Fulya Alikoç

Mussolini’nin ünlü Ekim 1922’de gerçekleştirdiği Roma Yürüyüşü ile birlikte iktidarı ele geçirmesinin ardından yaklaşık bir-bir buçuk ay sonra Komintern 4. Dünya Kongresi, uluslararası faşizme dair şu tezleri onaylamıştı:

Burjuvazinin proletaryaya karşı politik saldırısı, sermayenin ekonomik saldırısıyla yakından bağlantılıdır ve bunun en keskin dışavurumu uluslararası faşizmdir. Artık düşmekte olan yaşam standartları kamu hizmetleri de dahil orta sınıfları etkilemektedir; yönetici sınıf yönetmenin bir aracı olarak bürokrasiye güvenip güvenemeyeceğine emin olamamaktadır. Bu yüzden, her yerde, özel olarak proletaryanın devrimci çabalarını hedef alan ve giderek işçi sınıfının konumunu iyileştirmek amacıyla giriştiği her hamleyi zorla baskılamak için kullanılan özel Beyaz Muhafızlar yaratmaya başvurmaktadır.

Bugün tüm ülkeyi kıskacına alan, ‘klasik’ İtalyan faşizminin karakteristik özelliği, faşistlerin yalnızca tepeden tırnağa silahlı karşı devrim için savaşan örgütler kurmuş olmaları değil, kitleler arasında, köylüler, küçük burjuvazi ve hatta proletaryanın bazı kesimleri arasında bir taban bulmak amacıyla sosyal bir demagoji kullanmasıdır. Bugün birçok ülkede, Çekoslovakya’da, Macaristan’da, neredeyse tüm Balkan ülkelerinde, Polonya’da, Almanya’da, Avusturya’da, Amerika’da ve hatta Norveç gibi ülkelerde faşizm tehlikesi bulunmaktadır. Fransa ve İngiltere gibi ülkelerde de faşizmin şu ve ya bu biçimde belirme olasılığı göz ardı edilemez.

Komünist Partilerin en önemli görevlerinden biri uluslararası faşizme karşı direniş örgütlemektir. Partiler, faşist çetelere karşı savaşta işçi sınıfına öncülük etmek, bu sorun üzerinde oluşturulacak birleşik cephelerin kurulmasında sonuna kadar aktif olmak ve illegal örgütlenme yöntemlerinden faydalanmak zorundadır.

Ancak, faşist örgütlenmenin pervasızca teşvik edilmesi burjuvazinin elindeki son karttır. Beyaz Muhafızlar’ın açıktan hüküm sürmesi burjuva demokrasisinin de bizzat kendi temelleri aleyhine işler. En geniş emekçi kitleleri burjuva egemenliğinin ancak proletarya üzerinde maskelenmemiş bir diktatörlük biçiminde mümkün olduğuna kanaat getirir.” (Komintern Taktikleri Üzerine Tezler, 5 Aralık 1922)[1]

İtalyan faşizminin klasik bir faşizm örneği sergilemesi, 20 Haziran 1923’te, Roma Yürüyüşünden yaklaşık 8 ay sonra, Komintern Yürütme Komitesi’nde konuşan Clara Zetkin tarafından yinelenecek ve açılacaktır. Peki, İtalya deneyimini “klasikleştiren” özellikleri nelerdir? Zetkin, bu konuşmasında faşizmin evrensel olarak iki ana kökünden bahseder:

Yani faşizmin, istediği kadar güç gösterisinde bulunursa bulunsun, kapitalist ekonominin temelden sarsılışının ve çürümesinin bir sonucu ve burjuva devletin dağılmasının bir semptomu olduğu görüşüdür bu. Ancak faşizmin, geçmişteki geçim/iş güvencesini [varlığını sürdürme güvenini], böylelikle de bugünün düzenine dair inancını sıklıkla şimdiden yitirmiş geniş kitleler üzerindeki sürükleyici ve ateşleyici bir etkiye sahip olduğunu kavrarsak onunla mücadele edebiliriz. Faşizmin bir kökü gerçekten de kapitalist ekonominin ve burjuva devletinin çözülmesidir. Savaş öncesi dönemde dahi burjuva tabakaların kapitalizm tarafından proleterleştirilmesine işaret eden semptomları görmek mümkün. Savaş kapitalist ekonomiyi derinden sarstı. Bu kendini yalnızca proletaryanın korkunç yoksullaşmasında göstermemekte, aynı şekilde geniş küçük ve orta burjuva kesimlerin proleterleşmesinde, küçük köylülüğün içinde bulunduğu güç durumda ve aydınların gri sefaletinde de görülmektedir. Aydınların içinde bulunduğu müşkül durum; kapitalizmin savaş öncesi dönemde bu alanda da bir aşırı üretim ortaya çıkarmaya meyilli oluşuna bakıldığında daha da bir ağırlaşmaktadır. Kapitalistler kafa emeği alanında da kitlesel bir işgücü yarattı; hem kirli rekabet yaratmak hem de ücretleri, pardon maaşları baskılamak için. Emperyalizm ve emperyalist dünya savaşı, birçok ideolojik öncüsünü tam da bu çevrelerden tedarik ediyordu. Şu anda tüm bu kesimler savaştan besledikleri umutların iflasını yaşıyorlar. Durumları olağanüstü kötüleşti. Her şeyden daha da ağır bir biçimde bellerini büken, savaş öncesinde sahip oldukları geçim güvencesinin bugünkü yokluğudur. […]

Faşizmin bir kökü daha vardır: Bu, dünya devriminin, işçi hareketinin reformist önderlerinin ihaneti nedeniyle yaşanan ağır aksak ilerleyişidir. Proleterleştirilmiş ya da proleterleşme tehdidi altındaki küçük ve orta burjuva, memur, burjuva aydın tabakalarının büyük bir bölümü, savaş psikolojisinin yerine, reformist sosyalizme belli bir sempatiyi koymuştu. Reformist sosyalizmden, ‘demokrasi’ sayesinde dünyada bir değişim beklentisine girmişlerdi. Bu beklentiler acı bir şekilde düş kırıklığına uğradı. Reform sosyalistleri, kefaretini proleterler ve emekçilerle birlikte memurların, aydınların, her türden küçük ve orta burjuvaların ödediği ılımlı bir koalisyon politikası yürütmektedirler. Bu kesimler, genel olarak teorik, tarihsel ve politik eğitimden yoksundurlar. Reform sosyalizmine duydukları sempati derinlere kök salmamıştı. Böylece, yalnızca reformist önderlere inançlarını kaybetmekle kalmadılar, sosyalizme inançlarını da kaybettiler. … Sosyalizmden düş kırıklığına uğramış burjuvaların yanına kimi proleter öğeler de katılıyor. Ve tüm bu düş kırıklığına uğramışlar –ister burjuva kökenden gelsin isterse de proleter–, günümüzün karanlığından aydınlık yarına umutla bakmayı sağlayan son derece değerli bir ruhsal [manevi] gücü de yitiriyorlar. Bu, toplumsal değişimi sağlayacak sınıf olarak proletaryaya duyulan güvendir. Reformist önderlerin ona ihanet etmeleri, düş kırıklığına uğramış öğeler açısından bir diğer olgu karşısında o kadar da önem taşımıyor. Bu olgu, proleter kitlelerin bu ihanete katlanmalarıdır; kapitalist boyunduruğu isyan etmeden, mücadele etmeden taşımaya devam etmeleridir, evet, öncekinden daha ağır bir azaba razı gelmeleridir.

Bu arada, adil olmak için şunu eklemem gerekir ki; komünist partiler de –Rusya’yı bir kenara bırakacak olursak–, proletarya içinde kendisini faşizmin kollarına atan düş kırıklığına uğramışların bulunmasında hiç suçsuz sayılmazlar. Eylemleri sıklıkla yeterince güçlü değildi, etkinlikleri yetersizdi ve kitlelere yeterince derinden ve güçlü bir şekilde nüfuz edemediler. Yenilgiler getiren taktik hataları bir kenara bırakıyorum. Devrimci eğilimde olan tam da en aktif, en enerjik kimi proleterlerin –onlara göre yeterince enerjik, yeterince agresif bir tutum göstermediğimiz için ve biz onlara neden kimi koşullar altında istemediğimiz şekilde geri durmak zorunda kaldığımızı yeterince açıklıkla anlatmayı beceremediğimiz için– bizimle buluşan yolu bulamadığından hiç kuşku yok.” (Komünist Enternasyonal Yürütme Komitesi Genişletilmiş Genel Kurulu Tutanakları, Moskova, 12-13 Haziran 1923)”[2]

Clara Zetkin’in bu değerlendirmesi, 4. Kongre’de faşizm tehlikesi görülen ülkelerde gözlemlediği örnekler üzerinden faşizme dair yapılan bir genel bir değerlendirmeydi. Bahsi geçen ülkelerde faşist örgütlenmeler, ülkelerin farklı coğrafyalarında, şu ya da bu düzeyde güç kazanıyor ya da kaybediyordu ancak İtalya’da iktidara gelmişti. İtalya, yukarıda genel hatları çizilen faşizmin iki kökünün tüm belirtilerini gösteriyor, bu bakımdan “klasik” bir örnek sergiliyordu.

Her şeyden önce, İtalya’da sanayi kapitalizmi, ülkeyi sürüklediği Birinci Paylaşım Savaşı’ndan zaferle çıkmış olmasına rağmen gerçek bir ekonomik yenilgi yaşıyordu. Faşizm, bu maddi koşullar üzerinde gelişen toplumsal nitelikteki olguları –örneğin, küçük burjuvazinin bazı kesimlerinin proleterleşmesini- maniple ederek iktidara gelebilmişti. Öte yandan, Roma Yürüyüşü gerçekleşene dek Enternasyonal tarafından devrimci semptomlar gösterdiği saptanan İtalya’da Sosyalist Parti içerisindeki reformistlerle yaşanan ideolojik saflaşma ve komünistlerin zayıflıkları bugünden bakıldığında “devrim mi faşizm mi” gibi yorumlanabilecek yol ayrımında ülkeyi faşizm yoluna saptırmıştır demek yanlış olmaz.

BİRİNCİ PAYLAŞIM SAVAŞI VE KADINLAR

İtalya’da yaşanan faşizm deneyimini kadınlar açısından ele alan kaynakların[3] Birinci Paylaşım Savaşı’ndaki sosyo-ekonomik dönüşümlerde bir takım açıklamalar araması oldukça anlaşılır. Ancak, faşizm ve savaş arasındaki ilişki, kronolojik yakınlıklarının ötesinde, İtalya’da kadın özgürlük hareketinin tarihini şekillendirmesi, dolayısıyla hafızasını oluşturması bakımından da oldukça belirleyici görünüyor. Birçok tarihçi ve aktivist Birinci Paylaşım Savaşı’na dair tarih yazımında, genel olarak faşizmin gelişimine ve özel olarak da farklı sınıflardan kadınların savaşa karşı tutumlarında faşist iktidara uzanan bir izlek keşfediyor. İtalyan işçi sınıfı ve kadın işçiler üzerine araştırmalar yayınlayan Simonetta Ortaggi bu durumu şu şekilde ifade ediyor:

İtalyan kadınlarının Büyük Savaş deneyimine dair hafızamız birçok bakımdan faşizmin tesiri altında kalmıştır. Her şeyden önce faşizm, hem kırda hem kentte savaşa karşı çıkan en enerjik, en militan İtalyan kadınlarını yok ederek tasfiye etmiştir. İkincisi, faşizm, kadınların Kızıl Haç gibi hareketlere içkin özgürleşme itkisini massederek altını oymuştur. Ek olarak, faşizm, kadınlar ve savaş yılları boyunca oluşan bilinç için sadece bir gerileme anlamına gelmiyordu; aynı zamanda, daha genel anlamda, sosyalizme dair büyük gelişmelerin ve Rus devriminin baskın olduğu politik ve ideolojik tartışma ortamını da sildi süpürdü.[4]

Ortaggi’nin burada kır ve kentte tasfiye edilen kadınlar diye bahsettiği, kırda küçük üretici ya da topraksız köylü kadınlar, kentte ise proleter kadınlar; Kızıl Haç’ta savaşta ya da sivil cephede belirli bir statü kazanan ancak özgürleşme arzuları massedilen kadınlar ise orta sınıftan kadınlardır.

Ortaggi’nin farklı sınıflardan kadınların farklılaşan savaş deneyimleri üzerinden faşizm ile ilişkilenişlerinin izlerini sunan okumasından ayrışmakla birlikte, kadın öznelliği üzerinden kurulan tarih okumaları da savaş ve faşizm arasında bir süreklilik kurar. Allison Scardino Belzer bu sürekliliği şöyle ifade ediyor: “Büyük savaş boyunca kadınlar yeni bir İtalya’ya hayat veren ebeler oldular. 1922’de faşistler iktidara geldiğinde yapmaları gereken tek şey, savaş zamanında politize olmuş kadınlık modelini alıp devletin hizmetinde bir annelik ritüeline dönüştürmekti.[5] Belzer, 1900 ila 1945 arası yılları 4 farklı kadın öznelliği modeli üzerinden okur. Aile sınırları içerisinde hapsolmuş donna brava (iyi kadın) savaş öncesi yılların geleneksel anne-kadın özneliği üzerine kuruludur. Birçok tarihçinin savaşa kadar tarih-dışı bir özne olarak kodladığı kadın, “Büyük Savaş” ile birlikte “vatanseverlik” duygusu ile politize olmuş, aktif bir özne olarak tarih çemberinin içine adım atmış olur. Kadın için öncelik ailenin sınırlarından çıkarılır, devletin ihtiyaçları öncelenir. Savaş koşullarına uyarlanmış, devletin toplumsal yaşamın her alanına nüfus ettiği, özel-kamusal ayrımının bulanıklaştığı bir atmosferde gerektiğinde ailesini, aile bireylerini ama en çok da kendi varlığını ulusun çıkarları için feda etmesi beklenen, hakları üzerinden pazarlık alanı gayet kısıtlı ama yükümlülükleri bakımından güçlü bir vatandaşlık atfedilen bir donna italiana (İtalyan kadın) modeli yaratılır. Bu İtalyan kadın modelinde güçlü bir şekilde kurulan “İtalyanlık” faşizme geçişte oldukça kullanışlı bir rol oynayacaktır. Savaş sırasında ulusun ihtiyaçları doğrultusunda seferberlik düzeyinde istihdam edilen kadınlar savaş sonrası sosyal ve ekonomik açıdan görece bağımsız kadınlar olarak görülmüştür. Belzer, bu savaş-sonrası liberal dönem olarak tanımladığı bu dönemin kadın modelini donna nuova (yeni kadın)olarak tanımlıyor. Ancak hem üç dört yıllık bir dönem olması itibariyle hem de böylesi bir öznelliğin kurulu olduğunu savlamak için gerekli sürekliliği gösterememesiyle oldukça tartışmalı bir kavram olduğunu da söylemek gerekir. Yine de hemen ardından gelen faşist dönemin donna fascista (faşist kadın) modelinin bir takım özelliklerine referans olması bakımından önemli görülebilir. Buna göre faşist kadın öznelliği, donna brava’nın geleneksel annelik görevlerini, donna italiana’nın ulus/devlet çıkarı için fedakârlık misyonu ve donna nuova’nın modern yaşam tarzı ve fiziksel olarak sağlıklı ve fit oluşunun bir bileşimi olarak kurulmuştur, diyor Belzer.

Belzer’in kullandığı bu modelleri yaşanmış, gerçekleşmiş ve ilgili dönemi tanımlayacak denli genelleşmiş öznellikler olarak değil, toplumun ihtiyaçları doğrultusunda kadınlığın yeniden kurulmaya çalışıldığı kültürel inşalar olarak ele almakta fayda var. Öznellik üzerinden yapılan bu tarih okumasında farklı sınıflardan kadınların devletin bu çağrısına verdiği cevaplar ve/veya savaşın bizzat kendisine gösterdiği tepkiler, birer sınıf refleksi olarak okunmuyor. Örneğin, savaş sırasında ‘İtalyan kadın’a çağrı yapan, elindeki tüm kartları savaşa oynayan sanayi kapitalizmi ile savaş sonrası derinleşen yoksulluğu kullanarak iktidara gelen ve ‘faşist kadın’ın yaratılmasında başat bir rol oynayan gerici tarım ve finans kapitalistleri arasındaki farklar silikleşiyor. Ya da tüm bu çağrılara köylü kadınların, işçi kadınların ve orta sınıf kadınların verdiği yanıtlardaki farklılıklar tali birer sonuç gibi ele alınıyor. Marksist-Leninist tarih okumasının perspektifinden bakıldığında görülen bu eksikliklere rağmen, tüm bu modeller, hem burjuvazinin dönemsel ihtiyaçları çerçevesinde yaratmaya çalıştığı kadın öznesini, bunun için yürüttüğü propagandayı anlamak hem de bu propagandanın hangi sınıftan kadınlarda nasıl bir karşılık bulduğunu saptamak bakımından çeşitli veriler sunuyor. Diğer bir deyişle, kapitalizmin Birinci Paylaşım Savaşı sırasında vatanseverlik ve İtalyan milliyetçiliği üzerinden donna italiana kimliğiyle yaratmaya çalıştığı sivil cephe seferberliğinin küçük üretici ve topraksız köylü kadınlar, hızla proleterleşmiş sanayi işçisi kadınlar, dönemin ihtiyaçları gereği iletişim, ulaşım, sağlık ve eğitim alanında ücretli ya da ücretsiz-gönüllü istihdam edilen orta sınıf mensubu kadınlar ve bu seferberliğe sermayeleri ölçüsünde bağış yaparak katkı sunan burjuva kadınlar tarafından nasıl deneyimlendiğine ve karşılık verildiğine dair bir çerçeve çizmemizi sağlıyor.

SAVAŞIN YENİ(K) KAHRAMANI: DONNA ITALIANA

Kuzey kapitalistlerinin güdümündeki savaş hükümeti iki alanda büyük bir seferberliğe girişmişti: sanayileşme ve vatanserlik. Savaş süresince toplumsal hayatın cepheyi beslemek üzere sürekli yeniden üretilmesi gerekiyordu, bu nedenle de sık sık kadınlara çağrılar yapılıyor, fedakar ve cefakar anne-kadın rolü bu sefer aile sınırlarının dışına çıkıp ulusal sınırlara genişletiliyordu. Savaş öncesinde birçok Avrupa ülkesine göre daha zayıf bir oy hakkı mücadelesi vermiş olan İtalyan kadınları cephe hattında, cephe gerisinde ve “evde” ulusun bekası için seferber oluyorlardı. Cılız da olsa bir oy hakkı mücadelesi yaratmış olan birçok feminist ya devlet eliyle kurulmuş Comitato Femminile per l’intervento Italiano’ya [İtalyan Müdahalesi için Kadın Komitesi] katılıyor ya da kadınların kendi inisiyatifiyle kurdukları Lega Patriottica Femminile gibi örgütlerdeyer alıyorlardı. Savaşın ihtiyaçları doğrultusunda ortaya çıkan ya da gelişen toplu taşıma, posta ve iletişim, sağlık hizmetleri gibi alanlarda tüm patriyarkal kodlara rağmen yer bulan kadınlar ücretli ya da gönüllü olarak burada hizmet verirken savaş seferberliğine meslekleri bazında Lega Patriottica tra le Impiegate (hizmet sektöründe çalışan kadınların kurduğu vatansever bir birlik) gibi örgütler kurarak da destek vermeye çalışıyorlardı. Vatanseverlik söylemleriyle İtalya’nın savaşa girmesini destekleyen ve bunun için seferber olan kadınların birçoğunun avukat Teresa Labriola ya da “sosyalist” bir aydın olan Margherita Sarfatti gibi orta sınıf mensubu olması aslında Birinci Paylaşım Savaşı’nın tarafı olan tüm ülkelerin kadınları için ortak bir özelliktir denebilir. İtalya’yı bu anlamda özgün kılan bu kadınların savaş sonrasında Mussolini hayranı donna fascista’lara dönüşmesidir, birçoğunun kadın fasci örgütlerinde aktif görev almasıdır.[6]

18 ünlü kadın yazar, şair ve aydının İtalya’nın kadınlarına yazdığı bir mektup (Alle Donne d’Italia) bu anlamda çarpıcı bir örnektir. Yıllar sonra Mussolini’nin resmi olarak onurlandırdığı tek kadın edebiyatçı olan şair Ada Negri’nin şu satırları burjuva kadınların milli savunma tahvilleri satın alması için yapılmış bir bağış çağrısı olduğu kadar, köylü ve proleter kadınlara yapılmış bir yoksulluğa ve sefalete katlanma çağrısıdır aynı zamanda: “Savaş zamanında, para mucizevi bir şekilde sevgiye, şiire, silaha ve zafere dönüşebilir. Ulusun bu en kasvetli anında kendinden veren İtalyan kadını kutsaldır ve ne kadar verirse o kadar kutsanacaktır.” Tek oğlunu savaşta kaybeden yazar Anna Franchi ise bu kez annelik üzerinden bu çağrıyı yankılamaktadır: “Zafer için altınlarınızı verin. Biz, biz anneler sizden bunu istiyoruz. Biz ki Patria’yı [anavatanı] bize malettiği tüm kedere rağmen severiz.[7]

Orta sınıfların bu çağrısı, birçok yerde alt sınıfların öfkesine sebep olurken, ancak üst sınıfa doğru ilerledikçe karşılık buluyordu. Milli savunma tahlilleri satın alarak vatan sevgisini gösteren soylu ve burjuva kadınlar, savaş vahşeti karşısında “ruhsuz” ve “duygusuz” davranan kocalarına “rağmen”, kendi ailelerinden kalan binaları yaralılar için revir, yetimler için yetimhane, anneleri savaş fabrikalarında çalışan çocuklar için kreş, kimsesizler için barınak olarak kullanılmak üzere bahşediyorlardı. Sadece evdeki ihtiyaç sahiplerini değil cephedeki “zavallı” askerleri de sahiplenmişler ve Madrine del Soltadi (Askerlerin Vaftiz Anneleri) adlı bir inisiyatif geliştirmişlerdi. Evde okuması yazması olan kimse olmadığı ya da evde kimsesi kalmadığı için evden mektup alamayan alt sınıftan askerlere mektup yazıp onların moral motivasyonunu yüksek tutarak Patria’ya en fedakar şekilde hizmet ediyorlardı. Savaşın ilk on ayında bu inisiyatiften cepheye giden mektup sayısı (89 bin 14) ile gelen cevap sayısı (14 bin 559) arasındaki fark[8], askerlerin okuryazarlık düzeyiyle ilgili değil, İtalya’da toplumun en geniş kesimlerinin başından beri savaş karşıtı olmasıyla da alakalıdır. Devlet ve toplum arasındaki yarılma savaş süresince derinleşmiş topyekün bir seferberlik asla sanayi kapitalistlerinin istediği düzeye ulaşmamıştır.[9]

Cephedeki askerler arasında fabrikalardan sürülen sendikacılar, işçi önderleri, sosyalistler savaş karşıtı propaganda yaparken, köylü erkekler eve yazdıkları mektuplarında eşlerine savaşı sona erdirecek kurnazca yöntemler önermektedir. İki farklı sınıftan kadınlar arasında, en kritik anında İtalyanların Alman ve Avusturyalı hasımları karşısında büyük kayıp verdiği Caporetto cephesinin hemen ardında yaşanan karşılaşma tipik bir örnek oluşturur: Lega Patriottica tra le Impiegate üyesi kadınlar Milan’da vatanseverlik propagandası yaparken etrafları bir grup kadın tarafından sarılır ve içlerinden biri şu sözleri söyler: “Almanlar gelsin, onlara bir tencere poleta vermeye hazırım.” Yine Milan’da Alman işgali altında yaşasaydı ne hissedeceği sorulan bir kadın ise şunu söylemektedir: “Yabancı bir işgale karşı çıkardık, bizi İtalyan patronlara karşı savaştıran adaletsizliğe ve baskıya karşı aynı isyan duygusuyla karşı çıkardık.[10]

Elbette burada orta sınıf mensubu tüm kadınların vatanseverlik üzerinden bu seferberliğe katıldığı ve savaşı kutsadığını söylemiyoruz; hiç değilse Kızıl Haç içerisinde örgütlenen bir savaş karşıtı kadın hareketi vardır. Ancak burjuvazinin, siyasi ve idari temsilcilerinin vatanseverlik söylemlerinin en çok eko yaptığı kesimin de küçük burjuva ve burjuva kadınlar olduğu gerçeği görmezden gelinemez. Birçok tarihçinin şu ya da bu şekilde dile getirdiği bu gerçeği Simonetta Ortaggi’nin söyleriyle aktaralım:

Futurist Feminizm tarafından ortaya atılan ‘babayiğit’ kadın mitine göre, savaşın ilk günlerinde yaşanan ‘ayrılık sahnesiyle yüzleştiğinde küçük kız çocukları gibi zayıf, göz yaşlarına boğulan’ kadınlar, savaş sayesinde, ‘zamanın görkemliliğle sertleşmiş eşler’e dönüşmek zorunda kaldılar. Bu, büyük bir cüret ve cesaretle savaşa karşı çıkmış halktan kadınlar için kabul edilebilir bir model değildi.[11]

ITALIANA OLAMAYAN DONNA’LAR: KÖYLÜ KADINLAR

Sivil cephede “geride kalan” köylü ve işçi kadınların savaşı nasıl deneyimlediklerine dair verilerin çok büyük bir kısmı cephede savaşan askerlerle yazışmalarından ve dönemin resmi belgelerinden elde edilmiştir. Kentlerdeki emekçi evlerde savaş yaşamının doğalında gerçekleşen bir iş bölümü sonucu evin en küçüğüne, yani evin en az üretken olan düşük kazançlı bireyine verilen bu mektup okuma-yazma işi, okuma-yazma oranının dramatik oranda düştüğü kırsal kesimlerde eğitim ve kültürün sembolü olan köy öğretmeni aracılığıyla yürütülebilmektedir. Cephedeki askerlerden gelen ve adeta bir gazete gibi elden ele dolaştırılan bu mektuplarda, evin erkekleri hasat zamanı yaklaştığında ordudan izin alabilmeleri için yapılacak resmi başvurular ve bürokratik işlemlere dair talimatlardan, savaşın sona ermesi için kadınların izlemesi gereken politik taktiklere kadar geniş bir içeriğe sahiptir. Artık bir ritüel haline gelen bu mektupların köy meydanında okunması ise politik bir tartışma ve kendiliğinden örgütlenme olanağını da barındırmıştır. Kırsalda, çiftlik ya da küçük toprak sahibi ailelerde savaşa giden erkeklerin yerini yaşlı ve çocukların da yardımıyla kadınlar doldurmuş; kadınların işveren-işçi-yönetici idareci işleri kat be kat artmıştır. Topraksız köylüler, tarım işçisi kadınlar için durum tahmin edilebileceği üzere çok daha vahimdir; mevsimlik tarım işçiliğinden edindikleri ücretler yetmemektedir. Bu dönemde birçok topraksız köylü kadın tarla hırsızlığı yaparken ya da geceleri cebel arazilere gidip sopa, kürek ya da çapa gibi aletlerle “kendi topraklarının” sınırlarını çizerken polis baskınına uğramış, kaçıp kurtulanlar aynı riski tekrar tekrar almak zorunda kalmıştır. Ne var ki, cebel araziler çok küçük ve verimsiz olduğundan başkalarının arazilerinde düşük ücretlere çalışma zorunluluğunu ortadan kaldırmamıştır.[12] Kısacası kırsaldaki kadının hayatı, ev idaresindeki işlerinin yanı sıra erkeklerin tüm işlerinin de üzerine yıkıldığı bir cehenneme dönmüştür.

Bu dönem üretici köylü ve tarım işçisi kadınların üretkenliği şu veride kendini yansıtıyor: savaş boyunca 3 milyon erkek cepheye gidiyor ve İtalya’nın toplam tarımsal üretiminde hissedilir bir düşüş yaşanmıyor.[13] Sadece bu gerçek bile, sivil cephede yaşanan savaşın en az askeri cephe kadar çetin geçtiğini gözler önüne seriyor ama biz yine de köylü kadınların ancak sözlü tarih çalışmalarıyla aktarılabilen gerçekliğine yer verelim: “Evet, evde kaldık ama biz de savaştık. Erkekler cephedeydi, evde kalan kadınlar daha büyük bir savaş vermek zorunda kaldı; bir gıdım kara ekmek yok, şeker yok, yağ yok.[14]

Kırsalda hem küçük üretici hem de topraksız tarım işçisi kadınlar savaşın farklı dönemlerinde farklı talep ve taktikleri öne çıkarsalar da hiç rahat durmadıkları söylenebilir. Daha 1915’te devlet ile köylü kadınlar arasında patlak veren “yardım savaşları” bunun tipik bir örneğidir. Erkeğin cephede olduğu ailelerde eşler ve 12 yaş altı çocuklar için belirli bir yardım dağıtılmakta, ancak yardım ve asker maaşı dağıtımının yapıldığı günler –genellikle Pazartesi günleri- köy meydanında toplanan kadınların bu yardımların yetersizliğine duyduğu öfkeyle başlayan protestolar birden ve kendiliğinden “Kahrolsun savaş!” sloganının atıldığı savaş karşıtı gösterilere dönüşmektedir. Aralık 1916-Ocak 1917 arası kış ayları boyunca tarım işçisi kadınlar ücretlerin ve yardımların düşüklüğüne duydukları öfkeyi erkeklerin eve dönmesi talebine bağladıkları bir dizi protesto gerçekleştirmiştir. Dönemin Pienza valisinin kaydettiği not, bu eylemlerin daha politik bir savaş karşıtlığı karakteri taşıdığına dair önemli bir veri sunuyor: “[eylemler] sözde yakınlarının eve dönmesi ve yardımların artması bahanesiyle yapılıyor. …[ama gerçekte] … Sosyalist parlamenter grubun Temsilciler Meclisi’ne getirdiği barış önergesini desteklemeye yönelik.[15] Gerçekten de köylü kadınların bir sonraki hamlesi valiyi haklı çıkaracak niteliktedir. Bu eylemler sonrasında savaş hükümetinin yardımları artırması eylemlerin önüne geçememiştir. Çünkü köylü kadınların asıl talebi ta en başından beri savaşın sona erdirilmesidir ve yardımların artırılması demek savaşın süreceği anlamına gelmektedir. Bu sefer de 1917 bahar ayları boyunca yardım almama eylemleri başlamıştır. Bu eylemlerin saiklerini anlamak için Polesine köylüsü bir kadının sözlerine kulak verelim: “Hükümet bizi kandırıyor, bize yardım gönderiyor ve şimdi bunu kabul edersek kendi erkeklerimizi iki yıl daha savaşa mahkum etmiş olacağız.[16]

Kırsalda savaş karşısında barış talebiyle yaygınlaşan eylemler savaş sona erene kadar kadınların izlediği farklı taktiklerle devam etmiştir. Örneğin, 1917 yaz ayları boyunca “Ordu buğdaysız kalırsa savaş sona erer” diye mantık yürüten tarım işçisi kadınlar iş durdurma eylemleri yapmış, bu eylemler sonucunda savaşın sona ermediğini gördüklerinde ise kente müdahale etmeleri gerektiğini düşünmüşlerdir. Bir sonraki hamle olarak, silah üretimini durdururlarsa savaşın sona ereceğini düşünmüş ve metalürji ve mühimmat üreten fabrikalarda çalıştırılmak üzere kitlesel olarak köylerden kentlere göç ettirilen genç kadın ve kız çocuklarını taşıyan trenlerin önlerini kesmiş, orduya sevk edilen malzemeleri de nehirlerde telef etmişlerdir. Tarım işçisi kadınların savaşa karşı barış talebiyle müdahale etme girişimleri sadece üretim odaklı olmakla kalmamıştır; cepheden izne gelen askerleri firara teşvik etmiş, firar eden askerleri saklamışlardır. Ekim 1917 tarihi geride bırakıldığındaysa bir önceki ay un yokluğu için eylem yapan kadınlar bu sefer, açıktan “Kahrolsun savaş, kocalarımızı geri istiyoruz. Savaşı durdurun yoksa devrim yaparız!” tehdidini dillendirir hale gelmişlerdir.[17] Sonuç olarak, savaş hükümeti tüm seferberlik söylemlerine karşın, yarı-proleter köylü kadınları donna italiana yapamamıştır.

GÖRÜNMEYEN ÖZNE: DONNA LAVORATRICI

Özellikle güneyde hala yarı-feodal unsurların kısmen hüküm sürdüğü kırsal bölgelerdeki kadınları “vatanseverlik” çağrılarıyla italiana yapamayan sanayi kapitalizminin güdümündeki savaş hükümetinin köylerden kentlere göç ettirip hızla proleterleştirdiği kadınlar üzerindeki başarısı da şaibelidir. Bir yıl boyunca “tarafsız” kaldığı paylaşım savaşına 23 Mayıs 1915’te giren İtalya’nın kuzeyde yoğunlaşan sanayisi diğer Avrupa ülkelerine kıyasla az gelişmişti. Sanayi kapitalistlerinin ülkeyi savaşa sokmalarından hemen sonra dünya pazarından pay kapma hevesiyle hiç vakit kaybetmeden Haziran 1915’te Sanayi Seferberliği Enstitüsü (Istito della Mobilitazione Industriale) kuruldu ve başına General Alfredo Dallolio getirildi. İş piyasasını düzenleyecek, hangi sanayi kompleksine hangi maddelerin gönderileceğine karar verecek ve sayısı giderek artan savaş karşıtı proleterler üzerinde kontrol sağlayacak olan bu kurumun başına bir generalin getirilmesi, hem savaş koşullarına uyarlanmış bir sanayileşmenin hem de buna paralel olarak emek süreçlerinin militarizasyonun dışa vurumudur. Gerçekten de ‘savaş fabrikaları’nda işyerini terk etme yasağı, grev yasağı bulunuyor, işçi-işveren arasındaki pazarlık ve itilaflara Sanayi Seferberliği Bölge Komiteleri hakemlik ediyordu. Milan-Torino-Cenova sanayi üçgenini merkezine alan ve savaş sanayisindeki iş gücünün %70’inin taşıyıcısı olan bölge üzerinden Kuzey ve Orta İtalya’ya yayılan “sanayi seferberliği” muazzam bir fabrikalaşma ve proleterleşme sürecini tetiklemiştir: 1915’te 125 olan fabrika sayısı, sadece üç yıl içerisinde, 1918’de 1976’ya ulaşmıştır. Artan askeri ihtiyaçlar doğrultusunda demir çelik, otomotiv, metalürji ve kimya sektörlerinde üretim yapan Ansaldo, Fiat, Breda, Ilva, Alfa Romeo, Pirelli gibi işletmelerde kaydedilen devasa büyümeye karşılık köylüler, zanaatkarlar ve özellikle kadınlar ve 16 yaş altındaki çocuklar kitleler halinde işçileştirilmiştir. 1918’de kadınlar savaş sanayiindeki işçilerin %22.9’unu 16 yaş altı çocuklar ise %6.6’sını oluşturuyordu ve bunların çok büyük bir kısmı metalürji, askeri mühimmat, havacılık sanayiinin boyama departmanları ve hizmetler sektöründe istihdam ediliyordu.[18]

Militarize edilmiş fabrikalardan başlamak üzere, İtalya işçi sınıfının bileşiminde ciddi dönüşümler yaşandı. Çoğunluğu vasıflı erkek işçilerin yerini vasıfsız, fabrika disiplininden uzak, deneyimsiz ve sabırsız, köylü, kadın ve genç bir işçi ordusu alıyordu. Vasıflı, yarı-vasıflı ve vasıfsız işgücü sınıflandırması yaygınlaşmakla birlikte teknolojik ilerlemenin hızlı yaşandığı metal sektöründe, FIAT[19] gibi fabrikalarda Ocak 1916 yılında sendikalar 4 kategori üzerinden patronlarla pazarlık yapar hale gelmişti: 1) kalibratörler, alet yapımcıları, muayeneciler, model yapımcıları 2) vasıfsız makine operatörleri 3) vasıfsız [düz] işçiler 4) kadınlar ve çıraklar. Bu durum o yıl metal sendikalarının örgütlediği planlı grevleri doğrudan etkilemiştir; çoğunluğu vasıfsız olan kadın işçileri de sınıf mücadelesine katarak ilerleyemeyen ve hem emek süreci hem de sınıf örgütlenmesi bakımından deneyimli olan erkek işçilerin bir disiplin cezası olarak cepheye yollanmasına karşı etkin bir tavır gösteremeyen metal sendikası FIOM’un planlı grev oranı 1915’te %15.3 iken, 1916’da %4.4’e düşmüştür.[20] Kadın işçiler bir yandan erkek sınıfdaşlarının kötü muamelesine maruz kalmakta ve buna paralel olarak, Sosyalist Parti içerisindeki reformistlerin etkin olduğu sendikalar tarafından göz ardı edilmekte, öte yandan fabrika içi iş bölümündeki en basit ve tekrara dayalı işlerde parça başı ücretler karşılığında dehşet bir sömürü cenderesinde çalışmaktadır.

Fabrikadaki emek süreçleri üzerindeki kapitalist denetime yabancı olan kadınlar,tüm üretimin askeri bir disiplin ve rütbe hiyerarşisiyle örgütlendiği bir dönemde işçileşmenin ağır sonuçlarını yaşamaktaydı. Giderek kışla görünümü veren fabrikalarda devamsızlık baş gösterdikçe daha sert disiplin önlemleri alınmaya başlandı. 1916-1917 yılları boyunca işe gitmemek ordudan firar etmekle denk bir suç sayılıyor, çoğu zaman 14-16 saate varan 10-12 saatlik “normal” iş günü içerisinde yapılan hatalar zaten savaş koşullarında eriyen ücretlerden kesilen yüksek para cezalarıyla cezalandırılıyordu. En ufak bir direnişin askeri mahkemeye sevk edilmek anlamına gelebileceği bu dönemde grevciler doğrudan cepheye gönderiliyordu. İtalya’nın Caporetto cephesinde aldığı yenilgi sonrası artan disiplin önlemleri fabrikanın militarizasyonuna ilişkin fikir vermesi bakımından çarpıcıdır: Ocak-Ekim 1918 yılları arasında sanayi seferberliği fabrikalarındaki iş gücünün yaklaşık üçte biri para cezasına çarptırılmış, tüm bir iş gücünün %1.6’sının yargılandığı askeri mahkemelerde 25.840 işçi hapis cezasına çarptırılmıştır. Sürekli artırılan iş ritmi yüzünden yaşanan yaşanan iş kazalarının sayısında da muazzam bir artış görülmüştür. Yine 1916-1917 yılları arasında metal sektöründeki işçilerin %34’ünün, kimya ve patlayıcı üreten fabrikalarda çalışanların %17’sinin, inşaat ve madende çalışanların %9’unun iş kazası geçirdiği ve bunların çoğunluğunun deneyimsiz kadın ve genç işçiler olduğu kaydedilmiştir.[21] Artan gıda fiyatları yüzünden baş gösteren yetersiz beslenme, verem ve zatürrenin yaygınlaşmasına sebep olurken kadın ve çocuk ölümlerinde ciddi oranda bir artış yaşanmıştır.

Kent merkezlerinin yanı sıra, cephe hattında ve gerisinde savunma ve lojistik hizmet amaçlı işçi taburları kurulmuştur. Ana gövdesini yapı ustaları, kırsal işçiler, kazıcılar, madencilerin oluşturduğu yaklaşık 60 bin birime sadece 1918’de cepheye yakın bölgelerden devşirilen kadın ve kız çocuğu sayısı 20 bindir. Top atışlarıyla dövülen, sıtma salgınıyla kırılan bu bölgelerde savaş boyunca 4000 kişinin öldüğü, 30.000 kişinin ciddi hastalık geçirdiği kaydedilmiştir. Kadın ve kız çocuklarına dair ayrıca bir veriye ulaşamasak da bunların çoğunun cephe deneyimi olmayan ve fiziksel direnci zayıf kadın ve kız çocukları olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.

Tüm bu koşullar altında çoğunluğu Sosyalist Parti etkisi altındaki Genel İşçi Konfederasyonunun ya da anarşistlerin etkisi altındaki işçi birliklerinin örgütlediği hem de tüm grev yasaklamalarına rağmen işçilerin her geçen gün ağırlaşan çalışma koşullarına ve savaş öncesi düzeyde dondurulan düşük ücretlere karşı kendiliğinden gerçekleştirdiği grevler yaşanmıştır. Aşağıdaki tablo resmi yetkililerin kaydettiği ve büyük oranda ekonomik taleplerle gerçekleştirilen grevler hakkında nicel veriler sunmaktadır.

Tablo: İtalya’da Birinci Paylaşım Savaşı ve sonrasında yaşanan grev verileri[22]
*Eylülde 450.000 işçinin katıldığı ve kaybolan iş günü sayısının 6.000.000 olduğu fabrika işgalleri dahil edilmemiştir.

Çoğunluğu metal, tarım, ulaşım, tekstil ve maden sektörlerinde yaşanan bu grev verilerine bakıldığında Sanayi Seferberliği kapsamında yürürlüğe konan grev yasaklarına rağmen azımsanmayacak ölçüde grev yaşandığı görülür. Ancak, savaş öncesine kıyasla 1915-1918 arası yaşanan grev sayısının, sıklığının ve grevde kalınan sürenin azaldığını söylemek mümkün. Birçok tarihçi, bu durumu işçi sınıfının organik bileşimindeki değişime, genç, deneyimsiz ve vasıfsız, kırsal bölgelerden göç etmiş kadınlardan oluşan “yeni işçi sınıfı”na bağlıyor.[23] Bu değerlendirme kısmen doğrudur. Gerçekten de örgütlülük deneyiminden yoksun kadın işçiler, örgütsüz, düzensiz, çoğunlukla kendiliğinden gerçekleşen iş bırakma eylemlerinde bulunmuşlardır. Ancak bu oranların düşmesinde Sosyalist Parti içerisindeki reformistler, merkezciler ve komünistler arasında baş gösteren ayrışmalarda, sendikaların büyük oranda savaş karşısındaki tutumu ikircikli reformistlerin etkisi altında olması genel bir sebep olarak görülebilir. Özel olarak belirtmekte fayda var ki hem Sosyalist Parti hem de sendikalar kadın işçi kitlelerini örgütlemek şöyle dursun, erkek sınıfdaşlarının geri tutumlarına karşı çoğu zaman onları yalnız bırakmıştı. Ne var ki, savaşın son yıllarına gelindiğinde işçi kadınlar, hızlandırılmış bir sınıf mücadelesi deneyiminden geçmiş, erkek sınıfdaşlarının yarım yüzyılda edindiği deneyimi 4 yıl süren savaş sırasında edinmek zorunda kalmıştır. 1917-1918 yılları arasında yaşanan grevlerde kadın işçilerin taleplerini şöyle özetlemek mümkün: geçim ödeneği (bugünkü asgari geçim indiriminin bir biçimi) erkek ve kadınlar arasında eşit olması, sadece erkeklere verilen saat başı ücret artışının (%25) aynı işi yapan kadınlara da verilmesi, parça başı ücret sisteminin kaldırılıp yerine onurlu bir yaşam sürdürmeye yetecek sabit bir ücret konması, işgününün 8 saat olması.[24] Reformistlerin işçi sınıfının mücadelesini ekonomik taleplere sıkıştırma eğiliminin aksine, bilinçli ya da bilinçsiz, İtalya’nın savaştan çekilmesi amacıyla üretimden gelen gücünü kullanmayı öğrenmişti kadınlar. Döneme ilişkin sözlü tarih çalışmaları buna dair birçok veri sunuyor. 1918’de Torino’daki FIAT fabrikasında çalışan Maria Barbero bu durumu şöyle hatırlıyor: “[eğer greve çıkmazsak] savaş sona ermeyecek, biz açlıktan öleceğiz, onlar [askerler] siperlerde ölecekler [dedik]. Erkekler bize baktı ve sonra bizimle dışarı çıktı. FIAT bekçileri yüzümüze baktı ama hiçbir şey demedi.[25]

İşçi kadınlar, sınıf mücadelesinin kritik anlarında böylesi rol oynamaya başlamışken, savaş boyunca da politik bilinç ve örgütlenmelerinde yer yer çok büyük sıçramalar gözlemlenmektedir. İtalya’da sanayinin doğum yeri sayılan kuzey illerinden biri olan Biella kadınlarının savaş öncesinden başlamak üzere savaş boyunca yaşadığı dönüşüm muntazam bir örnek sunmaktadır. 19. yüzyıl sonlarında tekstil üretiminde istihdam edilen kadınlar ve kızlar, geleneksel bir davranış olan evlendikten sonra çalışmayı bırakma davranışını İtalya’da ilk terk eden kadınlar olmuştur. Bu İtalya’da kadın özgürlük mücadelesinin de ilk adımlarından biri olarak değerlendirilebilir. İkinci adım ise, savaş sırasında örgütlü bir savaş karşıtı hareket başlatmış olmalarıdır. 1916-1919 yılları arasında bu bölgede harekete geçen yaklaşık 1000 kadının düzinelerce Sosyalist Parti şubesi kurduğu söylenmektedir. Biellesa’da çıkarılan parti gazetesi Corriere Biellesa’daki [Biellesa Postası] kadın köşesinde birçok işçi kadının savaşa ve diğer sınıflardan kadınların tutumuna dair değerlendirmelerine yer verilmiştir. G.B. imzalı bir mektupta “… kadınlar erkeklere hayat verir… ve [bu yüzden] yaşamın kutsallığını erkeklerden daha iyi bilir… Nasıl olur da doğal güdülerimizi terk edip kendi etimizden olanı topların tüfeklerin önüne atabilirdik? Bu kadar doğaya aykırı bir şeyi nasıl açıklayabiliriz?” denmektedir. Yine işçi bir kadın, Torino yakınlarında karşılaştığı bir kontesle yaşadığı anekdotu aktarır. Kontesin oğlu cepheye gönderilmiştir ve işçi kadına, kocasının torpil bularak oğlunu nasıl cepheden kurtardığını anlatır; kadının kocasının ve üç erkek kardeşinin 16 aydır cephede olduğunu öğrendiğinde kontesin ağzından çıkanlar deneyimin sınıfsallığı bakımından dikkat çekicidir: “Böylesi bir yoksunluğa doğuştan alışık oldukları için çok şanslılar. Mektup yazdığınızdan benden de selam söyleyin.[26]

Orta sınıf kökenli feministlerin ulusun bekası uğruna oy hakkı mücadelesinden vazgeçmeye başladıkları bu dönemde işçi kadınların savaşın sınıfsal analizini yapmaya ve farklı sınıflardan hemcinslerinin karşıt deneyim ve yaklaşımlarını çözümlemeye başladığı bu dönem aynı zamanda kendi yoldaşı erkeklerle de eşitlik için mücadele ettiği dönemdir. Yine Ortaggi’nin aktarımına başvuralım:

Savaşın kadınlar üzerindeki etkisi aynı zamanda orta sınıf feministlerin özgürlük hedefini –oy hakkı- terk etmesiyle çakışır. Bu tam da sosyalist kadın hareketinin politik haklar elde etmeye ve bizzat Sosyalist Parti içerisindeki erkeklerle daha radikal bir eşitlik elde etmeye giriştiği anda gerçekleşmiştir. Biellalı kadınlar (sadece yerel değil ulusal düzeyde) erkeklerden ayrılma meselesini gündeme koymuşlardır. Politik olarak bu, kadınların hem kendi örgütlenmelerine sahip olma ve hem de parti yapılarına danışma kapasitelerinden ibaret değil, aktif olarak müşterek katılma hakkı anlamına gelmektedir. Bu bakımdan, [sosyalist kadın] hareketi savaş süresince ve savaş yüzünden gerçekleşen en ileri dönüşümün ifadesi olmuştur.[27]

Özetle söylemek gerekirse, proleter kadınlar hem sınıf mücadelesinin hem de kadın hareketinin etkin ve ilerici öznesi konumuna gelmiştir. Bu nedenle, 1919-1920 yılları boyunca sürecek iki kızıl yılın (bienna rosso) kıvılcımını çakan FIAT eylemlerinde işçilerin fabrikadan çıkarken ilk adımın nasıl atıldığına dair yukarıda değinilen anekdot gerçeğin sembolik bir görünümüdür.

BIENNA ROSSO’DAN ROMA YÜRÜYÜŞÜ’NE SINAV GÜNLERİ

Rus proletaryasının Birinci Paylaşım Savaşı’nın içerisinden çıkardığı Büyük Ekim Devrimi, birçok yerde olduğu gibi İtalyan proletaryasına da kendi burjuvazisine karşı moral üstünlük sağlama olanağı tanımıştı. Yukarıdaki tabloda da görüleceği üzere, savaş biter bitmez patlak veren binlerce grev bunun açık bir dışavurumudur. Sovyetik örgütlenmenin kapitalist sınıf ve tüm ittifaklarıyla birlikte onun zor aygıtına karşı başarısının bir devrimle sınanıp başarıya ulaşması İtalyan proletaryası içerisinde işyeri merkezli işçi komite ve konseylerinin geliştirilmesini gündeme getirmiştir. 15-20 işçiye bir oranında görevlendirilen ve görevden alınabilir temsilciler kendi aralarında oluşturdukları komisyonlarını seçiyor, bunlar da fabrika konseylerini oluşturuyordu. Savaş sonrası yükselen işçi hareketinin bir sonucu olarak, metal işçileri federasyonu FIOM 1919 yılında bunların işveren tarafından resmen tanındığı ve kabul edildiği bir sözleşme imzalayabilmişti. Torino’dan başlayan bu hareket zamanla diğer bölgelere bölgelere ve sektörlere, tersane işçileri ve tarım işçileri arasına da yayılıp yaygınlaşmıştır.

İşçilerin en büyük üye tabanına sahip örgütü Genel İşçi Konfederasyonu (CGL) Sosyalist Parti’nin özellikle reformist kanadının etkisi altındadır; buna alternatif olarak anarşistlerin etkili olduğu sendika çok daha küçük bir üye tabanına sahip olmasına rağmen lokal düzeyde kararları etkileyebilmekte, işçi sınıfını henüz hem örgütlülük düzeyi hem de politik bilinci bakımından hazır olmadığı, diğer bir deyişle “silahlanmadığı” cephelere sürüklemektedir. Sınıf içerisindeki bu bölünmeden ve ihanetçilerden faydalanan patronlar, hükümete yeni yönetmelikler yayınlatarak FIOM’un imzaladığı sözleşmeyi boşa düşürmeyi başarmıştır. FIAT’ta işyeri temsilcilerinin ve deneyimli işçi önderlerinin işten atılması üzerine, işçiler fabrika içinde ve dışında oturma eylemleri yapıyordu. Patronların lokavt ederek karşılık verdiği bu eylemlere hükümet fiziksel olarak müdahale ediyor fakat grev 2 hafta sürse de, sonunda işçiler Nisan 1919’da teslim olmak zorunda kalıyorlar.

Bunu fırsat bilen patronlar toplu sözleşmenin iptali ve konsey sisteminin ortadan kaldırılmasını gündeme getiriyor. Bu sefer de işçiler buna Torino çapında grevle karşılık veriyor. Torino ve Piedmont’ta 450-500 bin işçinin katıldığı grev dalgası Sosyalist Parti ve CGL içerisindeki bölünmelerde sayıca üstün olmalarına rağmen komünistlerin politik güçsüzlüğü ve reformistlerin baskın gelmesi sonucu işçi sınıfı yalnız kalıyor. Ağustos ortasında İtalyan Sendikalist Birlik (anarşistler) CGL’yi (sosyalistler) fabrikalar kapatılmadan işgal eylemleri yapmak için işbirliğine çağırıyorlar. İşgaller motor, demir yolu ve karayolları işçileri arasında yayılırken köylüler de işgallere başlıyor. 1920’ye girildiğinde 500 bin işçiyi kapsayacak bir üretim, işçilerin kontrolüne geçiyor. İşçiler bir yandan silahlanıp bu fabrikaları savunmaya geçiyor. Yaklaşık bir ay süren özyönetim denemeleri CGL’nin işçilere fabrikaları terk etme çağrısı yapması ve işçilerin de buna çağrıya uyması sonucu son buluyor ve İtalyan proletaryası için sonu faşizmin iktidara gelmesiyle biten (ya da başlayan mı demeli) kara yıllar başlıyor.[28]

Komintern Merkez Yürütme Kurulu’nun tam da bu dönem İtalyan proletaryasına yazdığı Eylül 1920 tarihli mektup, işçi sınıfını reformistlere karşı uyarmaktadır:

“İtalya’da grev üstüne grev, ayaklanma üstüne ayaklanma patlak veriyor. İş, fabrikaların, evlerin işçiler tarafından kitlesel olarak işgal edilmesine kadar vardı. İtalya’da işçi hareketi belirleyici çatışmalarla yüzleşmekte. Her ciddi durumda olduğu gibi, izlenen yol, hareketin güçlü ve zayıf yanlarını açığa çıkarıyor.

İtalyan burjuvazisi geri çekiliyor; en yetenekli adamı, yetkin madrabaz Sinyor Giolitti size karşı tavizler veriyormuş gibi davranıyor. Şimdilik rolünü iyi oynuyor; hareketin alanını sınırlamaya çalışıyor. Harekete olan inancı zayıflatmak, onu Prokrustes’in yatağına koymak istiyor…

İtalyan reformistleriyse, beklendiği üzere, size ihanet ediyorlar. Liderleri Sinyor d’Aragona Giolitti’nin yolundan giderek kendinizi ekonomik taleplerle sınırlamanızı ve fabrika ve atölye işgallerini sonlandırmanızı salık veriyor size.

Komünist Enternayonal Yürütme Kurulu size şu mesajı göndermektedir: Sadece fabrika ve atölyeleri ele geçirerek zafere ulaşamazsınız. Burjuvazi sizi hammaddesiz, parasız, siparişsiz, pazarsız bırakacaktır. İşçiler arasında hayalkırıklığını kışkırtacak ve hareketi uzlaşmaya zorlayacaktır.

Buradan çıkardığımız sonuç fabrika ve atölye işgallerini bırakmanız gerektiği değildir. Buradan çıkardığımız sonuç, bu hareketin kapsamının genişletilmesi, genelleştirilmesi gerektiğidir ki mesele genel bir politik düzeye yükseltilebilsin. Diğer bir ifadeyle, hareket, burjuvazinin devrilmesiyle birlikte işçi sınıfının iktidarı ele geçirip proletarya diktatörlüğünün örgütlenmesi gibi bir hedefi olan genel bir ayaklanmaya genişletilebilsin.

Kurtuluşa giden tek yol budur; aksi takdirde şu an güçlü ve muazzam olan hareketin halihazırda başlamış olan çözülme ve çöküşü kaçınılmazdır … İtalyan proleterleri, şimdi vakit kaybetmeden ve tüm gücünüzle, tüm İtalya’yı işçilerin, köylülerin, asker ve denizcilerin konseyleriyle kaplamalısınız. Derhal silahlanmaya başlamalısınız. Reformistlerin temsilcilerini [partiden] atmanız gerek. Ülkenin gerçekten devrimci tüm güçlerini harekete geçirmelisiniz.

İtalyan Partisi kelimenin tam anlamıyla komünist bir parti olmalıdır. Bu ayaklanmaya giden yola giren ve ayaklanmaya liderlik eden bir parti demektir. Mücadeleniz birleşip merkezileştirilmelidir… Parti görevlileriniz olmalı ve bu görevliler reformistlerden arındırılıp yeniden örgütlenmiş komünist bir parti olmalıdır. İşçi temsilcileri konseylerine komünistler liderlik etmelidir… Zaman beklemez. Başlayan hareket genişletilmelidir.

Hainleri ve reformistleri yolunuzdan temizleyin![29]

Tam bu noktada Sosyalist Parti’nin (SP) tarihine dair kısa bir parantez açalım. SP ilk bölünmesini, hala İkinci Enternasyonal üyesi olduğu 1914 yılında İtaya’nın savaşa katılmasını destekleyip desteklememek üzerinden yaşamıştır. Savaşı destekleyenlerin ayrılıp Reformist Parti’yi kurmasıyla sonuçlanan bu süreçte Mussolini, partinin yayın organı Avanti!’nin editörlüğünü yapıyordu. İlk etapta savaş karşıtı olsa da, zamanla milliyetçileşmiş, İtalya’nın savaşa girmesini destekler hale gelmiş, bu yüzden de –reformistlerin ayrılmasıyla savaş karşıtı tutumu netleşen- Sosyalist Parti’den ihraç edilmiştir. Ne var ki, bu ayrışmalar Parti içindeki reformist eğilimleri ve bunların giderek kanatlaşmasını engelleyememiştir. 1919’da İkinci Enternasyonal’den ayrılıp Komünist Enternasyonal’e üye olan İtalyan Sosyalist Parti içerisindeki kanatlaşmalar “sınav günleri”nde giderek daha da belirginleşmeye başlamıştır: Bir yanda daha sonra Mussolini iktidarına katılacak olan Turati’nin başını çektiği reformistler, öte yanda merkez komitede dolayısıyla ulusal çaptaki delegasyonda çoğunluğa sahip olan ama buna rağmen Komintern’in 2. Dünya Kongresi’nde belirlenen 21 üyelik koşuluna uymadıkları için partiyi bir türlü reformistlerden arındırma cesareti gösteremeyen, Lenin’in deyimiyle, devrimcileşen işçi sınıfı karşısında bir türlü “yeterince komünist olamayan komünistler”, diğer yanda da bu iki kanat arasında uzlaşmayı savunan dolayısıyla partinin arınmaması için elinden geleni yapan Serrati gibi “merkezciler”. Duruma ilişkin Lenin’in tespiti ise şöyle olmuştur:

İtalya Partisi’nin Merkez Komitesinde tartışma Serrati hattının tümden yanlışlığını her zamankinden daha da belirgin bir şekilde göstermektedir. Komünistler şunu söylemekte haklıdırlar: reformistler oldukları gibi devam ettikleri takdirde yaptıkları tek şey devrimi sabote etmektir. Tam da fabrikalarda yönetimi devralan İtalyan işçilerinin devrimci hareketini sabote ettikleri gibi.

Meselenin esası budur! Hem Parti’de devrimi sabote eden insanlar olacak, hem de o partinin devrim için hazırlanması ve nihai kavgalara doğru ilerlemesi mümkün olacak? Bu hata falan değil, düpedüz bir suçtur![30]

Lenin, İtalyan Partisi içerisindeki komünistlere özetle iki taktik önermektedir. Birincisi, devrimci koşulların olgunlaştığı İtalya’da proletaryanın zaferi için partinin devrimi sabote eden her türlü unsurdan arındırılması; ikincisi ise, Rus proletaryasının yaşadığı zorluklardan öğrenilerek, İtalya işçi sınıfının olası bir devrim durumunda karşılaşacağı uluslararası bloklama ve ambargolara hazırlanması –ki bu devrimci koşulların geliştiği birçok Avrupa ülkesiyle enternasyonalist ilişkilerin geliştirilmesini gerekli kılıyordu. Ancak Ocak 1921’deki parti kongresinde ikinci büyük çoğunluğu elde eden komünistler (58 bin oy), asıl çoğunluğu ele geçiren merkezcilerin (98 bin oy), Turati’nin başını çektiği reformistlerden (14 bin oy) yana tutum almasıyla partiden ayrılıp İtalyan Komünist Partisi’ni kurmak zorunda kaldılar. Ne var ki, Lenin yukarıdaki değerlendirmelerinin üzerinden tam bir yıl bile geçmeden Komintern 3. Dünya Kongresi’nde reformistlerle birleşen merkezcilerin tutumunu mahkum edecektir.

İlk faşist örgütlenmelerin (fascio di combattimento) tam da işçi hareketinin doruğa çıktığı 1919 yılında ve kentlerde kurulması tesadüf değildir. Faşistleren başından beri “ulus”u bölen işçi hareketine karşı saf tutmuşlar, savaş öncesi ve zamanı patronların kiralık katillerine benzer ama daha vahşi şekilde işçi önderlerine karşı suikastlerde bulunmuşlardır. Komintern verilerine göre Mayıs 1920’de tüm İtalya’da 20-30 kişilik 100 fasci derneği bulunmaktadır. Bu sayı Şubat 1921’de 1000’e, Mayıs 1921’de 2000’e çıkmıştır. İtalyan Sosyalist Partisi içerisinde ve işçi hareketinde yaşanan tüm bu çalkalanmalar devrimin öznel koşullarının altını oyarken, Mussolini –pek istemese de- yarı feodal tarım kapitalistleri ve az gelişmiş finans kapitalizmini ve faşizme karşı rezervleri olmakla birlikte işçi hareketini daha büyük bir tehdit olarak gören sanayi kapitalistlerinin bir kısmını partisinde toplamayı başarmıştır. Mussolini yukarıda bunu yaparken, toplumunalt tabakalarında daha Birinci Paylaşım Savaşında savaş karşıtı tutum takınan başta kadınlar olmak üzere tüm işçi önderleri, bir bir şiddet eylemlerine kurban gitmekte, işçi sınıfı mücadelenin doruklarından bir anda kanlı bir terör dönemine girmiştir. 1922 yılında Faşist Partinin üye sayısı 500 bine ulaşmıştır. Temmuz 1922’de hükümetin düşmesinin ardından Sosyalist Partinin de olası bir burjuva hükümetine katılacağını açıkladığı ve destek verdiği ama her seferinde başarısızlıkla sonuçlanan hükümet kurma girişimleri olmuştur. Sonuç olarak liberal hükümet yeniden kurulmuştur ancak varlığı bıçak sırtındadır.

22 Temmuz 1922’de Komünist Enternasyonal Yürütme Kurulu, sadece İtalyan Sosyalist Partisi üyesi işçilere değil tüm İtalya proletaryasına seslendiği manifestoda reformistlerle ayrışmanın gerçekleşememesinin İtalya işçi sınıfına bedellerini hatırlatarak, faşistlerin kurduğu ittifaklara ve yakın gelecekte olabileceklere dikkat çekmektedir:

Neler yaşandı? Faşist çetelerin saldırıları başarıyla sonuçlandı. İtalyan Sosyalist Partisinin pasifliğinin beyaz teröre teslim ettiği, proletaryanın en zayıf tabakaları, tarım işçileri, küçük kasabalardaki işçiler, kendilerini reformist sendika bürokratlarının, parlamenterlerin, belediye meclis üyelerinin Sosyalist Parti [burjuva] hükümete katılır ve devletin kontrolünü ele geçirirse bu terörden kurtulacaklarına ikna etmelerine izin verdiler. Bu bir ilüzyondan başka bir şey değildi. Burjuvazinin [reformistleri] yeniden hükümete kabul edip etmeyeceğini bilmiyoruz. Proletaryayı demoralize etmek, işçileri silahsız bırakmak için artık onlara ihtiyacı yok … Ama onları hükümete kabul etse bile bunu burjuva aygıtın yardımıyla faşistlere karşı savaşmak için yapacağını düşünmek safdillik olur. Faşistler silahlarını monarşist-burjuva ordudan almaktadır, askerler onlarla birlikte çalışmakta ve hükümet faşistlerle birlikte güçlü, onlara karşı ise güçsüzdür.[31]

Komintern, faşist tehlike karşısında son çırpınışlarını sergileyen Serrati’ye ve işçi sınıfına bundan sonra izlenebilecek en doğru yolun İtalyan komünistlerin önerdiği gibi, demiryolu işçileri tarafından kurulan Emek İttifakı (Güç Birliği olarak da okunabilir) etrafında birleşik bir mücadele örgütlenmek olduğuna işaret ediyordu. Nitekim, Emek İttifakı 31 Temmuz 1922 için genel grev çağrısı yaptığında faşist konseyin tehdidi gecikmemiştir: “Devlete otoriteyi sağlaması için 48 saat veriyoruz. Zaman sona erdiğinde, [devlet gerekeni yapmamışsa] faşizm tam eylem özgürlüğünü kullanacak ve devletin yerini alacak, böylece muktedirliğini bir kez daha ispatlamış olacaktır.” Emek İttifakı ise içerisindeki reformistler ile devrimciler arasındaki çatışma yüzünden başarısız olmuş ve 3 gün içinde grevi sonlandırmak zorunda kalmıştır. Mussolini’nin ve 43 kentte işçi sınıfının örgütlerine saldırı düzenleyen faşist çetelerinin komünistler, sosyalistler ve sendikalar üzerindeki hakimiyeti de kesinlik kazanmıştır.

Clara Zetkin’in bu deneyimle birlikte başlayan kara yıllara dair 1923’te Komintern Yürütmesi’nde yaptığı değerlendirme son derece sarihtir:

Faşizmin beşiğinin başında nasıl ki reformist liderlerin basiretsizliği, ihaneti duruyor idiyse, aynı şekilde faşizmin iktidarı ele geçirmesinin öncesinde de reformistlerin yeni bir ihaneti, dolayısıyla da İtalyan proletaryasının yeni bir yenilgisi durmaktadır. 31 Temmuz’da İtalyan reformist işçi liderlerinin –hem sendikal alandan hem de politika alanından; d’Aragona da oradaydı Turati de– gizli bir toplantısı gerçekleşti. Bu toplantıda Genel Sendikalar Birliği [CGL] aracılığı ile 1 Ağustos günü genel grev ilan edilmesi kararı alındı. Hazırlığı yapılmamış ve örgütlenmemiş bir genel grev. Eşyanın tabiatı gereği, proletaryanın müthiş bir yenilgisiyle sonuçlanması kaçınılmaz oldu. Bazı kentlerde grev, ancak diğer bazı kentlerde çoktan kırıldığı an başladı. Bu öyle bir yenilgiydi ki, tıpkı fabrika işgalindeki gibi, o kadar büyüktü, o kadar vahimdi. Faşistlere darbeyi gerçekleştirme cesareti verdi, işçileriyse öyle demoralize etti ki her türlü direnişten vazgeçtiler, edilgenlikle, umutsuzlukla her şeyin olup bitmesine seyirci kaldılar. Reformistlerin bu ihaneti, darbeden sonra, İtalyan Sendikalar Birliği’nin ve Sosyalist Parti’nin en etkili liderlerinden biri olan Baldesi’nin, Mussoli’nin görevlendirmesi üzerine, faşist hükümete katılmayı kabul etmesiyle mühürlenip tasdik edilmiş oldu. Bu rezil uzlaşma başarısızlıkla sonuçlandı; ama ne utançtır ki, reformist itiraz ve protestolar neticesinde değil, tersine faşist ziraatçıların direnişi sonucu!

Kadın yoldaşlar ve erkek yoldaşlar! Bu kısa genel tablodan, İtalya’da faşizmin gelişimi ile sefalete düşmüş ve körleşmiş geniş kitleler yaratan ülkenin ekonomik çöküşü arasındaki; faşizmin gelişimi ile proleterlerin mücadeleden vazgeçmesine yol açan reformist liderlerin ihaneti arasındaki ilişkiyi gördünüz. Komünist partinin zayıflığının da bunda etkisi olmadı değil. Sayısal zayıflığı bir yana, faşizmi salt askeri bir olgu olarak görmesi ve ideolojik ile politik yönünü gözden kaçırması bakımından da taktiksel bir hata yapmıştır. Unutmayalım ki İtalya’daki faşizm, proletaryayı terör eylemleriyle bastırmasından önce, işçi hareketi üzerinde ideolojik ve politik bir zafer kazanmıştır ve bu zaferin kaynağında da bu vardır. Faşizme karşı tam da ideolojik ve politik olarak üstün gelmenin önemini gözden kaçırmaya kalkmamız son derece tehlikeli olacaktır.[32]

FAŞİZM ARİFESİNDE KADINLAR

İtalya’da faşizm iktidara gelirken tablo az çok Clara Zetkin’in yukarıda çizdiği gibiydi: Faşizm, liberallerin, sosyalistlerin ve hatta sanayi kapitalistlerinin halk nezdindeki başarısızlıkları üzerinde yükseldi. Kadınlar cephesinden bunun tezahürünü şöyle betimlemek mümkün: Birinci Dünya Savaşı sırasında savaş karşıtı mücadeleye girişen ve kısıtlı da olsa bunu politik bir zemine taşıyan proleter ve köylü kadınlar, vatansever milliyetçilik propagandasıyla seferber edilen orta sınıflardan kadınlarla birleşik bir savaş karşıtı kadın hareketi yaratamamışlardı. Buna dönemin sosyalist partileri içerisindeki çoğunluğu erkek liderlerin patriyarkal kodlardan sıyrılamayışlarının etkisini eklediğimizde, bir bütün olarak sosyalist ve komünist partiler, İtalya’da faşizm yükselmeden önce bir kadın hareketi örgütleyememişlerdir. Clara Zetkin önderliğindeki Komünist Kadın Enternasyonali ancak 1922’de gerçekleştirilebilmiştir. Öte yandan, özellikle işçi kadınların ve orta sınıf kadınların savaşa karşı verdikleri tepkilerle faşizme karşı verdiği tepkiler arasında tutarlı bir örüntü olduğu söylenebilir. Zira faşist sendikalara girme zorunluluğunu reddedip ilk tepki eylemlerini yapan kadın işçiler olmuş, kadın fascileri kuranlar da bir zamanların liberal-sol aktivisti orta sınıf kadınlar olmuştur. Köylü kadınlar içerisinde ise her iki tutum da gözlemlenmektedir.

Ne var ki, bir sonraki yazımızda ele alacağımız üzere, faşizm, farklı sınıflardan kadınları kendine yedeklemeye çalışırken farklı söylemler kullansa da, kurmaya çalıştığı kadınlık modelinde sınıf ayrımı gözetmemektedir. Yukarıda ayrıntılı olmak pahasına ortaya koyulan reformist ihanetler ve sosyalistlerin basiretsizliği sadece proleter kadınların hayatlarına değil, bütün bir kadın cinsinin maddi ve manevi varlığına yönelik topyekün bir faşist saldırıya mal olmuştur kadınlar için. Faşizmin yarattığı vahşet oranında, anti-faşist cephenin oluşturulması ve bunda kadınların oynayacağı başat rol bakımından da derslerle dolu bir tarihtir bu.

 

[1]https://www.marxists.org/history/international/comintern/4th-congress/tactics.htm adresinden çevilmiştir.

[2]Clara Zetkin, Ausgewählte Reden und Schriften [Seçme Konuşmalar ve Yazılar], Cilt 2, Berlin 1960, sf.689-729. Bu yazının yazılması için Zetkin’in bahsi geçen konuşmasını -ilk kez Türkçe’ye çeviren- Olcay Geridönmez’e sonsuz teşekkürler.

[3] Faşizmin Analizi; How Fascism Ruled Women

[4] Ortaggi, S., “The Italian Women During the Great War”, içinde: Evidence, History and the Great War: Historians and the Impact of 1914-18, Gail Braybon (ed), New York & Oxford: Berghahn Books, sf. 216-238, sf. 216

[5] Belzer, A. S. (2010)Women and the Great War: Femininity Under Fire in Italy, New York: Palgrave Macmilla, sf.2

[6] Belzer, sf.47

[7] Belzer, sf. 58; vurgular bize ait.

[8] Belzwer, sf. 49

[9] Paul Corner ve Giovanna Procacci, sf. 230, 232

[10] Ortaggi, sf. 221

[11] Ortaggi, sf. 233

[12] Ortaggi, sf. 221-222

[13] Belzer, sf. 55

[14] Nuto Revelli’den (L’ane/lo forte. La donna: storie di uita contadina, Einaudi, 1985,23) aktaran: Ortaggi, sf. 222. Burada ‘gıdım’dan kasıt ailelere nüfus oranında bölüştürülen ve dağıtılan ölçülmüş miktardaki ekmektir.

[15] Eşlere 60, 12 yaş altı çocuklara 30 santim yardım verilen Milan’da, örneğin, ekmeğin kilosu 56 santimdir. A.g.y. sf.222-223. (Almanya ve müttefikleri, kaybedeceklerini anladıkları an diplomatik bir hamle olarak savaşan savaşmayan herkesi “zafersiz bir barış” ile savaşı sonlandırmak üzere 12 Aralık 1916’da yapılacak bir uluslararası konferansa çağırmış, İtalyan Sosyalist Parti de bu barış ihtimalini bir önerge olarak Temsilciler Meclisi’ne taşımıştı. Köylü kadınların protestolarının ve barış taleplerinin ardında, mektuplarını okutup yazdırdıkları Sosyalist Parti üyesi gençler ve köy öğretmenleri aracılığıyla öğrendikleri uluslararası politik gelişmeler de önemli bir rol oynuyordu.)

[16] 16 Mayıs 1917 tarihinde valiye gönderilen bir telgraftan alıntı. Bruna Bianchi’den (‘La protesta popolare nel Polesine’, 174) aktaran: Ortaggi, sf. 224

[17] A.g.y. 224

[18] Matteo Ermacora, “Labour, Labour Movements, Trade Unions and Strikes (Italy)”, http://encyclopedia.1914-1918-online.net/article/labour_labour_movements_trade_unions_and_strikes_italy

[19] FIAT savaş yıllarında muazzam bir büyüme kaydetmiş, 1915’teki işçi sayısı 4000 iken savaşın bittiğinde bu sayıyı ona (40 bin işçi) katlamıştır.

[20] Bruno Bezza, “Social Characteristics, attitudes, and patterns of strike behavior of metalworkers in Italy during the First World War”, içinde: Strikes, Wars and Revolutions in an International Perspective: Strike Waves in the Late Nineteenth and Early Twentieth Centuries, Haimson Leopold ve Tilly Charles (ed), Cambridge University Press, 2002, sf. 405-407

[21] Verileri aktaran kaynak: Matteo Ermacora, “Labour, Labour Movements, Trade Unions and Strikes (Italy)”

[22] Bordogna vd. “Labour Conflicts in Italy before the rise of Fascism, 1881-1923: a quantitative analysis” (sf. 220) makalesinden elde edilen verilerden derlenmiştir. Ermacora da makalesinde Giovanna Procacci’den aktardığı veriler ile buradaki veriler arasında sonucu etkileyecek bir fark olmadığından bir izlek oluşturmaya daha elverişli olan Bordogna vd’nin tablosu kullanıldı.

[23] Bruno Bezza, sf. 402-430

[24] 2017 yazında, Metallurgica fabrikasında erkek bir işçi 700 leha karşılığı 7 liret alırken kadınlar 800 levha karşılığı 4 liret alıyordu. Ortaggi, sf. 230

[25] Aktaran: Ortaggi, sf. 232

[26] Aktaran: Ortaggi, sf. 232

[27] Ortaggi, sf. 233-234

[28] Sınıf mücadelesinin doruğa ulaştığı bu dönem, savaşın hemen ardından Kasım 1919’da yapılan genel seçimlerde meclis çoğunluğunu ele geçiren Sosyalist Parti’nin oy oranının %32 olduğu (156 milletvekili) ancak iktidarı elde edemediğini akılda tutmakta fayda var.

[29] Jane Degras, Communist International Documents [Komünist Enternasyonal Belgeleri], 1. Cilt: 1919-1922, sf. 193

[30] Lenin, 1920, “On the Struggle Within the Italian Socialist Party” [Italyan Sosyalist Partisi İçindeki Mücadele Üzerine], Collected Works, cilt 31, sf. 378-391. Daha sonraki tartışmalar Lenin’in Komintern 3. Dünya Kongresi’nde 28 Haziran 1921’de yaptığı “Italyan Sorunu Üzerine” adlı konuşmasına bakılabilir.

[31] Jane Degras, sf. 364

[32] Clara Zetkin [1923], 1960