İhsan Çaralan
Türkiye’de eğitim tartışması, birkaç yılda bir hemen her bakan değiştiğinde değiştirilen sınav-müfredat ve örgütleniş sistemi yap-bozlarıyla eğitim çağındaki çocuk ve gençlerle ailelerini bezdiren en eski ve en “istikrarlı” süren tartışmalarından birisidir. Çünkü, “eğitim alanı sınıflar mücadelesinin en keskin ve en somut sürdüğü alanlardan birisi” olarak, ülkemizde özellikle son yıllarda çok boyutlu olarak siyasetin de gündeminin üst sıralarında olan bir konudur.
Çünkü eğitim; sözlüklerde her tür sınıfsal niteliğinden soyutlanarak; “Çocukların ve gençlerin toplum yaşayışında yerlerini almaları için gerekli bilgi, beceri ve anlayışları elde etmelerine, kişiliklerini geliştirmelerine, okul içinde veya dışında, doğrudan veya dolaylı yardım etme”, “toplumun genç üyelerinin varolan kültüre yetişkin üyelerce bilinçli, amaçlı ve düzenli biçimde hazırlanması süreci”; (TDK sözlüğü) olarak tarif edilirse de, aslında bu “renksiz”, “tarafsız” görünen tarifte bile, “genç kuşakların varolan kültüre yetişkin üyelerce bilinçli, amaçlı, düzenli” biçimde hazırlanması denerek, eğitimin “genç kuşakların varolan sisteme biat ettirilmesi” için “organize” bir faaliyet olduğu kabul edilmektedir. Ki bu tanımlarla bile; gençliğe verilmesi istenen bilgi ve becerilerin hangi sınıfın çıkarlarına göre belirlendiği, gençliğin hangi sınıfın kurduğu toplumsal yaşama hazırlanacağı gibi sorular ortada kalmaktadır.
Elbette ki son tahlilde resmi eğitimi, “egemen sınıfın yeni kuşakları, kendi sınıf çakarı ve ihtiyaçları temelinde eğitmesi faaliyeti” olarak ifade edebiliriz. Ancak tarif bu kadar genel bir ifadeyle kalırsa, ilerici demokrat güçlerin örneğin “laik, demokratik, bilimsel eğitim”, “herkese parasız eğitim”, “anadilinde eğitim” gibi talepleri boşlukta kalır. Çünkü; Batı ülkelerinde beş yüz, bizde ise iki yüz yıla yaklaşan laiklik ve seküler yaşam mücadelesi, eğitim alanında, eğitimin kitlesellik kazınmasına paralel olarak, laik, bilimsel ve demokratik eğitim mücadelesi olarak da süregelmiştir.
Bu yüzden de, eğitim faaliyeti, sadece egemen sınıfın genel olarak isteklerinin ifadesinden ibaret kalmaz, aynı zamanda –elbette ki dünyadaki gelişmelerle de bağlantılı olarak– egemen sınıfın içindeki mücadelenin yanı sıra –elbette işçi sınıfının uluslararası mücadelesinin kazanımlarını da içererek– demokrasi ve özgürlükler mücadelesi ve bu mücadelenin eğitim alanına yansımasının kazanımlarının damgasını da taşır. Dolayısıyla eğitimin “nasıl bir eğitim” olacağı mücadelesi, sadece geleceği dair bir tartışma değil, ama işçi sınıfının ve diğer halk kesimlerinin, ilerici demokratik güçlerin “laik, demokratik, bilimsel, anadilinde, parasız eğitim” mücadelesinin kazanımlarının korunması ve ilerletilmesini de içerir.
Kuşkusuz hayatın bütün başlıca alanlarındaki mücadele bu türden çok yönlüdür, ama eğitim alanı, her yıl “eğitim yılı”nın başlamasıyla yeniden tartışılan bir alan ve çok somut biçimde gerçek anlamıyla eskiyle yeninin, ileri ve geri olanın çarpıştığı bir alan olması itibariyle sınıf mücadelesinin özel bir alanı olarak da önem kazanmaktadır.
Nitekim ülkemizde bugün tartıştığımız, AKP iktidarının eğitim alanındaki “müfredat”tan “özelleştirme”ye kadar eğitim alanındaki girişimlerin, son iki yüz yıl içinde Türkiye’nin demokratikleşme mücadelesi ve bu mücadelenin eğitim alanındaki kazanımlarının tasfiyesi amaçlı olarak yapıldığı, bu girişimlerin sadece cumhuriyetin değil, iki yüz yıllık modernleşme mücadelesinin az çok ileriye dönük, demokratik ve laik karakterli kazanımlarını tasfiye ederek “dindar gençlik nesilleri” yetiştirme amaçlı olduğu tartışılmazdır. Bu yüzden, eğitim alanındaki mücadele, böyle bir zeminde, eğitim alanındaki bütün tarihsel kazanımlarla “laik, bilimsel demokratik, anadilinde, parasız eğitim”in talepleri etrafında, Türkiye’nin demokratikleşmesi mücadelesinin başlıca alanlarından birindeki mücadele olarak sürmektedir. Bugün eğitim tartışmasının bu ölçüde kapsamlı olarak gündeme gelmesinin nedeniyse, eğitimin demokratik kazanımlarına karşı yöneltilen saldırının radikalliği, büyüklüğü ve ulaştığı aşamadır.
AKP BAŞARISIZLIKLARINI DAYANAK OLARAK KULLANDI
Bu tartışma, Türkiye’de ancak, 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren, bugün anladığımız anlamda bir eğitim mücadelesi, devletin yeni kuşakları eğitmesini de içeren bir mücadele olarak geliştiği için, eğitime ilişkin tartışmalar da politikadaki dönemeçlerden doğrudan etkilenmiş, eğitim alanı, gerek iktidarı elinde bulunduran egemen sınıfların kendi içindeki klik çatışmalarının, gerekse işçi sınıfı ve emekçilerin ileri kesimleri ve ilerici demokrat güçlerle egemenler arasındaki çatışmanın alanı olarak kendini hep hissettirmiştir. Öncesini bir yana bıraksak bile, Türkiye’de eğitim alanındaki mücadeleyi;
- – 1930-40’lı yıllarda Köy Enstitüleri’nin önce açılıp (1940’ta), sonra yine CHP iktidarı tarafından (1947’de) kapatılması,
- – 60’lı-70’li yıllarda “Devrimci Eğitim Şuraları”yla “Eğimde devrim mi devrim için eğitim mi?” tartışmalarına varan ve fiiliyatta yeni kuşakların devrimci fikirlerle eğitiminin öneminin öne çıkması,
- – 12 Eylül darbesinin Türk-İslam sentezciliğini müfredatın temeli yapma girişimleri karşısında “laik, demokratik, parasız, anadilinde eğitim talebi”nin yükselmesiyle gelişmesi,
- – Nihayet AKP’nin iktidara geldiği günden itibaren, eğitimi, üstünde en çok uğraştığı, en çok tahrip ettiği ama aynı zamanda yeni kuşakları kendi dünya görüşü ile eğitmek için önemli mevziler kazandığı alan olarak gördüğü dönemler olarak ele alabiliriz.
Elbette ki eğitim alanı, AKP’nin üstünde en çok tepindiği, bu açıdan bakıldığında, her yıl yeni “eğitim reformları” ve “eğitimde yeni devrimler” yaparak tahrip ettiği, bir yandan yeni mevziler kazanırken bir yandan da “başarısızlıklar” yaşadığı bir alan durumundadır. Ama bu, olay ve olguları tek başına aldığımızda böyledir. Soruna daha geniş bir açıdan baktığımızda, AKP eğitim alanındaki başarısızlıklarını, eğitim sisteminin itibarsızlaştırılması ve çöküşü için yeni adımlar atmanın fırsatına, kendisi için bir “lütfa dönüştürmeyi” başararak, attığı adımlardaki başarısızlıkların her birini bir sonraki adımının gerekçesi ve eğitimin dinselleştirilmesiyle özelleştirilmesi için yeni adımlarının dayanağı yapmıştır.
Elbette burada, AKP’nin eğitim alanındaki başarısızlıklarını bile kendisi için yeni bir fırsat olarak kullanmayı başarmasında en önemli etkenin, laik bilimsel, demokratik eğitim talebi için mücadele eden güçlerin birleşik ve ortak bir mücadele stratejisi geliştirememiş olmaları ve demokrasi mücadelesi alanındaki zaafların özel olarak eğitim alanına da yansımasıyla yaşanan sorunlar olduğunu söylersek bir abartı yapmış olmayız.
Kısacası, 15 yıllık AKP iktidarı boyunca, eğitim alanında yapbozlarla bilinçli olarak gerçekleştiren tahribat gerekçe gösterilerek, eski eğitim sistemi yerine, bir ayağı dincilikle şoven-milliyetçilikte, öteki ayağıysa eğitim özelleştirilmesinde olan bir eğitim sistemine geçişin taşları döşenmiştir.
‘MİLLİ EĞİTİM’İN DİNSELLEŞTİRİLMESİ VE ÖZELLEŞTİRME HAMLELERİ
Bugün, geriye doğru, eğitim üzerindeki tartışmalara baktığımızda; eğitim tartışmasının hiç bitmediğini, özellikle “eğitim yılı” başlarken bu tartışmaların alevlenip bir muhasebeye ve yeni değiştirme hamlelerine dönüştüğünü görürüz.
Ancak bugün gelinen aşamada, “eğitim üstüne” yapılan tartışmaların önceki yıllarla kıyaslanmayacak bir kapsamda olduğunu, özellikle 15 Temmuz sonrasında, eğitim alanında son iki yüz yıllık “okulun dinden ayrılması”, eğitimin “laikleşmesi”, “bilimselleşmesi”, “demokratikleşmesi”, “anadilinde eğitim”in pratikte hayata geçirilmesi gibi henüz başlangıçta da olsa ileriye doğru atılan adımların tasfiyesi ile parasız ve kamusal eğitimin çökertilmesi ve eğitimin özelleştirilmesinde çok ciddi adımlar atılması gündemdedir.
Bu adımlar belli başlı başlıklar olarak şöyle sıralanabilir:
MEB’e bağlı okullarda müfredatının geriye doğru “yenilenmesi”: Kuşkusuz ki, geçtiğimiz yaz ortasında ilan edilen, okul öncesi eğitimi de kapsayarak, tüm ilk, orta ve lise öğretiminin müfredatını geriye doğru yenileyen Milli Eğitim’e bağlı okullardaki müfredat değişikliği, dönemin en önemli gelişmesidir. Böylece AKP’nin, eğitimde “dindar nesiller yetiştirme” adı altında kendisine militan yetiştirme hayali, devletin milli eğitimdeki hedefleri haline getirilmiştir. Ki, müfredattaki değişiklik; bir ucunda Evrim Kuramı’nın müfredattan tümden çıkarıldığı, öteki ucunda “cihad”ın değerler sisteminin merkezine konduğu; müfredatı, “Cihadı bilmeyen öğrenciye matematik öğretmenin bir faydası yoktur” diyen zihniyetin biçimlendirdiği bir müfredattır. Ki bu haliyle müfredat, sadece “dindar nesiller” yetiştiren değil “cihadist dindar nesiller yetiştiren bir müfredat” olarak yürürlüğe sokulmuştur. Bu cihadist müfredatın mimarlarının söylemlerinden anlıyoruz ki, bu müfredatla; tarihten beden eğitimine, müzikten felsefeye, biyolojiden (doğa bilimlerden) din kültürüne kadar tüm eğitim programı, dini referanslar etrafında biçimlendirilen “değerler sistemi öğrenimi”yle, bütün milli eğitimin, dini esaslı bir eğitime dönüştürülmesi amaçlanmaktadır. Bunu, süreç ilerledikçe daha iyi göreceğimize kuşku yoktur.[1]
Özel eğitimin teşviki: Eğitimin içeriğine müdahale müfredatla yapılmaktadır, ama bu eğitimin sınıfsal bir karakter kazanması, milli eğitimin zenginlere ve yoksullara göre kategorik olarak ayrılması, eğitimin özelleştirilmesinin teşviki ile yapılmaktadır. Dahası, özel eğitim kurumlarında çocuklarını okutacak kadar geliri olan aileler için, milli eğitimin dini referanslı müfredatının bilimsel ve laik eğitim lehine esnetilme imkanı da sunulmaktadır. Böylece devlet ve elbette AKP iktidarı; “Ey 15 yıldır bana oy veren yoksul emekçiler, işsiziler, halklar; size dinimizi, geleneğimizi öğreneceğiniz okullar açıyorum. Parası olanlar ise, gitsin özel okullarda okusun, onlarda daha laik bir eğitim var ve onlar yalan dünyanın sorunlarıyla uğraşıp mutsuz olsunlar. Ama biz size ‘gerçek dünya’da mutluluk getirecek bir eğitim sunuyoruz” demektedir. Bunun günümüz gerçekleri içindeki karşılığı ise; zenginler, en azından özel okullarda okuyacak kadar parası olanlar için en iyi liseler, kolejler, yabancı okullar, az çok bilimsel eğitim veren üniversiteler; yoksullar için de imam hatipler, eğitimi çökertilmiş devlet okullarıdır. İçlerinden en zekileri belki bu mezbeleliğin içinden çıkıp iyi üniversitelere gidebilecektir, ama bu tamamen rastlantısaldır. Bu müfredat yenilenmesi ve özel eğitimin teşviki programı, tartışmasız bir biçimde eğitimde bugüne kadar görülmüş en sınıfsal ayrıştırmadır, ve bunu yapmak da, yoksullardan oy almak ve onların halinden anlamakla övünen AKP iktidarına nasip olmuştur.
Milli Eğitim’in AKP’lileştirilmesi; kadrolaşma: AKP’nin iktidara gelmesinden itibaren tedricen AKP’li kadrolar, MEB bürokrasisi ve okulların her kademesine sistematik biçimde yerleştirildi. Özellikle de laik eğitim yanlısı eğitimciler, Eğitim Sen’li eğitimciler idarecilik görevlerinden uzaklaştırılarak, bakanlık, milli eğitim müdürlükleri ve okullardaki iklim, AKP’li yöneticilerin uygulamalarıyla partizanlaştırılıp AKP’lileştirildi. Böylece, daha müfredat değişmeden, okullardaki hava, “dindar nesiller yetiştirme” planları doğrultusunda değişti. Burada, Memur Sen’e bağlı Bem-Bir-Sen sendikal mücadelenin ve sendika olmanın en temel ilkelerini ayaklar altına alarak, Hükümetin kılıcı rolünü üslendi. Bu, elbette aynı zamanda, AKP’nin “tek parti tek adam rejimi”nin partisi olarak devlette kadrolaşan parti olurken, eğitimin AKP’lileştirilmesinin de dayağı olarak kadrolaşmanın kullanılmasının tipik örneği oldu.
Eğitimin imam hatipleştirilmesi girişimleri: AKP’nin 15 yıllık iktidarının eğitimdeki tahribatını inceleyenler, herhalde bu 15 yıllık dönemi, “eğitimin tedricen imam hatipleştirilmesi” dönemi olarak değerlendirilecektir. Çünkü bu dönemde, Hükümet bir yandan imam hatip sayısını yaklaşık 10 kat artırırken, imam hatiplerde okuyan öğrenci sayısını da son 15 yılda 60 binlerden 650 binlere kadar çıkarmıştır. Ama aynı zamanda bu dönemde, “laik eğitim” programlı okul eğitimi, süreç içinde önemli ölçüde imam hatipleştirilmiştir. Din ve din kültürü derslerine “önem verilmesi”yle başlayan girişimler, imam hatip kökenli eğitimcilerin okulların idaresindeki etkisini artıracak kadrolaşma girişimleri, tarikat ve cemaatlerin okullardaki faaliyetinin artırılması, seçmeli derslerin dini içerikli dersler olarak düzenlenmesi daha müfredat değişmeden, okullardaki eğitimi imam hatiplerdeki eğitime yaklaştırmıştır. Aslında tartışılan son müfredat, bu gidişatın resmileştirilip, bir disipline kavuşturulması olarak biçimlendirildi. Ancak imam hatiplerin olağanüstü biçimde teşvik edilmesine karşın, öğrencilerin ve velilerin bu okullara ilgisi beklenen düzeyde olamadı. Ama Hükümet, örneğin imam hatip okullarının sayısını diğer seçeneklerden daha hızlı artırarak, imam hatiplere girişi adeta bir reklam kampanyasıyla destekleyerek, bu okullara yönelik talebi yüksek tutmaya çalıştı. Ancak gelinen aşamada yine de imam hatiplere ilginin düşük kalması, son LYS sınavında imam hatip çıkışlı öğrencilerin sadece yüzde 20’sinin üniversitelere bağlı fakültelere yerleşebilmesi, bunun imam hatipler için önemli bir itibar kaybına yol açması sürpriz olmayacaktır.[2] Hükümet, imam hatip zorlamasını, en son; nüfusu 10 binin altında olan ilçelerde (171 ilçe bu durumda) devletin imam hatip dışında lise dengi okul açmayacağını kararlaştırarak, kırsal alandaki en yoksul kesimin çocuklarına imam hatipten başka seçenek sunulmamasına kadar vardırdı.
Mevcut eğitimin başarısızlığa sürüklenmesi: 15 yılını tamamlayan AKP iktidarında eğitimin bir yüzü imam hatipleştirme, cihadist-dindar nesiller yetiştirecek bir müfredat oluşturma ve “özel eğitim”in teşviki ise, öteki yüzü mevcut eğitimin çökertilmesi için organize bir gayret içinde olunmasıdır.
15 yıl içinde görev alan 7 Milli Eğitim Bakanı, kendi başlattıkları “reformları” bile sonuna kadar götürmeden, görev sürelerini tamamlamıştır. Bir sonraki AKP’li bakan, önceki AKP’li bakan sanki bir başka partidenmiş gibi, cebinde yeni bir “reform” paketiyle göreve başlamış, ama o da ilan ettiği hedeflere varmadan görevini bir başka partidaşına bırakmak durumunda kalmıştır. Bu dönem boyunca öğrenciler, okula girdikleri koşullarda mezun olamamışlardır.[3] Sınavlara hile karıştırılması, sınav soruların çalınması, organize kopya çekilmesi, sınav kurallarının sürekli değiştirilmesi, puanların belirlenmesinde çocukları bile yapmayacağı hatalı hesaplamalar yapılarak tüm sınavın şaibeli hale getirilmesi ama bunun umursanmaması,… türünden her biri az çok demokrasinin olduğu ülkelerde bakan, hükümet devirecek olan skandallar, sıradan vakalar olarak geçiştirilmiştir. Eski eğitim sitemi ve kurumların çökertilmesi ve yerine geçirilen “yeni” müfredat ve düzenlemeler, Türkiye’nin uluslararası eğitim karnesindeki yerini de belirlemiştir. Gerek öğrencilerin okuduklarını anlama gerekse karşılaştıkları problemleri çözümleme yeteneği gibi konularda yapılan ölçümlerde Türkiye, son yıllarda her yıl daha aşağı düşerek, 46 ülke içinde 43. sıraya yerleşmiştir. OECD’ndeki 34 ülke içinde de, okuma yazma oranından eğitimin her sorununa ilişkin alanlarda yapılan değerlendirmelerde de, Türkiye her alanda, “en alttan birincilikle en alttan üçüncülük” arasına yerleşmiş bulunmaktadır. Ancak AKP iktidarı, PİSA ve OECD’de ortaya dökülen kirli çamaşırlarını, bir yandan yabancıların Türk düşmanlığıyla bizi doğru değerlendirmek istememelerine, öte yandan da “eski sistemin sorunları”na bağlayarak, kendi rolünü saklamaya çalışmaktadır. Dahası, AKP propagandası daha da ileri giderek, eğitimde oluşturduğu enkazı, eğitimi dinileştirme ve özelleştirme hamlelerine meşruiyet sağlamak için kullanmaktadır.
Bu yüzden de, bir yanıyla bakıldığında, AKP’nin başarısızlıkları adeta organize ettiğini söylemek yanılış olmaz. Kısacası, son 15 yılda AKP Hükümetlerinin “eğitimde reform”, “eğitimde devrim” diye ilan ettiği her girişim, eğitimde bir “yıkım”a, “çöküş”e karşılık gelen “karşı reform” hamleleri olarak biçimlenmiştir. Ve bugün, bu hamlelerle, yukarıdan beri eleştirdiğimiz, “cihadist-dindar nesiller yetiştirecek bir eğitim” noktasına gelinmiştir.
EĞİTİME YÖNELİK BU TARİHSEL SALDIRI PÜSKÜRTÜLEBİLİR!
Bugüne kadar laik demokratik, bilimsel parasız ve anadilinde eğitim talebi etrafındaki mücadele; “laiklik”le ilgili yanı Kemalistler, Alevi örgütleri, ilerici demokrat güçler, “anadilinde eğitim”le ilgili talepler ise Kürt siyasi güçleri ve sosyalistler ve belirli demokrasi güçleri tarafından yürütülegelmiştir. Ama genel olarak eğitim mücadelesi dendiğinde, bu mücadele, en fazla velilerin de içinde varsayıldığı, öğrenciler ile laik ve demokratik, parasız eğitim yanlısı eğitimcilerin görevi olarak görülmüştür. Pratikte bu mücadele böyle gelişmiştir.
Çünkü her ne kadar “laik, demokratik, bilimsel, parasız anadilinde eğitim” mücadelesi dense de, eğitim alanındaki mücadele; “kayıt parası”, “tebeşir parası”, “eğitimciler üstündeki baskılar”, “proje okulları”, “normal liselerin imam hatiplere dönüştürülmesi”, “öğrencilere yönelik yaptırımlar,… en son da “açığa almalar” ve “ihraçlar”la, “eğitimcilerin sürgünleri” etrafında bir mücadele olarak geliştiği için, genellikle eylem ve etkinlikler, bu “kısmi” talepler üstünden, dolayısıyla da eğitim mücadelesinin çeşitli kesimlerinin ayrı ayrı katıldığı eylem ve etkinlikler olarak biçimlenmiştir.
Müfredatın içeriğinin ortaya çıkması ve onun etrafındaki tartışmalar, eğitim alanındaki mücadelede pek çok aktüel sorununun yanı sıra AKP’nin “gizli ajandası”nın da kapağını açmıştır. Böylece AKP iktidarının imam hatipleri yaygınlaştırma ve özel eğitimi teşvik programının, işçi ve emekçi sınıflar gençliğini “cihadist-dindar nesiller olarak yetiştirme” stratejisi olduğu da gözler önüne serilmiştir.
Dolayısıyla eğitim alındaki “laik demokratik, bilimsel, anadilinde eğitim” talebi, düne göre daha da acilleşmiş olarak, bütün halk kesimlerini endişeye sevk edecek bir açıklıkla Türkiye’nin gündemindedir.
Bu da, eğitim alanındaki mücadelenin taleplerinin; ekonomik, siyasi ve ideolojik olarak sınıflar mücadelesinin bütün alanlarıyla bağlanarak, demokrasi mücadelesi içindeki yerinin daha öne çıkması demektir. Bunun anlamı ise, AKP’nin cihadist-dindar nesiller yetiştirme amacına karşı; sadece geleneksel olarak laik eğitimin gücü olarak görülen ilerici eğitimciler, Aleviler, Kemalistler, ilerici demokrat güçler ötesinde çok daha geniş halk kesimlerinin mücadeleye çekilme imkanlarının son derece genişlemiş olmasıdır.
Peki öyleyse bugün; “laik bilimsel, demokratik, anadilinde, parasız eğitim” talebinin güçleri nesnel olarak hangi kesimlere karşılık gelmektedir?
Bu sorunun yanıtı olarak; “Kendi çocuklarının daha iyi okullarda ve daha bilimsel bir eğitimle donanmasını isteyen herkes; bugün AKP’nin cihadist-dindar nesiller yetiştirme amaçlı eğitim anlayışına karşı durmak isteyen herkes, bu mücadelenin bir unsurudur” dersek yanlış bir şey söylememiş oluruz.
Bunun, bugün somut yaşamdaki az çok mücadele içindeki örgütlü güçler alanındaki karşılığı;
- – Memur Sen’e bağlı, yönetiminde AKP’nin militanlarının bulunduğu, “hükümet sendikası” Eğitim Bir-Sen dışındaki tüm eğitim sendikaları ve elbette ki Eğitim Bir-Sen üyeleri de dahil, laik demokratik, bilimsel eğitimden yana tüm eğitimciler,
- – Türkiye’nin geleceğini laik demokratik, bilimsel eğitimden yana gören tüm sendikalar ve emek örgütleri, her türden kitle örgütü,
- – Bugüne kadar laik eğitimini en önde tutan Alevilerin her türden örgütleri, geniş Alevi kesimleri,
- – “Anadilinde eğitim” talebi çerçevesinde uzun yıllardır mücadele eden Kürt halkını her türden mücadele örgütleri, ve laik bilimsel eğitim talep eden Kürt halkının geniş kesimleri,
- – Türkiye’nin ilerici demokrat güçleri, ilerici demokrat, sosyalist partiler ve çevreler, kadın ve gençlik çevreleri, kültür-sanat-bilim çevreleri, bilimsel eğitim yanlısı akademisyenler, tanınmış aydınlar, demokratlar,
- – Yerellerdeki her türden demokratik oluşumlar, her türden kadın ve gençlik çevreleri, yerel sendikalar ve emek örgütleri, yerel aydın ve demokratlar, laik demokratik eğitim taraftarı siyasi partilerin yerel örgütleri, laik, demokratik, bilimsel anadilinde, parasız eğitim mücadelesinin nesnel güçleridir.
Bu geniş güçler yelpazesi; gelecek kuşakların ve ülkenin geleceğini düşünen her vatandaşı kapsayan bu tablo; elbette ki nesnel bakımdan böyle bir imkan olduğunu ifade eder, ama kendiliğinden bu alandaki imkanın güce dönüşüp; ülkeyi ortaçağın karanlığına götürmek isteyen güçlerin karşısına dikilemez. Tersine, burada inisiyatif almak, bu imkanı güce dönüştürmek, sınıf partisine, Türkiye’nin demokrasi güçlerine, eğitim mücadelesinin bugüne kadar yükünü çeken eğitimciler ve onların sendikalarına, işçi sınıfının ve emekçilerin ileri kesimlerine düşmektedir.
Kuşkusuz bu mücadele, ülke sathında ve birleşik bir mücadele olarak sürdürüldüğü ölçüde başarılı olacaktır. Ama, yakın geçmişteki deneyimlerden de biliyoruz ki, birleşik mücadele gökten inmez; yerellerde ortaya çıkıp süren mücadelelerin birleşmesi üstünde şekillenir. Dolayısıyla bugün elbette merkezi düzeyde güçlerin birleştirilmesi girişimleri olacaktır, ama asıl olan yerellerdeki mücadelenin birleştirilmesidir. Ve ortak birleşik mücadele, tabandaki yığınların mücadeleye çekilmesi başarıldığı ölçüde başarılı olma şansına sahip olacaktır. Bugüne kadarki eğitim ve demokrasi mücadelesinin dersleri bunu herkese göstermiştir.
Ülkenin Terörle Mücadele Yasası ve OHAL’le yönetiliyor olması da, bu mücadeleyi engelleyemez. Dahası, eğitim alanındaki mücadelenin gelişmesi, OHAL’in kaldırılması için mücadele eden güçlerin birleşmesini ve yelpazesinin genişlemesini de getireceği için, “laik, demokratik, bilimsel, anadilinde eğitim” mücadelesi ayrıca önem taşımaktadır.
[1] Müfredattan, eğitimin dini referanslara göre yeniden düzenlenmesinden söz ederken, hep Mili Eğitim Bakanlığı’na bağlı okullardan ilk, orta, lise ve dengi okulları göz önünde bulundurduk. Ama aynı programın bir versiyonu, üniversitede; kadrolaşmasıyla, özelleştirmesiyle, araştırmalara müdahalesiyle, laik bilimsel özerk üniversite talep eden öğretim üyelerinin ihraç edilmesiyle,… çoktan beri yürürlüktedir. Hükümet ve YÖK, OHAL’i de kullanarak, üniversiteyi, öğretim üyeleri, yardımcıları ve öğrenciler için bir hapishaneye çevirmiş bulunmaktadır. Ve artık en köklü üniversitelerde bile bilimsel bir eğitim ve araştırma olanağından kimse söz etmiyor. AKP iktidarı, üniversitelerden, bilimsel gerçekleri değil, kendi tezlerine akılcı bahaneler bulacak çalışmalar istiyor. Tıpkı 1930’larda, 40’larda Almanya’da, İtalya’da olduğu gibi.
[2] İmam Hatip liselerinin yolunu açmak için yüksek yerden gelen emirle üç gün içinde TEOG’un kaldırılmasının ardından bu liselerden üniversiteye girişin kolaylaştırılmasına yönelik olarak yeni bir emirle Üniversite Giriş Sınavlarının da kaldırılmasının şimdiden sözü edilmeye başlanmıştır.
[3] Cumhurbaşkanı Erdoğan Eylül ortasında çıktığı bir TV kanalındaki söyleşisinde sözü eğitme getirerek, “Bu TEOG da ne? Ben TEOG’u istemiyorum. Eskiden TEOG mu vardı?” diye kükreyince, ertesi gün Başbakan ve Milli Eğitim Bakanı ellerinde “TEOG’u kaldırma” dosyası ile kendilerini Cumhurbaşkanı’nın önünde buldular. Meğerse herkes TEOG’dan rahatsızmış da yukarıdan işaret bekliyormuş gibi! Oysa bu TEOG denilen rezilliği, eğitimde 4+4+4 sistemini getirdiğinde, AKP iktidarı, “eğitimde devrimin bir dayanağı” olarak uygulamaya sokmuştu. Dahası AKP propagandası, TEOG’u eleştiren eğitimcileri de reformlara karşı çıkan eskinin savunucuları olarak göstermişti. Ve şimdi yandaş basın, TEOG’un kaldırılmasını “eğitimde devrim” olarak ilan etmiş bulunmaktadır. Benzer bir durumun, daha birkaç ay önce, yine bir televizyon söyleşisinde Cumhurbaşkanı, 15 yıldır kendi iktidarı boyunca uygulamada olan üniversitelerdeki “yardımcı doçentlik” statüsü için, “Bu yardımcı doçentlik de nedir? Kaldırılmalıdır!” deyince; ertesi gün YÖK toplanmış, “yardımcı doçentliğin kaldırılması çalışmalarını başlattıkları”nı duyurmuştu. Böylece eğitimde son yıllardaki “reform” girişimlerinin arkasındaki zihniyetin nasıl bir zihniyet olduğunu, “reformlar”ın nasıl gündeme getirilip nasıl yönetildiğini de görmüş olduk. Cihadist dindar nesiller yetiştirecek müfredatın yürürlüğe girdiği bir eğitim yılı başlarken, bu eğitim anlayışının arkasındaki zihniyetin “demokratik”liğine dikkat çekmeden geçmek olmazdı!