Arif Koşar
Karl Marx, henüz, politik ekonomi çalışmalarını derinlemesine geliştirmediği, ancak zihninde bunun ögelerini inşa ettiği bir dönemde, dostu Joseph Weydemeyer’e yazdığı 5 Mart 1852 tarihli bir mektupta şunları söylüyordu:
“Bana gelince, modern toplumdaki sınıfların varlığını ya da aralarındaki mücadeleyi keşfetme onuru bana ait değildir. Benden çok önce, burjuva tarihçiler bu sınıf mücadelesinin tarihsel gelişimini anlatmışlar ve burjuva iktisatçılar da sınıfların ekonomik anatomisini dile getirmişlerdir. Benim yeni olarak yaptığım şunları göstermek olmuştur:
“1. Sınıfların varlığı, sadece, üretimin belirli tarihsel gelişme aşamalarıyla bağlıdır.
“2. Sınıf mücadelesi zorunlu olarak proletarya diktatörlüğüne götürür.
“3. Bizatihi bu diktatörlük, bütün sınıfların ortadan kaldırılmasına ve sınıfsız topluma geçişten ibarettir.”[1]
Yukarıdaki mektupta Marx’ın açık bir biçimde vurguladığı gibi; “modern toplumdaki sınıfların varlığını” ya da “aralarındaki mücadeleyi” keşfetme “onuru” kendisine ait değildir. “Sınıf mücadelesi” yaklaşımı, Fransa’daki sert sınıf çatışmalarının okulunda pişmiş Augustin Thierry, Adolphe Thiers gibi Fransız tarihçiler tarafından 18. yüzyıl sonu ve 19. yüzyıl başlarında dile getirilmişti. Hatta, 16. yüzyıldan itibaren İngiltere ve Fransa’da kral, aristokrasi, burjuvazi, parlamento, yoksul köylülük arasındaki mücadelenin “ırklar savaşı” biçiminde dile getirilmesi, “sınıf mücadelesi” yaklaşımının temellerini atmıştı. Marx’ın yaşamının son günlerinde, 1882 yılında Engels’e yazdığı mektupta dediği gibi: “Peki ama bizim sınıf savaşımını, onu nereden bulduğumuzu çok iyi bilirsin: onu, ırklar savaşımını anlatan Fransız tarihçilerinden bulduk.”[2]
Genel bir toplumsal “tabakalaşma” fikrinin ötesinde, üretim araçlarının sahipliği ya da bu yolla elde edilen gelir biçimine dayalı olarak sınıfların varlığının tespit edilmesi de modern ekonomi politikçiler tarafından başarılmıştı. Marx’ın sınıf kavramını ele alıştaki katkısı ise iki genel başlığa indirgenebilir: ilki; mektupta ele aldığı konu itibarıyla vurguladığı gibi; “Sınıfların varlığı, sadece, üretimin belirli tarihsel gelişme aşamalarıyla bağlıdır” sözleriyle ifade edilen sınıfların “doğal” değil tarihsel bir ilişki olmasıdır. İkincisi; yukarıdaki alıntıda içerilen ancak mektupta ele aldığı konu gereği doğrudan değinmediği, sınıflar arasındaki sömürüye dayanan ilişkidir.
MODERN SINIF KAVRAMI
Sınıf kavramı Fransızcaya 14. yüzyılda, İngilizceye 16. yüzyılda girmiştir. 1656’da Thomas Blount adlı bir dilbilimci tarafından hazırlanan bir İngilizce sözlük, sınıf teriminin ilk kez “insanların çeşitli hiyerarşik derecelere göre dağılımını ya da sıralanmasını” gösteren bir kavram olarak kullanıldığını belirtmektedir.[3] 1767 yılında İskoç Aydınlanmasının öncülerinden Adam Ferguson sözcüğü ilk kez modern toplum içindeki bölünmeyi tanımlamak ve aristokrasi ile demokrasi arasındaki farkı göstermek için kullanmıştır.[4]
Sınıf kavramının modern anlamda kullanılması, kapitalist ilişkilerin gelişmesi ve buna eşlik eden bir dizi süreçle ilintilidir: Sanayi Devrimi, artan kentleşme, Fransız ve Amerikan devrimleri, ulus devletlerin kurularak siyasal merkezileşmenin yükselişi. Kapitalist üretimin kutsanmaya başladığı bu süreçte sınıfın verimliliğe dayanan kavramsallaştırılmasının bir örneğini Constantin François de Volney vermiştir. Volney iki sınıftan bahsetmiştir: Birincisi; “emekçiler, zanaatkarlar, esnaf ve topluma yararı dokunan her türden meslek sahibi”ni kapsayan halk, ikincisi “rahipleri, saraylıları, maliyecileri, birlik komutanlarını, kısacası hükümetin sivil, askeri ve dini temsilcilerini” içeren aylak sınıftır. Toplumun bu şekilde yorumlanması ve bu algının kitlelere yayılması; işçi sınıfının “emeğin meyvesini alma hakkı”na dayanan adil ücret gibi taleplerinin gelişmesine katkı sunmuştur.[5]
Kapitalist toplumda, modern sınıf kavramının gelişiminde Saint Simon (1760-1825) ve izleyicileri önemli bir adım atmıştır. Saint Simon, feodal toplumun dağıldığını, sanayi devrimiyle yeni bir toplumun, yani “sanayi toplumu”nun ortaya çıktığını ifade etmiştir. Bu yeni toplumun iki ana sınıfı vardır: Endüstriyel üretici sınıf ve aylaklar sınıfı. Bu ayrım, geleneksel topluma karşı “sanayi toplumu”nu savunan, “bilimsel bir yönetim”le adaletli bir toplumun kurulabileceğini düşünen Saint Simon’un genel yaklaşımına uygundur. Endüstriyel üretici sınıf; fabrika sahipleri, yatırımcılar, bankerler ve işçi sınıfını, yani sanayi sektörlerinde faaliyet gösteren herkesi kapsamaktadır. Ütopik sosyalizmin en önemli isimlerinden Saint Simon, işçi sınıfı ve kapitalistlerin aynı “endüstriyel” üretici sınıfın üyeleri olduğunu, işbirliği yapması gerektiğini, bilimsel bir planlama ile sosyalist toplumun kurulabileceğini savunmuş; takipçileri bu fikrin yayılması için çabalamıştır.[6]
Sınıfın üretim süreciyle birlikte düşünülmesi ve toplumsal işbölümünü yansıtan bir kavram olarak genelleşmesi daha çok Aydınlanmacılar ve klasik ekonomi politikçiler, başlangıçta da Fizyokratlar eliyle gerçekleşmiştir.[7] Fransız Kralı XV. Louis’in özel doktoru olan Fizyokrat İktisatçı François Quesnay (1694-1774), 1758 yılında yayınladığı ekonomik tabloda toplumu; çiftçiler, toprak sahipleri ve tüccarlar olmak üzere üç sınıfa ayırmıştır. Çiftçiler üretiyor, toprak sahipleri üretilenleri dağıtıyor, tüccarlar ise kısır sınıf olarak yaptığı hizmet karşılığında üretilenlerden kendi payını alıyordu.[8]
Fizyokrat Robert Jacques Turgot (1727-1781) sınıf ayrımının, açıkça, bireylerin üretim süreçleriyle ilişkisinden doğduğunu vurgulamıştır. Dönemin fizyokrat eğilimlerine uygun olarak tek gerçek üretici sınıfın toprak işçileri olduğunu düşünmüştür. İkinci sınıf olan zanaatkar ve küçük toprak sahipleri yalnızca emeklerinin karşılığını alabiliyorlardı. Tarım ve imalattaki mülk sahiplerinden oluşan üçüncü sınıf; yatırımların sonucu olarak biriken kar biçiminde gelir elde ediyordu.[9]
Klasik ekonomi politiğin[10] kurucusu olan Adam Smith; emek-değer, ücret-kar, sermayenin denetim ve gözetim işlevi, emek gücünün değeri ve yeniden üretimi vb. konular üzerinde ayrıntılı bir biçimde durmuştur.[11] Marx’ın, “çelişkileri önemlidir; çünkü bu çelişkiler, o çözmese de bazı sorunları kapsamaktadır; kendisiyle çelişkiye düşerek o bu sorunları açığa vurmaktadır”[12] dediği Smith yıllık ürünün ve toplumsal sınıfların bölünmesini şöyle betimlemiştir:
“… her ülkenin toprağının ve emek gücünün yıllık ürününün tümü, ya da başka bir deyimle, bu bir yıllık ürünün tüm bedeli, doğal olarak üçe ayrılır; toprak rantı, emek ücretleri ve sermaye kârı; bunlar, rantla geçinen, ücretle geçinen, kârla geçinen üç ayrı halk katmanının gelirini oluşturur.”[13]
Adam Smith ve David Ricardo’nun yaşadığı çağa (18. yüzyılın ikinci yarısı ve 19. yüzyıl başı) iki büyük gelişme damgasını vurmuştu: Sanayi Devrimi ve Büyük Fransız Devrimi. Sanayi Devrimi olarak anılan büyük tarihsel dönüşüm, makinelerin üretim sürecinde kullanılması, bir yandan fabrika üretimine geçişi, diğer yandan da gerçek anlamıyla kapitalist üretimin, yani kendi hakimiyeti altında çalışan binlerce ücretli işçinin ürettiği artı-değere sanayi kapitalistinin doğrudan el koyduğu bir sistemin yükselişini simgeliyordu. Ricardo 17 yaşındayken patlak veren Fransız Devrimi ise, feodal toplumun bağrında gelişen burjuvazinin, feodal mutlakıyetçi devleti yıkarak yeni bir devlet iktidarını kurma mücadelesinin ilk örneği değilse bile doruk noktasıydı. Yani 18. yüzyıldan 19. yüzyıla geçiş dönemi, burjuvazinin hem sosyoekonomik, hem de politik olarak dünyanın çehresini devrimci biçimde değiştirmeye giriştiği bir çağdı. Feodal toplumun bağrından doğan modern kapitalist toplumun çizgileri bu dönemde yavaş yavaş belirginleşiyor, sınıf yapısı şekilleniyordu.[14]
Adam Smith ve David Ricardo’nun klasik ekonomi politiği işte bu çağın çocuğudur. Burjuvazi henüz yükselen bir devrimci sınıftı. Burjuvazinin aydınlarının sınıflardan ve sınıf mücadelelerinden korkması için bir neden yoktu. Büyük toprak sahiplerinin hiçbir emek harcamaksızın artı-değere el koyması, yükselmekte olan genç burjuvazinin önünde engel olması; klasik ekonomi politiğin değer yaratıcı bir ilişki olarak emeği kavramasını, kar ve ücreti ranttan ayırmasını ve bir sınıf olarak toprak sahiplerini karşısına almasını koşulladı. Klasik ekonomi politiğin, kendinden sonraki “bayağı iktisat” okullarından farklı olarak ekonomiyi sınıflar temelinde incelemesinin tarihsel temeli burada yatar.[15]
David Ricardo da, modern toplumun üç büyük sınıfa bölündüğünü ifade ederken şunları söylemiştir:
“Yeryüzünün ürünleri, … toplumdaki üç sınıf arasında bölüşülür: Yeryüzünün işlenebilmesi için gerekli olan toprağın sahipleri, sermaye sahipleri ve emeğiyle yer yüzünü işleyen emekçiler.
“Toplumun farklı aşamalarında, yeryüzünden sağlanan toplam üretimin, bu üç farklı sınıf arasında rant, kar ve ücret olarak paylaşımı farklı olacaktır. Rant, kar ve ücretler, esas olarak toprağın fiili üretkenliğine, sermaye ve nüfus birikimine ve tarımda kullanılan ustalık, yaratıcılık ve araçlara bağlıdır. Bu bölüşümü düzenleyen yasaların saptanması ekonomi politiğin temel sorunudur.”[16]
Kapital’in üçüncü cildindeki tamamlanmamış “Sınıflar” başlıklı bölümde, Marx, görünüşte Adam Smith ve David Ricardo’nunkiyle oldukça benzer bir sınıfsal bölünme tarif ediyor:
“Gelir kaynakları, sırasıyla ücret, kâr ve toprak rantı olan, sırf emek gücü sahipleri, sermaye sahipleri ve toprak sahipleri, başka bir deyişle ücretli emekçiler, kapitalistler ve toprak sahipleri, kapitalist üretim tarzına dayanan modem toplumun üç büyük sınıfını oluştururlar.”[17]
Marx, üç sınıfa işaret ettikten hemen sonra, bu toplulukları “toplumsal sınıf haline getiren şey nedir” diye soruyor. Ve Smith ile Ricardo’dan farklı olarak toplumsal sınıfları oluşturan şeyin gelirler ve gelir kaynaklarının özdeşliği olmadığını vurguluyor.[18]
KOPUŞ: ARTI-DEĞER TEORİSİ VE SÖMÜRÜ İLİŞKİSELLİĞİ
Marx’ın sınıfları ele alışı, burada oldukça özet bir biçimde ifade edilen bu tarihsel birikimle ilişkilidir. Ancak, Marx’ın “sınıf”ını, sınıf kavramının tarihsel ilerleyişinin daha üst düzeydeki bir belirlenimi olarak düşünmek yeterli değildir. Onun teorisinde; merkezi bir yer tutmakla birlikte, tek başına gelişen, önünde bulduğu tarihsel birikime basit bir katkıyla ilerleyen bir sınıf kavramı aranmamalıdır. Onun sınıf kavramı, tıpkı gerçek hayattaki toplumsal sınıf ilişkileri gibi, kapitalist üretim ve yeniden üretim ilişkilerinin analizi/eleştirisi ile doğrudan bağlantılıdır. Bağımsız, ilişkisiz, tek başına, özerk değil ilişkisel ve tarihseldir. Onun anlaşılması; içinde bulunduğu kapitalist toplumun analizi ile ilişkilidir: ne öncesindedir ne de sonrasında. Kendinden önceki tarihsel birikimle karşılaştırırken Marx’ın sınıf kavramının kapitalist ilişkilerin eleştirisini içeren kapsamını ya da bununla bağlantısını göz önünde bulundurmak gerekir. Bu açıdan Marksist sınıf kavramının, bu geleneği aşan ve süreklilik içerisindeki kopuşa işaret eden iki temel özelliğine işaret edilebilir:
Birincisi; klasik ekonomi politikçiler üretim ilişkileri temelinde ele almalarına rağmen, sınıflar arasındaki üretim ve bölüşüm ilişkisini bir sömürü ilişkisi olarak görmemişlerdir. Onlarda eksik olan; emek değer teorisini mantıksal sonucu olan artı-değer teorisine vardıramamış olmalarıdır.
Bilindiği üzere, emek değer teorisinin temelleri klasik ekonomi politikçiler tarafından atılmıştır. Adam Smith, “herhangi bir metayı elde etmek ya da üretmek için genel olarak harcanan emek miktarı, bu metanın satın alacağı, kumanda edebileceği ya da mübadele edeceği emek miktarını belirleyen tek koşuldur.”[19]
Ancak Smith, metanın değerinin onun üretilmesi için gerekli emek zamanı tarafından belirlenmesinin ancak küçük meta üretiminin egemen olduğu kapitalizm öncesi çağda geçerli olduğunu, modern kapitalizmde söz konusu olmadığını düşündü.[20] Böylece kapitalizmde metanın değerinin emek zamanı ile değil ücret, kâr ve rant biçimindeki üç gelir kategorisinin toplanmasıyla belirlendiğini savundu.
Metanın değeri, onun üretimi için gerekli olan emek zamanı ile mi belirleniyordu yoksa doğal ücret, doğal kar ve doğal rantın bileşimi tarafından mı? Adam Smith’in metaların değeri konusundaki bu iki çelişkili görüşü; emek değer teorisi açısından ciddi bir zaaftı. Smith’in temel eseri olan “Ulusların Zenginliği” üzerine çalışan, hatta onun kitabının düzenini kendi başyapıtının taslağı olarak benimseyen David Ricardo, Smith’in emek değer teorisini sadece basit meta üretimi ile sınırlayan yaklaşımını reddetti. Ona göre, üretim araçları sermaye tarafından özel mülkiyet altında toplandığı, emekçilerin ücretli işçi olarak sermayenin kumandası altında çalıştığı kapitalizm koşularında da; metanın değeri yine onun üretimi için gerekli olan emek zamanı ile belirlenmektedir. Ricardo, Smith’in metanın değeri konusundaki ikilemini eleştirirken şunları söylemiştir: “ölçüt olarak, zaman zaman [tahıl]dan, zaman zaman emekten bahseder, bir nesneye üretildiği sırada aktarılan emek miktarına ağırlık vereceğine, sanki ifadeler özdeşmiş gibi, o nesne karşılığında piyasadaki diğer nesnelerden ne kadar sağlanabileceğini ön plana çıkartır.”[21]
Ricardo, Smith’in ifade ettiği emek değer teorisini mantıksal sonucuna ilerletme, onu tutarlı hale getirme çabasındadır. Ancak, Ricardo, metanın değeri konusundaki karmaşayı aşmış olmakla birlikte, yeni sorunlarla karşı karşıyadır. Eğer, metanın değeri tamamen onun üretimi için harcanan emek zamanı ile belirleniyorsa, sermayenin kârı nereden gelmektedir? İşte, Ricardo bu noktada klasik ekonomi politiğin burjuva sınırlarını aşamamış, kârın neden var olduğuna dair bir açıklama getirememiştir.[22]
Ricardo’nun emek değer teorisinde geldiği ve klasik ekonomi politiğin burjuva sınırları nedeniyle aşmasının mümkün olmadığı noktada, Marx onu mantıksal sonuçlarına taşımış; tutarsızlıkların üstesinden gelmeyi başarmıştır. Adam Smith ve David Ricardo’nun ayırmayı başaramadığı ve sık sık karıştırarak değer teorisine dahil ettiği “emek zamanı” ve “emek gücü” kavramlarını birbirinden ayırmış; metanın değerinin onun üretimi için gerekli olan emek zamanı olduğunu, emek gücünün değeriyle ilgisi olmadığını ortaya koymuştur. Böylece metanın değeri, onun üretimindeki canlı emek zamanı ve daha önceden üretilmiş ölü emek zamanının (hammadde ve üretim araçlarının aktarılan değeri) toplamı ile belirlenirken; emek gücünün kendisine verilen ücretin üzerinde ürettiği artı-değere kapitalist el koyar. Çünkü işçinin ürettiği değer ile kendi emek gücünün değeri arasında doğrudan bir ilişki yoktur. Üretilen değer, emek gücünün değeri ile değil harcanan emek zamanı ile ilgilidir. Toplam üretilen değer ile emek gücünün değeri arasındaki fark ise artı-değerdir.
Marx, böylece kapitalistin kârını, herhangi bir çelişkiye yer bırakmaksızın ve öznelciliğe düşmeksizin emek değer teorisinin içinde açıklama başarısını göstermiştir. İşte bu kritik adım; klasik ekonomi politikçilerin sınıfları farklı gelir türlerinin karşılığı olarak tanımlayan yaklaşımın ötesine geçilmesini sağlamıştır.
Bu, hem kapitalist üretim ilişkileri ve onun teorik ifadesi olarak klasik ekonomi politiğin radikal bir eleştirisini sağlamış, hem de sınıflar arasındaki artı-değere el konulmasına dayalı sömürü ilişkilerini açığa çıkarmıştır. Marx’ın sınıf kavramı; sadece sınıflar arasında üretim sürecinden kaynaklanan bir ilişkiye değil, bu sınıfların karşıt çıkarlara sahip, kapitalist sömürü ilişkilerinde temellendiğini öngörmektedir. Marx’ın sınıf analizinde, kendisinden önceki sınıf kavramına kattığı temel yenilik ve kopuş; artı-değer teorisidir.
KOPUŞ: TARİHSELLİK
Adam Smith ve ardından David Ricardo’yla doruk noktasına ulaşan klasik ekonomi politik; içinde doğduğu tarihsel koşulların ürünüdür.
İskoç Aydınlanmasının önemli isimlerinden Smith, henüz doğum aşamasında yaptığı değerlendirmelerde, kapitalizmin, feodal ayrıcalık ve düzenlemelerden kurtarıldığında, serbest rekabet aracılığıyla tüm toplum için olumlu sonuçlar sağlayarak akılcı bir hale geleceği umudunu taşıyordu. Bu iyimserlik, kapitalizmin tarihsel olarak şekillenmiş toplumsal ilişkilerini, doğal yasaların işleyişinin sonucu olarak görmesinden kaynaklanıyordu. Aydınlanma geleneği, özellikle Kıta Avrupa’sında, 18. yüzyılda hüküm süren feodal mutlak monarşilerin baskısı altında gelişen kapitalizmin önündeki engellerin kaldırılması için “doğa yasaları” argümanına başvurmuştur. Buna göre, kapitalist gelişmenin önündeki engeller, doğanın yasalarının ve bunun insan zihnindeki yansıması olan aklın kurallarının işlemesine engel olmaktadır. Anlaşılabileceği gibi, burada kapitalizmin gelişmesi bir doğa yasası olarak algılanmakta, başka bir deyişle, kapitalist toplumsal ilişkilerin başlıca kurumsal dayanağını oluşturan özel mülkiyet, sınıflar ve girişim özgürlüğü, şeylerin doğasına en uygun çerçeve olarak algılanmaktadır.[23]
Ricardo da, 18. yüzyıl düşüncesinden devraldığı doğal düzen anlayışı doğrultusunda, piyasayı, güçlerinin kendi haline bırakılması halinde toplumun yararına sonuçlar doğuracak, toplumsal ilerlemeyi sağlayan, aklın ve sağduyunun gereği olan bir sistem olarak görmüştür. Marx’ın ifadeleriyle;
“Adam Smith ve Ricardo gibi klasikler, feodal toplumun kalıntılarına karşı hâlâ savaşım vermekle birlikte, yalnızca feodal izler taşıyan üretim ilişkilerini temizlemeye, üretici güçleri artırmaya ve sanayiye ve ticarete yeni bir hız vermeye çalışan bir burjuvaziyi temsil ederler.” Ve “Bu evrenin tarihçileri olan Adam Smith ve Ricardo’nun burjuva üretimi içinde zenginliğin nasıl elde edildiğini göstermekten, bu ilişkileri, kategoriler, yasalar biçiminde formüle etmekten ve zenginliğin üretilmesinde bu yasaların, bu kategorilerin feodal toplumun yasa ve kategorilerine oranla nasıl daha üstün olduklarını göstermekten başka bir görevleri yoktur. Onların gözünde sefalet, doğada olduğu gibi sanayide de, her doğumun getirdiği sancılardan ibarettir.”[24] (Vurgular bize ait).
Klasik ekonomi politikçiler, kapitalizmi ve sınıfları doğa yasalarının bir sonucu olarak görüp, onu değiştirilmesi mümkün olmayan, insan doğa ve eğilimlerine en uygun sistem olarak “bilimselleştirirken”, Marx, kapitalist üretim biçimini ve onun tüm bileşen ve kavramlarını belirli toplumsal koşullarda ortaya çıkmış tarihsel olgu ve kavramlar olarak ele aldı.
Marx, bunu yaparken, feodal toplumda serf, bağımsız üretici, lonca zanaatçısı, küçük köylü gibi emekçi kategorilerin ticari-kapitalist ilişkilerin gelişmesi ve feodal ilişkilerin çözülmesiyle tedrici olarak mülksüzleşmesini, diğer yandan üretim araçlarının sermaye biçiminde giderek tek elde toplanmasını ayrıntılı bir biçimde analiz etti. Farklı ülkelerdeki farklı işçileşme örüntülerine dikkat çekerken; kapitalist ilişkilerinin tarihsel oluşum ve gelişimine, eski sınıfların yanında modern sınıfların ortaya çıkışına odaklandı. Böylece, Marx, başyapıtı Kapital’de, kapitalist üretim biçimini “doğal yasa”nın toplumsal bir tezahürü olarak gören klasik ekonomi politiğin sadece geliştirilmesini değil; gerçek ve kuramdaki hali ile eleştirisini üstlendi.
Bu nedenle, Marx’ın kullandığı her kavram değişmez bir doğa durumunu değil, tarihsel bir hareketi varsayar. Marx, örneğin “üretim” dediği zaman, “söz konusu olan, her zaman toplumsal gelişmenin belirli bir aşamasındaki üretimdir – toplumsal bireylerin bir üretimidir.”[25] Marx, kapitalist üretim ilişkilerini doğa yasaları olarak gören ekonomi politikçileri eleştirirken şunları söylemiştir:
“Söz konusu olan, daha çok, üretimi, bölüşümden vb. farklı olarak, tarihten bağımsız, ölümsüz doğa yasaları içine hapsedilmiş olarak göstermek, ve bu fırsattan yararlanarak burjuva ilişkilerin, soyut olarak kavranan toplumun değişmez doğa yasaları olduğu fikrini el altından ileri sürmektir. Bütün bu yöntemin bilinçli ya da bilinçsiz olarak güttüğü amaç, işte budur.”[26]
Tartışmalarında da görüldüğü gibi, Marx için, sınıflar da dahil her toplumsal olgu, doğal değil tarihseldir. Sınıflar belirli koşullarda oluşmuş ve ortaya çıkmış, yine belirli tarihsel koşullarda ortadan kalkmaktadır. Marx’a göre, iktisatçılar sermayeyi, dolayısıyla da işçi sınıfını, “tarihsel olarak gelip geçici, yani mutlak değil göreli” olarak kavramadıkları sürece yanılgı içindedirler.[27]
Bu açıdan sermaye de, işçi sınıfı da tarihsel-toplumsal kategorilerdir. Kapitalizm öncesi; para yığını, ticaret, servet vardır, ama tutarlı bir kapitalist sınıf ve işçi sınıfından bahsedilemez. Bu sınıfların ortaya çıkışı, kapitalizm olarak tanımlayabileceğimiz belirli tarihsel koşulların feodal toplum içinde gelişmesiyle ilgilidir. Ancak bu koşullar olgunlaştığında, sermayeden ve işçi sınıfından bahsetmek olanaklı olmuştur.
Yine, işçi sınıfı ve kapitalistin ortaya çıktığı tarihsel koşul ve ilişkiler değiştiğinde, bu sınıflar ortadan kalkabilecektir. Engels’in vurguladığı gibi, bir sosyalist devrimle işçi sınıfı, “proletarya olarak kendi kendini ortadan kaldırır, bütün sınıf farklılıkları ile sınıf karşıtlıklarını, ve aynı biçimde, devlet olarak devleti de ortadan kaldırır.”[28]
***
Başa dönecek olursak; gerçekten de Marx’ın ifade ettiği gibi sınıf kavramını bulma “onuru” Marx’a ait değildir. Modern anlamda sınıf kavramı kapitalist ilişkilerin gelişmesi ile gündeme gelmiştir. Modern düşünürler, feodal aristokrasiye karşı mücadelede sınıfları başta “verimlilik”/“aylaklık” temelinde, klasik ekonomi politikçilerse açıkça üretim süreci içinde tanımlamıştır.
Adam Smith ve David Ricardo’nun toplumunun üç farklı gelir türüne dayanan üç sınıfı ile Marx’ın Kapital’in üçüncü cildinin tamamlanamamış son bölümünde ifade ettiği sınıflar görünüşte aynıdır: toprak sahibi sınıf, kapitalist sınıf, işçi sınıfı. Ancak, bu görünüşteki bir benzerliktir. Sınıfların a- kapitalist üretim biçimini de açıklayacak biçimde artı-değer sömürüsü temelinde anlaşılması; b- doğal yasanın kaçınılmaz yansıması olarak değil hareket halindeki tarihsel-toplumsal olgular olarak ele alınması; c- burada ayrıntısına girilmemiş olmakla birlikte işçi sınıfının kendisini de ortadan kaldırarak, tarihsel değişimin temel gücü olma potansiyeline işaret etmesi yani onun geçmişin birikimini ve geleceğin tohumunu bünyesinde barındıran süreçsel özelliği; Marx’ın sınıf kuramına temel katkısıdır.
KAYNAKLAR
Dworkin, Dennis (2012) Sınıf Mücadeleleri, Çeviren: Utku Özmakas, İstanbul: İletişim Yayınları.
Engels, Friedrich (2003) Anti-Dühring, Çeviren: Kenan Somer, Ankara: Sol Yayınları.
Foucault, Michel (2002) Toplumu Savunmak Gerekir, Çeviren: Şehsuvar Aktaş, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.
Kaymak, Muammer (2010) Adam Smith’i Anlamak, Özgürlük Dünyası, Sayı: 212, sf. 95-109.
Kaymak, Muammer (2010) David Ricardo: Bilimsel Politik Ekonominin Burjuva Sınırları, Özgürlük Dünyası, Sayı: 214, sf. 102-112.
Marx, Karl (1993) Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, Çeviren: Sevim Belli, Ankara: Sol Yayınları.
Marx, Karl (1995) “Joseph Weydemeyer’e mektup / 5 Mart 1852”, Seçme Yazışmalar-1, Karl Marx ve Friedrich Engels, Çeviren: Yurdakul Fincancı, Ankara: Sol Yayınları, sf. 72-76.
Marx, Karl (1997) Kapital Birinci Cilt, Çeviren: Alaattin Bilgi, Ankara: Sol Yayınları.
Marx, Karl (1998) Artı-Değer Teorileri: Birinci Cilt, Çeviren: Yurdakul Fincancı, Ankara: Sol Yayınları.
Marx, Karl (1999) Felsefenin Sefaleti, Çeviren: Ahmet Kardam, Ankara: Sol Yayınları.
Marx, Karl (1999) Grundrisse: Birinci Cilt, Çeviren: Arif Gelen, Ankara: Sol Yayınları.
Marx, Kapital (2003) Kapital: Üçüncü Cilt, Çeviren: Alaattin Bilgi, Ankara: Sol Yayınları.
Marx, Karl ve Engels, Friedrich (2013) Alman İdeolojisi, Çeviren: Tonguç Ok ve Olcay Geridönmez, İstanbul: Evrensel Basım Yayın.
Milonakis, Dimitris ve Fine, Ben (2008), From Political Economy To Economics, Taylor and Francis e-Library.
Öngen, Tülin (1996) Prometheus’un Sönmeyen Ateşi – Günümüzde İşçi Sınıfı, İstanbul: Alan Yayıncılık.
Ricardo, David (1997) Ekonomi Politiğin İlkeleri ve Vergilendirme, Çeviren: Tayfun Ertan, İstanbul: Belge Yayınları.
Savran, Sungur (2007) Ricardo’nun Dehası ve Körlüğü, Ricardo, David, Ekonomi Politiğin ve Vergilendirmenin İlkeleri içinde, Çeviren: Tayfun Ertan, İstanbul: Belge Yayınları.
Yurtsever, Haluk (2012) Kapitalizmin Sınırları ve Toplumsal Proletarya, İstanbul: Yordam Kitap.
[1] Marx, Karl (1995) “Joseph Weydemeyer’e mektup / 5 Mart 1852”, Seçme Yazışmalar, Karl Marx ve Friedrich Engels, Çeviren: Yurdakul Fincancı, Ankara: Sol Yayınları, sf. 72-76.
[2] Marx’tan aktaran Foucault, Michel (2002) Toplumu Savunmak Gerekir, Çeviren: Şehsuvar Aktaş, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, sf. 91
[3] Dworkin, Dennis (2012) Sınıf Mücadeleleri, Çeviren: Utku Özmakas, İstanbul: İletişim Yayınları, sf. 42-43
[4] Öngen, Tülin (1996) Prometheus’un Sönmeyen Ateşi – Günümüzde İşçi Sınıfı, İstanbul: Alan Yayıncılık, sf. 30-31
[5] Dworkin, Sınıf Mücadeleleri, sf. 45
[6] Marx, Karl ve Engels, Friedrich (2013) Alman İdeolojisi, Çeviren: Tonguç Ok ve Olcay Geridönmez, İstanbul: Evrensel Basım Yayın, sf. 426-435
[7] Öngen, Prometheus’un Sönmeyen Ateşi, sf. 31
[8] Yurtsever, Haluk (2012) Kapitalizmin Sınırları ve Toplumsal Proletarya, İstanbul: Yordam Kitap, sf. 34
[9] Dworkin, Sınıf Mücadeleleri, sf. 50
[10] Marx klasik ekonomi politik ile 19. yüzyılın sonlarındaki vülger/bayağı iktisadı birbirinden ayırırken şunları söyler: “İlk ve son kez burada belirtmek isterim ki, ben klasik ekonomi politik deyince, yalnızca görünüşleri ele alan, bilimsel ekonominin uzun süre önce sağladığı malzemeyi durup dinlenmeden ağzında geveleyip duran ve burjuvazinin günlük kullanımı için en münasebetsiz olayların en usa-uygun açıklamalarını arayan, bunun dışında da tuzu kuru burjuvazinin onlar için dünyaların en iyisi olan kendi dünyaları ile ilgili bayağı düşüncelerini bilgiççe sistemleştirmeye ve bunları ebedi gerçeklermiş gibi ilan etmeye kalkışan vülger ekonomiye karşılık, W. Petty’den beri, burjuva toplumdaki gerçek üretim ilişkilerini araştıran bir ekonomi bilimini anlıyorum.” (Marx, Karl (1997) Kapital Birinci Cilt, Çeviren: Alaattin Bilgi, Ankara: Sol Yayınları, sf. 90)
[11] Yurtsever, Toplumsal Proletarya, sf. 42
[12] Marx, Karl (1998) Artı-Değer Teorileri: Birinci Cilt, Çeviren: Yurdakul Fincancı, Ankara: Sol Yayınları, sf. 141
[13] Smith’ten aktaran Yurtsever, Toplumsal Proletarya, sf. 42
[14] Savran, Sungur (2007) Ricardo’nun Dehası ve Körlüğü, Ricardo, David, Ekonomi Politiğin ve Vergilendirmenin İlkeleri içinde, Çeviren: Tayfun Ertan, İstanbul: Belge Yayınları, sf. 12
[15] Savran, Ricardo’nun Dehası ve Körlüğü, sf. 12
[16] Ricardo, David (1997) Ekonomi Politiğin İlkeleri ve Vergilendirme, Çeviren: Tayfun Ertan, İstanbul: Belge Yayınları, sf. 23
[17] Marx, Kapital (2003) Kapital: Üçüncü Cilt, Çeviren: Alaattin Bilgi, Ankara: Sol Yayınları, sf. 775
[18] Marx, Kapital: Üçüncü Cilt, sf. 776
[19] Smith’ten aktaran Kaymak, Muammer (2010) Adam Smith’i Anlamak, Özgürlük Dünyası, Sayı: 212, sf. 95-109, sf. 103
[20] Milonakis, Dimitris ve Fine, Ben (2008), From Political Economy To Economics, Taylor and Francis e-Library, sf. 60. Marx bu yaklaşımı şöyle yorumluyor: “Metaların değerinin içerdikleri emek zamanı ile ölçüldüğünü söylerken, o, insanların, kapitalistler, ücretliler, toprak sahipleri, çiftçiler vb. olarak değil, basit meta üreticileri ve basit meta değişimcileri olarak karşılaştıkları burjuvazinin [kayıp cennet]ine ait bir şey olduğunu ifade ediyordu.” (Marx, Karl (1993) Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, Çeviren: Sevim Belli, Ankara: Sol Yayınları, sf. 76)
[21] Ricardo, Ekonomi Politiğin İlkeleri ve Vergilendirme, sf. 29
[22] Kaymak, Muammer (2010) David Ricardo: Bilimsel Politik Ekonominin Burjuva Sınırları, Özgürlük Dünyası, Sayı: 214, sf. 102-112, sf. 110
[23] Kaymak, Adam Smith’i anlamak. Ayrıca Marx’a göre; “Klasik ekonomi politiğin son büyük temsilcisi Ricardo, sınıf çıkarlarının, ücret ile kârın, kâr ile rantın çelişkisini safdil bir biçimde toplumsal bir doğa yasası sanarak, bu çelişkiyi nihayet (bilinçli olarak) araştırmalarının başlangıç noktası haline getirdi. Ama bu katkıyla birlikte, burjuva iktisat bilimi, ötesine geçemeyeceği sınırlara varmıştı.” (Marx, Karl (1997) Kapital Birinci Cilt, Çeviren: Alaattin Bilgi, Ankara: Sol Yayınları, sf. 22-23)
[24] Marx, Karl (1999) Felsefenin Sefaleti, Çeviren: Ahmet Kardam, Ankara: Sol Yayınları, sf. 122
[25] Marx, Karl (1999) Grundrisse: Birinci Cilt, Çeviren: Arif Gelen, Ankara: Sol Yayınları, sf. 23
[26] Marx, Grundrisse: Birinci Cilt, sf. 25
[27] Marx, Felsefenin Sefaleti, sf. 104-105
[28] Engels, Friedrich (2003) Anti-Dühring, Çeviren: Kenan Somer, Ankara: Sol Yayınları, sf. 400