzey Suriye” ya da Rojava olarak bilinen topraklarda başka uluslardan halkların demokratik haklarını –katılımcılık biçimiyle– tanıyan, işçi ya da sosyalist nitelikli olmadığı tartışma götürmeyen ve yakın gelecekte ayrışacak olsa bile, henüz sınıf dayanakları bakımından sömürücüsü ve sömürüleniyle net biçimde ayrışmamış Kürt ulusal devleti ya da devletleşmesi değil midir? Erdoğan’ın “düşünmezsen Kürt sorunu yoktur” demesi gibi, adını takıp devlettir demeyince, devlet olmuyor mu yoksa?
Burada, konunun anlaşılma kolaylığı bakımından, proletarya diktatörlüğünü hedef almakla birlikte, genel olarak devleti de kapsayarak genişletilen tezleriyle Öcalan tarafından kaleme alınmış bir pasajı aktaralım.
“Marksist kuramın siyasal devrim ve sonrasına ilişkin tezleri ise daha vahim olarak hiyerarşik ve devletçi karakter taşır. Savaş, proletarya diktatörlüğü, devletçilik kavram olarak neredeyse kutsallaştırılır. Halbuki devlet, iktidar, savaş, ordu sınıflı toplum uygarlığının ürünü olup, mutlak anlamda egemen sömürücü kesimin vazgeçilmez yaşam aygıtlarıdır. Bu araçları proletaryanın eline vermek demek, daha başından kendini onlara benzetmeye karar vermek demektir.”[1]
Fazlasıyla Bakunin’in yaklaşımına benziyor. Proletarya diktatörlüğü sorununu ele alacağız; ama “devlet, iktidar, savaş, ordu”nun hem de “mutlak anlamda egemen sömürücü ‘kesim’in vazgeçilmez yaşam aygıtları” olduğu genellemesi Rojava Devrimi’ne uygulanırsa ne denecektir? “Devlet”se devlet, “iktidar”sa iktidar –bunlar Rojava’nın gerçekleridir. Ve “savaş” –Rojava kantonları kuruldu kurulalı savaşmaktadırlar, başından itibaren savaş içinde oluşmuşlardır. Hele “ordu.” Rojava ordusuz, yani YPG olmadan düşünülebilir mi?
Rojava’nın bu dört gerçeği, evet, şüphesiz, sınıflı toplumun ürünleridir; ama DM yazarları bunlardan hangilerini “egemen sömürücü kesimin yaşam aygıtları” saydıklarını açıklamalıdırlar. TEV-DEM ve PYD mi, YPG mi, demokratik halk iktidarı ve devleti mi –hangisi?
Ve toplumsal değil ama “siyasal devrim ve sonrasına ilişkin tezleri” dolayısıyla Marksizme yöneltilen “hiyerarşik ve devletçi” karakter taşıma suçlaması, Rojova Devrimi bir siyasal devrim ve PYD ile YPG astı-üstüyle düpedüz hiyerarşik örgütler olduklarına göre, aynı zamanda Rojava ve yönetici partisiyle ordusuna da mı yöneliktir? Yoksa başkanı, yürütme komitesi ve sair organlarıyla PYD ve üst ve her kademeden komutan ve subaylarıyla YPG’nin “hiyerarşik” olmadıkları ileri sürüldüğünde hiyerarşik örgütler olmaktan çıkacakları mı düşünülmektedir? Hiyerarşi, en başta emir-komuta zinciri ve ona uygun işlerliğe sahip olma demektir. Gerek PYD gerekse YPG’nin hiyerarşik değil, ama emir-komuta mekanizmasına sahip olmayan ve her kafadan başka bir sesin çıktığı anarşist nitelikli örgütler olduğu mu ileri sürülecektir?
Zorlamak gereksizdir; devlet ve iktidarın mutlaka sömürücü sınıflara özgü olması gerekmez; onların devleti olabilecekleri gibi iktidarı almaya ve egemen sınıf olarak örgütlenmeye cesaret edip güç yetirebilen sömürülen sınıflar da kendi devletlerine sahip olabilirler. Bu onları devrimci olmaktan çıkarıp sömürücü ve zalim yapmayacağı gibi, önlerine kapitalizme karşı mücadeleyi koymaları koşuluyla, bürokrasiyi giderek etkisizleştirmeyi ve bütün halkın silahlanmasına dayanarak militarizm tehlikesini savuşturmayı başarmaları, zor olsa bile, olanaksız değildir.
ATİNA, DEVLET BİÇİMİ VE DEMOKRASİ
Yeniden geçen sayımızda verilen pasaja dönersek…
Pasaj şöyleydi: “Proletaryanın diktatörlüksüz ve devletsiz yaşayamayacağına kendilerini o denli inandırmışlardır ki, proleter demokrasi kavramını bile diktatörlük ve devlet biçimi olarak tanımlamaktan geri durmamışlardır. Demokrasiyi bir diktatörlük ve devlet biçimi saymışlardır. Kategorik yanlışlık buradadır. Tarihten de biliyoruz ki, demokrasi ne bir diktatörlüktür ne de devlet biçimidir. Tersine hem diktatörlük hem de devlet karşıtı veya alternatifi olan bir toplumsal yönetim biçimidir. Demokratik toplum, devletin veya diktatörlüğün olmadığı, en azından toplumla uzlaşı içinde olduğu yönetim sisteminin adıdır… Tüm tarihsel örnekler (başta Atina demokrasisi), eğer demokrasiden bahsedilecekse, bunun ya devletsiz bir yönetim biçimi olarak vücut bulduğunu ya da tarihsel olarak bunun koşulları oluşmamışsa devletle ilkeli uzlaşı temelinde yönetimi paylaşarak gerçekleştirildiğini kanıtlamaktadır. Proletarya diktatörlüğü ve ‘sosyalist devlet’ kavram olarak da yanlıştır. Ontolojik olarak devlet sadece ve sadece güç ve sömürü tekelini ellerinde bulunduran sınıf ve elit tabakalara özgü bir olgudur… Emekçiler, ezilenler ve sömürülenlerin böylesi bir araçla hem zihnen teorik olarak hem de pratik araçsal olarak ilişkisi olamaz.”[2]
Pasaj, tartışmasız biçimde proletarya diktatörlüğünü suçlamakta ve alternatif olarak karşısına koyduğu “demokratik toplum”u savunmaktadır. Yine tartışmasız ki, proletarya diktatörlüğü reddedilirken, alternatifi olarak gösterilen “demokratik toplum”, devletin, aynı anlama gelmek üzere “diktatörlüğün olmadığı” ya da olsa bile “en azından toplumla uzlaşı içinde olduğu” sistem olarak benimsenmektedir. Reddedilen proletaryanın devleti (ya da diktatörlüğü), onun yerine istenen devletsizlik, ama bu olmazsa “toplumla uzlaşı içinde olma” şartıyla kabullenilen mevcut burjuva devlettir. Devletsizlik laf olsun diye dile getirilmektedir, çünkü maddi toplumsal koşulları oluşup sönünceye kadar olacak dua değildir. Dolayısıyla tercih, proletaryanın değil, burjuvazinin devletinden yana yapılmaktadır!
Herhalde hiç verilmemesi gereken, çünkü yazarını çürüten Atina örneğiyle açılırsa… Tarihsel örnek olarak Atina, evet, “eğer demokrasiden bahsedilecekse” (bu şerh gereklidir, çünkü Atina’nın tiranlıkla yönetildiği dönemler de olmuştur), birincisi, tarih öncesi yabanıllık ve barbarlık çağları bir yana Atina devletsiz olmamış ve MÖ 8. yy’ın sonunda başında bir yıllığına seçilen askeri önderler olan Bazileusların bulunduğu askeri demokrasinin yerini soyluluğun oligarşik egemenliği almıştır. İkincisi, Atina dendiğinde, akla, devlet, MÖ 5. yy.’ın başıyla birlikteyse demokrasi gelir, ancak bu yüzyılda artık nüfusunun 1/3’ünden çoğunu köleler oluşturmaktadır. Ve üçüncüsü, Tiran Pesistratos’un ölümünün ardından ayaklanmayla demokrasiye geçilirken, şefleri soylular haline yozlaşan, kendisiyse tiranlığın dayanağına dönüşen kan bağına dayalı eski klan örgütlenmesinin yerini coğrafi esasa göre (ilçe örgütleri türünden) örgütlenme aldı[3] ki, Engels, bunu her devletin temel bir özelliği olarak saymıştır[4], ve bu, demokrasinin, tasfiye ettiği eski klan örgütlenmesi ve değerlerine özgü olmayıp tersine çeliştiğinin kanıtıdır. Beşincisi, borçlarını ödeyemeyenlerin köleleştirildiği Solon öncesi ayrıcalıklı soylular, çiftçiler ve küçük zanaatçılar halindeki bölünme, sonradan dışarıdan köle getirilmesiyle Atina nüfusunun yarısından fazlasını oluşturan köleler ve özgür yurttaşlar arasındaki bölünmeyi kapsayarak gelişti. Ve demokrasi, şehirli erkeklerin oyuna dayanıyor, Atinalı olmayanlarla köleler demokrasi kapsamı dışında kalıyorlardı; kadınlarla birlikte oy ve söz hakları yoktu.
Pasajımıza dönersek; iddia, “demokrasi ne bir diktatörlüktür ne de devlet biçimidir” şeklindedir. Ancak Atina demokrasisi, “ya devletsiz… ya da devletle ilkeli uzlaşı temelinde yönetimi paylaşarak gerçekleştirildiği” biçimindeki formülün ilk bölümüne uymadığı gibi, “ilkeli uzlaşma temelinde” olacağı bildirilen ikinci bölümüne de hiç mi hiç uygun değildir! Formüldeki “ilkeli uzlaşma” şartı doğru kabul edilecek olursa, bedeli, kölelerin devletle uzlaşarak yönetime katılmaları olması gerekecektir ki, kölelerin de varolduğu hiçbir demokraside, ölmeleri ya da diri kalmaları köleci efendilerin iki dudağının ucundayken, daima sömürülen ve ezilen sınıfı oluşturmuş olan köleler, kölecilerle bir arada devlet yönetmemiş, Atina’da demokrasi hiçbir zaman hem köle sahipleri hem de köleler bakımından eşit ölçüde geçerli olmamıştır. Köle sahipleri ve özgür yurttaşlar için olan demokrasi, Atina’da, hiçbir demokratik siyasal hakka sahip olmayan köleleri baskı altında tutup isyan ettiklerinde ezmek için bir diktatörlük olmuştur. Bu birincisidir. İkincisiyse; “tarihsel örnekler (başta Atina demokrasisi)”, demokrasinin devletsiz olmadığını, tersine, Atina’da su götürmez şekilde, devletli olmakla kalmayıp açık biçimde –bir dönem oligarşik biçimiyle bir tiranlık olan– köleci devletin biçimi olduğunu ortaya koymaktadır. Köleci devlet, tiranlık biçimini olduğu kadar demokratik biçimi de alabilmiş, iki biçim de, köleler söz konusu olduğunda, kan, zulüm ve ölüm ifade eden köleci baskı ve zorbalık olagelmiştir.
Atina’da olduğu gibi, bütün diğer örneklerinde de, “demokratik toplum” olarak tanımlanan ve farklı tarihsel dönemlerde köleci, feodal ve burjuva niteliğiyle tanık olunan demokrasi, hiçbir koşulda “devletin veya diktatörlüğün olmadığı, en azından toplumla uzlaşı içinde olduğu yönetim sistemi” olarak “herkes için demokrasi” olmamış, ama genel kural olarak egemen sömürücü sınıflar için demokrasiyken, sömürülen sınıflar aynı zamanda ezilenleri oluşturmuş ve kan dökücü-terörcü biçimlerin yanı sıra demokratik biçimler de almış olan köleci, feodal ya da burjuva devletler, köleler, serfler ve işçi sınıfıyla sömürülen yığınlar için diktatörlükten başka bir şey olmamıştır.
Marksizme “demokrasiyi bir diktatörlük ve devlet biçimi saydılar” suçlaması yönelten DM yazarlarını boşa düşürüp demokrasinin hem bir devlet biçimi hem de diktatörlük olduğunu kanıtlayarak, sadece köle sahipleri için demokrasi, köleler için ise diktatörlük olan köleci Atina demokrasisi ve köleleri bir yana; kadın, sadece Atina’da “devletle uzlaşıp” yönetime katılamamış olmakla kalmamış, modern çağın en gelişkin demokrasilerinde de, yüzyıllar sonra ve ancak 20. yy’da, İngiltere’de 1918’de, ABD’de 1920’de ve İsviçre’deyse ancak ve ancak 1971’de oy hakkına sahip olabilmiştir!
Eğer demokrasilerin bir devlet ve diktatörlük biçimi olmadıkları iddia edilmeye devam edilecekse, Atina ya da bir başka demokratik diktatörlük koşullarında, köleler, serfler ya da işçi sınıfının baskı ve zor altında olmayıp eşit demokratik haklardan yararlanabildikleri ve sömürücü sınıflarla birlikte devlet yönetimine katılabildiklerinin tek bir örneği gösterilmelidir!
ARAÇ OLARAK PROLETARYA DİKTATÖRLÜĞÜ
Marx’ın Weydemeyer’e mektubunu vermiş ve görmüştük ki, Marx’ın “benim yeni olarak yaptığım” dediği üçüncü “şey”, en az ilk ikisi kadar önemlidir: Proletarya diktatörlüğü, “bütün sınıfların ortadan kaldırılmasına ve sınıfsız bir topluma geçişten başka bir şey” değildir ve sınıf mücadelesi zorunlu olarak proletarya diktatörlüğüne götürmektedir.[5]
1 nolu dipnotta “Marksist kuramın siyasal devrim ve sonrasına ilişkin tezleri… hiyerarşik ve devletçi karakter taşır. Savaş, proletarya diktatörlüğü, devletçilik kavram olarak neredeyse kutsallaştırılır” dediğini aktardığımız DM yazarı bir noktada haklıdır; çünkü yakın geçmişi hiyerarşik yapısını ve devleti zorunlu kılan maddi toplumsal koşullarıyla kapitalist toplum değilmiş gibi, iktidarın alınmasının ertesi günü, sihirli değnek değmişçesine, hiyerarşisiz ve devletsiz toplumsal örgütlenmeye olanak verecek maddi koşullar bir çırpıda oluşacak değildir.[6] Ancak “kutsallaştırma”ya gelince, bu doğru değildir. Savaşın kutsallaştırıcıları vardır, aralarında yazar da olabilir, ama Marksistler değillerdir. Devletin kutsallaştırılmasına gelince, tartışmıştık, Marksistler devlete karşıdırlar, devletin varlığını sürdürmesini onunla uzlaşıp bir arada yaşamayı öngören DM yazarları savunmaktadır; kutsallaştırmaysa, kutsallaştırma budur! Marksistlerin bir devlet biçimi olarak proletarya diktatörlüğünün de kutsallaştırılmasıyla bir ilgileri olamaz, yoktur; göreceğiz, onun devlet olmaktan çıkmakta olan bir “devlet olmayan devlet” olarak söneceğini bilirler.
“Karşılıklı rızaya dayanan bir uzlaşmaya vararak devlet ve iktidarı tanıma” tutumunu benimseyip burjuva bürokratik militarist aygıt kırılıp parçalanarak iktidarın alınmasına karşı çıkan DM yazarlarıysa, bu tutumun devamı olarak, devletin burjuvazinin elinde bir silah olarak kalması yanlısı olduklarından, Ekim Devrimi ve sosyalist inşa dönemini burjuva ağzıyla karalayarak, işçi sınıfının parçaladıktan sonra yenileyerek bu silahı kendisinin kuşanmasına da karşı çıkıyorlar. Burjuva devletten farklı nitelikte, artık kapitalizmden komünizme geçiş döneminin, kelimenin gerçek anlamıyla bir devlet olmaktan çıkmış, sönümlenme yolundaki yarı-devleti olarak proletarya diktatörlüğünün kurulmasını öngördüğü için Marksizmi suçlayarak, şunları yazıyorlar:
“Bir iktidar aygıtı olarak devletin politik mücadelede bir araç olarak kullanılabileceği fikri, Marksizm açısından bir handikap olmuştur. Çünkü devletin sönümlenmesi gerektiği kabul edilmesine rağmen onun politik mücadelenin hedefi olarak önüne koyduğu ve elde etmeye yöneldiği bir yapı olarak görünmesi zaman içinde aracın amaçsallaştırılmasına yol açmıştır… devleti ele geçirerek sönümlendirme yaklaşımının bir paradoks içerdiğini belirtmek gerekiyor. Çünkü ortadan kaldırılması gereken bir olguyu onu kullanarak ortadan kaldırmak eşyanın tabiatına aykırıdır… Bu yaklaşım, aynı zamanda, Marksizm ile demokrasi arasındaki ilişkiyi de sorunlu hale getirmektedir… Marx ve Engels’in bilimsel sosyalizmde devlet ve iktidarı temel sosyalist inşa araçları olarak öngörmeleri politika ve özgürlük, sosyalizm ve özgürlük arasındaki ilişkiye zarar vermiştir denebilir… Doğası gereği düzenleyici, disipline edici bir rol oynayan devleti, sosyalist ekonomiyi kurumsallaştırmada bir araç olarak kullanma yanılgısı… Merkezi ekonomik planlamalar, yaygın bürokrasi, gücün Sovyetler yerine onun tepesine çöreklenmiş iktidar odaklarının elinde toplanması, iktidar savaşları, güvenlik ve kapitalist devlet aygıtlarının etkilerine karşı tedbir adı altında gerçekleştirilen baskıcı otoriter uygulamalar; Sovyetleri tipik bir kapitalist devlet aygıtına dönüştürmekle yetinmemiş, sosyalizmin özünü oluşturan demokrasinin ve komünalitenin, yani toplumun iktidar ve devlet dışında doğrudan kendi kendini yönettiği bütün süreç ve pratiklerin katledilmesine yol açmıştır… devletin politik ekonomik işlevinin hangi ad ve etiketle olursa olsun son tahlilde egemen sınıfın politik çıkarlarını sağlamak olduğu göz ardı edilmiştir.”[7]
Her şeyden önce, sosyalizmin toplumsal gelişmenin varacağı yer ve insanın geleceği olarak kavranmayıp geçmişte aranmasına son verilerek, “sosyalizmin özünü demokrasi ve komünalitenin oluşturduğu” tezini bir yana bırakmak, geleceğe bakmak ve yok olan değil serpilip gelişen güçlere dayanmak şarttır. Ne denli övülesi komünal, dayanışmacı değerleri olmuş olursa olsun, çözülüp dağılmış ve yerini sınıflar ve sömürüye dayanan toplumsal yapılara terk ederek yok olmuş geçmişe takılıp kalmak, bu yok olanı üstelik tek toplum sayıp, devlet sorununu buradan anlayıp anlatmaya çalışmak beyhudedir.
İkinci olarak, devletin sadece politik mücadelede ve “ekonomiyi kurumsallaştırma”da değil, başta maddi teknik temeli olmak üzere sosyalist inşanın kültürel, eğitsel, hukuki, ideolojik vb.. tüm alanlarında örgütleyici araç olarak kullanılması “handikap”ları olan seçeneklerden biri değil, ama komünizme götürecek tek yoldur. Ve üstelik, bir kez burjuvazi devrilip kurulduktan sonra, proletarya diktatörlüğünün başlıca işlevi örgütleyiciliğidir ve bu örgütlendiricilik olmadan sınıfsız topluma varılamaz. Komünizme kendiliğinden, anarşizan örgütsüzlük ve dağınıklık koşullarında gidilecek değildir, işçi sınıfı, örgütlü olduğu yönetici partisi ve devleti başta olmak üzere, özel ve kitlesel tüm örgütleri aracılığıyla Komünarların yapmaya giriştiklerini tamamlayarak “geleceği fethedecek” ve kendisinin efendisi olacaktır. Komünizme varma amacı bulunmayan, henüz sadece eşit siyasal haklar peşinde olunan Rojava’ya değinmiştik; örgütsüz mü ilerleniyor, kutsallaştırılmakla suçlanan savaş partisiz ve devletsiz mi yürütülüyor? Eşit haklar mücadelesinde partisiz ve devletsiz edilemiyorsa, sınıfsız topluma varma mücadelesinde nasıl edilecek?[8]
Üçüncü olarak, amaçsallaştırılırmış, merak buyrulmasın, öyle tasarlayanlar çıkabilir, ama bir yere kadardır, nesnelliğin gücü, eninde sonunda önleyici tasarıların üstesinden gelir. Rusya örneğinde olduğu gibi, bürokratlaşma vb. türü eğilimlerle karşılaşılmayacak değildir, hatta bu kaçınılmazdır, yapılacak şey, bu öngörülmesi gerekli tehdit karşısında uyanık olmakla kalmayıp bürokrasiye karşı sürekli bir mücadele yürütmektir. Üstelik “bürokrasi, gücün iktidar odaklarının elinde toplanması, iktidar savaşları, güvenlik ve tedbir adı altında gerçekleştirilen baskıcı otoriter uygulamalar” vb. korkuluk olarak sallanıp, boşuna devlet aygıtı parçalanıp kırılarak proletarya diktatörlüğüyle sınıfsız, sınırsız, savaşsız toplumun kurulması mücadelesinin önü kesilmeye çalışılmasın. Bu sayılanlar, evet, komünizme yönelik mücadele için bir tehdittir, ama tümü kapitalizmden yadigardır ve tümü kapitalizmden kaynaklanmaktadır ve onun ürünüdür. O nedenle, bu tehditler ileri sürülüp burjuvazinin egemenliğine son verilmesi ve sınıfsız topluma yönelik mücadeleden vaz geçilerek, uzlaşıp tanıyarak ya da tanımadan mevcut sermaye egemenliği koşullarına rıza gösterilmesi çabası da temelsizdir. Sayılan hastalıklar proletarya diktatörlüğü ve sosyalizmin değil, kapitalizmin hastalıklarıdır ve Marksistler, sömürülenlerin, tümünün kaynağı olan sermayenin egemenliğiyle birlikte zaten onun bu ve benzeri olumsuz sonuçlarından kurtulması için proletarya diktatörlüğü altında sınıf mücadelesinin sürdürülmesi gerektiğini savunuyorlar.
Sadece merkezi ekonomik planlar farklıdır. Merkezi planlar, sosyalizme özgüdür ve onun ihtiyacıdır; çünkü halkın ihtiyaçlarının giderek daha ileriden karşılanacağı sosyalist üretim ve onun ağır sanayie öncelik verilmesi, israfa yer bırakmayan dengeli bir ekonomi türünden gereklerinin yerine getirilmesi için şarttır. Plan ihtiyacı, hızla toplumsallaşan üretici güçlerin üretim araçlarının kapitalist özel mülkiyetiyle çelişerek ve sosyalizmin kaçınılmazlığını kanıtlayarak, kapitalistleri, kapitalizm koşullarında olabildiği kadarıyla, üretici güçlerin toplumsal niteliklerini tanımaya ve dolayısıyla kolektif kapitalizme ve planlamaya zorladığını göstermektedir. Tekel ve tekelci devlet kapitalizmi, hem tek tek fabrikalarda örgütlü bireysel kapitalistlerden daha ötesidir, hem de tek başına bir tekelin bile neredeyse koca bir kapitalist ülke kadar üretimiyle kuşkusuz planlanmış bir üretim ve dağıtım örgütüne dönüşmesidir.[9]
Dördüncü olarak, devlet olmaktan çıkarılmış devletin araç olarak kullanılması olarak proletarya diktatörlüğünün “Marksizm ile demokrasi arasındaki ilişkiyi de sorunlu hale getirmesi” ve “sosyalizm ve özgürlük arasındaki ilişkiye zarar vermesi” iddiası, üzerinde durulan sorunlu “herkes için” demokrasi kavrayışının ürünüdür ve doğru değildir. “Reel sosyalizm” denen, artık sosyalizm olmaktan çıkmış modern revizyonizmin egemenlik döneminde tıpkı sıradan kapitalist ülkelerdeki gibi demokrasi ve özgürlük arayışının baş göstermesini, sosyalist inşa dönemine yayıp, bu dönemi de kapsar haliyle “sosyalizmle demokrasi ve özgürlük arasındaki ilişkinin bozukluğu” olarak sunmaksa sosyalizmi kapitalizmden ayırt edememekle ilişkilidir.
Demokrasi, belirtildiği gibi, herkes için değildir. Demokratik olmayan diğer biçimler gibi, demokrasi de bir devlet biçimidir ve köleci devletler köle sahipleri için demokrasiyken köleler içinse bir diktatörlüktür. Feodal ve kapitalist devletler de böyledir ve sosyalist devlet olarak proletarya diktatörlüğünün de herkes için demokrasi olmayıp bazıları için demokrasi bazıları içinse diktatörlük olmaması için bir neden yoktur. Tek farkla ki, köleci, feodal ve kapitalist devletler sömürücü sınıflar için demokrasi, sömürülen sınıflar için diktatörlükken, çeşitli farklı biçimler alabilecek olan proletarya diktatörlüğünde tersinedir; o, işçi sınıfı ve diğer sömürülen sınıflar için demokrasi, burjuvazi (ve büyük toprak sahipleri) için bir diktatörlüktür. Burada, burjuva propagandanın ileri süregeldiği şekliyle demokrasiyle diktatörlüğü birbirlerine karşıt olgular/kavramlar olarak anlayan Öcalan’ın Marksizme yönelik olarak yaptığı “proleter demokrasi kavramını bile diktatörlük ve devlet biçimi olarak tanımlamaktan geri durmamışlardır” eleştirisinin –bir madalyonun iki yüzü olan– demokrasi ile diktatörlük konusundaki kavrayışsızlığın ürünü olduğu ortaya çıkar. Proleter demokrasisi, proletarya diktatörlüğünün bir biçimidir. Lenin’in dediği gibi: “Burjuva devlet biçimleri son derece çeşitlidirler, ama özleri birdir: Bütün bu devletler, son çözümlemede, şu ya da bu biçimde, ama zorunlu olarak, bir burjuva diktatörlüğüdür. Elbette kapitalizmden komünizme geçiş de, siyasal biçimler bakımından büyük bir bolluk ve geniş bir çeşitlilik göstermekten geri kalamaz; ama hepsinin özü, zorunlu olarak bir olacaktır: Proletarya diktatörlüğü.”[10]
Dolayısıyla beşinci olarak, Marksizmin devlet ve proletarya diktatörlüğü öğretisiyle ilgili ileri sürülen, “devletin işlevinin hangi ad ve etiketle olursa olsun son tahlilde egemen sınıfın politik çıkarlarını sağlamak olduğu göz ardı edilmiştir” şeklindeki eleştiri, doğru değildir; göz ardı edilen bir şey yoktur, çünkü sosyalizmin egemen sınıfı işçi sınıfıdır ve proletarya diktatörlüğü, evet, işçi sınıfının politik ve ekonomik çıkarlarını sağlamak içindir!
Özgürlük ise devletin her hangi bir türüyle bağdaşmaz, kimin devleti olursa olsun, devletin olduğu yerde özgürlüksüzlük zaten vardır ve o nedenle devletle özgürlük kavramlarını yan yana getiren bütün formüller sahtedir.[11]
PROLETERYA DİKTATÖRLÜĞÜ NEDEN GEREKLİ?
Peki, proletarya diktatörlüğü niçin gereklidir?
Öcalan’ın “Proletaryanın diktatörlüksüz ve devletsiz yaşayamayacağına kendilerini o denli inandırmışlardır ki…” derken ileri sürdüğü gibi, bir inanç sorunu mudur? Yoksa “burjuvaziden esinlenerek, ‘onların diktatörlüğü varsa neden proletaryanın da diktatörlüğü olmasın’ denilerek kaba bir analoji yapıl”arak[12] mı proletarya diktatörlüğü öğretisi ileri sürülmüştür?
Tabii ki, ne proletaryanın devletsiz yaşayamayacağına dair inanç, ne de bir kıskançlık sorunudur. Proletarya diktatörlüğü, sınıfların ve sömürünün ortadan kaldırılmasına yönelik komünist toplum yürüyüşünde işçi sınıfına gerekli olmasının yanında, maddi toplumsal koşulları oluşmadan devletin ortadan kalkması olanaksızlığı nedeniyle, ortadan kaldırılmak yerine sönünceye kadar varlığını sürdürecektir.
Marx, anarşistlerle alay ederek şunları söylemiştir: “… Eğer işçi sınıfının siyasal savaşımı devrimci biçimlere bürünürse, eğer burjuvazinin diktatörlüğü yerine, işçiler kendi devrimci diktatörlüklerini kurarlarsa, ilkelere karşı korkunç bir suç işlemiş olurlar; çünkü, silahları bırakmak ve devleti ortadan kaldırmak yerine, günlük sefil ve kaba gereksinimlerini karşılamak ve burjuvazinin direncini kırmak için, devlete devrimci ve geçici bir biçim verirler.”[13]
Alay bir yana, demek ki, işçilere kendi devrimci diktatörlükleri, 1) sömürüye dayanmayan kendi zorunlu günlük ihtiyaçlarını karşılamak, öyleyse devletin de söneceği sınıfsız topluma ulaşmak üzere kapitalizmin kalıntılarıyla birlikte tüm sömürü ilişkilerinin tasfiyesi ve sosyalizmin inşasını sürekli kılmak ve 2) kapitalizmi geri getirmek isteyecek burjuvazinin direncini kırmak için gereklidir.
“Paris Komününe bakınız, Paris Komünü, proletarya diktatörlüğü idi”[14] diyen Engels, işçi sınıfının, yenilmek istemiyorsa, burjuvazi üzerindeki egemenliğini sürdürmek zorunda olduğunu ekler: “… eğer muzaffer olan taraf, yok yere yenik düşmek istemiyorsa, bu egemenliğini, silahlarının gericiler üzerinde yarattığı terör ile sürdürmelidir. Paris Komünü, silahlı halkın otoritesini burjuvaziye karşı kullanmamış olsaydı, bir gün olsun dayanabilir miydi?”[15]
Uygulanmasından dersler çıkaracak daha uzun zamanı olan Lenin ise, proletarya diktatörlüğüne olan ihtiyacı şöyle özetlemektedir:
“Burjuvazi ancak, eğer proletarya burjuvazinin kaçınılmaz ve umutsuz direnişini bastırmaya, ve bütün emekçi ve sömürülen yığınları yeni bir ekonomik rejim için örgütlemeye yetenekli egemen sınıf durumuna dönüşürse, alaşağı edilebilir.
“Proletaryanın, sömürücülerin direncini bastırmak için olduğu kadar, nüfusun büyük yığınını –köylülük, küçük burjuvazi, yarı-proleterler– sosyalist ekonominin ‘kurulması’ işinde yönetmek için de devlet iktidarına, merkezi bir güç örgütüne, bir zor örgütüne gereksinimi vardır.”[16]
Ve “nüfusun büyük yığını” söz konusu olduğunda, onları “sosyalist ekonominin kurulması işinde yönetmek için” gerekli olan devlet iktidarı, sadece “merkezi güç örgütü” olarak değil, 8 nolu dipnotta Lenin’in belirttiği gibi, daha da çok eğitici ve örgütleyici bir güç/araç olarak gereklidir.
Üstelik kapitalizmden komünizme uzun sürecek geçiş döneminde, bir kez devrildi diye burjuvazinin direnişi bitmeyip tersine güçlenecek ve sınıf mücadelesi sertliğinden kaybetmeden sürecektir ki, bu mücadelede işçi sınıfı silahlarını bırakamaz: “Proletarya diktatörlüğü, yeni sınıfın, daha güçlü bir düşmana karşı, (tek bir ülkede bile olsa) devrilmesiyle, direnme gücü on katı artan ve gücünü yalnızca uluslararası sermayenin gücünden, uluslararası bağlantılarının gücü ve dayanıklılığından değil, aynı zamanda alışkanlık gücünden, küçük-ölçekli üretimin gücünden alan burjuvaziye karşı verdiği en kararlı, en acımasız bir savaş anlamına gelir. Ne yazık ki, küçük-ölçekli üretim hala dünyada yaygın haldedir ve küçük-ölçekli üretim, sürekli olarak, her gün, her saat, kendiliğinden ve yığın halinde kapitalizmi ve burjuvaziyi doğurmaktadır. Bütün bu nedenler, proletarya diktatörlüğünü gerekli kılmaktadır, ve proletaryanın burjuvazi üzerindeki zaferi, kararlılığı, disiplini ve sağlam ve eğilmez bir iradeyi gerektiren, uzun, inatçı, ve kıyasıya bir ölüm-kalım savaşı olmadan olanaklı değildir.”[17]
Ve üstelik daha dış düşmanlar sorunu da vardır. Devletin araç olarak kullanılmasına itiraz edenler ne dediklerini biliyorlar mı? Silahlanmış halk olan güçlü bir ordu ve öyleyse devlet örgütlenmesi olmadan dışarıdan yöneltilebilecek saldırılar karşısında savunma nasıl gerçekleştirilecektir? Kızıl Orduyla proletarya diktatörlüğü olmasaydı SSCB Büyük Anti-faşist Savaş’ta dişinden tırnağına silahlı Hitler faşizmi karşısında kendisini birkaç gün bile savunamazdı. Sosyalizm bir yana, Suriye Kürtleri iktidarı alıp devletleşmeye girişmeden ve en başta YPG olmadan Kobane’den başlayarak IŞİD saldırıları karşısında ne yapabilirlerdi?
DEVLETİN SÖNMESİ SORUNU
Uzatmamak için aktaracağımız iki pasajla yetineceğiz. İlk pasaj Öcalan’ındır ve “devletin sönmesi” sorununu, burjuva devlet mekanizmasının kırılıp parçalanması ve kapitalizmden komünizme uzunca bir geçiş dönemi olmadan, örneğin bugünkü haliyle AB ülkelerinde, kapitalizm koşullarında gerçekleşebilir bir sorun olarak koymaktadır: “… Demokrasinin temel işlevi böylelikle ortaya çıkar. Devleti sınırlayarak, küçülterek, toplum üzerindeki ahtapot misali kollarını kırparak ancak eşitlik ve özgürlük olanaklarını artırabilir. Sonuna doğru ise belki devlet tümüyle gereksizleşerek söner. AB ülkelerinde geç ve çok yavaş da olsa, farkına varılan ve uygulanan bu tarz bir devlet ve demokrasi uygulamasıdır.”[18]
İkinci pasajsa Engels’indir:
“Sınıf karşıtlıkları içinde evrimlenen daha önceki toplumun devlete, yani her durumda, sömürücü sınıfın kendi dış koşullarını sürdürmek, öyleyse özellikle sömürülen sınıfı varolan kölelik biçimi (kölelik, toprak köleliği, ücretlilik) tarafından verilmiş baskı koşulları altında tutmak için kurduğu bir örgüte gereksinmesi vardı. Devlet, tüm toplumun resmi temsilcisi, onun gözle görülür bir kurum biçimindeki bireşimi idi, ama bu, tüm toplumu, zamanı için, kendi başına temsil eden sınıfın devleti olduğu için böyle idi. İlkçağda köle sahibi yurttaşların; Ortaçağda feodal soyluluğun; çağımızda burjuvazinin devleti. Sonunda gerçekten tüm toplumun temsilcisi haline geldiği zaman kendi kendini gereksiz kılar. Baskı altında tutulacak hiçbir toplumsal sınıf kalmayınca; sınıf egemenliği ve üretimdeki güncel anarşi üzerine kurulu bireysel yaşama savaşı ile birlikte, bunlardan doğan çatışma ve aşırılıklar da ortadan kalkınca, artık baskı altında tutulacak hiçbir şey yok demektir ve özel bir baskı iktidarı, bir devlet zorunlu olmaktan çıkar. Devletin gerçekten tüm toplumun temsilcisi olarak göründüğü ilk eylem –üretim araçlarına toplum adına el konması– aynı zamanda onun toplum adına son eylemidir de. Devlet iktidarının toplumsal ilişkilere müdahalesi bir alandan sonra bir başkasında da gereksiz duruma gelir ve sonra kendiliğinden uykuya dalar. Kişilerin hükümeti (government) yerini, şeylerin idaresi (administration) ve üretim işlerinin yönetimine (direction) bırakır. Devlet ‘ilga’ edilmez, söner.”[19]
PROLETARYA DİKTATÖRLÜĞÜ TEORİSİ NASIL GELİŞTİRİLDİ?
YA DA KURGUSAL OLMAYAN MARKSİZM
Önceden görmüştük; Öcalan (ve DM yazarları), Marx’ın ekonomiye yoğunlaşıp devlet konusunu incelemediği, bunun için zamanının olmadığı iddiasındadır. Bu doğru değildir, ancak iddia proletarya diktatörlüğüyle ilgili olarak da sürdürülür: “Karl Marx’ın Paris Komünü (1871) dolayısıyla ancak birkaç kez kavram olarak dile getirdiği proletarya diktatörlüğü teorik açıdan incelenmiş bir konu değildi.”[20] Bu da doğru değildir.
Marx ve Engels, şüphesiz incelemeye dayalı olarak devlet ve proletarya diktatörlüğü teorisini geliştirmişler, ancak bu inceleme ve özellikle öğreti olarak geliştirme süreçleri, kendilerine gelinceye kadar mutlak ide ve hakikate ermişliklerini iddia eden idealist filozoflarınki gibi, bir istiareye yatma ve kurgulamadan ibaret olmamış, tersine, önceki bilgi birikimine bağlandığı kadar, en başta toplumsal siyasal gerçeklerden sonuçlar çıkarmaya dayanmıştır.
Marx ve Engels, 1848 Devrimlerinden önce, Aralık 1847’de yazdıkları, 1848 Şubat’ında yayınlanan “Komünist Manifesto”da, “çok bilmişlik” etmeden, bilimsel olarak söyleyebileceklerini söylerler ve ötesini işçi hareketinin pratiğinin yol göstericiliğine bırakırlar. Ancak Manifesto’da, proletarya diktatörlüğü zorunluluğunun başlıca tezleri olarak, hem burjuvazinin zorla devrilmesi hem de proletaryanın egemen sınıf olarak örgütlenmesi vardır: “Proletaryanın gelişiminin en genel evrelerini betimlerken, mevcut toplum içerisinde az çok üstü örtülü bir biçimde sürüp giden iç savaşı, savaşın açık bir ihtilal olarak patlak verdiği ve burjuvazinin zor yoluyla devrilmesinin proletaryanın egemenliğinin temellerini attığı noktaya dek izledik… Yukarıda gördük ki, işçi sınıfının devrimde atacağı ilk adım, proletaryayı egemen sınıf durumuna getirmek, demokrasi savaşını kazanmaktır. Proletarya, siyasal egemenliğini, tüm sermayeyi burjuvaziden derece derece koparıp almak, bütün üretim araçlarını devletin, yani egemen sınıf olarak örgütlenmiş proletaryanın elinde merkezileştirmek için, ve üretici güçlerin tamamını olabildiğince çabuk artırmak için kullanacaktır.”[21]
Ama bu kadardır, kehanete girişmezler. Henüz proletarya diktatörlüğünden bahsetmemekte ve burjuvazinin devrilmesiyle proletaryanın egemen sınıf olarak örgütlenmesinden söz etmekle yetinerek proletaryanın iktidarı sorununu soyutluğu içinde koymaktadırlar. Lenin, Marx’ın kurguculuktan bütünüyle uzak bilimsel tutumunu, “Proletaryanın bir egemen sınıf olarak örgütlenmesinin hangi somut biçimleri alabileceği, bu örgütlenmenin, demokrasinin en tam, en tutarlı fethiyle hangi belirli biçimde uyuşabileceği sorusuna yanıtı, Marx, ütopyaya düşmeden, yığın hareketi deneyinden bekliyordu”[22] diyerek açıklar.
Marx, “Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire”inde, Fransa’da Şubat ve Haziran 1848 Devrimleri ve III. Napeleon’un 1851 darbesiyle ilerleyen sınıf mücadelelerinin deneyinden çıkardığı sonucu özetleyerek bir adım daha atar; önce “asalak bir ur” olarak “askeri ve bürokratik muazzam örgütü ile, karmaşık ve yapma devlet mekanizması ile …”[23] burjuva devlet makinesinin doğuşu ve yetkinleştirilerek gelişmesi üzerinde durur, ve ardından, proletarya devriminde, o güne kadarki siyasal devrimlerde olduğu gibi eski devlet makinesinin ele geçirilmeyeceğini, ama kırılmasının zorunlu olduğunu açıklar: “Bütün siyasal devrimler, bu makineyi kıracakları yerde, yetkinleştirmekten başka bir şey yapmadılar. Ardarda iktidar uğruna savaşan partiler bu muazzam devlet yapısını ele geçirmeyi, kazananın en birinci ganimeti saydılar.”[24]
Burjuva devlet cihazının kırılması zorunluluğunu koyan 18 Brumaire Mart 1852’de yazılır. Lenin, “Olayların bu akışı, devrimi devlet iktidarına karşı, ‘bütün yıkım güçlerini toplamaya’ zorlar; ona devlet makinesini iyileştirme değil, tersine yıkma, yok etme görevini yükler. Sorunu bu türlü koymaya götüren şey mantıksal tümdengelimler değil, olayların gerçek gelişmesi, 1848-1851 yıllarının yaşanmış deneyidir. Marx’ın tarihsel deney verilerine ne derecede sıkı sıkıya bağlı kaldığı 1852’de, parçalanması gereken bu devlet makinesinin ne ile değiştirileceği somut sorununu henüz koymamış olmasıyla anlaşılır. Deney, tarihin daha sonra, 1871’de gündeme koyacağı bu soruna yanıt vermek için gerekli gereci, o sırada henüz sağlamamıştı.”[25] der.
O önemde proletarya diktatörlüğü kavramı da formüle edilmiştir. Gördüğümüz gibi, Marx, 5 Mart 1852 tarihli Weydemeyer’e mektubunda “yeni olarak yaptığı”nı belirttiği üç şeyden ikisi, “sınıf mücadelesinin zorunlu olarak götüreceği” “geçiş dönemi” saptamasıyla proletarya diktatörlüğü üzerinedir. Ancak hala “geçiş biçimleri” sorunu konmamış, bunun için sınıf mücadelesinin pratiği beklenmektedir. Beklentiyi Komün karşılar. “Marx’ta ütopyacılığın zerresi yoktur; o tepeden tırnağa ‘yeni’ bir toplum tasarlamaz, tepeden tırnağa ‘yeni’ bir toplum türetmez. Hayır, o yalnızca yeni toplumun eskisinin içinden doğuşunu, eski toplumdan yeni topluma geçiş biçimlerini, doğal bir tarih süreci olarak irdeler. Somut proleter yığın hareketi deneyini ele alır ve ondan pratik dersler çıkarmaya çalışır. Marx, Komün ‘okulundan ders alır’ ...”[26]
Ve bu dersler Fransa’da İç Savaş’ta özetlenir. Bu derslere geçmeden, DM’nin övmekle kalmayıp bir yazısına yer verdiği anarşist Daniel Guerin tarafından özetlenen, bu eserin, Komün’den ve kendisinin eleştirilerinden etkilenen Marksizmin devlet öğretisine ters düştüğünü ileri süren –ve DM tarafından haklı bulunan– Bakunin’in iddialarını görelim.
DM’ye yazan Guerin: “Marx’ın en bilinen yapıtlarından biri olan Fransa’da İç Savaş, özgürlükçüler için ilham verici bir metindir. Bakunin’in geniş bir etkisinin bulunduğu Enternasyonal’in imzasıyla yayınlanan bu metinde Marx, 1848’de yazmış olduğu Komünist Manifesto’daki bazı pasajları yeniden ele alır… Bakunin’in eleştirileri üzerine Marx ve Engels 1848’de sahip oldukları aşırı devletçi düşünceleri düzeltme ihtiyacı hissettiler.”[27]
Yazar devam ediyor: “Manifesto’nun 1872 tarihli yeni bir basımı için önsözde 1848 meselesine ilişkin bölümdeki pasajlara ‘pek çok yönden farklı bir ifade’ vermek konusunda hemfikir oldular. ‘İlk kez Şubat Devriminde (1848) ve daha da önemlisi proletaryanın ilk defa politik iktidarı ele geçirdiği Paris Komünü’nde edinilen pratik deneyimi’ kendilerine destek aldılar. Vardıkları sonuç, ‘bu programın bazı ayrıntılarıyla eskimiş olduğu’ idi. Paris Komünü ile özellikle bir şey ispatlandı: ‘İşçi sınıfı basit bir şekilde mevcut devlet mekanizmasını ele geçiremez ve onu kendi amaçları için kullanamaz.’… bu hızlı keskin dönüşte daima Bakunin şüpheciliğinin etkisi vardı. Bakunin komün hakkında şunları yazmıştı: ‘Komün her yerde büyük bir etki bıraktı, buna ayaklanmayla fikirlerinin yanlış olduğu ispatlanan Marksistler de dahildir… gerçek duygularının aksine, Komün programının ve hedeflerinin kendilerinin de programları ve hedefleri olduğunu söylediler… Öyle görünüyor ki Engels, Hague Kongresi’nde (Eylül 1872) Manifesto’daki bazı sayfaların yarattığı kötü izlenimden çekinerek metnin miadını doldurmuş ve artık (Marx ve Engels’in birlikte) terk ettikleri bir belge olduğunu söylüyordu. [Bir diğer Bakuninciden alıntıyla devam ediliyor:] ‘Bu Marx’ın kendi programını Federalistler lehine terk etmiş gibi göründüğü hayret verici ilkesel bir deklarasyondur. [Bir diğeri:] Hiç şüphe yok ki Genel Konsey’e sunulan nutuk bilimsel sosyalizmin sistemi içerisinde kendine yer bulamaz. Fransa’da İç Savaş neredeyse hiç Marksist değildir.”[28]
Anarşizmin kavrayışsızlığı ve bönlüğüyle Marksizm düşmanlığında DM’nin kimler ve nelerden medet umduğu açıkça görünsün düşüncesiyle anarşist tirad uzun tutuldu.
Marx ve Engels’in devletin genel olarak ve bir çırpıda ortadan kaldırılması içerikli anarşist görüşü kabullendiklerini ima eden bu iddialar doğru değildir. Mevcut burjuva devlet mekanizmasının basitçe ele geçirilemeyeceği, ama kırılıp parçalanması gerektiği, az önce gördüğümüz gibi, “Fransa’da İç Savaş”tan çok önce, “18. Brumeire”de konmuş, üstelik kırılan devlet makinesinin ne ile değiştirileceği de, soyutlanarak, proletarya diktatörlüğü olarak açıklanmıştır. Bu, Paris Komünü’yle pratik olarak kanıtlanacaktır ve “İç Savaş”ta Marx’ın kayda geçirdiği bu pratik kanıtlanma olmuştur. “Keskin dönüş”, “Bakunin etkisi”, “Komün’ün Marksistlerin fikirlerinin yanlışlığını ispatlaması”, “Manifesto’nun bazı sayfalarının yarattığı kötü izlenim” ve bundan “çekinme”, “Marx’ın programını Federalistler lehine terk etmiş görünmesi”, “Fransa’da İç Savaş’ın Marksist olmayışı” –bütün bunlar, anarşist hüsnükuruntulardır!
Marx’ın 12 Nisan 1871 günü, yani Komün sırasında Kugelmann’a yazdığı mektup kesin bir kanıttır:
“18 Brumaire’imin son bölümünde, eğer yeniden okursan göreceğin gibi, Fransa’daki gelecek devrim girişiminin, şimdiye değin olduğu gibi, artık bürokratik ve askeri makineyi başka ellere geçirtmeye değil, ama onu yıkmaya dayanacağını belirtiyorum. Kıta üzerindeki gerçekten halkçı her devrimin ilk koşuludur bu. Kahraman Parisli arkadaşlarımızın girişmiş bulundukları şey de, işte budur.”[29]
Anarşist iddialar içinde gerçek olan, sadece, Manifesto’nun 1872’de “bazı ayrıntıları bakımından eskimiş” olmasıdır. 1872 Önsöz’ünde, 1848 Devrimlerinden de önce kaleme alınmış Manifesto’da devlet sorununun “burjuvazinin zor yoluyla devrilmesi” ve “devletin, egemen sınıf olarak örgütlenen proletarya” olarak soyutluğu içinde konuluşunun yetersizliği belirtilmiş ve “Fransa’da İç Savaş”tan alıntı yapılarak, Şubat Devrimi’yle anlaşılmış olan işçi sınıfının kendi amaçları için kullanamayacağı eski burjuva mekanizmanın kırılması zorunluluğunun Komün’le kanıtlandığı belirtilmiştir:
“… İlk kez Şubat Devriminde ve, daha önemlisi, proletaryanın ilk kez iktidarı iki ay boyunca elinde tuttuğu Paris Komününde edinilen pratik deney karşısında, bu program, bazı ayrıntıları bakımından, bugün eskimiş bulunuyor. Komün özellikle bir şeyi, ‘işçi sınıfının mevcut devlet mekanizmasını salt elinde tutmakla onu kendi amaçları için kullanamayacağı’nı tanıtlamıştır.”[30]
Anarşizmin “neredeyse hiç Marksist değil” iddiası bir yana, Fransa’da İç Savaş’ta, Marx, Komün dersleri ışığında, ele geçirilerek olduğu gibi kullanılıp kullanılamayacağı tartışması çoktan eskimiş olan burjuva devlet mekanizmasının yerine neyin konulacağının somut ve pratik açıklamasını yapar.
“28 Martta Komün ilan edildi… 30 Mart’ta Komün, askere almayı ve düzenli orduyu kaldırdı ve tüm sağlam yurttaşların katılacakları Ulusal Muhafızı tek silahlı kuvvet olarak ilan etti”[31] diye başlayan Marx, aynı zamanda tarihin o zamana dek gördüğü en tam ve geniş demokrasi olarak proleter demokrasinin de tanımlanması olan “geçiş biçimi” olarak proletarya diktatörlüğünün aldığı önlemleri sıralayarak, devlet öğretisini somutlayıp geliştirdi:
“… Komünün ilk kararı, sürekli ordunun kaldırılması ve yerine silahlı halkın geçirilmesi oldu.
“Komün, kentin çeşitli ilçelerinden kamu oylamasıyla seçilen belediye meclisi üyelerinden bileşiyordu. Bu üyeler sorumluydular ve her an görevlerinden geri alınabiliyorlardı. Komün üyelerinin çoğu, doğal olarak işçilerden ya da işçi sınıfının ünlü temsilcilerinden oluşuyordu. Komünün parlamenter bir örgüt değil, aynı zamanda hem yürütmeci hem de yasamacı etkin bir örgüt olması gerekiyordu. Polisin siyasal ayrıcalıklarına hemen son verilerek, merkezi hükümetin aleti olmaktan çıkarıldı ve Komünün sorumlu ve her an görevden geri alınabilir bir görevlisi durumuna getirildi. Yönetimin tüm öbür dallarındaki memurlar da aynı duruma dönüştürüldü. Komün üyelerinden en alt düzeydeki görevlilere kadar, bütün kamu hizmetleri karşılığında işçi ücretleri ödenecekti. Yüksek devlet görevlilerinin geleneksel rüşvet ve temsil ödenekleri, bu yüksek görevlilerin kendileriyle birlikte ortadan kalktı. Kamu hizmetleri, merkezi hükümet tarafından korunan kimselerin özel mülkiyeti olmaktan çıktı. Yalnız belediye yönetimi değil, ayrıca o zamana kadar devletin gördüğü bütün işler de Komünün eline geçti… Paris komünü elbette Fransa’nın bütün büyük sanayi merkezlerine örnek hizmeti görecekti. Her ilin kırsal komünleri, ortak işlerini ilin yönetim merkezindeki bir temsilciler meclisi aracıyla yönetecek ve bu il meclisleri de Paris’teki ulusal yetkililer kuruluna kendi temsilcilerini göndereceklerdi; temsilciler her an görevden geri alınabilecek ve seçmenlerinin emredici vekaletleriyle bağlı olacaklardı.”[32]
“Komünal kuruluş, o güne kadar toplumun sırtından geçinen ve onun özgür hareketini kötürümleştiren asalak devlet tarafından emilen tüm güçleri toplumsal gövdeye geri verecekti… Komün, sürekli ordu ve devlet memurculuğu gibi iki büyük gider kaynağını ortadan kaldırarak, bütün burjuva devrimlerin o ucuz hükümet sloganını gerçekleştirdi. Komünün varlığı bile sınıf egemenliğinin, hiç değilse Avrupa’da, olağan yükü ve vazgeçilmez maskesi olan krallığın yokluğunu öngerektiriyordu. Komün cumhuriyete gerçekten demokratik kurumlar temelini sağlıyordu. Ama ne ‘ucuz hükümet” ne de ‘gerçek cumhuriyet’ onun son ereğiydi... Komünün gerçek gizemini onun her şeyden önce bir işçi sınıfı hükümeti, üreticiler sınıfının sahiplenenler sınıfına karşı yürüttüğü savaşımın bir sonucu, en sonu bulunan ve Emek’in iktisadi kurtuluşunun gerçekleşme olanağını sağlayan siyasal biçim alması oluşturur. Bu son koşul olmasaydı, komünal kuruluş bir olanaksızlık ve bir aldatmaca olurdu. Üreticinin siyasal egemenliği onun toplumsal köleliğinin sürdürülmesiyle bağdaşamaz. Öyleyse, Komün, sınıfların varoluşunun, dolayısıyla sınıf egemenliğinin dayandığı iktisadi temelleri ortadan kaldırmak için bir kaldıraç hizmeti görmeliydi.”[33]
Manifesto’dan farklı olarak “devletin hemen ve genel olarak kaldırılmasını” savunduğu imasıyla “Fransa’da İç Savaş”ın, Marx’ın devlet konusundaki düşüncelerini “Federalistler lehine terk etmiş gibi göründüğü ilkesel bir deklarasyon” olduğu şeklindeki anarşist iddia, eserin bütünü bir yana, devletin, proletaryanın egemen sınıf olarak örgütlendiği koşullarda bir süre daha varlığını sürdüreceğine dair şu özel saptamalarıyla zaten boşa çıkarılmaktadır: “Bir merkezi hükümete gene de kalan az sayıda ama önemli görevler, gerçeğe aykırılığı biline biline söylendiği gibi kaldırılmayacak, ancak komünal, yani sıkı sıkıya sorumlu görevliler tarafından yürütüleceklerdi… Eski hükümet iktidarının, salt bastırıcı organlarını kesip atmak önemli olduğu halde, yasal işlevleri topluma karşı bir üstünlük iddiasında bulunan bir otoriteden çekilip alınarak toplumun sorumlu hizmetkarlarına verilecekti.”[34]
BİTİRİRKEN…
Öcalan, etkilendiğini ama özdeşleşmediğini söyleyerek, sosyalizm olduğu anlayışıyla “reel sosyalizm”le ilişkisi içinde PKK’nın gelişimini şöyle anlatır: “PKK’nın inşasına giderken Marksizmin bilimsel sosyalizm çizgisine sadık kalmaya büyük özen gösterdim, gösterdik. Reel sosyalizm olmasaydı, belki de PKK türü bir örgüt oluşmayacaktı. Fakat bu gerçeklik PKK’nın doğuş döneminde tam bir reel sosyalist oluşum olduğunu göstermez. Ondan büyük oranda etkilense de, PKK’nın tüm gerçeği reel sosyalizmle izah edilemez… Halen hatırlıyorum: reel sosyalizmdeki özne-nesne ayrımından ötürü PKK’nın inşası için maddi zemin arıyor, materyalist yorum yapmaya çalışıyordum. Bu arayış olmazsa olmaz türünden bir ilke değerindeydi. Kürtlerde, Kürdistan’da işçi sınıfına benzer olgular vardı. Burjuvalaşma hissediliyordu. Reel boyut için bu olgular yeterli görülüyordu. Ama tam emin olduğumuzu söylemek doğru olmaz. İlke gereği bir kabullenişti bu. Böyle olunca da kendimi, kendimizi tümüyle dogmatik tarzda yaşamın doğal akışına kapatmamış oluyorduk. Bu yanımız giderek açılım gösterecek, farkımızı oluşturacaktı.”[35]
Sosyalizmle ilgisiz söz konusu “reel”likle özdeşleşmemek olumsuzluk sayılamaz; ancak “etkilenme” ile açıklanabilecek hüsnükabuller olsa bile, eskinin işçi sınıfı, sosyalizm ve Marksizm iddia ve söylemlerinden, bayraklarından orak-çekiçlerin çıkarılmasından başlanarak günümüzün Marksizm düşmanlığına kayılması, şüphesiz işçi hareketi ve Marksizmin dünya ölçüsündeki gerilemesi ve etki gücünün azalmasıyla ilişkilidir. Adında “işçi” sözcükleri bulunmasına karşın işçi sınıfına dayanarak örgütlenmeyen ulusal nitelikli bir hareketin, Marksist olmak bir yana, günümüz koşullarında Marksizm ve sosyalizmde ısrar etmesi herhalde zaten beklenemezdi. Ancak daha da ileri gidilmiş; açılan ulus ve ulus devlet tartışmalarıyla sömürgeciliğe karşı bağımsızlık hedefi geri çekilip daraltılarak, “Türkiye ulusu” kapsamında “demokratik ulus” ve yine “demokratik” “konfederalizm”in savunulmasına ve bu yeni hedefin gerçekleştirilmesinin yolu olarak da, uzlaşılarak mevcut devletin tanınıp çerçeve edinilmesine geçilmiştir.
Yanlış anlamaya yer olmamalıdır; biz Kürt sorununun çözümü bakımından bir uzlaşmaya asla karşı değiliz. Karşı olduğumuz, –işçi hareketi ulusal hareketin birliği açısından potansiyel tehlike sayılarak işçi düşmanlığı yapılmasının yanında– bu uzlaşmanın, herhalde devlet katında meşruluğunun sağlanması amacıyla, işçi sınıfına, Marksizme ve özellikle Marksizmin devlet öğretisine saldırı örtüsü altında gerçekleştirilmesidir.
[1] Öcalan, DM, s. 19, sf. 13, abç
[2] Öcalan, DM, s. 19, sf. 18, abç
[3] Solon’dan önce, MÖ 7. yy’da, her aşireti, on iki bölgeye ayıran naukraria’lar kurulmuştu. Sonra bu bölgesel örgütlenme gelişti. Bkz. Engels Ailenin Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni Sol Yayınları. Dijital kopya, sf. 118, abç
[4] “Devlet, eski gentilice örgütlenmeye göre, ilkin, uyruklarının toprağa göre dağılmasıyla belirlenir… Devlet uyruklarının ait oldukları yere göre bu örgütlenmesi bütün devletlerde ortak ve geçerlidir. Bundan dolayı bize doğal görünür, ama bu örgütlenmenin kan bağlarına göre eski örgütlenmenin yerine geçebilmesinden önce, Atina ve Roma’da ne kadar sert e uzun boğuşmaların gerektiğini gördük.” (Age, sf. 175, abç)
[5] Bkz. makalenin geçen sayımızdaki ilk bölümünün 24 nolu dipnotu
[6] Proletaryanın egemen sınıf olarak örgütlendiği kapitalizmden komünizme geçiş ile ilgili olarak Marx şunları yazmıştır: “Burada karşılaştığımız şey, kendine özgü temeller üzerinde gelişmiş olan bir komünist toplum değildir, tersine, kapitalist toplumdan çıkıp geldiği şekliyle bir komünist toplumdur; dolayısıyla, iktisadi, manevi, entelektüel, bütün bakımlardan, bağrından çıktığı eski toplumun damgasını hâlâ taşıyan bir toplumdur.” (Marx-Engels Gotha ve Erfurt Programlarının Eleştirisi Sol Yayınları. Dijital kopya, sf. 29, abç)
[7] Halil Dağ, “Marksizmde İktidar ve Devlet Sorunu”, DM, s. 18, sf. 121-122, abç
[8] Özellikle küçük üreticiler bakımından sınıfların kaldırılmasının hiç de kolay olmadığını söyleyen Lenin, proletarya diktatörlüğünün işlevleriyle ilgili şunları söyler: “Sınıfları ortadan kaldırmak, yalnızca
büyük toprak sahiplerini ve kapitalistleri kovmak değildir –bizde bu, nispeten kolay oldu–, sınıfları ortadan kaldırmak
demek, küçük meta üreticilerini de ortadan kaldırmaktır;
oysa bunlar kovulamaz, ya da ezilemez: bunlarla birlikte
yaşamayı öğrenmek zorundayız. Bunlar, ancak çok uzun,
yavaş ve dikkatli örgütsel çalışma yoluyla değiştirilebilir ve
yeniden eğitilebilirler (ve öyle yapmak da gerekir). Bu küçük
üreticiler, proletaryayı her yandan bir küçük burjuva havası
içine hapsederler, proletaryayı etkilerler, onun bilinçlenmesine engel olurlar; bunlar, proletaryanın saflarında durmadan, karakter yoksunluğu gibi, dağınıklık gibi, bireycilik
gibi, büyük heyecandan umutsuzluğa geçiş gibi küçük-burjuvaziye özgü niteliklerin yer edinmesini sağlarlar. Buna karşı
direnebilmek için, proletaryanın örgütlendirici rolünü (ki bu,
onun başlıca rolüdür) başarıyla ve zafere kadar yerine getirmesini gerektiği gibi sağlayabilmek için, proletaryanın siyasal partisi, kendi saflarında sert bir merkezi yönetim ve disiplin hüküm sürdürmelidir… Proletarya diktatörlüğü, eski toplumun güçlerine ve geleneklerine karşı, kanlı ve kansız,
şiddete başvuran ve barışçı, askeri ve iktisadi, eğitici ve yönetsel, inatçı bir savaşımdır.” (Lenin, Sol Komünizm Bir Çocukluk Hastalığı, Sol Yayınları 7. Baskı.pdf, sf. 36)
[9] Bkz. Engels Anti Duhring Sol Yayınları.pdf, sf. 439-441
[10] Lenin Devlet ve İhtilal Bilim ve Sosyalizm Yayınları.pdf, sf. 46, abç
[11] Bkz. Engels: “… proletaryanın devlete gereksinimi olduğu sürece, o, bunu, özgürlük için değil, hasımlarını alt etmek için kullanacaktır. Ve özgürlükten söz edilmesi olanaklı olduğu gün, devlet, devlet olarak ortadan kalkmış olacaktır.” (Marx-Engels Gotha ve Erfurt Programlarının Eleştirisi Sol Yayınları.pdf, sf. 57, abç)
[12] Öcalan, DM, s. 19, sf. 18, abç
[13] Aktaran Lenin, Devlet ve İhtilal, sf. 71 [Neue Zeit, 1913-1914, 32. yıl, c. L s. 40] , abç
[14] Marx’ın Fransa’da İç Savaş’ına Engels’in Girişi’nden; Marx-Engels Seçme Yapıtlar C. 2 Sol Yayınları.pdf, sf. 226
[15] Engels, Age, sf. 452, abç
[16] Lenin Devlet ve İhtilal Bilim ve Sosyalizm Yayınları.pdf, sf. 37, abç
[17] Lenin Sol Komünizm Bir Çocukluk Hastalığı Sol Yayınları 7. Baskı.pdf. 11-12, abç
[18] Öcalan, DM, s. 19, sf. 16, abç
[19] Engels Anti-Dühring Sol Yayınları.pdf, sf. 443-444, abç
[20] Öcalan, DM, s. 19, sf. 18, abç
[21] Komünist Manifesto, Marx-Engels Seçme Yapıtlar Cilt I Sol Yayınları.pdf içinde, sf. 144 ve 153, abç
[22] Lenin Devlet ve İhtilal Bilim ve Sosyalizm Yayınları.pdf, sf. 51, abç
[23] Marx, Louis Bonaparte-ın 18 Brumaire-i Sol Sayınları.pdf, sf. 129, abç
[24] Age, sf. 130, abç
[25] Lenin Devlet ve İhtilal Bilim ve Sosyalizm Yayınları.pdf, sf. 42, abç
[26] Age, sf. 59, abç
[27] Daniel Guerin, “Özgürlükçü Bir Marx Mümkün mü?”, DM, s. 18, sf. 110, abç
[28] Agy, sf. 111, abç
[29] Marx, Marks-Engels Seçme Yapıtlar, Cilt II Sol Yayınları.pdf, sf. 502, abç
[30] Marx-Engels Seçme Yapıtlar Cilt I Sol Yayınları.pdf, sf. 119, abç
[31] Marx, Fransa-da İç Savaş Sol Yayınları.pdf, sf. 13, abç
[32] Age, sf. 62 ve 63, abç
[33] Age, sf. 65 ve 66, abç
[34] Age, sf. 63-64, abç
[35] Öcalan, DM, s. 19, sf. 9, abç