İhsan Çaralan

Donald Trump’ın başkanlık seçimlerini kazanmasından itibaren ABD ile Türkiye arasındaki her sorunun “Erdoğan-Trump görüşmesiyle çözüleceği”ne dair bir “Godot’yu bekleme” tutumu egemen olmuştu.

Cumhurbaşkanı ABD’ye gitti, Washington’da Trump’la buluştu, ama Godot, çoğu zaman olduğu gibi, beklenticilerini hayal kırıklığına uğrattı, gelmedi!

Görüşme sonrasında “ne alındı ne verildi” muhasebesi yapıldığında, Washington zirvesinin, Türkiye’yle ABD arasında bu düzeyde yapılan görüşmeler içinde “hiçbir sorunu çözmeyen, en başarısız zirve” olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Onca yol tepilerek gerçekleştirilen Trump ziyaretinin, bugüne kadar Türkiye’den ABD’ye yapılan yüksek düzeyde ziyaretler içinde ağırlamalar bakımından “en düşük profilli” ziyaret olduğu da eklenmelidir.

Öyle ki Trump-Erdoğan görüşmesi için zaman bile sorun olmuş, ABD tarafı ayak sürümüş, hatta Trump böyle bir görüşme için pek de hevesli olmadığını gösteren bir vücut dili kullanmıştır.

Bu yüzden de Erdoğan-Trump görüşmesi diplomatik çevrelerce “zoraki bir görüşme” olarak değerlendirilmiştir.

Bu nedenledir ki, resmî ve baş başa görüşmenin 20 dakika ile sınırlandırılması, onca önemli sorunun öğle yemeği arasına sıkıştırılması gibi “jestler”le Beyaz Saray yönetimi, bu görüşmeyi isteyerek yapmadığını adeta herekese göstermek istemiştir.

Oysa Trump’ın ABD’nin başkanı seçilmesi bütün dünyada endişe ve protestolarla karşılanırken, onun zaferini coşkuyla kutlayanlar sadece Avrupa’nın neo faşist, yabancı düşmanı, ırkçı, İslamofobik çevreleri olmamış, Türkiye’nin yönetimi de sonucu sevinçle karşılamıştı.

Dahası, sadece ABD yönetimi değil, ABD basını da Erdoğan’ın ziyaretini pek önemsememiştir. Bu ziyaret öncesinde Erdoğan-Trump görüşmesi Trump’ın ABD’nin gizli bilgilerini Rusya’ya verip vermediği tartışmasının gölgesinde kalırken, görüşme Amerikan basınında Washington Büyükelçiliği önünde Erdoğan’ın korumalarının protestoculara yaptığı müdahale ve Amerikan polisiyle girilen kavganın haberleriyle yer almıştır ki, bunun da giderek iki ülke arasında bir siyasi pürüze dönüşmesi sürpriz olmayacaktır.

Nitekim bu ziyareti; gerek ABD basını ve siyasi çevrelerinde gerekse Türkiye’de, yandaş basın ve cumhurbaşkanlığı uçağı gazetecileri dışında “başarılı”, “amacını ulaşmış bir ziyaret” olarak gören kimse yoktur.

Tabii, bu ziyareti başarılı bulan bir de Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın kendisidir. Cumhurbaşkanı, “baş başa görüşme”nin yalnızca 20 dakika sürmesi ve heyetler arası görüşmelerin öğle yemeği arasına sıkıştırılmasından bile rahatsız olmamış görünmektedir. Tersine Cumhurbaşkanı, Trump’la görüşmenin, yemek ve basın açıklamalarıyla birlikte toplam iki saate yakın bir zaman aldığını öne sürerek, “zaman tartışanları”, “diplomatik kabalıkları” eleştirenleri azarlamıştır!

WASHİNGTON’A NE ALMAK İÇİN GİDİLDİ NE BULUNDU?

Kuşkusuz söz konusu olan ABD Başkanı ile Türkiye’nin Cumhurbaşkanı’nın görüşmesi olunca, görüşmelerde pek çok konu ele alınmıştır: İncirlik Üssü’nün kullanılması, ABD’den TSK’ya silah alımı, Rusya’dan füze alımı, Türkiye-AB ve Türkiye-Rusya ilişkileri, NATO ile sorunlar, İran sorunu, Reza Zarrap’ın ABD’deki tutukluluğu… gibi! Ama şunu söyleyebiliriz ki, bu ziyaretin, aylardır meydanlardan ilan edilen ve kamuoyunda beklentisi yaratılan başlıca iki gündemi vardı:

1-) ABD’nin PYD-YPG’yi “terör örgütü” olarak görmesi, onunla Suriye’de IŞİD’e karşı da olsa işbirliği yapmaması; elbet SDG’ye de silah yardımının yapılmaması, Rakka harekatının PYD-YPG güçlerinin ana bileşenini oluşturduğu Suriye Demokratik Güçleri (SDG) ile değil, Türkiye ve ÖSO ile yapılması.

2-) Fetullah Gülen’in iade edilmesi, en azından iade öncesi tutuklanması, hiç olmazsa “evinde gözaltında tutulması” gibi önlemlerin alınması.

Nitekim ziyaret tarihinin belli olmasından sonra, Cumhurbaşkanı Sözcüsü İbrahim Kalın, Genelkurmay Başkanı Hulusi Akar, MİT Müsteşarı Hakan Fidan’dan oluşan, bunlara sonradan Adalet Bakanı Bekir Bozdağ’ın da katıldığı “çok ağır bir heyet” Washington’a gönderilmişti. Amaç ön görüşmeler yaparak, Türkiye’nin taleplerini anlatmak, Erdoğan için görüşme ortamını yumuşatmaktı.

Ancak bu heyet, Washington’da çeşitli düzeydeki yetkililerle görüşmeleri sürdürüp Erdoğan için toprağı elverişli hale getirmeye çalışırken, ABD Başkanı Trump, içinde YPG’nin de olduğu SDG’ye silah yardımı yapılması kararını imzaladı!

Bu, açıkça Cumhurbaşkanının, Trump’la yapacağı görüşmenin en önemli maddesinin görüşme gündeminden düşürülmesi anlamına geliyordu. Dahası bu kararı ile Trump, sadece SDG’ye silah yardımı konusunu değil, Fetullah Gülen’in iadesi de dahil tüm görüşme gündemini boşa düşürmüş olmaktaydı.

Ama buna karşın Cumhurbaşkanı Erdoğan, SDG’ye silah yardımı kararı da dahil pek çok konuda Trump’ı Türkiye’nin görüşüne ikna edebileceğini düşündüğünü gösteren açıklamalar yapmaya devam etmiştir. Nitekim Cumhurbaşkanı Erdoğan, Trump’la buluşmasından üç gün önce bile; “ABD Başkanı Trump ile önemli gelişmeleri değerlendirme fırsatımız olacak. Terörle mücadele, Suriye, FETÖ konularını görüşeceğiz. Öncü bir ekibi ABD’ye göndermiştik. Heyet döndü. Şimdi de biz en üst düzeyde sayın Trump’la bu görüşmeleri yapalım istiyoruz ki, bizim yapacağımız görüşme virgül mesabesinde değil, nokta mesabesinde önemli” demeye devam etmiştir. Bunun anlamı ise, Türkiye’nin istekleri kabul edilmezse, ABD’ye rest çekileceği, “herkesin kendi yoluna gideceği” bir döneme girileceğiydi; herkes de böyle anladı!

Ama sonuçta ne ABD SDG’ye silah verme kararını geri çekti, ne SDG ile ortak Rakka harekatı yapmaktan vazgeçti, ne de PYD ve YPG’yi “terörist” ilan etti! Tersine Trump’ın Erdoğan’la görüştüğü gün bile, ABD’nin IŞİD’le Mücadele Koalisyonu Sözcüsü F. McGurk Kobani’deydi; PYD-YPG yetkilileriyle görüşüyordu!

Ama bütün bu gösterişli açıklamalar ve yapılan görüşmelerden sonra, Erdoğan, “nokta koyacak” diyenleri hayal kırıklığına uğratmak istercesine, “Şimdi nokta konacak zamanda değiliz” diyerek, bütün söylediklerinin üstünü çizmiştir!

Diğer önemli gündem konusu olan Fetullah Gülen’in 15 Temmuz darbe girişiminin lideri olarak Türkiye’ye iade edilmesinin ne kadar ciddi bir biçimde masaya getirildiği ise belli değildir. ABD’nin Türkiye’nin hiçbir isteğine “evet” demediği, yargının konusu olan “Gülen’in iadesi”ni ise “bu konuda incelemelerin sürdüğü” gibi bir gerekçeyle gündemden düşürdüğü anlaşılmaktadır.

Türkiye’nin, Fetullah Gülen’in iadesinin mevcut yasalar çerçevesinde olanaklı olmadığını bildiği halde, meydanlarda, onu iade etmeyen ABD yönetimini “üst akıl”, darbenin arkasındaki gerçek güç olarak göstermesinin tamamen iç politikaya yönelik olduğu, Washington ziyaretiyle gözle görülür biçimde ortaya çıkmıştır. Bu yüzden, Türkiye kamuoyunun geniş bir kesimi aslında Hükümet’in Gülen’in iadesini istemediğini, ama politika icabı ister gibi yaptığını düşünmektedir.

Gülen’in iadesi”nin görüşmeler kapsamında ABD’de gündeme getiriliş tarzına bakıldığında, bu konunun bir “iç politika malzemesi” yapıldığını söyleyenlerin haklı   çıktığı görülmektedir.

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Trump’la görüşme sırasında masaya getireceğim” dediği konulardan birisi de, Reza Zarrap’ın ABD’de tutuklanıp yargılanmasıydı. Bu konuda Erdoğan Trump’la görüştü mü, yoksa konu daha önce ABD’deki ön görüşmeler de mi gündeme getirildi, bunu bilmek zor. Ancak ABD yasalarına göre, normal şartlarda Zarrap’ın Türkiye’ye iadesi Gülen’in iadesinden bile zor. Ama Zarrap, savcılıkla bir uzlaşmaya vararak, serbest bırakılır mı, burada Türkiye’nin bir dahli olabilir mi, bunu zamanla göreceğiz.

Ancak bu arada Zarrap’ın davasının, siyasi bir dava olarak, ABD tarafından Erdoğan-AKP yönetimine ayar vermek için kullanılması ve bir “şantaj”a dönüştürülmesi de tartışılan ihtimaller arasındadır ve bu ihtimal diğer seçenekler kadar kuvvetlidir.

ABD İLE İLİŞKİLERDE ESASA DAİR BİR SORUN VAR MI?

Erdoğan Trump zirvesi sonrasında iki tarafın tutumuna bakıldığında, bu tutumun son 70 yıldır iki ülke arındaki ilişkilerin kesintisiz devamı olduğu açıkça görülmektedir.

Türkiye’nin dış politikasında (iç politikasında, savunmasında ve ekonomi politikalarında da) ABD ile ilişkiler, 2. Dünya Savaşı sonrasında ABD’nin batı emperyalizminin baş ve aslında tek patronu olmasından beri, özellikle de Türkiye’nin NATO’ya girmesinden sonra, belirleyici önemde olmuştur. Zaman zaman “krizler” çıkmış olsa bile, ABD’nin darbeler ya da siyasi baskıyla hükümetler düşürüp hükümetler kurduğu dönemlerde bile, düşen hükümetin mensupları da kurulan cunta hükümetleri de ABD’nin gözüne bakarak politikalarını belirlemiş; ülkeyi ABD’nin istediği hatta sokmayı birinci görevleri bilmişlerdir.

ABD yönetimi ise, Türkiye’ye karşı tutumunu; Ortadoğu ile Avrupa’nın sınırında önemli bir konumda bulunsa, “komünizme” karşı mücadelede önemli yer tutsa ve Kore’de ABD’nin çıkarları uğruna yüzlerce askeri hayatını kaybetmiş olsa[1], yanı sıra NATO’daki tek Müslüman ülke, İsrail’i tanıyan tek İslam ülkesi olma gibi sıfatları bulunsa da, “oltadaki balık için yeme ihtiyaç yoktur” diye ifade edilen Amerikan pragmatizmine çok uygun bir çizgide belirlemiştir.

Bazen ABD yönetimlerinin, çok itip kaktıkları zamanlarda, Türkiye’nin yöneticilerinin şark usulü ritüeller eşliğinde gönüllerini alma girişimleri de olmuştur. Ama bu “gönül alma” oyunlarının kendisi bile, bir “astlık-üstlük”, “serf-senyör” ilişkisini gizleyememiştir.

Güney Kürdistan’da ABD askerleri TSK personelinin başına çuval geçirip, onur kırıcı bir muamelede bulunduğunda bile, Türkiye, ABD stratejisinden ayrılmak gibi bir girişimden kaçınmış, tersine ABD’yi anlamayı, onun stratejisine bağlanarak sorunlarını aşmayı esas alan bir çizgi izlemiştir.

1964 yılında dönemin ABD Başkanı Johnson’ın yazdığı “ünlü mektup” üzerine Başbakan İsmet İnönü’nün “Yeni bir dünya kurulur, Türkiye de bu dünyada yerini alır” sözü hatırlardadır elbette, ama ABD zaman zaman askeri ambargolara varan yaptırımlar uygulasa bile, Türkiye, ABD stratejisine bağlanma gayretlerini azaltmamıştır. Dönemin Erdoğan Hükümeti askerin başına çuval geçirilmesini bile geçiştirmeyi tercih etmiş, olay karşısında ciddi bir tepki göstermemiştir.

Obama’nın son döneminde Suriye politikalarında ABD yönetimiyle anlaşamayan Erdoğan, 15 Temmuz darbe girişiminden sorumlu tuttuğu Gülen’in idesi talebine ABD’nin yanıt vermemesini eleştirerek, Türkiye’nin iç ve dış politikasındaki her sorunu Beyaz Saray-Kongre-Pentagon-CIA gibi ABD kurumlarında üslenmiş “üst akıl”a bağlamış, meydanlardan “Eyyy Amerika!” diye başlayıp, ABD’yi bazen açıkça bazen ima ile dünyada ve Türkiye’deki bütün kötülüklerin merkezi olarak gösteren bir propagandayı uzunca bir süre sürdürmüştür.

15 Temmuz darbesinden sonra da, Erdoğan ve AKP kurmayları darbenin ABD’nin bilgisi ve hatta yönlendirilmesi dahilinde olduğunu her platformda ifade etmişlerdir. Öyle ki, olup biteni görünürdeki bu kavgadan izleyenler, Türkiye’nin bir “eksen değişikliği”ne yöneldiği sonucunu çıkarmış, kimileri de Erdoğan-AKP yönetiminde “bağımsızlık”çı ve “anti emperyalist” bir tutum keşfetmişlerdir. Ancak Trump’ın ABD Başkanı seçilmesinden sonra görüldü ki, aslında bu kavga, “biz de Şangay Beşlisi’ne gireriz” restiyle süren bir “eksen kayması”ndan çok, iç politikaya yönelik bir sahne şovuydu. Tersine, son ziyaretle, AKP’nin ABD ile stratejik ittifakın sürdürülmesinden öte bir kaygısı olmadığı görülmüştür.

ABD ile girişilen gürültülü polemiğin aslında iç politikanın ihtiyaçları doğrultusunda yürütüldüğü, yine Trump görüşmesinden üç gün önceki “nokta mesabesinde konuşacağız” açıklamasının da tamamen aynı amaca yönelik olduğu, Erdoğan-Trump zirvesi sonrasında apaçık ortaya çıkmıştır. Üstelik Trump PYD-YPG güçlerine silah desteği verme kararını imzalamasına karşın!

ŞİMDİ NE OLACAK?

Trump-Erdoğan görüşmesi, Türkiye’nin hiçbir talebine karşılık olmamıştır. Türkiye’nin Gülen ve Zarrap’la ilgili isteklerine ABD yönetimi Erdoğan’ın istediği yanıtları vermemiştir. Erdoğan’ın belirttiği gibi, sadece “Bu sorunlar zaman içinde tartışılıp konuşulacak” çözümüne razı olunmuştur!

Trump-Erdoğan görüşmesinde Türkiye’nin hayati gördüğü YPG-PYD’nin terörist olarak kabul edilmesi, en azında silah yardımı yapılmaması ve Rakka harekatının YPG ile değil Türkiye ve ÖSO ile düzerlenmesi talebinin Trump yönetimi tarafından reddedilmesi de, Suriye krizinin geldiği nokta bakımından son derece önemlidir.

Çünkü;

  • – “El Bab’dan sonra sıra Münbiç’te, Rakka’da” diyen Türkiye’nin önü, Münbiç’e ABD, Rusya ve Suriye askeri güçleri mevzilendirilerek, askeri olarak da kesilmiştir.
  • – Fırat’ın doğusundaki Rojava kantonlarında Türkiye-Suriye sınırına ABD ve SDG, Fırat’ın batısındaki Afrin’e ise SDG, Rusya ve rejim güçleri mevzilendirilerek, Türkiye’nin Kürt kantonlarına askeri müdahalesine karşı adeta bir “tampon bölge” oluşturulmuştur.
  • – SDG, Tabka’yı da ele geçirerek, Rakka’nın kapısına dayanmıştır. ABD, İngiltere, Hollanda gibi batılı ülkelerin de 4-5 bin kişilik bir güç yığarak, Rakka harekatında SDG’ye destek verebileceği belirtiliyor.
  • – ABD, YPG’ye silah yardımına varan bir yakınlaşma içindeyken, Rusya da, Erdoğan ABD yolundayken, PYD-YPG ile görüşmeye devam edileceğini ama silah yardımı yapılmayacağını, çünkü SDG’nin silah ihtiyacını başka ülkelerden sağladığını söyleyerek, Türkiye’nin PYD-YPG’nin “terör örgütü” olarak görülmesi isteğini geri çevirdiğini resmen açıklamıştır.
  • – Ayrıntıda sorunlar bulunsa ve ülkenin geleceğine ilişkin rivayet muhtelif olsa da, ABD ve Rusya’nın Suriye sorununa geçici bir “siyasi bir çözüm bulma” konusunda bir uzlaşmaya vardıkları, ve Türkiye’den de, kendisini ABD ve Rusya’nın bu stratejisine uyarlamasını istedikleri, artık herkesin gördüğü bir gerçektir.

Peki, Suriye’de oluşan bu tablo karşısında, “son bir çare” olarak Trump’la yapılan görüşmeden de beklenen sonucu alamayan Türkiye’nin durumu nedir?

Bugün artık Türkiye’nin hem dış politikasının hem de dolaylı olarak iç politikasının kilit noktası haline gelen Suriye, 2011’den sonra geliştirilen yeni Osmanlıcılığın duvara çarptığı coğrafi alan haline gelmiştir. Esad rejimi devrilerek, Suriye’de Sünni bir şeriat devleti kurulması için Suudi Arabistan, Katar ve bölgedeki Şeriatçı cihadist örgütlerle işbirliği halinde ve mülteci akını teşvik edilerek sürdürülen bu politika, bir kez daha duvara vurmuştur.

Çözüm masası”nın devrilmesinden sonra PYD-YPG’nin de hedefe konulmasıyla, Suriye’de “iki kırmızı çizgi” politikasına geçilmiş; Suriye rejiminin yıkılmasının yanı sıra Türkiye sınırında bir Kürt özerk bölgesi ya da Kürt federe devleti biçiminde bir “koridor” kurulmasına karşı çıkmak esas tutum olmuştur.

Rusya ile ilişkilerin yeniden “normalleşme” çizgisine dönmesiyle Suriye rejiminin yıkılmasına ilişkin kırmızı çizgi giderek bulanıklaşıp pembeleşmiş, Kürtlere yönelik “kırmızı çizgi” ise daha da kalınlaştırılmıştır.

Ancak gerek Rusya, gerek ABD, gerekse İran, Irak gibi bölge ülkeleri ve batılı ülkeler, bölgenin haritasının yeniden çizilmesinde bölgedeki birinci aktör olarak Kürtlerin farkındadırlar. Dolayısıyla Suriye politikasını tek “kırmızı çizgi”ye indirerek ve ABD ve Rusya arasındaki çelişkilerden yararlanmaya çalışarak çöken politikasını diriltmeye uğraşan Türkiye’nin, bir yandan IŞİD’in genel olarak geriletilmesi, öte yandan SDG’nin Rakka kapısına dayanmasıyla ABD ve Rusya arasında salınacağı bir alan kalmamıştır. Çünkü Türkiye’nin bölgedeki Kürt dinamiğinin önemini görmemesi ve Kürtleri düşmanlaştırmak için özel bir çabaya girmiş olması, Türkiye’yi Suriye sahasında askeri olarak elinde tuttuğu iki bin kilometrekarelik alanda bile rahat hareket edemez duruma getirmiştir.

Nitekim 21 Mayıs’ta yapılan AKP’nin 3. Olağanüstü Kongresi’nde konuşan, AKP’nin yeni genel başkanı olan Cumhurbaşkanı Erdoğan, bütün dayanakları çöken ve sahada bir karşılığı kalmayan Suriye politikasında, Trump’la yapılan görüşmede uğranılan hayal kırıklığından hiç söz etmedi. Ama “milat” denilen bu kongredeki konuşmasında, Cumhurbaşkanı, bugüne kadar duvardan duvara çarpan politikada ısrar edileceğine de özel vurgu yaptı.

Ancak Türkiye’nin kronikleşen iç ve dış politikadaki sorularının üstüne örtecek bir örtü bulmak çok zorlaşmıştır. ABD ve Rusya arasında manevra yapmaya çalışmayı sürdürmek de artık pek mümkün görünmemektedir.

Dolayısıyla önümüzdeki dönem giderek yoğunlaşacak olduğu görülen Suriye’deki sıkışmanın politik sonuçlarını bastırabilmek için, içeriye yönelik; yani muhaliflere, demokrasi güçlerine yönelik baskıların artması ve bu politikanın özgürlüklerin sınırlanması olarak yansıması sürpriz olmayacaktır.

Suriye coğrafyasında ve diplomasideyse karşı karşıya gelişler olmaya devam edecektir.

[1] Trump’ın danışmanları ona, “Türkler ‘Kore’deki kahramanlık’ övgüsünden çok hoşlanırlar, biraz buradan okşa” demiş olmalılar ki, Erdoğan’la yaptığı kısa görüşmede Trump, “Türkiye ve ABD, on yıllardır büyük müttefikler. Soğuk Savaş’ta Türkiye, Sovyetler Birliği’nin genişlemesini engelledi. Türkiye’nin Kore Savaşı boyunca gösterdiği büyük cesaret hâlâ hafızalarımızda. Kore’deki savaştaki cesaretleri, bizim askerlerimizin unutmadığı şeylerdendir. McCarty, Türk askerlerinin şerefini ve cesaretini takdir etmişti ve dünyanın en iyi askerlerinden olduğunu söylemişti” diyerek, 65 yıl öncesinden dem vurup Türk askerlerini pohpohlamayı ihmal etmedi.