Yusuf Akdağ
25 Eylül 2017’de yapılacağını Irak Kürt Bölgesel Yönetimi Başkanı Mesut Barzani’nin açıkladığı “Bağımsızlık Referandumu”, Kürtlerin kendi aralarında ortaya çıkanlar da dahil olmak üzere çok taraflı ve yönlü tartışmaların konusu olmayı sürdürüyor. “Bağımsızlık Referandumu”nun yapılması ve bağımsızlık yönünde sonucun çıkmasının Kürtlerin bulundukları ülkelerde aynı doğrultuda eğilim göstermelerini teşvik edeceğini düşünen Türkiye ve İran yönetimleri bundandır ki tehdit dolu açıklamaları artırdı. Bu baskı ve tehditlere, Irak’ta kurduğu “düzen”in sarsılmasını istemeyen ABD’nin tutumu da eklendi. Bu satırlar yazıldığında, referandumun yapılıp yapılmayacağı henüz tümüyle açıklık kazanmamış olmakla birlikte, referandumu engellemeye yönelik güçlerin kalabalıklığı ve oluşturdukları engelin büyüklüğü, yapılmama olasılığını güçlendirici bir etken olarak öne çıkmıştı. Türkiye, İran ve Irak yönetimiyle birlikte ABD’nin karşı çıktıkları referandum üzerine ABD-İngiliz temsilcileriyle görüşmesinin ardından Barzani, 15 Eylül günü yaptığı açıklamada, kendilerine kabul edebilecekleri uygun bir alternatif sunulmadığını belirterek referandumun yapılacağını bir kez daha yinelemesine ve bölge parlamentosunda referandum kararı alınmasına karşın, belirsizlik ortadan kalkmış değildi. Engellenmeyip yapılması durumunda kuvvetle muhtemel sonucun “bağımsızlık” yönünde olacağı ise, denebilir ki tüm taraflar açısından açıklık kazanmıştı. Engelleme çabalarının yoğunlaştırılmasının bununla da bağlantılı olduğu söylenebilir.
REFERANDUMU ENGELLEMEYE YÖNELİK YOĞUN HAREKETLİLİK
Irak Kürdistanı Bölge Yönetimi’nin aldığı “Bağımsızlık Referandumu” kararının pratiğe geçirilmesini engellemek için Türkiye, İran ve Irak yönetimlerinin yanı sıra Amerika Birleşik Devletleri de baskı yapma yolunu seçti. Türkiye, İran ve Irak yönetimleri, “Bağımsızlık Referandumu”na karşıtlıklarını ilan etti. En yoğun tepki ve tehdit ise Türkiye iktidarının sözcüleri tarafından gösterildi. Erdoğan referandumu tanımayacakları yönünde açıklamalarda bulunurken Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu Irak merkezi yönetimiyle “ortak tutum almak” üzere Bağdat’a gitti. Ardından 1979 sonrası süreçte ilk kez bir İran Genelkurmay Başkanı konuyu görüşmek üzere Ankara’ya geldi. Onu, ABD Savunma Bakanı Mattis’in “gezi”si ve görüşmeleri izledi.
Erdoğan iktidarının sözcüleri, “son Türk vatanının bekaası”yla Barzani yönetimindeki Kürdistan bölgesinde 25 Eylül’de yapılacağı açıklanan “Bağımsızlık Referandumu”nu ilişkilendirerek Türkiye’nin devlet sınırları dışındaki bölgeye müdahale gerekçelerini güçlendirme çabalarını yoğunlaştırırdı. TSK yönetimi internet sitesinde, “yurt içerisinde bölücü terör örgütüne (BTÖ) karşı kararlılıkla mücadelesine devam ederken, Fırat Kalkanı Harekât bölgesinde de güvenliğin sağlanması ve bölgede terör nedeniyle göç etmiş halkın geri dönüşüne destek kapsamındaki faaliyetlerini sürdürme”ye devam ettiğini; “TSK tarafından desteklenen ÖSO’nun yoğun ve kararlı mücadelesi sayesinde Azaz-Cerablus arasında bulunan toplam 243 meskûn mahal ve 2.015 km2’lik alan kontrol altına alın”dığını açıklayarak Suriye’de toprak işgalini başarı olarak gösterdi. “PKK / PYD terörist unsurlarının Afrin’den doğuya, Münbiç’ten batıya doğru olabilecek saldırılarını durdurmaya yönelik alınan tedbirlerin uygulanmasına hassasiyetle devam edilmekte” olduğunu ilan etti. Ardından da Suriye sınırına askeri yığınak artırıldı ve Afrin’e yönelik saldırı için hazırlık yapıldığı söylemi yaygınlaştırıldı.
TSK’nın açıklamasının, Tayyip Erdoğan’ın, “sınırımızda bir terör devletinin oluşmasına izin vermeyiz, gözümüzü karartır gerekeni yaparız!” açıklamasının ardından yapılmış olması ve çok sayıdaki uluslararası kuruluş ve devlet tarafından terör çeteleri olarak görülen ÖSO ile birlikte toprak işgalinin bu açıklamada başarılı harekâtlar listesine eklenmesi, devletin “sınır içi” ve dışı yüzyıllık geleneksel Kürt politikasını ana özellikleriyle sürdürdüğünü yeniden ortaya koydu. “Irak’ın kuzeyinden başlayarak Akdenize ulaşan terör devleti kurma girişimlerine hız verilmiştir. 25 Eylül’deki referandum ile Kürdistan’ın provası yapılacaktır. Asla izin verilmemelidir” diyen Bahçeli, Kürt referandumunun “savaş nedeni sayılması”nı isteyerek ülke sınırları dışındaki bir alanda yaşanacak gelişmelere askeri müdahale çağrısında bulundu.[1] “Konu vatandır, konu devlettir, konu milletir. Türkiye çok sayıda düşmanla mücadele etmektedir. Bu mücadelede hükümetin de devletin de elbetteki yanındayız, destekçisiyiz.… Türk İslam nabzının attığı her yer için varız” söylemiyle Bahçeli’nin istediği politikanın daha fazla askerileştirilmesidir. Erdoğan-AKP iktidarının “tek adam”a bağlanmış sözcüleri art arda yaptıkları açıklamalarla Kürtlere, “Bölgede bağımsız bir geleceklerinin olmadığını, olamayacağını” söylemiş oldu. Referandum tarihinin yaklaştığı günlerde ise, ABD’nin DEAŞ’la Mücadele Koalisyonu Özel Temsilcisi Brett McGurk devreye girdi ve Irak Kürt Bölgesel Yönetimi’nin (IKBY) referandumu ertelemesi için alternatifler sunduklarını; bu alternatif üzerinde anlaşılmasını istediklerini belirterek referandumun “riskli bir yol olduğunu” açıkladı. ABD’nin Erbil Başkonsolosluğunda yaptığı açıklamada McGurk, “Barzani ile Birleşmiş Milletler Irak Temsilcisi Jan Kubis ve İngiltere Bağdat Büyükelçisi Frank Baker’in de katıldığı çok tarihi bir görüşme gerçekleştirdik”lerini; toplantıda birçok başlığın ve özellikle 25 Eylül’de yapılması planlanan bağımsızlık referandumunun masaya yatırıldığını; “ABD’nin bu konudaki tavrını kendilerine tekrardan belirterek, böylesi bir süreçte destek verebileceğimiz bir mesele olmadığını” söylediklerini belirtti. Bunun “sadece ABD’nin değil tüm uluslararası koalisyonun tavrı” olduğunu ve “sorunların çözülmesi için Erbil ve Bağdat’ı ciddi bir diyaloğa” teşvik ettiklerini söyledi.[2] McGurk’un açıklamasını takiben Türk ve Irak devlet yöneticileri daha da cesaretli biçimde ve birbiri ardına yeni açıklamalar yaparak referanduma karşı olduklarını, tehditler içeren ifadelerle yineledi. Erdoğan’ın sözcüsü İbrahim Kalın, “Referandumun sonuçları olacaktır” gözdağıyla birlikte, “Erbil, uyarılarımıza kulak kabartmalı, referandum kararından derhal vazgeçmeli ve Irak’ın toprak bütünlüğü içerisinde Erbil ile Bağdat arasındaki sorunların çözümüne yönelik adımların atılması yönündeki çağrımıza uymalıdır” diye devamla, “bir referandum kararının mutlaka ve mutlaka sonuçları olacaktır. Dolayısıyla Erbil’den beklentimiz bu uyarımıza kulak kabartmalarıdır. Kerkük’ün referanduma dahil edilmesi de kabul edilemez. Her türlü adıma karşı olduğumuzu ve sessiz kalmayacağımızı da ifade etmek isteriz” dedi. Dışişleri Bakanı Mevlut Çavuşoğlu ise, “Böyle bir referandumda ısrar ederlerse bunun bir bedeli olur. Türkiye olarak anayasal hakların yerine gelmesi için biz arabuluculuk yapabiliriz. Bugün referandumu erteleyelim, bir sene sonra bize referandum olacağının garantisini verin gibi pazarlıkların içinde olmayız, buna karşıyız” diyerek Kürtlerin siyasal kaderini belirleme iradelerini tanımayacalarını bir kez daha ilan etti. Referandum karşısında Fransa ve Türkiye’nin yaklaşımının örtüştüğünü belirten Çavuşoğlu, referandumun “yanlış bir karar” olduğunu ileri sürerek referandum “Türkler ve Irak için de iyi değil” iddiasında bulundu ve “Böyle bir referandumda ısrar ederlerse bunun bir bedeli olur. Referandumdan geri adım atılır, Kürt Bölgesel Yönetimi’nin Anayasal haklarının yerine gelmesi konusunda da Bağdat’ta da söylediğimiz gibi belki bazı ülkelerle arabuluculuk yapabiliriz. Şu anda zaten bölgede istikrarsızlık, terör gibi sorunlar var. İlave sorun istemiyoruz. Referandum kararından vazgeçilmesi gerekiyor” dedi. Ardından da Tayyip Erdoğan, “22 Eylül günü Barzani ne yapacağımızı görür” diyerek tehdit dozu yüksek bir açıklamayla askeri müdahale işareti verdi. Bir gün öncesinde ise, Genelkurmay eski Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ, twitter hesabından bir açıklama yaparak, TBMM’yi “en kısa zamanda IKBY’nin 25 Eylül’de gerçekleştireceği bağımsızlık referandumuna karşı bir karar alma”ya çağırdı.
Benzer biçimde Irak yönetimi referandumun yapılmasıyla ortaya çıkacak sonucu tanımayacaklarını, referandumdan vazgeçilmesi gerektiğini belirterek buna karşı önlemlerin başlatıldığını ve Kerkük valisinin, referanduma katılma açıklaması nedeniyle görevden alındığını açıkladı. İran Genelkurmay Başkanı Türk “meslekdaşı” ile yeni bir görüme yaptı ve “Haşdi Şabi” yöneticileriyle Türkiye’nin yönlendirdiği “Türkmen Cephesi”nin şefleri referanduma karşı açıklamalarını sürdürdü.
REFERANDUM KARŞITI ‘GÜÇ BİRLİĞİ’
Bölgenin bugünkü durumunu ve Kürt referandumu dolayısıyla yeniden alevlenen tartışmaları, Irak’ın ABD yönetimi ve öncülüğündeki “Koalisyon Güçleri” tarafından işgali sonrasındaki süreçte yaşanan gelişmelerden soyutlamak mümkün değildir. Irak Kürtlerinin “otonomi” şeklindeki siyasal statülerini Irak Kürdistanı Bölgesel Yönetimi şeklinde yeni bir biçime kavuşturmaları bu savaş ve işgal sonrasında ortaya çıkan sonuçlardan biri oldu. Irak Kürdistanı olarak da anılan Kürt bölgesinde, daha 1970’lerden başlayan “Otonom Kürt Yönetimi”nin süreç içinde geçirdiği evrim ya da merkezi Irak yönetimlerinin müdahale, saldırı ve anlaşmaları bozma keyfiyeti gibi ara evreleri bir yana bırakılırsa, emperyalist işgal sonrasında yapılan Anayasa çerçevesinde yeniden -ya da eski otonominin yeni koşullarda daha ileri sayılacak, hatta bir tür ayrı devlet olarak yeni tarzda- şekillendirilmesi, Kürt sorununa dolaysızca muhatap ve “kendi Kürt sorunları”nın çözümsüzlüğü nedeniyle şiddetli sancı içindeki Türkiye, İran ve Suriye yönetimlerinin; ama özellikle de Türkiye gericiliğinin ve Türk şoven-faşist çevrelerinin açmazını daha da derinleştiren bir işlev gördü ve tepkilerinin artmasına yol açtı.
Bölgeye emperyalist Batılı devletlerin askeri müdahalesi, Irak’ın yakılıp yıkılarak parçalanması, ulusal-etnik ve dini-mezhebi çatışmaların körüklenmesi, bir milyondan fazla Iraklının katledilmesi, binlerce yıllın birikimi kültürel varlıkların talan ve tahrip edilmesi, Türkiye’yi yönetenler başta olmak üzere Amerikan işbirlikçisi bölge ülkeleri yönetimlerince desteklenirken, Kürtler’in yaşadıkları ülke ve bölgelerden birinde, bağımlılık ilişkilerini sona erdirmeden uzak biçimleriyle de olsa, resmi ve uluslararası kısmi tanınırlık gösteren bir siyasal statü kazanmaları, gelişmelerin “en kötü, en kabul edilemez ürünü” olarak görülüp karşı çıkıldı. Bu karşı çıkış ama, İran gibi faşist Şah diktatörlüğünün yıkılmasıyla sonuçlanmış ABD karşıtı bir ayaklanmayla “köprüleri atmış” olan bir devletin ABD ve İsrail’e karşı tutumuyla da bağlı politikası ayrı tutulduğunda, Irak yönetimi açısından mutlak mecburiyet, Türkiye açısından ise “kem-küm itirazları” sınırlarında kalma gibi bir özellik gösteriyordu. Irak’ın yeni egemeni Amerikan emperyalizmiydi ve onunla savaş göze alınmadığı sürece, düzenlemelerini “ilga etmek” mümkün değildi. Bundandır ki sürekli söylenmeler-yakınmalar eşliğinde Kürtlerin Barzani-Talabani gibi yöneticileri başta olmak üzere aşağılandığı açıklamalarla, ve daha çok içeride şovenist geleneğin eğittiği yedeklenmiş çevreleri “teskin etmek” üzere, tehdit dozu gelişmelere göre ayarlanmış bir politika izlendi. Ardından da, daha önce “ilkel aşiret ağaları” olarak sözüm ona aşağılananlar, Ankara ve İstanbul’da, kırmızı halılar serilerek ve devlet törenleriyle karşılanmak zorunda kalındı. Amerikancılığın devamı olarak belirli bir boyun eğişle birlikte, yine emperyalist yön vermeyle Türkiye’deki Kürt direnişine karşı kullanmak üzere Barzani yönetimiyle işbirliği, yeni politika olarak belirlendi ve izlendi. Suriye’nin iç savaşa sürüklenmesi sonrasında Suriye’nin kuzey bölgesinde Kobane’den başlayarak Rojava özerk yönetiminin kurulmasıyla Suriye Kürtlerinin kendilerini yönetme yönünde oluşturdukları siyasi yapılanma ise, özellikle Türkiye’yi yönetenlerce “felaket göstergesi” sayıldı. Bugün Kürt sorunu üzerine politik-askeri tutumlarını açıklayan bölge güçleriyle emperyalistlerin soruna yaklaşımları bölgedeki diğer gelişmelerle birlikte artık bu yeni nesnel durum ve gelişmeler üzerinden belirlenmektedir.
Bu durumun bir diğer özelliği de, askeri kuvvet kullanarak sınırlar dışına müdahalenin ivme ve yoğunluk kazanmasıdır. ABD ve Rusya, Fransa, İngiltere, Almanya, Çin gibi büyük emperyalist güçlerin Ortadoğu ve Afrika’nın belirli bölgeleri başta olmak üzere çeşitli bölge ve ülkelerdeki pazar ve etki mücadelesinin kızışması, Türkiye, İran, İsrail, Suudi Arabistan gibi ülkelerin hakim güçleriyle devlet yöneticilerini de aynı doğrultuda politikalar izlemeye isteklendirmekte; fırsat yaratarak ya da bularak, çatlaklardan yararlanarak sızabildikleri yerlere sızmaya, arada daha fırtınalı sorunlar ve bölgeler olması nedeniyle kendilerine karşı yeterince sert tutumlara girişilmeyeceği hesabıyla sağa-sola askeri saldırılarda bulunmaya cesaretlendirmektedir. Türkiye’nin günümüzdeki yöneticileri örneğin pazardan pay istemlerini açıkça dile getirmekte, “ata toprakları” söylemini diri tutmakta, Kürt sorunu temel gerekçe olmak üzere bölgede askeri kuvvet kullanımına başvurmaktadırlar. İran bölgenin çok önemli bir gücü olarak çatışma ve savaş sahasının içindedir. Kürt sorunu Türkiye ve İran’ın bölge politikalarında özel ve özgün bir yer tutuyor. İsrail, ABD ve Batılı emperyalistlerin bölge gücü işleviyle ikide bir Suriye’ye hava bombardımanı düzenlemekte, Filistin topraklarını ilhakı sürdürmektedir. Bu bölgesel güçlerin izledikleri yayılmacı-saldırgan politika, petrol ve doğalgaz zenginlikleri, kara-deniz ve akarsu yolları ve Doğu-Batı ulaşım hatlarının denetimi ya da bu konularda hiç değilse belirli bir düzeyde pay ve söz sahibi olma hedefleriyle bağlıdır.
ERDOĞAN İKTİDARININ REFERANDUM KARŞITI TUTUMU
Türk devletini yönetenlerin, ülke halkını yönetmede zorlandıkları dönemlerde daha da yoğunlaştırmak üzere başvurdukları “iç ve dış düşman” söyleminin en önemli bileşenlerinden biri ve hatta denebilir ki başta geleni Kürt “bölücülüğü” olageldi. Kapitalist gelişmeyle bağlı olarak Kürt uluslaşması, ulusal hak eşitliği talep ve mücadelesinin daha güçlü şekilde ortaya çıkmasına yol açarken, Türk hakim güçlerinin buna karşı tutumu, asimilasyonu da güçlendirmek üzere “bölücülük” suçlaması eşliğinde askeri politikaları yoğunlaştırmak oldu. Yaşam alanları bölünen ve farklı devletlerin sınırları içinde tutularak ulusal birliklerinin doğal seyri içinde gelişmesi engellenenler Kürtler oldukları halde, kapitalizm kaynaklı tarihsel eğilime de uygun olarak ulusal hareketin gelişmesinin “Kürt biçimi”, hakim ulus devletlerini yönetenlerce bölücülük olarak suçlanıp etkisizleştirilmeye ve ezilmeye çalışıldı. Kürtlerin oysa böldükleri ya da bölmeye çalıştıkları başkasına ait bir vatan söz konusu değildi. Yaşadıkları topraklarda kendi ulusal haklarına sahip olmak, başkaca özgür uluslarda olduğu üzere ulusal haklarını kullanmak istiyorlardı. “Bölücülük” suçlaması bu bakımdan dayanaksızdı. Ancak eşit haklar mücadelesi hakim ulus burjuva yönetimleri açısından ilhak edilmiş toprakların ve zenginliklerin elde tutulmasına potansiyel bir tehdit oluşturuyordu. Kürt ulusallığının; Kürt dil-kültür ve anadilde eğitim talepli mücadelenin, siyasal hak eşitliği isteminin “eninde-sonunda ayrı devlet kurmaya götüreceği” varsayımıyla hareket eden burjuva yöneticiler, “bölücülük” suçlamasıyla şovenist etkiyi güçlendirmeye ve askeri ezme politikalarına destek sağlamaya çalıştı. Sorunu, “dış kışkırtma” ile gündeme getirilmiş göstererek daha da ağırlaştırdılar. Şovenist kara propaganda önce, Kürt “kavmi” ve ulusunu tarihte hiç var olmamış gibi göstermeye çalıştı. Sonra, mücadele sonucu Kürtlerin farklı etnik kimliği kabul edildi. Ne var ki, Kürtler bir ulus olmaları gerekçesiyle kolektif ulusal haklar iddiasında ve talebinde bulunmamalıydı. Aksi durumda “bölücülük yapmış olurlardı”. Kürtlerin ulusal hak eşitliği için mücadelesi böylece “Türk milletini bölmeye çalışan dış güçlerin oyunu” olarak gösterilip etkisiz kılınmak istendi. Tarihsel-toplumsal gelişmelerin hem uluslararası alanda hem de Türkiye ve bölge düzeyinde açmazını açık hale getirdiği; geçersiz kıldığı ve ısrarla sürdürülmesi durumunda daha büyük yıkımlara gebe olduğunu gösterdiği bu politika, Kürt ulusal mücadelesinin yükseliş gösterdiği yakın geçmiş dönemde, bazı tavizlerle değiştirilir gibi görünmesine karşın, karakteristik temel özellikleriyle bugün de devam ediyor. Burjuva hakim ulus görüşüne göre, Kürt sorunu ve Kürtlerin ulusal talepleri İngilizler –ve şimdilerde ABD– tarafından “İslam birliğini bozmak için” suni olarak yaratılmıştır! İktidar sözcüleri, Türk emekçi kitlelerini buna inandırmaya; bu doğrultuda yönlendirmeye çalışıyor. Onlarca televizyon kanalında, yüzlerce kitap, dergi ve gazetede; binlerce makalede bu düşünce işleniyor.[3]
Bu politika sadece içeride gelişen Kürt ulusal direnişini ezmek üzere saldırıları yoğunlaştırarak değil, Suriye’de Kürt özerk yaşamının şekillenmesine ve Irak’ta Kürdistan Federe Yönetiminin atacağı adımlara “ayar verme” çabasıyla da birleşerek bölgesel düzeyde Kürt karşıtlığı olarak şekillenmiştir. Kürtlerin yaşadıkları ülke ve bölgenin herhangi bir bölümünde, Irak Kürdistanı’nda olduğu türden, ya da farklı koşullarda kendilerini gerçekten kendi iradeleriyle yönetecek bağımsız siyasal devlet statüsüne kavuşmalarına düşmanca karşıtlık bu politikanın genel karakteristik özelliğidir. Irak Kürdistanı Bölgesel Yönetimi’nin kendi topraklarında ve o toprakların halkına “Bağımsız bir Kürdistan istiyor musunuz, istemiyor musunuz” sorusunu sormasına tahammülsüzlük ve engelleme tutumunu belirleyen bu politikadır.
Uluslararası gelişmelerin yanı sıra bölgenin ve bölge halklarının gösterdiği değişim ve gelişmeyi gözetmeyen, Kürt “davası”nın aşiret toplumu koşullarındaki şekillenişiyle Kürt ulus sorununun kapitalizmin geliştiği koşullardaki şekillenmesinin farklılıklarını görmezden gelen, sorunu salt askeri kuvvetler ve yedeklikleri üzerinden ele alan ve ırkçı-şoven propagandanın yıkıcı ve körleştirici ideolojik etki gücüne iman eden bir politikadır bu. Erdoğan yönetiminin başını çektiği bu politikanın bir diğer belirgin özelliği ve yanı, Kürt sorunu bağlantılı olmakla kalmayıp genel olarak bölgede yayılmacı tarihsel eğilim ve hayallerin Yeni Osmanlıcılık adıyla yeniden ivme kazanmasını içermesidir. “Bölgeye düzen verme” iddiası eşliğinde sürdürülen ve büyük emperyalist güçlere “kafa tutan” söylemle desteklenen bu yayılmacı politika doğrultusunda “ata toprakları” söylemiyle toprak işgali dahil nüfuz oyunlarına girişilmiş, Musul-Kerkük üzerinde hak iddiasıyla Irak’ın içişlerine müdahale edilmiş; Suriye’nin “iç savaş”a sürüklenmesinde özel bir rol üstlenilmiş; Suriye ve Irak’ta savaş kışkırtıcılığı, “ülke çıkarları” söylemiyle örtülmeye çalışılmış, parçalanıp paylaşılacağı varsayımıyla komşu ülkelerin topraklarından pay kapma anlayışıyla hareket edilmiş, emperyalist güçlere özenilerek Irak’ın Başika bölgesinde, Katar ve Sudan’da askeri üsler kurulmuş, Rusya’nın izin vermesiyle “Fırat Kalkanı Operasyonu” adı altında askeri harekât düzenlenerek bölgede kuvvet gösterisine girişilmiş ve Suriye Kürtlerinin özerk yönetimine karşı savaş için hazırlıklar üst düzeye çıkarılmıştır. IŞİD ve diğer “cihad”çı çetelerin güç toplaması ve koordinasyonunda üstlenilen aktif rolün uluslararası alanda büyük tepkiyle karşılanması ve bu çetelerin ideolojik ortak zemine rağmen farklı İslami yorumları dolayısıyla ortaya koydukları vahşetin ağır yükü altında, özellikle de Rusya ve ABD’nin baskısıyla tutum değişikliğine gidilmiş; ancak yayılmacı emellerden vazgeçilmemiştir.
Suriye Kürtlerinin Temmuz 2012’de Kobanê’den başlayarak Suriye’nin kuzeyinde demokratik kantonlar oluşturarak “Özerk bir Kürt siyasal yapılanması”na girişmeleri, Erdoğan iktidarının Kürt politikasının bu muhtevasını bir kez daha açığa çıkardı. İslamcı cihadist çetelerin koordine edilerek silahlandırılması dahil olmak üzere savaşa dolaysızca dahil olmaktan kaçınmayan Erdoğan-AKP yönetimi, işbirlikçi fanatik İslami cihadist çetelerin yönetimindeki “yeni Suriye”nin payanda olarak kullanmayı içeren fetihçi hedefinin yanı sıra Kürt direnişinin kırılması hedefine de sahipti. Rojava kantonlarını yok etme politikası, Türkiye Kürtlerinin ulusal tam hak eşitliği için yürüttükleri mücadelenin püskürtülüp etkisizleştirilmesi açısından da önem taşıyordu. Bunun içindir ki, bir yandan fiili askeri saldırılarla diğer yandan IŞİD ve Nusra çeteleri kullanılarak Rojava özerk bölgesi dağıtılıp-yok edilmek istenirken, bölgedeki gelişmelerden de yararlanarak savaşı içeride daha da şiddetlendiren bir politika öne çıkarıldı.
Ülkenin ve bölgenin kaos ve kargaşa içinde oluşu, bölgede yaşanan savaşın bir tarafı durumuna gelmiş olan Kürtlerin kendi yaşamlarına kendi iradeleriyle yön verme yönündeki mücadelesinin belirli siyasal yapılanmaları içerecek şekilde daha da belirgin biçimler almasını engellemek üzere, Türkiye Kürt kentlerinin tank-top atışlarıyla yıkımına ve 350 bin dolayında olduğu belirtilen kişinin bulundukları yerleri terk etmesine yol açan askeri saldırılara girişildi. Kürtlere karşı politikanın bölgesel boyutlu olması dolayısıyla da içerideki savaşın dışarıdaki yayılmacı-fetihçi militarizmle birbirini beslemesi kaçınılmazdı. “Kuzey Suriye’de terör devleti kurulmasına izin vermeyiz” tehditleri eşliğinde Rojava’ya yönelik top atışlarının yanı sıra “Fırat Kalkanı Operasyonu” aracıyla –bu askeri harekâtın görünür ve ilan edilmiş gerekçesi IŞİD’e karşı savaşa katılma idi– Kürtlere yönelik bu politika pratiğe de geçirildi. Ancak bölgedeki gelişmeler, Rusya ve ABD’nin fiili askeri varlıkları ve Suriye Kürtlerinin IŞİD çetelerine karşı savaşta önemli bir rol üstlenmeleri, Kürtlerin siyasal hak kazanmalarına karşıtlık olarak şekillenen Türk askeri politikasının akamete uğramasına yol açtı. Erdoğan iktidarının Suriye yönetimine ve Kürtlere karşı İslamcı cihadist çeteleri desteklemesi, bu çeteleri Esad yönetimini yıkmak için kullanmakla işe başlayan ABD ve diğer Batılı emperyalistlerin de çıkarlarına uygun düşmekle birlikte, IŞİD’in Irak’taki ABD “düzeni”ne yönelik hamleleri ve Musul’u ele geçirerek büyük bir tehdit haline gelmesiyle birlikte, ABD ve Batılı emperyalistlerin “öncelikleri” sıralamasında değişiklikler zorunlu hale geldi. Bu yeni durum Türkiye’yi yönetenlerin önüne bir engel ve sorun olarak çıktı. “Genişletilmiş Ortadoğu ve Kuzey Afrika Projesi”nin mimarı olarak Amerikan emperyalizmi artık dolaysızca askeri gücüyle “saha”daydı ve onun öncelikleri ve politikalarını aşmaksızın Erdoğan iktidarının yapabileceği ancak ABD’nin belirledikleriyle uyumlu bir politika izlemek olabilirdi. ABD ise, Türk yayılmacı politikasını kendi çıkarlarınca belirlenen bölge politikasına zarar verici olarak görüyordu ve buna, Suriye ve bölge politikası dolayısıyla Rusya’nın oluşturduğu engel eklendi. IŞİD ve diğer bazı İslamist çetelere karşı savaşın en önemli güçlerinden birini oluşturan Kürtlere yönelik saldırıların ileri düzeye çıkarılması, bölgenin artık en önemli “düzen oluşturucu güçleri” konumuna gelmiş bulunan ABD ve Rusya’nın çıkarlarıyla da karşıtlık içermesi nedeniyle onların çizdiği sınırları aşma olanaklarına sahip değildi. Suriye Kürtlerinin mevzi edinmeleri ve Suriye’de siyasal-ulusal haklarını kullanma olanaklarıyla birlikte var olmayı sürdürmeleri yönündeki girişimleriyle bunun somut siyasal biçimlerini oluşturmalarına karşı bu politika devam etmekle birlikte, Esad yönetimine karşıtlığıyla Rusya’nın, Kürt karşıtlığıyla IŞİD’e karşı sahada birlikte savaştıkları ABD’nin çıkarlarıyla karşı karşıya gelen bu politika başarısızlığa mahkumdur.
BASKI POLİTİKASI AYRILMA EĞİLİMİNİ GÜÇLENDİRİYOR
Bölge ülkeleri yönetimleri on yıllar boyunca, Kürt sorunu ve Kürtlerin ulusal mücadelesine karşı, aralarındaki ilişkilerin seyrine bağlı olarak ve belirli durumlarda sorunu birbirine karşı kullanmak üzere istismar etmeyi de içermek üzere, ancak esas olarak bastırma, yok sayma ve ezme politikası izlediler. Kendi devlet sınırları içindeki Kürtlerin ulusal hak eşitliği talebini reddetme hemen tümünün ortak paydası olmakla birlikte Kürtlerin İran ve Irak’taki siyasal statüleriyle Türkiye’deki durumu farklılıklar gösterdi. İran’da örneğin Kürtçe eğitim mümkün olurken Irak’ta 1970’lerden itibaren “Otonom yönetim” ve onunla bağlı siyasal-kültürel çeşitli adımlar atıldı. Türkiye’de ise bu yöndeki her girişim şiddetle bastırıldı. Bu farklı gelişim süreçleri ve atılan adımların farklılığına karşın bugün bu üç ülke yönetimi “Bağımsızlık Referandumu”na karşıtlığında birleşmiş bulunuyor. Buna ABD başta olmak üzere emperyalist Batılı ülkelerin ikili ve ikiyüzlü politikası eşlik etti ve bugün de aynı istismarcı ve iki yüzlü tutum sürdürülüyor.
Bunlar içinde Türk burjuva politikası daha özgün özelliklere sahip olageldi. Türk devlet iktidarının Kürt politikasının karakteristik özelliği Kürtlerin “özerk”, “otonom” ya da “bölgesel özerklik” veya bağımsız bir devlet şeklinde kendi yönetimlerini gerçekleştirmelerinin engellenmesidir. Ayrıca bulundukları devlet içinde diğer uluslarla tam hak eşitliğine dayalı demokratik bir yaşamı tercih edip-etmediklerine hiçbir baskı olmaksızın karar verme hakları tanınmamaktadır. Kürtlerin yaşadıkları topraklarda nasıl bir siyasi statüye sahip olacaklarına karar verme haklarını tanımayan bu politikaların demokratik ve haklı bir yanı yoktur. Kürt referandumu karşısında alınan retçi tutum, Kürtleri boyunduruk altında tutmaya devam etmeyi kendilerine hak gören hakim ulus burjuvazisi ve iktidarlarının çıkarlarını ifade eder. Bu tutum ve politikayı belirleyen güç ilişkilerinin Kürtlerin aleyhine olan durumudur ve Kürtlerin ulusal hak eşitliği temelinde Türk-Arap ve İran halklarıyla birlikte yaşamasını sabote ettiği gibi, günümüzde artık bölgenin fiili gücü durumuna gelmiş bulunan emperyalistlerin sorunu istismar edip kullanmalarına da zemin hazırlamaktadır. Sorunun ulusal tam hak eşitliği temelinde çözümünü güç kullanarak engelleme politikasında ısrar eden bölge ülkeleri devlet-hükümet yöneticileriyle şovenist politik çevreler, sorunun emperyalist istismarının da başlıca sorumluluğunu taşımaktadırlar.
Erdoğan yönetiminin askeri politikasının Kürtlere yönelik hak tanımaz ve sindirmeye ayarlı bu özelliği diğer yandan, Türk şovenizmini ve Kürt ulusçuluğunu güçlendirici işleve sahiptir. Propaganda edildiğinin aksine Kürt ulusal direnişinin duygu ve yönelişini “bitirme” gibi bir güce sahip olmayıp tam tersine bu duygu ve direnci güçlendirici işlev görmektedir. “Bölücü terör” üzerine yürütülen propagandayla hedefe konan Kürtlerin ölüleri dahi saldırılara uğramakta, Aysel Tuğluk’un annesinin cenazesinin mezardan çıkarılarak Dersim’e götürülmek zorunda kalınmasında olduğu üzere, giderek bir arada yaşama olanaksızlığı dayatılır hale getirilmektedir.[4] Bu politika, içeride Türk, Kürt, Arap, Zaza ve diğer ulusal-etnik kökenden emekçilerin, dışarıda bölge ülkeleri halklarının bugünü ve yarınını karartma; onları ulusal-etnik farklılıklar ve mezhepsel temellerde birbirlerine karşı kışkırtma, yıkıcı çatışmaların içine sürükleme potansiyeliyle yüklüdür. Barış sözcüğüyle söylemsel düzeyde dahi karşıtlık gösteren ve bu karşıtlığı içeride barış ve özgürlük talepli mücadeleyi askeri-polisiye kuvvet kullanımı ve ağır zindan yaptırımlarıyla fiiliyata döken bu yayılmacı politika hem içeride hem de ve dışarıda gerginlik, çatışma ve savaş kaynağıdır. Şovenist faşist ideolojik karakterli olup askeri-polisiye operasyonel strateji ve taktiğe bağlanmıştır. Ağır derecede yıkıcı unsurlar barındırmaktadır ve özellikle farklı ulusal-etnik kökenden ve farklı dini inanç kesimleriyle mezheplerden emekçiler arasındaki ilişkileri güvensizlik, bölünme ve kendi burjuva gerici sınıf ve partilerine yedeklenmeye yöneltme yönünde sabote edip dinamitlemektedir.[5]
Türk egemenlerinin Kürt açmazını büyüten ve derinleştiren bu gerici, şovenist ve faşist politikadaki ısrarları devam ettikçe, Kürtlerin Türkler ve diğer ulus ve etnik kökenlerden halklarla bir arada, eşit ulusal haklara sahip olarak ve birlikte yaşama yönündeki duygu ve istemleri tahrip olmakta; ayrılma eğilimi güç kazanmaktadır. Kürtlerin ulusal taleplerine karşı inkarcı ve baskıcı çizginin halklar arasında güven yaratması bir yana, birbirlerinden uzaklaştırıcı rol oynadığı, son on yıllarda daha net bir şekilde açıklık kazanmıştır. İçeride Kürt kentlerinin tank ve toplarla yıkılması ve ardından iktidarın rant kaynağına eklemek üzere TOKİ inşaatçılığıyla yeniden ilhakı, dışarıda Rojava başta olmak üzere Suriye Kürtlerinin özerk bölge yönetimini yıkmaya yönelik askeri eylemler, iktidar sözcüleriyle kara propaganda çetelerinin söyleminin aksine “birlik” sağlayıcı olmayıp ayrı ulusal devlet kuruluşuna yönelişi güçlendirici rol oynamaktadır. Sorunun yüzyıl öncesinde olduğu üzere ya da Malazgirt “ruhu” üzerine içeriksiz söylemlerle veya kapitalist çıkarların ve ulusal farklılıkların işlevsiz kıldığı “din kardeşliği” üzerine ikiyüzlü propagandanın işaret ettiği inkarcı-asimilasyoncu “çözümü” artık mümkün değildir.[6] Bu durumda, Kürt sorununu hala “terörle mücadele” kapsamında görüp-gösterenlerin şovenist propagandası da, askeri saldırıları da artık eskisi denli etkili olamayacak; çözümsüzlükteki ısrar ise, yıkım ve tahribatı artırarak daha yoğun çatışmaları körükleme ve ateşi benzinle besleme dışında bir yarar sağlamayacaktır.
Kürtlerin Türklerle bir arada ve fakat eşit haklara sahip olarak yaşama istemlerine silahla verilen yanıt, ayrı devlet kurma eğilimini güçlendirmekte; büyük güçlerin istismarına alan açmakta; Irak Kürdistanı’ndaki referanduma müdahale ve Suriye’deki Kürt Özerk yapılanmasına askeri saldırılar dolayısıyla bölge düzeyinde savaş körükleyici özellik göstermektedir.[7] Kürt sorunuyla emperyalist girişim ve bölge politikalarını ilişkilendirme üzerinden Kürtlerin ulusal taleplerini ve bu talepler doğrultusundaki mücadeleyi etkisizleştirmeye çalışan Türk, İran ve Irak yönetimleri, gerçek o ki, parçalanmayı ve bölünmeyi nedenleyen etkenleri güçlendirici rol oynamakla kalmamakta; emperyalist müdahalelere de olanak yaratmaktadır. Bölgenin bugünkü durumu ve emperyalistlerin dolaysızca her türden bölge sorununun içinde yer alıp müdahale olanağı bulmalarında bu politika ayrıca kanıt istemez biçimde rol oynamıştır.
DEVLETİN KÜRT POLİTİKASI EMPERYALİST TUZAKLARA İTİCİ İŞLEVE SAHİP
Kürt sorunu ve Kürdistan’ın uluslararası bölgesel özelliği, bölgenin sahne olduğu paylaşım kavgaları dolayısıyla uluslararası müdahalelere bugün çok daha fazla açık hale gelmiştir ve bunun başlıca sorumluları yukarıda da belirtildiği üzere Kürt karşıtı politikadaki ısrarlarıyla bölge ülkeleri, en başta da Türk devlet iktidarıdır. Erdoğan yönetiminin izlemekte ısrar ettiği Kürt politikası ise, emperyalistlerin müdahalesi açısından, “aranıp da bulunamayan” türden olanaklar sunmakta ve alan açmaktadır. Türk ırkçı-şoven hakim güçlerinin, Aydınlık, Sözcü; Akşam, Yeni Şafak gibi besleme havuz gazeteleriyle iktidarın sesi rolündeki televizyon kanallarının yeni yetme çanak tutucularıyla birlikte sürdürdükleri “dış güçlerin oyununa gelme”, “ABD’nin kara gücü olma” propagandası, “vatansever”lik cübbesiyle örtülü koyu ırkçılıkla belirlidir. Kürtleri işbirlikçi göstererek sorunun çözülebileceği yanılgısı yaratarak Türk emekçilerini Kürtlere karşı ön yargı ve güvensizlikle harekete yönlendirmeyi içeren bu politika, Kürtlerin daha fazla güvensizlik duymasına ve uzaklaşmasına yol açmakta; ırkçılık ve faşist ideolojik motivasyonla yüklü olup Kürtleri daha fazla güvensizliğe sürükleyip ayrılma eğilimini kışkırtıcı işlev görmektedir. Bu durumun farkında olan emperyalist büyük güçlerin sorunu istismar etmeleri için gerekçe ve olanaklar da böylece bizzat Türk, Irak, İran yöneticileri tarafından yaratılmakta ve onlara sunulmaktadır.
Oysa, salt ulusal sorun nedenli olanlarıyla sınırlı olmak üzere söylenirse, dış müdahalelerin yolu ancak ezilen uluslara eşit ulusal haklar temelinde birlikte yaşama olanaklarının tanınmasıyla kapatılabilir. Örneğin Kürtlere ve diğer ezilen halklara eşit koşullarda yaşama hakkı tanımak gerekir. Bu gerçekleştiğinde, bölgeye üşüşen emperyalist güçlere karşı tüm bölge halklarının birbirleriyle güven temelinde oluşturacakları güç birliği ya da ittifaklarla direnmek daha kolay olacaktır. Bunun için bütün bölge uluslarının ulusal-siyasal eşit haklara sahip olarak ve birbirlerinin iç işlerine karışmaksızın barış içinde yaşama koşullarının yaratılması gerekir. Kapitalizm koşullarında, özellikle de emperyalist uluslararası hegemonya mücadelesinin en önemli kızışma bölgelerinden biri olmakla kalmayıp başta geleni olması nedeniyle bölgemizin özgün koşullarında bunu gerçekleştirmek çok daha zor olmakla birlikte, ulusal baskı politikalarının yol açtığı gerginlik, çatışma ve savaşların ürünü olan kaos, kargaşa ve dış müdahalelere açık olma hali, önlenemez mutlak “kader” değildir. Halklar yararına sonuçların elde edilmesi ise, ancak bölge gerici güçleriyle emperyalist haydutların politikalarına açıktan cephe alarak kıyasıya bir mücadeleyle mümkündür.
SORUN SALDIRILARLA ÇÖZÜLEMEZ VE ORTADAN KALDIRILAMAZ
Irak Kürtlerinin siyasal statülerinin aldığı ve alacağı biçimlerin Kürt sorunu açısından bölgesel etkilerinin olacağı kuşkusuzdur. “Bağımsızlık referandumu” açıklaması dolayısıyla bir kez daha görülen, sorunun bölgesel ve uluslararası karakter kazandığıdır ve böylesi koşullarda Kürtlerin daha ileri düzeydeki bir siyasal oluşumu gerçekleştirmelerinin sınırlara takılıp kalmayan etkiler yaratacağıdır. Bu yöndeki bir gelişmenin, Türkiye Kürtlerinin ulusal hak mücadelesini etkilememesi, Kürt halk kitleleri içinde ilgi uyandırmaması düşünülemez bile. Daha kapsamlı bir sonuç olarak Kürtlerin bölgesel düzeyde birleşerek daha büyük bir oluşuma yönelmeleri ise, bugünkü koşullarda henüz söz konusu olmamakla birlikte, bölgesel gelişmelerle koşullu olasılıklardan biridir. Bu kadarı öngörülebilir. Ama bütün bunlar ya da bu olasılık, Türk devletine ya da İran veya Irak merkezi idaresine, Irak Kürdistanı’ndaki referandumu engelleme ya da Erdoğan yönetimine Suriye’deki “Kürt Özerk Yönetimi”ne karşı askeri politikalar izleme hakkı vermez. Kürt halkının yaşamakta olduğu topraklarda ya da bulunduğu devletler içinde nasıl yaşayacağına karar verme hakkının güç kullanımıyla engellenmesi ya da engellenmek istenmesinin haklı bir yanı yoktur. Bu yönlü politikalar fetihçi-ilhakçı olma özelliği gösterirler. Kürt sorunu dolayısıyla yaşanan çatışma ve savaşın “geleneksel” hakim ulus “hakkı” ön yargısı, varsayımı ve şovenist politikasıyla aşılması mümkün değildir. Erdoğan’ın “Gözümüzü karartır, her şeyi yaparız” diyerek askeri müdahale işareti vermesi, TSK’nın sınıra askeri yığınak yapması ve Bahçeli’nin Erdoğan yönetiminde kendi politikalarının cisimleşmesini görerek bağımsızlık referandumunu “savaş nedeni” sayma yönündeki çağrısı, burjuva devlet iktidarını elinde tutanlarla onların politikalarında birleşen şoven-milliyetçi ve faşist çevrelerin, bölgede askeri provokasyonlarla halklar arası çatışmaları körükleme dahil çeşitli entrikalardan kaçınmayacaklarını, belirli sınırların dışına çıkarma olanaklarına sahip olmadıkları bazı askeri eylemlere başvurabileceklerini işaret etmektedir. Buna, hem bölgede “biz de varız” diyebilmek için hem de içeride gericiliğin takviyesinde kullanılabilecek şovenizmin etkisindeki belirli nüfus bölümlerini yedeklemeyi sürdürebilmek açısından ihtiyaç duyulacaktır. Bu politikanın savaşçı karakteri yoğunluk kazanmıştır. Daha saldırgan bir söylemle beslenerek “vatan savaşı” olarak gösteriliyor ve yeni askeri harekâtlar için kitle desteği sağlanmaya çalışılıyor.[8] Ancak yukarıda belirtildiği üzere, alan Türk devlet operasyonlarına açık değildir ve bu türden askeri saldırılar yeni sorunları doğurup yeni çatışmaları gündeme getirme riskiyle yüklüdür.
Somut durum açısından şunlar söylenebilir: Bölgede Rusya ve ABD gibi iki büyük emperyalist güçle birlikte İran, Mısır, Suudi Arabistan, İsrail gibi ilk anda akla gelen bölgesel güçler, her biri önceliği kendi çıkarları olmak üzere, değişkenlik gösteren ittifaklar dahilinde pazar ve etki mücadelesinin tarafları durumundadırlar. Birinin çektiği “kırmızı çizgi” diğerlerince çizilip atılabilmektedir. Türkiye bu güçlerden sadece biridir ve gerçek o ki, yürüttüğü dış politika dolayımıyla Katar gibi bir şeyhlik devletçiği dışında bölge ülkeleri yönetimleriyle, kısa sürede ortadan kalkmayacak türden sorunlar yaşamaktadır. Türkiye’yi yönetenlerin Arap ve hatta Kürt topraklarında yürüttükleri veya kalkışacakları her askeri harekat bütün bu güçlerin bölge politikalarıyla şu ya da bu biçimde karşıtlık gösterecektir. Büyük güçler açısından ise, kullanabildiklerini kullanmak, kullanmakta zorlandıklarında ise işbirlikçilerinin burunlarının sürtülmesini sağlamak hiç de zor değildir. Böyle olduğunu, aktüel durum ve gelişmeleri izleyen birinin görebilmesi için özel bir yetenek ve öngörüye dahi gerek yoktur. Sürdürülen politikanın daha büyük açmazlarla yüz yüze oluşunun bir nedeni de, öncesi bir yana yüz yıllık değişimi ve özel olarak da bugün bölgenin içinde bulunduğu durumu gözetmeksizin, “büyük güç” oyunlarına ve amiyane deyişle havalarına girilmesidir. Askeri saldırılarla Kürtlerin “kaderine hükmetme” zamanının geçtiğini anlama “feraseti”nden yoksun olmayı bir yana bırakırsak, sorunun güç kullanımıyla çözümüne kalkışıldığında ve Irak Kürdistanı’yla Süriye Kürt bölgesine saldırıldığında, bölgedeki diğer güçlerin eli-kolu bağlı durup Türk ordusunun Kürtleri “nasıl da yok ettiğini”(!) seyredeceğini düşünmek için fazlasıyla aptal olmak gerekir. Bölgenin etnik-dini ve mezhebi “çok kimlikliliği”nin bölgenin tüm iddialı güçlerini işin içine çekeceğini ve bunlara bölge hakimiyeti için hazır kıta vaziyette ve rekabet halindeki ABD ve öteki Batılı emperyalistlerle Rusya’nın da katılacağını görmeyecek denli kör ve yıkıcı bir politikadır bu ve etkilerinin içeride görülmeyeceğini sanmak da aptallığın devamı olacaktır. Türk halk kitlelerinin asla seyirci kalmayıp Devlet Bahçeli gibilerinin ırkçı-faşist ideolojik şamatayla “gaza getirme”ye çalıştıkları “Güneşi yakacak Türk Ordusu”nun bu maceraya bulaşmaması için itirazlarını yükseltmeleri gereken bir durumdur bu. Kürtler vardılar, varlar ve hak eşitliği istiyorlar diye, “ya nasıl yaşayacağınıza biz karar veririz ya da yok olursunuz” dayatmasıyla sorunu çözmenin olanaksızlığı artık görülmeli ve anlaşılmalıdır. Bu politika haksız, saldırgan ve düşmanlık üretici olmaktan başka bir sonuç doğurmayacak, bölgenin ve ülkenin ateşe atılmasının işaret fişeği olacaktır. Bundan vazgeçilmeli, hak eşitliği tanınmalı, referandumun Irak Kürtlerinin hakkı olduğu kabul edilmelidir.
BÖLGEDEKİ KAOS VE KÜRTLERİN ZOR DURUMU
Kürt sorunu, günümüzde çok daha belirgin biçimde uluslararası ve bölgesel bir sorun karakteri kazanmıştır. Türkiye, Suriye, Irak ve İran’daki Kürt sorunu her bir ülkenin sorunu olmanın yanı sıra iç sorun olma sınırlarını daha fazla aşmış; direnişin de; direnişe müdahalenin de bölgesel düzeyde etkili olmasının koşulları böylece daha fazla olgunlaşmıştır. Diğer yandan Kürt sorunu başta olmak üzere bölge ulus ve halkları emperyalist büyük güçlerin fiili müdahaleleriyle daha dolaysız şekilde ve “sahada” yüz yüze gelmişlerdir. Bu ciddi bir tehdittir ve özgürlük, ulusal hak eşitliği, demokrasi kavramlarında içerilen ne varsa, tümüyle bu tehdidin hedefine girmiştir. Bundandır ki sorunun dolaysızca muhatabı bölge ülkeleri ve devletleri yöneticilerinin, Kürtlerin taleplerine karşı sürdürdükleri politika çözümsüzlüğü bir değil birkaç boyutuyla derinleştirmekte, müdahaleleri kolaylaştırmakta, halklar arası savaşı davet etmekte, bölgenin yıkımına götürecek yığınağı büyütmektedir.
Bu durum diğer yandan Kürtlerin karşı karşıya bulundukları zorlukları yeniden artırmıştır. Soruna muhatap bölge devletleri Kürtlere karşı “birleşen” bir askeri tutumu ilan etti. İran ve Türkiye yöneticilerinin yanı sıra, Irak merkezi idaresi de askeri müdahale hazırlığından söz etti. Erdoğan iktidarının, Kürtlerin elde ettikleri mevzilerini güçlendirip daha ileri biçimlere taşımalarını önleme arayış ve girişimleri kapsamında Suriye yönetimi ve Başşar Esad ile yeniden işbirliği dahi konuşulmaya-tartışılmaya başlandı. Erdoğan’ın “Esad ile görüşmedim görüşmeye de niyetim yok” diye konuşması bunun farklı biçimde itirafından başka bir şey değildir. Nitekim iktidar havuz basınında bu yönlü istem ve gereklilik üzerine makaleler birbirini izlemeye başlamıştır.[9] Bütün bunlar Kürt mücadelesinin, Irak Kürtlerinin referandum kararıyla attıkları adımın ve Suriye Kürtlerinin “özerk bölge”sinin değil sadece Türkiye Kürtlerinin de ilhakçı politikanın aktüel saldırganlığıyla daha yoğun şekilde karşı karşıya olduğunu gösterir.
Diğer yandan ise, bu “işbirliği” açıklamalarına karşın onların her biri bir diğeriyle çelişki içindedir ve olası bir çatışma sürecinin onların birbirleriyle savaşına dönüşmemesini kimse garanti edemez. Enerji ve su kaynakları üzerine dalaşanlar sadece büyük emperyalistler değil, bölge devletlerinin neredeyse hepsidir de. Örneğin İran etkine karşı Türk söylemi ve atraksiyonları bir veridir. Haşdi Şabi’nin “şiiliği”ni öne çıkaran ya da Kerkük’ün “Türk olduğu”nu propaganda eden Türk şovenist ve mezhepçi yaklaşımı İran’ı da, Irak’ı da, öteki Arap ülkeleri halklarını da rahatsız etmektedir. İsrail yine kendisine karşı “antisemit”-Yahudi karşıtlığında birleşilmesini önlemek üzere politikalar izlemektedir. Ve yine, Erdoğan yönetiminin Suriye devlet yönetimini devirmek için giriştiği savaş kışkırtıcılığı, Esad karşıtı çetelere açık ve fiili desteği ve askeri eylemleri bir yana, Suriye topraklarında oluşturduğu işbirlikçi çeteleri “Suriye Milli Ordusu” adı altında süreklileştirme çabası ve işgal ettiği Suriye toprağında askeri birliklerin hala duruyor olması, Suriye ile Kürt karşıtı politikada birleşmesini güçleştiren somut etken ve nedenler arasındadır. Irak Kürtlerine karşı politikasının ikiyüzlülüğü referandum karşıtlığı dolayısıyla daha açık hale gelmiştir. Türkiye Kürtlerinin eşit haklar mücadelesine karşı askeri saldırı politikası ise dozu yükseltilerek devam etmektedir. Kürtlere karşı retçi politikanın, Suriye Kürtleri’nin diğer bazı azınlıklarla birlikte oluşturdukları “Demokratik Kuzey Suriye Federasyonu” ile birlikte Suriye’nin yeni bir devlet yapılanmasını gerçekleştirmesi durumunda, giderek artan şekilde açmaza düşeceği bugünden bellidir. Irak Kürdistanı’nda bağımsızlık referandumunun yapılmasını engellemek için İran ve Irak yönetimiyle birlikte gösterilen tepki ve açık-örtülü tehditlerin yanı sıra, Suriye sınırına askeri yığınağın artırılmasıyla Afrin’e saldırı düzenleneceği yönündeki söylem ve içeride sürdürülen “avcı harekâtı” bu açmaza yol açan nedenleri ortadan kaldırmayacaktır. Gelişmelerin nasıl bir seyir izleyeceği bütün unsurlarıyla açıklık kazanmamış olmakla birlikte, ABD ve Rusya’nın, Suriye Kürtleri’nin belirli özerk bir siyasal statüye sahip oldukları bir “yeni Suriye”den yana tutum almaları mümkün gözükmektedir. Bu durumda, Erdoğan iktidarının Suriye Kürtlerine karşı askeri saldırıyla Rojava kantonlarını ortadan kaldırma politikası da hedefine ulaşamayacaktır. Bir tarafta Rusya, onun desteği ve korumasındaki Suriye merkezi yönetimi, diğer yanda ABD ve yedeğindeki güçlerle birlikte başlıca gücünü Kürtlerin oluşturduğu Suriye Demokratik Güçleri’nin bulunduğu bir alanda, Türk askeri harekatı ve saldırısı serbestçe ilerleme olanaklarına sahip değildir. Olası bir provokasyon ise, yankısı içerideki mücadeleyi de kapsayacak yeni ve daha büyük çatışmaların bölgede gelişmesine yol açma nedeni olacak ve bölgede söz sahibi olan ya da olmak isteyen diğer güçlerle karşı karşıya gelme riski taşıyacaktır.
Bütün bu olgusal gerçekler, bölge ülkeleri halklarının yararına olanın, ulusal hak eşitliği temelinde Kürtlerin kendi siyasal yönetim biçimlerini oluşturmalarına saygı göstermek ve kabul etmek olduğuna işaret ederler. Bu, halkların yararına olan tek doğru tutum ve politika olacaktır ve bölge halkları, burjuva şoven politika ve propaganda tuzağından düşmeden bunun için mücadele etmekle, gerçekte kendilerinin bugünü ve geleceği açısından da demokratik ve özgürlükçü bir yaşam biçiminin sağlanması yönünde adım atmış olurlar.
Kürtler açısından bakıldığında, bu durum hem zorlukların artması hem de çelişki ve çatlaklardan yararlanma olanağı anlamına gelmektedir. Ancak çelişkilerden yararlanma ile büyük güçlerin tuzağına düşme arasındaki “ince ve keskin bir çizgi” ya da “hat” bugün çok daha belirgin şekilde önemli hale gelmiştir. Kürtlerin kendi aralarında da bazı tartışmaların sürmesi ve “tam bir mücadele birliği içinde olmadıkları” görünümü, dış müdahale ve istismar olanağı için gerici-işbirlikçi ve emperyalist güçleri motive etmektedir. Bu da, Kürtleri, ulusal hak eşitliği için mücadele ederken, artık salt bir olasılık ve müdahale etkeni olmaktan çıkıp dolaysızca sahada askeri kuvvet olarak var olmakla bölgesel tüm sorunların olduğu gibi Kürt sorununun da müdahili konumuna gelmiş olan emperyalist güçlerin istismar ve yararlanma politikası karşısında, bu hattı çok daha büyük bir dikkatle çekmelerini daha önemli hale getirmiştir. Bağımsızlık ile çelişkilerden yararlanma arasındaki ilişkinin bu çetrefilli-çetin ve oldukça güç durumunda, birinden kurtulup ötekinin tuzağına düşmemek şimdi çok daha somut olarak karşı karşıya olunan bir haldir. Bunca emperyalist güç ve bölge devletinin üşüştüğü bölgede böylesine bağımsız bir tutumun önemi daha da artmış olmakla birlikte bunun başarılması konusunda, varsayım ötesinde kesin bir şey söylemek mümkün görünmemektedir. Tarihsel deneyimlerin öğreticiliği bu gibi durumlarda çok daha belirgin özellik gösterir. Bunun, çok sayıdaki örneklerinden en yakını Irak Kürdistanı’nda Barzani yönetimindeki Kürt devletleşmesi koşullarında yaşananlardır. Kürtlerin –ve bu arada bütün bölge halklarının– çıkarlarına olan siyasal bağımsızlık ve özgürlük mücadelesinin sermaye ve gericiliğin her türüne karşı mücadeleye genişletilerek sürdürülmesinde halkların birleşmesidir. Ulusal-siyasal özgürlükler ve demokratik hak eşitliği için mücadelede dayanışma içinde Kürtlere yönelik saldırganlığa karşı durmak bugünün en önemli görevlerinden biri olup bu tutum tüm halkların yararına tek doğru tutum olacaktır.
[1] 9 Eylül 2017 Haber Türk, Milliyet,
[2] IKYB Başkanlık sitesinde görüşmenin içeriğine dair yapılan açıklamada, heyetin, Barzani’ye referandumun ertelenmesi için alternatif sunduğu belirtildi. Barzani ise, referandum kararının partilerin ortak kararı olduğunu belirterek, “Referandum konusu sadece bana ait değil, Kürdistan’daki diğer siyasi liderlerle alınan bir karardır” dedi. Barzani’nin ayrıca, “Diğer partilerle yapacağımız görüşmeler ardından size kararımızı ileteceğiz” ifadelerini kullandığı belirtildi. Açıklamada şu ifadelere yer verildi: “Kürdistan Bölgesi Başkanı Sayın Mesud Barzani, bugün aralarında ABD Başkanı’nın IŞİD’le Mücadele Özel Temsilcisi Brett McGurk, BM Temsilcisi Jan Kubis, ABD’nin Bağdat Büyükelçisi Douglas Silliman ve İngiltere’nin Bağdat Büyükelçisi Frank Baker’in bulunduğu bir heyeti kabul etti. Toplantı, IŞİD’le Mücadele Ortak Operasyon Merkezi’nde yapıldı. Görüşmede, bölgesel gelişmeler ve Kürdistan Bölgesi’nde 25 Eylül’de yapılacak olan referandum ele alındı. Kürdistan halkının verdiği çabanın farkında olduklarını ve Peşmerge Güçleri’nin IŞİD teröristlerine karşı verdiği mücadelede sahip olduğu rolün takdire şayan bulduklarını vurgulayan koalisyon heyetiyle görüşmede, IŞİD’le savaşta şehit düşen peşmergelerin ruhu selamlandı. Heyet, toplantıda Başkan Barzani’ye referandumun ertelenmesi için alternatif sundu. Başkan Barzani, söz konusu alternatifin değerlendirilmesini kabul etti. Ancak öncelikli olarak referandum ve alternatifine ilişkin Başkan Barzani heyete, ‘Karar sadece bana ait değil, Kürdistan’daki diğer siyasi liderlerle görüşülen bir karardır. Yakın zamanda size kararımızı ileteceğiz’ dedi.” (14 Eylül 2017-CNN Ana Haber)
[3] Hiçbir nesnel dayanağı olmayan bu propaganda Türklerin, Kürtlerin, Arapların, Bedevilerin, Siyah Afrikalıların bir kısmının, Endonezya ve Malezyalı, Pakistanlı ve Hindistanlı halkların bir kesiminin “İslam”la bağı ve fakat her birinin farklı milletlerden oluşu gibi çok basit ve bariz bir nesnel gerçeklik tarafından geçersiz kılınır.
[4] BDP Eş Genel Başkanı Aysel Tuğluk’un (kendisi tutuklu olarak cezaevindedir) annesinin cenazesinin Ankara’da defnedilmesine karşı gerici güruh saldırısı, Erdoğan yönetiminin süreklileştirdiği “bölücü düşman” söyleminin bir ürünüdür.
[5] Bu politika aynı zamanda sınıf mücadelesi karşıtlığı propagandası eşliğinde katı sınıfçıdır, tekelci burjuvazinin çıkarlarıyla belirlenmiştir. İşçi sınıfı başta olmak üzere baskı, tehdit ve saldırılarla susturulmaya çalışılan emekçilerin, gençlik, kadın ve aydın kuşaklarının sermaye ve devlet politikalarına karşı birleşmelerini önleme gibi esaslı bir amaçla da bağlıdır.
[6] Erdoğan ve Bahçeli’nin aynı anlamı vererek yineledikleri “Türk İslam Birliği” söylemi, ilkin, “ulus birliği”nin dini inançlar üstünden sağlanması ve kurulması olanaksızlığı nedeniyle; ikinci olarak da, Türk olmayan ulus ya da ulusları Türk gösteren bilim dışı ve tarihsel gerçeklik karşıtı ideolojik yaklaşımı işaret etmesi dolayısıyla 1930’lar Türkiye’sinin Mahmut Esat Bozkurt yaklaşımı denli dayanaksızdır. 1930’ların yöneticilerinin Kürt sorununa Turancılık ve Nazizm karması bir ideolojik-politik anlayışla yaklaştıkları; asimilasyon ve imhayla sorunu tarihten silebileceklerini düşündükleri; yürüttükleri politikanın ise toplumsal gelişmenin nesnel gerçekliklerine çarparak darmadağın olduğu biliniyor. 2017 Ağustosu’nda Malazgirt’i anımsatarak yeni bir Türk-İslam Birliği’nden söz ederek Kürt toprağında Kürtlerin bin yıllık tarihi yol alışını yok saymak ise, sığ bir esinlenmeyi ifade etme dışında anlamdan yoksundur. Tarihten kuşkusuz öğrenilebilir; bu kesindir. Sorunsa, tarihin; tarihi yaşanmışlıkların nasıl ele alınacağı, hangi türden düşüncelere dayanak yapılmak isteneceğidir. Bin yıl öncenin “kahramanlıkları”ndan söz ederek ajitasyon çekmenin bin yıl sonrasının toplumsal sorunlarının çözümünde bir yararının olması için, şoven gericiliği beslemek üzere kullanılmaması; yanlışların sürdürülmemesi, halklar arasında düşmanlık için kullanılmaması gerekir. Bin yıl öncesinde yaşanmıyor. Hiçbir toplumsal sorun bin yıl önceki toplumların sorunlarına benzemiyor. Artık kılıç-kalkanla; demir dövülerek tarih “yaratılmıyor” ve yazılmıyor! Bundandır ki Malazgirt’e dek uzanma ihtiyacını doğuran nedenlerin ortadan kaldırılması; yani Kürt sorunu dahil açmazı derinleştiren sorunların demokratik çözümünün kabullenilmesi toplumsal yarar açısından gerekli olandır. Aksi durumda, 946 yıl öncesinden “medet beklemek” işe yaramayacaktır.
[7] Irak Kürdistanı’ndaki “devlet şekillenmesi”ne karşı izlenen politika bu bakımdan, “içeride”ki Kürt mücadelesine karşı sürdürülen şovenist saldırganlıkla dolaysızca bağlıdır ve Malazgirt’e, Selçukluya, Osmanlıya dek Ortaçağ ve öncesi dönemlere doğru geriye sararak sözüm ona yeniden oluşturacaklarını söyledikleri “Türk İslam Birliği”nin hedefindeki “karşı güç”lerin başında da Kürtler ve ulusal hak eşitliği mücadelesi yer almaktadır. Bu Türkçü-İslamist hedeflere bağlı olarak gündeme getirilen “ata toprakları”, “Lozan’a mecbur bırakıldık” söylemi, “Ege adaları Yunanlılara ait değildir” propagandası, “Malazgirt ruhu”na yeniden seslenilmesi, Irak Kürdistanı’nda gerçekleşecek bağımsızlık oylamasına karşı çıkılması, sadece ırkçılığın ve şovenizmin fetihçi “ruh” ve faşist ideolojik-politik anlayışın güç kazanmasına değil, gelişmeler karşısındaki çözümsüzlüğe de işaret etmektedir.
[8] Yeni Şafak’ın şefi İ. Karagül, “Malazgirt’te açılan o kapı”dan girişten, “geçmişin başarıları”ndan, “yeniden varoluş, yeniden diriliş, yeniden yükseliş”ten söz ederek “Siyasi genetiğimize, coğrafya algımıza, tarihi zenginliğimize döneceğiz” diyor. Sözünü ettiği “siyasi genetik” ırkçılık ve yağmacı akıncılıkla, coğrafi algı başkalarının topraklarına el koymayla tanımlıdır. Oraya dönüşten söz etmek ve bunu yeni bir diriliş ve yükselişin dayanağı göstermek, yeni Osmanlıcı yayılmacı ırkçılığın boy vermesi demektir. Mümkün olup olmaması bir yana, istem ve politikanın kendisi gerici, fetihçi, saldırgan ve savaş kışkırtıcıdır. Halkların yararına değil kıyımına hizmet eden bir ideolojik-politik ve kültürel anlayışın dışavurumudur.
[9] Yeni Şafak’ın Yayın Yönetmeni İbrahim Karagül 12 Eylül 2017 tarihli ve “İçerideki PYD kriptoları, Barzani’nin istihbarat ağı ve bir gizli ajanda” başlıklı yazısında şöyle yazıyor: “Türkiye, Bağdat’la ilişkilerini güçlendirmeli, merkezi hükümete destek vermeli. Türkiye, Suriye’deki durumu yeniden ele alarak, Şam yönetimi ile görüşme dahil, bütün seçenekleri önyargısız biçimde yeniden değerlendirmeli. Suriye üzerinden Cumhuriyet tarihinin en büyük tehdidinin yaklaşmakta olduğunu okuyabilmeli, yüzyıllara dayanan devletler geleneğinin, siyasi genetiğinin öngördüğü şekilde adım atmayı başarabilmelidir!”