Çetin Akdeniz

Kanun Hükmünde Kararname (KHK) ile ihraç edilen araştırma görevlisi Nuriye Gülmen ve öğretmen Semih Özakça’nın, bu haksız uygulamayı protesto ederek işlerine yeniden dönmek için başlattıkları açlık grevi, bir yandan çeşitli kesimlerin ilgisini çeker ve destek eylemlerinin artmasına yol açarken, diğer yandan bu eylem türüne ilişkin bir tartışmayı da yeniden başlattı. Açlık grevine destek açıklamaları, bir günlük sembolik açlık grevleri, eylem yerine destek ziyaretleri birbirini izlerken, bu eylemin sona erdirilmesi yönünde bazı açıklamalar ve çağrılar da oldu. Ankara, Antalya, Bursa, Tarsus ve Tekirdağ’da destek eylemleri ve açıklamaları yapıldı. KESK İstanbul Şubeler Platformu ve diğer bazı şubelerinin yöneticileri, aralarında Ataol Behramoğlu’nun da bulunduğu bazı yazar ve gazeteciler, çocukları Gezi Direnişi sırasında katledilen kimi anneler, ODTÜ öğrencileri eyleme destek açıklaması yaparak, hükümetin ve polisin uygulamalarını protesto etti. CHP’li dört milletvekili Meclis’te bir günlük sembolik açlık grevi yaptı. Açlık grevini sürdüren Semih Özakça, destek için gelenlere polis saldırılarından sonra Twitter hesabı üzerinden yaptığı açıklamada, “O alanı bırakmayacağız. Herkesi Yüksel’i sahiplenmeye çağrıyoruz” derken, Nuriye Gülmen de, “Açlığımızın 66. gününü KHK’larla atılan kamu emekçilerine adıyoruz. Cumartesi herkesi açlığa ortak olmaya çağırıyoruz” açıklamasında bulundu. Gülmen, grevlerinin 69. gününde ise, kendilerinin “dünya halklarını temsil ettiklerini” söyledi. Bu açıklamalarla birlikte ülkenin birkaç yerinde bireysel açlık grevlerine gidildi. “Edebiyatçılar” yayımladıkları bildiride, durumları gün geçtikçe daha da kötüleşen Nuriye Gülmen ile Semih Özakça’nın taleplerinin acilen yerine getirilmesi için, “yetkililerin devreye girmesi çağrısında” bulundu. Gülmen ve  Özakça‘nın “işlerine geri dönmek için” yaptığı açlık grevinin 69’uncu gününde, aralarında yurtdışındaki kimi yazar ve edebiyatçıların da bulunduğu 541 akademisyen, yazar, aydın ve sanatçı, “OHAL ve KHK’lere karşı yapılan bütün demokratik eylemler meşrudur, haklı bir talebi dile getirmektedir. Bizler bu eylem ve etkinlikleri destekliyor ve bu taleplerin yükseltilmesinde taraf olduğumuzu bildiriyoruz” açıklaması yaptı. “Açlık grevini bugün bitirseniz dahi sizin kazandığınız, kamuoyu vicdanına doğrudan etki ettiğiniz, hem Türkiye’de hem de uluslararası düzeyde sesinizi ve soluğunuzu duyurduğunuz ve açlığınızı paylaştığınız insanlara ulaştığınız açıktır. Kazandığınız o kadar alenidir ki, açlık grevini bugün bitirseniz dahi, kazanımınızı davul zurnayla kutlamaya ve 189 günlük direnişinize ortak olmaya hazırız” denildi. (Gazete Duvar, 16 Mayıs 2017) Uluslararası ünü ve tanınmışlığıyla Fazıl Say, kamu emekçilerine karşı sürdürülen saldırıları protesto ederek Gülmen ve Özakça’nın eylemine dikkat çekti ve “Bir şeyler yap Türkiye!” çağrısı yaptı. Tabip Odası temsilcileri, ilerici-devrimci kimi yazarlar, mücadeleci kimlikleriyle tanınan kimi sağlık emekçileri ise, bu eylemin bitirilmesinin yaşamda kalarak mücadeleyi sürdürmek açısından daha doğru olduğunu açıkladı.

Bir ölçüde farklılık gösteren iki açıklama ise, yazar Oya Baydar ile Akif Kurtuluş’tan geldi. Kurtuluş, T24’te yayımlanan yazısında (16 Mayıs 2017), “Açlık grevi gibi, insan hayatının, greve çıkan tarafından doğrudan pey olarak ileri sürüldüğü bir eylemin” de tartışma konusu olabilecegini, hak mücadelesinde destek bulma isteminin doğal olduğunu; ancak bu durumun bu eylemin tartışılmasına engel olmaması gerektiğini belirterek, önceki açlık grevlerini anımsattı ve tekil işçinin eylemi ile işçilerin “toplu halde işi bırakıp” yürüttükleri mücadele arasındaki farklılığa da dikkat çekerek, açlık grevini destek açıklamasına katılmamasının gerekçelerini açıkladı. Nuriye Gülmen ve Semih Özakça’ya, “Ölmeyin çocuklar! Siz eridikçe toplum çürüyor, vicdan ölüyor” başlıklı makalesinde (15 Mayıs 2017), “siz orada; gören gözlerin, duyan yüreklerin, isyan eden vicdanların önünde gün be gün eridikçe bu ülkenin vicdanı dumura uğruyor” diye seslenen Oya Baydar ise, “gözleri kendi çıkar ve iktidarlarıyla körleşmiş olan muktedirler”in “nefret söylemiyle, ayrımcılıkla, çatışmacı, savaşçı saldırganlıkla” toplumu duyarsızlığa ittiğini ve insanların “kötülüğe dur deme” cesaretlerini yitirmelerine yol açtıklarını belirterek, hukukusuzluğa karşı yaşam hakkının ortaya konarak sürdürülen direnişin amacına ulaştığını söylüyor ve “ölmeyin”, yaşama tutunun ki, Adaletsizliklere, mağduriyetlere karşı kendimizi tüketerek değil, birleşerek, birbirimizden güç alarak, yaşama birlikte sahip çıkarak mücadele edelim” çağrısında bulunuyordu.

 TEK YOL ‘AÇLIĞA ORTAK OLMAK’ MIDIR?

Bir şeyler yapma”nın çeşitli biçimleri, yol ve yöntemleri bulunuyor: Mücadele türü, biçimi, yöntem ve araçlarıyla sosyal-siyasal koşullar ve sınıf ilişkileri arasındaki ilişki üzerine tartışmaların külliyatı oldukça kapsamlıdır. Koşulları, etkenleri, olanakları ve etkileriyle birlikte her mücadele biçimi, kendi özgüllüğü içinde belirli bir önem göstermekle birlikte, karşıt sınıfların mücadelesiyle bağlı olduğu sürece, sonuç alma olasılık ve hedefiyle kitlesel mücadele türleri, ilerici, devrimci ve Marksist kişi ve örgütler/partiler açısından, tartışma götürmez şekilde doğru kabul edilegelmiş ve söz uygunsa tercih edilmiştir. Bu ama, bireysel eylem biçimlerinin koşulsuz olarak olumsuzlanması anlamına da gelmez ve gelmemiştir. Bu iki “tür” mücadele arasındaki ilişki, birbirine alternatif olup olmama sınırlarına çekilerek darlaştırılamaz. Ancak, ikincisi ilkine bağlanmalıdır.

Bu açıdan bakıldığında, bir eylemin içinde gerçekleştiği-gerçekleştirildiği toplumsal koşulların yanı sıra türü-biçimi ve öznesi ile hedefi ve amacı arasındaki ilişki önem taşır. Başvurulan ya da girişilen eylemin o somut durumda, belirlenen amaca ne oranda hizmet ettiği, toplumsal karşılığının ne olacağı ya da olduğu, bireyselliği aşma olasılığı bulunup bulunmadığı vb. gibi unsurlar dikkate alınmaksızın, herhangi bir eylem türünün, devrimci mücadele kapsamındaki yeri ve önemi doğru şekilde belirlenemez. Söz konusu olan, burjuva egemen sınıfın ve burjuva devletinin baskı ve saldırılarına karşı mücadele olduğunda, bireysel eylem türleriyle kitlesel eylem biçimleri arasındaki ilişki bir tercih ve istem sorunu olmaktan çıkar, mücadeleyi geliştirip ilerletme potansiyel ve olanaklarıyla bağlı bir sorun haline gelir. Bu da, bireyin eyleminin, kendi eyleminden sorumlu bu bireyin istediği ya da uygun gördüğü biçime başvurma hakkı çerçevesine alınmasını yanlışlar.

Yakın “sol siyasal tarihimiz”de, materyalist Marksist görüşle çelişir ve çatışır şekilde “bireysel kahramanlığa” dayanan ve kitleleri “denge” içindeki seyirciye indirgeyen eylem biçimlerine başvurulmuş, sözümona denge kırıcı-bozucu çıkışlar az olmamıştır. Bunlar üzerine yapılan tartışmalar bile kitaplar boyu yer tutmuştur. Devrimi kitlelerin eseri, işçi sınıfı başta olmak üzere, emekçilerin örgütlü siyasal mücadelesinin ürünü olarak almayıp, onu burjuva devletiyle halk güçleri arasında bir tür “suni denge” bulunduğu varsayımına dayandıran, ve öyleyse bu “suni denge”yi kıracak kararlı eylem biçimleriyle gören “öncü savaşçı” anlayış, bazı sol siyasal gruplar tarafından savunulmuş ve bu doğrultuda çeşitli eylemler de gerçekleştirilmiştir. Marksizm-Leninizmle açıkça ilgisiz olmasına karşın bu durumu “komünistliğin kriteri” gösterenlerin, on yıllar sonra aynı doğrultuda “yol alma”ya çalıştıkları da biliniyor. Devrimin maddi sosyal zeminini ve işçi sınıfının devrimin temel öznesi olma gerçekliğini atlayan bu sözümona iradenin güç gösterisi, sınıfların mücadelesinin bilinçli “aydın özne”nin iradi davranışlarına bağlı indirgenmesiyle kalmaz, işçi ve emekçilerin burjuva sınıf ideolojisinin etkisinden çıkması için yürütülmesi şart olan ideolojik-politik ve örgütsel çalışmayı da küçümser. Kitlelerin kazanılması gibi zorunluluk gösteren bir görevi atlayarak, çoğu kez intiharvari eylem biçimleriyle sonuç almaya çalışır ve kendiyle uyum göstermeyenleri de reformizmle, uzlaşmacılıkla, mücadeleden kaçmakla itham eder.

Kapitalizme ve burjuva sınıf egemenliğine karşı işçi ve emekçilerin örgütlü mücadelesini başarma gibi olmazsa olmaz bir görevi küçümseyen bu anlayış ve tutum, kişilerin fedakarlığı, kararlılığı, yiğitliği ve uzlaşmaz devrimci tutumu gibi önemsenmesi ve saygı duyulması gereken devrimci karakter özelliklerinin gölgesine alınarak doğrulanamaz ve savunulamaz. Halkı seyirci kılan bir yaklaşıma dayanan ve çoğu durumda da baş vurduğu sansasyonel eylemlerle ilerici-devrimci çevreleri “akla kara”ya indirgenmiş bir dar bakış açısıyla “teslim alma”ya çalışan bu mücadele anlayışı, emekçi halk kitlelerini ancak dıştan itici bir kuvvetle harekete geçebilir uyuşmuş yığın konumunda görür ve yine bu çevreleri “vicdan muhasebesi”yle mahkum etmeye yönelir.

Bu anlayışa sahip olanların sığındıkları bir diğer “liman”, kitle hareketi ve mücadelesinin geriliği ya da geriye düşüşüdür. Baskı ve saldırılara karşı yeterince güçlü bir yanıt verilemiyorsa, mevcut koşullarda kitlelerin önemli bir kesimi burjuva sınıf iktidarının vahşi saldırılarına grev ve gösterilerle yanıt vermiyorsa, kendi eylemlerinin daha fazla haklılık kazandığını sanmaktadırlar. Kimilerinin ileri sürdüklerinin aksine, böylesi bir savunu ancak umutsuzluğun ve çözümsüzlüğün göstergesi olabilir.

Aktüel örnek üzerinden söylenirse, durum şudur: Gülmen ve Özakça, Erdoğan iktidarının, bazı açıklamalara göre 140 bin, bazılarına göre ise 110 bin civarında kamu emekçisini ihraç ederek, bir bölümünü zindanlara doldurarak sürdürdüğü saldırılara karşı, görevlerine geri iade edilmek talebiyle bireysel bir direnme biçimini tercih ederek açlık grevi başlatmışlar ve bu eylemlerinde Tabipler Odası yetkililerinin açıklamasına göre, yaşamsal tehlike sınırlarına gelmişlerdir. Gülmen, grevlerinin 66. gününde herkesi açlığa ortak olmaya çağırmış; bazı yazar ve sanatçılar da bu doğrultuda açıklamalar yapmış ve nöbetleşe açlık grevleri yapılmıştır. Bu durumda en köşeli biçimiyle şu soru gündeme gelir ve getirilmiştir: Ya tüm ilerici işçi ve emekçiler, tüm ilerici, devrimci örgütlü kesimler açlık grevine katılarak, onu yaygınlaştıracaklar ya da devrimci-demokrat ve sosyalist çevrelerde hayli yaygın ve kolaycı bir tutumla başvurulan, “mücadele kaçkını” suçlamasını hak edeceklerdir!

Oysa soru ve sorun, bu biçimde darlaştırılarak, “içinden çıkılamaz hale” getirilecek türden değildir. Gülmen ve Özakça, bireysel bazda fedakarlık yaparak, yaşamlarını tehlikeye atarak bir mücadele içine girmişler, ancak belirli istisnai koşullarda başvurulabilir protesto biçimlerinden birine başvurmuşlardır. Bu mücadele biçimi, “kitlesel” boyutta gerçekleştirildiğinde dahi, genellikle başka mücadele tür, biçim ve yöntemlerinin olanaklı olmadığı ya da bedenin ve aklın ölümle son düellosu dışında yol kalmadığında başvurulan bir biçim olagelmiştir. Egemen sınıf devletinin zindanlarında, işkence ve baskının en iğrenç biçimleriyle yıldırılmaya çalışılan devrimciler, diğer direniş biçimlerinin yanı sıra ölüm pahasına açlık grevleriyle de karşı koymaya ve saldırıların son bulmasını sağlamaya çalışmışlar ve kimi durumlarda bu saldırıları püskürtmüşlerdir. Açlık grevi/grevlerinin “ulusal” ve uluslararası koşullara bağlı olarak burjuva hükümetleri ve devletlerinin saldırılarına karşı püskürtücü işlev gördüğü durumlar olduğu gibi, acımasızca saldırıların sürdürülmesinin önünü kesmek bir yana, onlarca insanın ölümüyle sonuçlandığı ve mücadelenin ilerletilmesi yönünde bir etki yaratamadığı durumlar da görülmüştür. Bu demektir ki, herhangi bir diğer mücadele biçimi gibi, açlık grevi de –ki daha özgün ve farklı özellikleriyle ayrışan yönleri vardır–, kitlelerin burjuva siyaseti ve burjuva devletine karşı mücadele biçim ve yöntemlerinden koparılarak bireysel bir istem ve tercih sorununa indirgenemez.

 MÜCADELE POTANSİYELİ VE DEVRİMCİ TUTUM

Burjuvazinin tüm tarihi boyunca, demokrasinin belirleyici kıstası olarak göstermekten geri kalmadığı “millet reyi”nin hile ve entrikalarla geçersiz ilan edilip burjuva hukukunun paspas edildiği, toplumsal sınıfların birbirleriyle ve her bir sınıfın ve çeşitli toplumsal kesimlerin devletle ilişkilerinde gerginlik ve çatışma unsurlarının daha fazla biriktiği bir dönemdeyiz. Erdoğan iktidarına karşı güvensizlik giderek artıyor ve bu durum diğer yandan devlet-hükümet baskılarının yoğunlaşmasıyla karşılanıyor. Ekonomik durum, sömürücü kapitalist azınlık açısından da belirsizlikler gösterecek şekilde kaygıları büyütecek yönde ağırlaşıyor. Yoksul sayısında artış var, işsizlik %13.7’ye yükseldi. Yandaş kayırmacılığı had safhada. Baskı, yasak ve saldırılar yoğunlaştırıldı. Kitlesel tepkiler oluşmakta, bunlar Aliağa Petkim ve birçok irili-ufaklı direnişin ardından örneğin Cam işçilerinin aldıkları grev kararında, grevin yasaklanması, ama işçilerin yasağa rağmen kararlılıklarının sürmesinde ortaya çıkmaktadır. Gülmen ve Özakça’nın Ankara’da açlık grevini sürdürdüğü günlerde, Silopi’de polis gece yarısından da sonraki bir saatte panzerle duvarlarını yıkıp girdiği yoksul Kürt evinde uykudaki iki küçük çocuğu katletti. Muhbir ağıyla ülkeyi ören iktidar Abdulhamit dönemi jurnal toplumunu oluşturmaya çalışıyor. AKP yönetiminin kendine bağlı bir silahlı milis güç oluşturduğu ve “iç savaş hazırlığı yaptığı” yönündeki haberler artan şekilde basında yer alıyor. 160’ın üzerinde gazeteci zindana kapatıldı. İktidar politikalarını eleştiren muhalif politikacı ve milletvekilleri içerde. İktidar sözcüleri, kitlelerin devlet-hükümet politikalarına direnç gösteren kesimlerini hain ve düşman ilan etmekten kaçınmıyorlar. Bölgeye yönelik yayılmacı emellerle bağlı savaş tetikleyici politikanın en belirgin hedefini Kürtlerin son yılların bölgesel ve uluslararası gelişmeleriyle bağlı olarak edindikleri mevziler oluşturuyor.

İçinde bulunduğumuz dönemde, herhangi bir eylemin doğruluğu-yanlışlığı; yerindeliği-yerindesizliği ve kitle mücadelesi açısından anlamı, bu koşullardan soyutlanarak belirlenemez. Bireysel eylemlerin kimi koşullarda patlama potansiyeli yüksek kitle mücadelesini tutuşturan kıvılcım işlevi gördükleri/görebildikleri doğrudur. Yakın tarihten verilecek son çarpıcı örnek, Tunuslu üniversite öğrencisi ve seyyar satıcı Muhammed Buazizi’nin, polisin “ekmek teknesi”ne el koymasını protesto ederek kendini ateşe vermesiyle başlayan protestoların toplumsal kalkışmaya/ayaklanmaya dönüşmesinde ilk işaret fişeği işlevi görmesidir. Peki Türkiye’de ve içinde bulunduğumuz koşullarda, iki eğitim emekçisinin canlarını ortaya koyarak sürdürdükleri açlık grevinin böylesi bir işlev görmesi olası mı? Olmadığını, toplumumuzu ve ülkenin somut koşullarını; sadece onları da değil, devlet ve hükümetin ölümleri/öldürmeleri kışkırtıcı politikalarını, kentlerin yıkımı ve yok edilmesine varan saldırılardan geri durmayışını gözardı eden ya da unutanlar ancak ileri sürebilirler. Karşı soru, yanıtını içinde taşır: Yığınsal mücadeleyi besleyen irili-ufaklı biçimleri birleştirmek; burjuva tekelci iktidarın kitlelerin önemli bir kesimini diğer kesimlerinden ayıran duvarlarını yıkacak şekilde sosyal-iktisadi ve politik taleplerin savunusunda kararlılık göstererek safları büyütmek, tek doğru yoldur.

Kitle mücadelesinin tayin edici önemi ve rolü, yüzyılların tarih dersidir. Sorun, mücadelenin hangi biçimlerle büyütülebileceğidir. Dönemsel koşulların bir özelliği de, saldırılara yönelik mücadele potansiyelinin büyümekte olmasıdır, ve bu da, saldırılara karşı daha geniş kesimleri mücadeleye çeken bir tutumun ve mücadele hattının izlenmesini gerektirir. Bu açıdan bakıldığında ise, diğer mücadele alan ve talepleriyle birleşmeyen ya da ancak özel koşullarda ve zorunlulukla baş vurulan –açlık grevi gibi– biçimlerin öne çekilmesi-çıkarılması, doğru olmaz.

Sermaye ve devletinin baskı ve saldırılarına karşı herhangi hak mücadelesinin ilerici-devrimci parti, örgüt, çevre ve kişilerin “doğal desteği”ne sahip olmasıyla mücadelenin doğru ve yerinde olan biçim, yöntem ve araçlarla sürdürülmesi sorunu birbiriyle bağlı olmakla birlikte, bu bağlamlılık içinde, ikincisi, kişi ve grupların istemleri ve duygularıyla belirlenebilir bir özerklik göstermez. Açlık grevleri gibi belirli bir özgünlük gösteren biçimler, aksine, tam da bu özgünlükleri nedeniyle daha dikkatli bir yaklaşımı gerektirirler. Yaşam-ölüm arası hassas sınıra gelmiş bu tür örnekler açısından bu yaklaşım daha fazla zorluk doğurmasına karşın, açlık grevinin ne pahasına olursa olsun sürdürülmesi savunulamaz. Yüksel Caddesi’ndeki açlık grevinin daha fazla sürdürülmesiyle “işe geri iade”nin sağlanamayacağı oldukça açıktır. Devlet-hükümet yöneticileri, açlık grevi karşısında duyarsız kaldıkları eleştirisine, polis gücünü kullanarak yanıt vermişler, duyarlılıklarının karakterini ortaya koymuşlardır. Burjuva Türk devleti, en çarpıcı örneğini 2000 yılında, bizzat kendi sözcülerinin yakıştırdıkları adla, “Hayata Dönüş” operasyonunda onlarca ve onlarca devrimciyi, –onların 50-60 gün süren açlık grevlerinde büyük oranda yıpranmış bedenlerini bile bile– ateşe vermekten, makinalı silahlarla öldürmekten geri durmamıştır.

Sorun “toplumsal duyarlılık yaratmak” ise, bu başarılmıştır. Örgütlü ilerici politik çevrelerle kitlelerin ileri kesimlerinin bu direniş biçimine karşı duyarsızlık gösterdikleri ileri sürülemez. İlerici-demokrat aydınlar, bazı kitle örgütlerinin yönetimleri, “sol” siyasal parti ve örgütler devlet-hükümet politikasını eleştirerek, açlık grevi yapan eğitim emekçilerine desteklerini açıkladı.

Herhangi direniş, bireysel, grupsal ya da daha geniş katılımlı olsun, içinde bulunulan toplumsal koşullar gözetilmeksizin sürdürülemez. Somut olayda ise, açlık grevinin devlet ve hükümet yönünden onların politikalarını engelleyici, püskürtücü bir etkisinin olmadığı, siyasal mücadele pratiğini ve yakın dönem tarihimizi bilenler açısından açık olmalıdır. Böyle olmasının nedeni, açlık grevini kitleselleştirmemek de değildir. Açlık grevleri ilk kez gündeme gelmiyor. Farklı mekan ve koşullarda açlık grevlerine başvurulmuş ve bunların bir bölümü başkaca mücadele biçimleriyle birlikte gerçekleştirilmişler; ya da bu biçimlerin de “denenmesi”nden sonra “son çare” anlayışıyla yapılmışlardır. Türkiye’de ileri işçi ve emekçiler, devrimciler, sosyalistler bu bakımdan oldukça önemli deneyime sahiptirler. Bu açıdan söylenirse, iki eğitim emekçisinin sürdürdükleri açlık grevi, bağlandığı amaç açısından işlevini tamamlamıştır. Kitlelerin ileri kesimleri, işçiler ve emekçiler, ilerici aydınlar, gençliğin uyanan militan kesimleri hep birlikte açlık grevine “yatma” yerine, iş durdurarak, kapitalistlerin can damarı olan üretimi aksatarak, grevleri işyeri ve fabrikalara yayarak saldırılara karşı daha kitlesel daha etkili bir mücadele örgütlemeyi esas almalıdırlar. Saldırılar giderek yoğunlaşırken, saldırılara karşı mücadelenin kitleselleşerek yükselmesi için birey, grup, çevre, parti ve örgütlerin ayrı ayrı eylemlerinin, tepki ve protestolarının birleştirilmesi ve bu mücadeleye daha geniş halk kesimlerinin katılımını sağlamak için kesintisiz bir aydınlatma, gerçeklerin açıklanması ve sermaye saldırılarının teşhiri çalışması daha fazla önem kazanır ve günün koşullarında kazanmıştır.