Y. Yılmaz Karadaş

2011’de başlayan Suriye Savaşı’ndan en dolaysız etkilenen ülkenin Irak olduğu biliniyor. Çünkü Suriye savaşı, Irak’ta ABD’nin 2003’te kurduğu sisteme rağmen bir türlü çözülemeyen mezhepsel (Şii-Sünni) ve etnik (Arap-Kürt-Türkmen) sorunları[1] tetikleyen ve derinleştiren bir rol oynadı. Bu dönemde, ABD müdahalesiyle Saddam’ın devrildiği 2003’ten sonra iktidardaki etkinliklerini kaybettikleri için Şii ağırlıklı merkezi hükümet ile ciddi bir gerilim yaşayan Sünni Araplar içinde IŞİD güç kazanarak, 2014 Haziran’ında Irak’ın en önemli kentlerinden biri olan Musul’u ele geçirdi. Yine petrol gelirleri (merkezi bütçeden aldıkları pay) ve Kerkük başta olmak üzere aidiyeti konusunda ihtilaf bulunan bölgelerin geleceği gibi konularda merkezi hükümetle anlaşmazlıkları nedeniyle sürekli karşı karşıya gelen Kürtler, bu dönemde bağımsızlık talebini yüksek sesle dillendirmeye başladılar.

Vekâlet savaşı’ olarak adlandırılan Suriye Savaşı’nın ilk yıllarında bölgede (Ortadoğu) paylaşım mücadelesi halinde olan güçler (ABD, Rusya, İran, Türkiye, S. Arabistan vb.) destekledikleri “yerel” güçler –ki yaratılan mezhepsel gerilim nedeniyle dünyanın dört bir tarafından cihatçı-el Kaideci militanlar savaşmak için Suriye’ye gelmişlerdi– üzerinden kendi politik pozisyonlarını etkin kılmaya çalıştılar. Ancak IŞİD’in Musul’u aldığı 2014’ten sonra Irak’ta kurduğu düzen çatırdamaya başlayan ABD başta olmak üzere bölgede egemenlik/paylaşım mücadelesi halinde bulunan güçler, savaşa doğrudan müdahil olmaya başladılar. Önce ABD’nin girişimleriyle Irak’ta yönetimi paylaşan güçler (Irak’ta başbakanın Şii, Meclis başkanının Sünni Araplardan ve cumhurbaşkanının ise Kürtlerden seçildiği bir güç paylaşımı bulunuyor) arasındaki gerilimi düşürmek üzere, yönetimdeki isimler değiştirildi (Şii Başbakan Maliki yerine İbadi, Sünni Meclis Başkanı Nuceyfi’nin yerine Selim el Cuburi ve hasta olan Talabani’nin yerine yine Kürdistan Yurtseverler Birliği’nden Fuad Masum Cumhurbaşkanı oldu). Aynı dönemde, Obama yönetimi, Irak merkezli olarak ‘IŞİD ile Mücadele Stratejisi’ni açıkladı. ABD, Rojava’da IŞİD’e karşı Kobanê Direnişi sürecinde bu stratejisini Suriye’ye de taşıdı ve Suriye’de IŞİD’e karşı mücadele eden Kürtlere verdiği destek çeşitli evrelerden geçerek bugüne geldi. Ancak ABD’nin IŞİD ile mücadele stratejisinin beklenen sonuçları doğurmadığı tartışmalarının yapıldığı bir süreçte, –bu stratejinin açıklandığı Eylül 2014’ten yaklaşık bir yıl sonra– Eylül 2015’te Rusya’nın Suriye’ye etkin müdahalesi dengeleri değiştirdi. Aynı süreçte Rusya ile işbirliği halindeki İran’ın da siyasi ve askeri olarak Suriye ve Irak’taki etkinliği arttı. Gelinen yerde, bir yandan Rusya’nın cihatçı grupları Suriye’nin ikinci büyük kenti Halep’ten çıkarması ve ABD’nin de IŞİD’in Suriye’deki merkezi Rakka’ya karşı Kürt güçleri (YPG’nin belirleyici konumda olduğu Demokratik Suriye Güçleri) ve IŞİD’in Irak’taki merkezi Musul’da ise Irak hükümet güçleri, Kürt Peşmergeler ve Şii milislerle (Haşdi Şa’bi) sürdürdüğü operasyonların belli bir aşamaya gelmiş olması, IŞİD sonrası Suriye ve Irak’ın ne olacağı, nasıl paylaşılacağı konusundaki mücadeleyi alevlendirdi.

İşte tam da IŞİD sonrası Irak’ın tartışıldığı bir süreçte, Kerkük İl Meclisi’nde Irak bayrağının yanına Kürdistan bayrağının çekilmesi ve sonrasında yaşanan tartışmalar, Kerkük’ün Irak’taki paylaşım mücadelesinin en önemli konularından/alanlarından biri olduğunu/olacağını gösteriyor ki, petrol rezervleri bakımından dünyada 5. sırada olan Irak petrollerinin yaklaşık yüzde 40’ının Kerkük’te bulunması, Kerkük’ün bu paylaşım mücadelesi bakımından önemini yeterince açıklayıcıdır. Bunun da ötesinde, Barzani’nin Kerkük tartışmalarıyla eş zamanlı olarak Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin bağımsızlık referandumunu gündeme getirmesi, meselenin, Kerkük’e Kürdistan bayrağının asılıp asılmamasıyla sınırlı olmayıp, Kerkük’le birlikte Irak’ın geleceğinin ne olacağı, bu ülkenin nasıl paylaşılacağı meselesi olduğunu göstermektedir. Ve öncelikle belirtmek gerekir ki, bu sorunun cevabını vermek bakımından sadece Kürtler ve Irak hükümetinin değil; bölgede egemenlik mücadelesi halinde olan güçlerin tutumu önemli oranda belirleyici olacaktır.

Şimdi Kerkük sorunu ve bağımsızlık referandumu ile ilgili tartışmaların olası sonuçlarını değerlendirebilmek için, önce bu tartışmaların arka planında yaşanan gelişmelere bakalım.

  1. KERKÜK’ÜN BİTMEYEN PAYLAŞIMI

Mart ayının sonunda Kerkük İl Meclisi’nin kararıyla Meclis binasına Irak bayrağının yanı sıra Kürdistan bayrağının asılması, aslında uzunca bir süredir farklı biçimlerde devam eden yeniden paylaşım mücadelesinin açıktan ilanı oldu. Daha önce belirttiğimiz gibi, bu paylaşım mücadelesi, bir taraftan Kürdistan Bölgesel Yönetimi ve Irak yönetimi arasında yaşanırken, öte yandan Türkiye, İran gibi bölgesel rejimlerle Exxonmobil, Total gibi petrol tekellerinin ve şüphesiz büyük emperyalist devletlerin de dikkatleri Kerkük’e çevrilmiş durumda.

Öncelikle bugünkü paylaşım mücadelesini anlamak için Kerkük üzerine yüz yıldır süren tartışma ve mücadelenin tarihsel arka planını kısaca hatırlamak/hatırlatmak gerekiyor.

İlk olarak, Musul ve kazası Kerkük’ün İngiliz ve Fransız emperyalistlerinin Osmanlı topraklarının paylaşımı için yürüttüğü gizli görüşme ve anlaşmalara konu olduğunu görüyoruz. Bu iki emperyalist güç arasında Mayıs 1916’da imzalanan Sykes-Picot Anlaşması’na göre, Musul ve Kerkük Fransa’ya veriliyordu. Ancak bu anlaşmayı Ekim 1916’da imzalayıp Osmanlı’yı paylaşım mücadelesine taraf olan Rusya’da Kasım 1917’de Ekim Devrimi’nin gerçekleşmesinden sonra yeniden çizilen sınırlarla, Musul ve Kerkük bu kez İngilizlerin mandası olan Irak’ın parçası oldu.

Kurtuluş Savaşı sürecinde Musul ve Kerkük’ün Misak-ı Milli sınırları içinde gösterilmesi, M. Kemal’in başkanlık ettiği TBMM Hükümeti’nin (ve sonra Cumhuriyet rejimi) İngiliz ve Fransızlarla yaptıkları anlaşmalarda Musul ve Kerkük’ün yeniden paylaşım mücadelesine konu olmasının önünü açtı. Temmuz 1923’te imzalanan Lozan Anlaşması’nda karara bağlanamayan konulardan biri de, Musul ve Kerkük’ün aidiyeti meselesiydi. Görüşmelere TBMM adına katılan İsmet İnönü’yle İngilizler adına katılan Lord Curzon’un Kerkük’ün aidiyeti ile ilgili tartışmalarda buranın nüfus bileşimi ile ilgili sundukları veriler dikkat çekicidir. Bu görüşmelerde, İnönü, burada, Türkmenler ve Kürtlerin çoğunlukta olduğu, Curzon ise Araplar ve Kürtlerin çoğunlukta olduğu listeler sunmuştu. Ancak her iki listede ortak nokta, burada nüfusun büyük çoğunluğunun Kürt olduğunun kabul edilmesiydi. İnönü, Kürtlerin Türkler/Türkmenlerle birlikte Misak-ı Milli’nin bir parçası olduğunu ileri sürüyor, Curzon ise Misak-ı Milli’nin Türklerin çoğunlukta olduğu yerlerle sınırlı olduğunu, dolayısıyla Kürtlerin ve Arapların çoğunluğu oluşturduğu Musul ve Kerkük’ün bu sınırların dışında olduğunu savunuyordu. Burada dikkat çekici nokta, o gün Türkiye’nin Musul ve Kerkük’ün aidiyeti konusunda plebisit (halk oylaması) yapılmasını savunmasıydı ki, bugün Kerkük’te referanduma karşı çıkan ülkelerin başında Türkiye’nin yer alması tarihin bir cilvesi olsa gerek!

Türkiye’nin o günlerde plebisit yapılmasını savunması, bu oylama yapılırsa Kürtlerin Türkiye’den yana tutum takınacağı beklentisi içinde olduğunu gösteriyor. Ancak öte yandan plebisit önerisi, Türkiye’nin Musul ve Kerkük’ün Misak-ı Milli sınırları içinde olduğu iddiasını da zayıflatıyordu. Ayrıca İngilizlerin önemli petrol yatakları bulunan bu bölgeyi Türkiye’ye bırakmaya niyeti yoktu. Musul sorununun çözüme kavuşturulması için 1924’te yapılan Haliç Konferansı’ndan da sonuç çıkmamış, ancak 1925’te Şeyh Said İsyanı’nın patlak vermesi –ki hem TBMM görüşmelerinde, hem de M. Kemal’in Cumhuriyet’in ilanından önceki açıklamalarında Kürtlere muhtariyet (özerklik) verilmesi yönündeki sözlerinin Cumhuriyet’in ilanından sonra tutulmamasının, Şeyh Said ve diğer Kürt isyanlarına zemin hazırlayan etkenler arasında olduğu şüphesizdir– Türkiye’nin Kürtleri Misak-ı Milli’ye dahil etme tezlerini geçersizleştirdi. Bu koşullarda Türkiye, 1926’da Ankara’da, 25 yıl boyunca Musul-Kerkük petrollerinden yüzde 10 pay alma karşılığında İngilizlerle anlaşma imzalamış ve bu anlaşmaya göre, Türkiye’ye petrol gelirlerinden verilen payın süresi 1951’de sona ermişti. Sonraki yıllarda Musul ve Kerkük’ten çıkarılan petrol gelirlerinin çok daha büyük rakamlara ulaşması, buranın Türk burjuvazisinin hayallerini süslemeye devam etmesine neden oldu ki, en son Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Eylül 2016’da bir muhtarlar toplantısında söylediği “Lozan’ı zafer diye yutturmaya çalıştılar” sözü, Türkiye egemenlerinin bu topraklarda hala gözü olduğunu bir kez daha gösterdi.

Irak Krallığı 1932’de İngiliz mandasından çıkıp ‘bağımsız’ bir devlet haline gelse de, ilerici subayların Temmuz 1958’de Abdülkerim Kasım öncülüğünde krallığı devirip Cumhuriyet ilan etmelerine kadar Irak’ta İngiliz egemenliği devam etti. Musul ve Kerkük petrollerinin Irak’ın en önemli gelir kaynakları olması, 1963’te Kasım’ı darbe ile deviren Baas’çıların Irak için stratejik önem taşıyan bu bölgeyi Araplaştırma yönünde bir siyaset izlemesine yol açtı.

1969’da Baas’ın ‘Devrim Komuta Konseyi’nin ikinci başkanı olan ve resmi devlet başkanı olduğu 1979’a kadar ülkeyi fiilen yöneten Saddam, Kürtlerin ulusal hakları için mücadele eden Molla Mustafa Barzani ile 1970’te ‘özerklik’ anlaşması imzalamıştı. Uygulanmayan ve uygulanmadığı için Kürtlerin rejime karşı silahlı mücadeleye başlamasına neden olan bu anlaşmada da Kerkük’ün aidiyeti meselesinin gündeme geldiğini görüyoruz. Anlaşmaya göre, imza tarihinden sonraki 4 yıl içinde Kerkük’te bir referandum yapılacak ve referandum sonuçlarına göre Kerkük’ün özerk Kürt yönetimine mi, Bağdat merkezi yönetimine mi bağlanacağı kararı verilecekti.

Kürtlerin 1991’deki Körfez Savaşı’na kadar Saddam rejimi ile mücadele sürecinde, rejimin operasyonları nedeniyle –Enfal Operasyonları– 180 bine yakın Kürt yaşamını yitirdi. ABD öncülüğündeki koalisyonun Saddam rejimini işgal ettiği Kuveyt’ten çıkıp anlaşmak zorunda bıraktığı Körfez Savaşı’ndan sonra Kürtlerin yaşadığı 36. Paralelin kuzeyinin uçuşa yasak bölge ilan edilmesi, Kürtlerin fiili olarak özerk bir statüye kavuşmasını sağladı ki, bu statü, Saddam’ın devrildiği 2003’ten sonra, 2005’te kabul edilen Irak Anayasası’yla resmiyet kazandı. Ancak bu dönemde de, Kerkük, Irak yönetimi ve Kürdistan Bölgesel Yönetimi arasında aidiyeti konusunda anlaşmazlık yaşanan bölgelerden (Selahaddin, Diyala vb. ile birlikte) biri oldu.

2. KERKÜK’ÜN AİDİYETİ VE IRAK’IN GELECEĞİ

2005’te kabul edilen Irak Anayasası’nın 140. Maddesi’ne göre, Kerkük ve aidiyeti konusunda anlaşmazlık bulunan diğer bölgeler için en geç 2007 sonuna kadar bir referandum yapılması öngörülüyordu. Bugüne kadar bu referandumun yapılamamış olması bile, Kerkük’ün Irak’ın geleceği bakımından neden bu kadar çok önem taşıdığı sorusunun yanıtı için yeterince açıklayıcıdır.

2007’nin sonuna kadar yapılacağı açıklanan referandum, kendi bölgesel politikaları ekseninde Türkiye ve Kürdistan Bölgesel Yönetimi arasındaki ilişki/işbirliğini geliştiren ABD’nin girişimleri –ki Türkiye’nin de beklentisi aynı yöndeydi– sonucu 5 yıl ertelenmişti. Ancak Suriye’de 2011’de başlayan savaşın Irak’taki mezhepsel ve etnik gerilimi de tetiklemesi; Şii Maliki Hükümeti’nin bir yandan Sünni Araplar ve öte yandan Kürtlerle arasındaki gerilimi tırmandırması, bu referandumun yapılma koşullarını ortadan kaldırıyordu. Bu süreçte, Irak hükümeti ve Kürdistan yönetimi arasındaki anlaşmazlıklar, iki gücü Kerkük’te askeri olarak karşı karşıya getirdi. Irak Anayasası’na göre, bütçe gelirlerinin yüzde 17’sinin Kürdistan Bölgesel Yönetimi’ne verilmesi gerekiyordu. 2012’de Kürdistan yönetimi, Irak Hükümeti’nin bütçeden kendisine verilmesi gereken payı vermediğini söyleyerek, son 5 yılda siyasi ve ekonomik olarak oldukça yakın ilişkiler geliştirdiği Türkiye ile bir petrol anlaşması (ham petrol gönderip işlenmiş petrol alma) imzaladı. Barzani’nin bu anlaşmaları yapmaya yetkisi olmadığını ve dolayısıyla bu anlaşmaları tanımadığını söyleyen Maliki’nin en somut tepkilerinden biri de, 2012 Aralık ayının başlarında, dönemin Türkiye Enerji Bakanı Taner Yıldız’ın bindiği uçağın Hewler’e (Erbil) inişini engellemesi oldu. Ancak Maliki’nin asıl hamlesi, 2012 sonlarında, Kerkük ve Diyala gibi aidiyeti konusunda anlaşmazlık bulunan bölgelere –bu bölgelerin güvenliğini sağlama iddiasıyla– ‘Dicle Operasyon Birlikleri’ adını verdiği askeri güçleri yerleştirmesi oldu. Kürtlerin Peşmerge güçlerini Kerkük’e göndermesiyle iki güç askeri olarak çatışma noktasına geldi. Olayların tırmanmasını engelleyen, bu gelişmeleri Irak’ta kurduğu düzen bakımından tehlikeli gören ABD oldu. O dönem Irak Cumhurbaşkanı olan Talabani’nin girişimleriyle geçici bir uzlaşma sağlandı.

Fakat Irak’taki gerilimin diğer tarafında yer alan Sünni Araplar içinde IŞİD’in –özellikle El Anbar vilayetindeki Ramadi ve Felluce’de– giderek etkinlik sağlaması, Irak’taki bütün dengeleri değiştirdi. IŞİD, 2014 Haziran’ında, Irak’ın en önemli vilayetlerinden Musul’u üstelik ciddi bir çatışma yaşanmadan ele geçirdi. Musul Valisi Esil Nuceyfi –ki, Irak Meclisi’nin Sünni Başkanı Usame Nuceyfi’nin kardeşiydi– çatışmadan Musul’u IŞİD’e terk etmiş, IŞİD’in kenti ele geçirmesinde eski Baas’çı Sünni aşiretlerin önemli bir rolü olmuştu. IŞİD’in Musul’u aldıktan sonra Kerkük ve Şengal (Sincar) başta olmak üzere aidiyeti konusunda anlaşmazlık bulunan bölgelere saldırısı karşısında, bu bölgelerin Kürt/Peşmerge güçleri tarafından savunulması, aslında aidiyet sorununun da fiilen çözümünü sağladı. IŞİD’e karşı Peşmergelerin Kerkük’ü savunması sürecinde Kerkük’ün petrol sahalarının önemli bir kısmı da Kürt yönetiminin eline geçti. 2014’ten sonra Türkiye ile yapılan petrol anlaşmaları kapsamında Kerkük’ten Ceyhan’a pompalanan petrol, Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin en önemli gelir kaynağı oldu.

ABD, 2014 Eylül’ünde Irak merkezli olarak ‘IŞİD ile Mücadele Strateji’si açıklasa da, Irak güçleri arasındaki anlaşmazlıklar ve var olan dağınıklık nedeniyle bu stratejisinin IŞİD’e karşı istenen etkiyi yaratamaması uzun süre tartışma konusu oldu. Nihayetinde, 2016 Ekim ayında, ABD’nin öncülüğünde Irak ve Peşmerge güçlerinin yanı sıra milis güçlerin katılımıyla, Musul’u IŞİD’den almak için büyük bir operasyon başlatıldı. Bağımsızlık talebini her fırsatta dillendiren Barzani, bu operasyonu “Kürtlerin Irak için yaptığı son fedakârlık” olarak açıkladı. Ve bugün bu operasyonun son aşamasına gelinmiş olması, Kerkük ve Irak’ın geleceğinin, daha doğrusu bu alandaki paylaşım mücadelesinin yeniden alevlenmesine neden oldu.

Son krizin temel taşlarını oluşturan gelişmeleri özetlemek gerekirse: Önce 20 Şubat’ta İran ve Irak enerji bakanları arasında Kerkük petrolünün bir boru hattıyla İran üzerinden ihraç edilmesi konusunda bir anlaşma imzalandı. Ancak WikiLeaks’in 24 Aralık 2016’da sızdırdığı gizli yazışmalar, Kerkük petrolünü pazarlama konusunda Barzani yönetiminin de boş durmadığını gösteriyordu. Bu yazışmalarda Barzani’nin bazı petrol kuyularını Türkiye’ye 5 milyar dolara satmayı teklif ettiği yazıyordu.[2]

Kürdistan Bölgesel Yönetimi Başkanı Mesut Barzani’nin gerek Türkiye’deki 16 Nisan referandumunun hemen öncesinde yapılmış olması ve gerekse de Türk bayrağının yanına Kürdistan bayrağının asılması nedeniyle tartışma yaratan 26 Şubat’taki Türkiye ziyaretinin de en önemli görüşme konularından biri, Kürdistan petrolünün pazarlanması meselesi idi. Bu görüşme, bir yanıyla Irak hükümetinin İran ile yaptığı anlaşmaya nasıl yanıt verileceğinin tartışıldığı bir görüşmeydi ki, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Barzani ile görüşmesine damadı ve Enerji Bakanı olan Berat Albayrak’ın da katılmış olması bu görüşmelerin içeriği konusunda fikir vericidir.

Bu sürecin diğer tarafında ise, Kürt güçleri arasındaki ayrılıkları da gözler önüne seren başkaca gelişmeler vardı. Celal Talabani’nin lideri olduğu YNK’ye (Kürdistan Yurtseverler Birliği) bağlı Peşmergeler –ki, Kürdistan bölgesindeki Peşmergeler, Barzani’ye ve Talabani’ye bağlı Peşmergeler olarak fiilen iki orduya bölünmüş durumdadır–, 2 Mart’ta Kerkük’teki Kuzey Petrol Şirketi’ne el koyarak, Kerkük petrolünün kullanımı ve gelirlerinin dağılımı konusunda Irak hükümetini uyardı. Bu uyarıdan birkaç gün sonra, YNK Genel Sekreter Yardımcısı Kosret Resul ile görüşen Başbakan İbadi, Kerkük petrolünün ihracı konusunda anlaşmaya vardıklarını açıkladı. Sonuç olarak, YNK’nin devreye girmesi, meselenin Irak Hükümeti ile Barzani yönetiminin anlaşmasının ötesinde, petrol gelirlerinin paylaşılması konusunda Kürtlerin kendi arasında da birlik olmadığını gözler önüne sermiş oldu.

Mart ayının sonunda Kerkük İl Meclisi’nin kararıyla meclis binasına Irak bayrağının yanı sıra Kürdistan bayrağının asılması, bu gelişmelerin bir sonucu olarak değerlendirilmelidir. (Bu arada, 2011’den bu yana Kerkük valisi –ki valiler seçimle belirleniyor– olan Necmeddin Kerim’in de YNK’nin merkez kadrolarından biri olduğunu belirtelim.) Kerkük’e Kürdistan bayrağı asılması kararına sadece İbadi hükümeti değil, ama aynı zamanda Sünni Cumhurbaşkanı Yardımcısı Usame Nuceyfi ve yine Sünni Meclis Başkanı Selim Cuburi de karşı çıkmıştı ki, bu durum, mesele Irak’ın gelirlerinin paylaşımı olunca, başka konularda çatışan güçlerin birleşebildiğini göstermesi bakımından dikkat çekici. Bir diğer dikkat çekici nokta da, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “‘Kerkük bizimdir’ diyerek böyle bir iddianın içine girmeyin onun bedeli de ağır olur. Hemen o bayraklarınızı indirin” açıklamasından sonra, Irak Başbakanı İbadi’nin “Irak’ın içişlerine dışarıdan müdahale edilmesine izin vermeyeceğiz. İç anlaşmazlıkların çözümü için tüm tarafların işbirliği yapması gerekir” demesi oldu. Öte yandan, Dışişleri Bakanı Mevlut Çavuşoğlu’nun Kerkük’e Kürdistan bayrağı asılması olayını, “Kerkük’e çekilen Irak Kürt bölgesel Yönetimi bayrağı, Barzani yönetimine ve Erbil’e bir tuzaktır. Tuzağa düştüler. Barzani yönetiminin herkesle ilişkisini bozma girişiminin mimarı, Talabani’nin partisi KYB’dir. Barzani’ye karşı Talabani’yi destekleyip kışkırtan güçler var” sözleriyle Barzani’nin dışında ve ona karşı kurulan bir “tuzak” olarak açıklamasını da not etmek gerekiyor.

Kerkük’e Kürdistan bayrağının asılması tartışmaları devam ederken, Kerkük il Meclisi’nin Kerkük’ün Kürdistan Bölgesel Yönetimi’ne bağlanması konusunda referandum yapılması kararı alması, tartışmayı yeni bir boyuta taşıdı. Çünkü bu kararın uygulanması, bağımsızlık referandumuyla da bağlantılı olarak, Irak’ta dengeleri değiştirebilecek sonuçlar doğuracaktır. O yüzden, Kerkük’te paylaşım mücadelesinin bütün tarafları, gelişmeleri kendi lehlerine çevirmenin arayışı içindedir.

Özetlemek gerekirse; Irak hükümeti (ve İran), Kerkük konusunda YNK ile anlaşma arayışına (burada KDP’nin Türkiye’ye yakın durmasına karşı, YNK ve Goran’ın İran’a yakın durduğunu da not etmek gerekiyor) girerek, bir yandan Kürt örgütleri arasındaki ayrımı kışkırtmakta ve öte yandan da Kerkük meselesinin bağımsızlık meselesine bağlanmasının önüne geçmeye çalışmaktadır.

Türkiye ise, Kerkük petrolü konusunda Barzani yönetimi ile anlaşmalar yapmış olsa da, Kerkük’ün Kürdistan Bölgesel Yönetimi’ne bağlanmasını ve dahası Kerkük’ü içine alacak olası bir bağımsız Kürdistan’ı istememektedir. Çünkü ülke egemenleri, bu gelişmelerin, kaçınılmaz bir biçimde, Kürt nüfusun en fazla olduğu, ama Kürtlerin hiçbir siyasal statüye sahip olmadığı Türkiye’deki durumu da etkileyeceğinin farkındadırlar. Bu bakımdan Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu’nun Kerkük konusunda Barzani’nin tuzağa düşürüldüğü açıklaması, Türkiye egemenlerinin içinde bulunduğu açmazın itirafı olarak okunmalıdır.

Öte yandan, Kerkük’te referandum hamlesinin, orada etkin konumda bulunan YNK’nin elini güçlendirdiği doğrudur. Çünkü mevcut koşullarda stratejik önemdeki Kerkük’ün YNK’nin denetimine geçmesi, Talabani’nin YNK’sinin Barzani’nin KDP’si karşısında ciddi biçimde güç kazanmasını sağlayacaktır. Bu bakımdan, Barzani’nin bağımsızlık çıkışını, sadece Kerkük’teki durumuyla izah etmek doğru olmasa da, bu çıkışın YNK’nin gücünü sınırlama ve bağımsızlık referandumuna dahil edilecek Kerkük’ün tamamen YNK etkisinde olmaktan çıkartılması bakımından dengeleyici bir hamle olduğu da göz ardı edilemez.

Sonuç olarak, Kerkük’te İl Meclisi’ne bayrak asılmasıyla başlayıp referandum kararıyla devam eden sürecin, gerek Kürtlerin kendi içindeki dengeleri ve gerekse Irak’la birlikte ya da ayrı bir devlet olarak Kürdistan’ın Irak merkezine karşı pozisyonunu değiştirici bir etkisi olacağı şimdiden söylenebilir.

BARZANİ’NİN İÇ SİYASETİ VE BÖLGESEL DENGELERİ DİZAYN HAMLESİ: BAĞIMSIZLIK REFERANDUMU!

Barzani’nin daha önce de çeşitli zamanlarda bağımsızlık referandumu yapılmasından söz ettiği bilinse de, bu konunun, Kerkük tartışmalarından sonra, hem de özellikle Barzani’nin sözleşmelerinde self determinasyon hakkına (kendi kaderini tayin hakkı) yer veren BM Genel Sekreteri Guterres ile görüşmesinde gündeme getirilmesinin özel bir anlam ve önemi olduğu açıktır. Ancak şunu da belirtmek gerekir ki, Kürdistan bölgesinde büyük sıkıntılar yaşayan Barzani yönetiminin bu konuyu gündeme getirişini sadece bölgesel hedefleriyle açıklamak da yanıltıcı olacaktır. Çünkü zor günler yaşayan Barzani, bu hamleyi iç siyasetin dizaynı için bir araç olarak da kullanmaya çalışmaktadır.

O yüzden bağımsızlık referandumu tartışması ve olası sonuçlarını değerlendirmeye geçmeden, Kürdistan bölgesindeki Kürt siyasetleri arasındaki ilişkilere dair notlar aktarmakta yarar var.

1991’deki Körfez Savaşı’ndan (Irak’ın bir parçası olduğu iddiasıyla Kuveyt’i işgal eden Saddam Hüseyin’in oradan çıkarılıp gücünün sınırlandığı savaş) sonra Irak’ta 36. Paralelin kuzeyinin Saddam rejimi için ‘uçuşa yasak bölge’ ilan edilmesi, Kürtlerin fiilen bir Bölgesel Yönetim kurmasının önünü açmıştı. Bu temelde 1992’de Irak Kürdistanı’nın en etkin iki Kürt siyaseti KDP ve YNK ortak bir hükümet kurmuş ve bu dönemde kurulan Kürt Parlamentosu’nun merkezinin Erbil (Hewler) olması kararlaştırılmıştı. Ancak 1994’te İran’a yakın duran Talabani ile Türkiye’ye yakın duran Barzani –ki, Özal döneminde Türkiye Barzani’ye diplomatik pasaport vermişti– arasındaki iktidar mücadelesi, Kürtler arasında bir iç savaşa dönüştü. İran’dan destek alan Talabani, 1996’da Erbil’e girmiş –Talabani’nin YNK’sinin merkezi Süleymaniye’de bulunuyor– ve bunun üzerine Barzani de Irak’tan (Saddam) yardım istemişti. Bu çağrı üzerine Irak ordusu Erbil’e girmiş ve Talabani güçleri geri çekilmek zorunda kalmıştı. O dönemden bu yana, Kürtler, fiilen, Erbil (Barzani) ve Süleymaniye (Talabani) merkezli iki yönetime ve Peşmerge güçleri de iki orduya bölündü ki, bugün resmi olarak tek yönetimin bulunması da bu gerçeği değiştirmiş değil.

2005’te kabul edilen Irak Anayasası’yla Kürdistan Bölgesel Yönetimi resmiyet kazandı. Bu dönemde, yine 2005’te yapılan Kürdistan Bölgesi seçimlerinde, KDP ve YNK hem Irak merkezi yönetimine karşı ellerini güçlendirmek ve hem de bölgede siyasi istikrarı sağlamak amacıyla seçimlere ortak liste ile girdiler. Bu, iki partinin yaptıkları anlaşmaya göre de, Barzani Bölgesel Yönetimin Başkanı ve Talabani de Irak Cumhurbaşkanı oldu.

Ancak 2009’da YNK içinden bir grubun bu iki partiyi yolsuzluklarla suçlayıp Goran (Değişim) Hareketi’ni kurması, Kürdistan siyasetindeki dengeleri değiştirdi. Noşirvan Mustafa’nın liderlik ettiği Goran, Kürdistan bölgesinde 2009’da yapılan seçimlerde 111 sandalyeli parlamentoda 25 sandalye kazanarak, büyük bir sürpriz yaptı. YNK’nin güç kaybettiğini gören Barzani, bunu kendi gücünü arttırmanın bir fırsatı olarak kullanmaya çalıştı. Bu dönemde, yeni kurulacak hükümette Goran’ın yanı sıra İslamcı partilerin de yer alması kararı alındı. Oyu ve sandalye sayısı azalan YNK hükümet içinde de güç kaybetti. Bu durum, 2013’te yapılan seçimlerde de devam etti. Bu kez 24 milletvekili çıkaran Goran ikinci (birinci KDP 38 ve üçüncü YNK 18 sandalye) parti haline geldi. Yeni Meclis Başkanı Goran’dan (Yusuf Muhammed) seçildi. Fakat burada YNK gibi Süleymaniye merkezli Goran’ın –ikinci parti haline gelse de– Peşmerge gücü bulunmadığı için YNK kadar etkili bir siyasi aktör haline gelemediğini de not etmek gerekiyor.

2015’te Mesut Barzani’nin başkanlık süresinin bitmesi, Kürdistan bölgesinde yeni bir siyasi krizin yaşanmasına yol açtı. YNK ve Goran’ın, Meclis’e, başkanlık süresi ve başkanın yetkilerini düzenleyen yasa tasarısı sunması, KDP ile aralarındaki gerilimi tırmandırdı ki, her ne kadar Goran YNK’nin içinden çıkmış olsa da, bu süreç boyunca bu iki parti KDP’ye karşı ittifak yaptı. Bu iki partinin itirazlarına rağmen, Barzani’nin başkanlık süresi 2 yıl daha uzatıldı. Bu arada Kürdistan bölgesindeki ekonomik kriz Süleymaniye’de maaşları ödenmeyen memurların gösteriler düzenlemesine yol açtı. Barzani yönetimi, şiddet olaylarının da yaşandığı bu gösterilerden Goran’ı sorumlu tuttu. Goran’lı Meclis Başkanı Yusuf Muhammed’in Erbil’e girişini yasaklayan ve Meclis’i kapatan Barzani yönetimi, aynı zamanda Goran’lı bakanları da hükümetten çıkardı. Barzani’nin bu hamlesi karşısında, YNK ve Goran; Kürdistan bölgesinin yönetimi, anayasa, bağımsızlık hakkı, referandum, Bağdat’la ilişkiler, petrol ve ekonomi alanlarında ortak hareket edilmesi konularında anlaştı. Bu arada bu dönem boyunca Şengal sorunu ve Rojava ile ilişkiler başta olmak üzere yaşanan sorunlar konusunda, YNK ve Goran’ın, Barzani’nin KDP’sine karşı PKK’ye daha yakın durduğunu da belirtmek gerekiyor.

Özetle, Kerkük krizi ve bağımsızlık referandumunun gündeme geldiği süreçte, Kürt siyasetleri arasında da ciddi gerilim ve kriz yaşanıyordu. Dolayısıyla, Barzani’nin bağımsızlık referandumunu sürekli gündemde tutmasının nedenlerinden birinin de, diğer Kürt siyasetlerinin muhalefetini etkisizleştirmek olduğu söylenebilir. O yüzden, Barzani’nin bağımsızlık referandumunu gündeme getirdiği bu son süreçte de, YNK ve Goran, Barzani’nin bunu şahsi bir mesele olarak sunmasını eleştirerek, Meclis’in açılmasını ve referandum kararının birlikte alınmasını istiyorlar.

Ancak bağımsızlık meselesinin iç politikanın ötesinde dünya gündemine de girmesinden sonra, YNK’nin de bir manevra yaptığı söylenebilir. KDP ve YNK tarafından bağımsızlık konusunda ortak bir komisyon kuruldu ve Eylül ayında Kürdistan bölgesi seçimleri ile birlikte bu referandumun yapılması kararı alındı. Bu temelde diğer partilerle de görüştüler ki, Goran da, bu kararı destelediğini açıkladı.

Kerkük’te de etkin olan YNK, bu konunun Barzani tarafından iç siyasetin kendi lehine dizayn edilmesi için kullanılmasını engellemek ve dahası kendi zayıflayan konumunu yeniden güçlendirmek için KDP ile anlaşma tutumunu benimsemişti.

Kürt partilerin belirlediği yol haritasına göre, önce Kerkük ve Kerkük’ün yanı sıra aidiyetleri konusunda anlaşmazlık bulunan Selahaddin ve Diyala gibi kentlerde de –Kürdistan yönetimine mi, Irak’a mı bağlanacakları konusunda– referandum yapılması öngörülüyor. Bu sorunların çözümünden sonra da, bu bölgelerin içine katıldığı bir bağımsızlık referandumu yapılması hedefleniyor. Bu referandumla birlikte Başkanlık ve Meclis seçimlerinin de yapılması konularında varılan uzlaşma ile Kürt partilerin ‘milli’ bir konuda (bağımsızlık) birleşmelerinin zemini de yaratılmış oldu. Çünkü bu uzlaşma olmadan, Kürtlerin, her şeyden önce Irak merkezi hükümeti karşısında etkin olmalarının mümkün olamayacağı açıktır.

Başkanlık referandumu kararının Irak’ın ve bölgenin geleceğine olası etkileri için şunlar söylenebilir:

Birinci olarak, şu iki durum birbirine karıştırılmamalıdır. Bağımsızlık referandumu yapmak ile bağımsızlık ilan etmek aynı şey değildir. Bu referandum yapılsa bile, Kürtlerin bağımsızlık ilanının kısa sürede gerçekleşmesi kolay değildir. Dolayısıyla, bu referandum, bağımsızlığın ilanından önce bu olasılığın önünü açarak, Kürtlerin Kerkük ve petrol başta olmak üzere ihtilaflı oldukları konularda merkezi hükümete karşı ellerini güçlendirici bir hamle olarak değerlendirilmelidir.

Yine referandumun yapılıp yapılamamasının ötesinde, bağımsızlık ilanı konusunda, ABD, Türkiye ve İran ikna edilmeden böylesi bir hamlenin gerçekleşmesinin olası sonuçlarının kestirilmesi güçtür. Bilindiği gibi, İsrail, Araplara karşı bir müttefik kazanma beklentisiyle Kürdistan kurulmasını desteklerken, ABD’nin yeni yönetiminin (Trump) tutumu daha netleşmiş değil. Obama döneminde ABD, özellikle Irak’ta kurduğu düzeni parçalayacak, Şiilerin tamamen İran ve dolayısıyla Rusya’nın etki alanına terk edilmesine yol açacak ve yine Sünni Araplar arasında radikal örgütlerin güç kazanmasını sağlayacak böylesi bir adımın atılmasını her defasında erteletti. İran’ı bölgedeki ‘baş düşman’ ilan eden Trump yönetimin, ABD’nin bu konudaki tutumunu/çizgisini değiştirip değiştirmeyeceğini önümüzdeki dönemde göreceğiz.

Türkiye’nin özellikle Maliki döneminde tırmanan Irak merkezi hükümeti ile gerilimi ve bu süreçte Kürdistan Bölgesel Yönetimi ile geliştirdiği ilişkiler, Kürtlerin bağımsızlığını destekleyebileceği algısı yaratmış durumda. Ancak bu algının konjonktürel gelişmelerin bir sonucu olduğu, en fazla Kürt nüfusunun bulunduğu ülke olduğu halde ülke içindeki Kürtlerin hak mücadelesine karşı baskıcı bir politika izleyen Türkiye’nin bağımsızlığa mesafeli duracağı söylenebilir. Çünkü Türkiye her ne kadar Kürdistan petrollerinin pazarlanması konusunda çok hevesli olsa da, bağımsız Kürdistan’ın kendi ülkesinde doğurabileceği sonuçların kaygısını fazlasıyla yaşıyor. Aynı şey İran için de geçerlidir. YNK ve Goran’la yakın ilişkileri olsa da, İran; Irak ve Suriye’nin birliğini, hem parçalanmanın kendisini de etkileyecek olası sonuçlarından sakınmak ve hem de   bölgede artan güç ve etkisini korumak amaçlarıyla isteyip savurmaktadır. Bu tabloda Türkiye ve İran’ın bugüne kadar üzerinde etkili oldukları Kürt siyasetlerine yaklaşımının ne olacağını ve dahası bu yaklaşımların bu ülkelerin Kürtlerle ilişkilerine nasıl yansıyacağını, Kürdistan Bölgesel Yönetimi’ndeki Kürt siyasetlerin atacakları adımlara bağlı olarak göreceğiz.

Sonuç olarak, Irak’ı da içine alan Suriye savaşından sonra bölgedeki kamplaşmaya bağlı olarak güç ve pozisyonları önemli hale gelen Kürtler, bu pozisyonlarını, başta Kerkük olmak üzere anlaşmazlık halinde oldukları konular üzerinden kazanıma dönüştürmek ve devamında da bu kazanımları bağımsızlıkla taçlandırmak istiyorlar. Ancak bugün geçici uzlaşma sağlamaya yönelik adımlar atılmış olsa da, Kürt siyasetleri arasında azımsanmayacak anlaşmazlık ve gerilim yaratabilecek sorunların varlığı da bir gerçek. Bunun da ötesinde, asıl olarak ABD ve yine Türkiye, İran gibi bölgesel aktörlerin Kerkük’ün Kürdistan’a katılması ve bağımsızlık referandumu yapılması konusunda bugüne kadar mesafeli bir çizgide olmaları, bölgenin yeniden paylaşımının bütün sıcaklığıyla yaşandığı bir dönemde Kürtlerin bu dengeleri ve aktörleri gözetmeden adım atmasını daha da zorlaştırıyor.

Öyleyse, Kerkük İl Meclisi’ne çekilen Kürdistan bayrağının IŞİD sonrası paylaşım savaşlarının erken bir ilanı olduğunu söyleyebiliriz. Kerkük ve bağımsızlık referandumunu gündeme getiren Kürtler, yüz yıldır bitmeyen paylaşımdan kendilerine ait olanı istiyor. Ancak şurası da açıktır ki, emperyalist güçler, petrol tekelleri ve bölge gericiliklerinin tarafı olduğu paylaşım savaşlarında işler hak ve hukuka göre değil, çıkar ilişkilerine göre yürüyüp belirleniyor.

Kerkük sorunu ve bağımsızlık referandumu konusunda atılacak adımların Türkiye siyasetine de doğrudan etkileri olacağını söylemek için kâhin olmaya gerek yok. Erdoğan iktidarının gizleme gereği görmediği yayılmacı emeller (ve Kürdistan petrolü üzerine yapılan pazarlıklar) ve özellikle bu gelişmelerin ülkemizdeki Kürt sorununa da etki edici özelliklerinin olması, bu konuların önümüzdeki dönemde daha çok tartışılacağını gösteriyor. Ve elbette şimdiden söyleyebiliriz ki, sınıf partisi siyaseti bakımından, bu gelişmeler, emperyalistlerin bölgeye müdahalesinin son bulması ve halkların kendi geleceklerini kendilerinin belirlemesi ile ülke gericiliğin yayılmacı/savaşçı politikalarının son bulması talep ve mücadelesinin önem ve aciliyetini bir kez daha gösteriyor.

[1] Irak nüfusu (2014): 36.004.552 kişi.

Dinsel olarak:%55-60 Şii Müslüman (Arap-Türkmen) nüfus: 17.050.000-18.600.000

%37-40 Sünni Müslüman (Arap-Kürt-Türkmen) nüfus: 11.470.000-12.400.000

%2-3 Hristiyan (Süryani, Keldani, Asuri-Şabak-diğer) nüfus: 620.000-930.000

Etnik olarak:

%51-54 Şii Arap, nüfus: 15.810.000-16.740.000

%20-21 Sünni Arap, nüfus: 6.200.000-6.510.000

%16-20 Kürt, nüfus: 5.250.000-7.000.000

%8-9 Türkmen, nüfus: 2.500.000-3.000.000

%3 Hıristiyan, (Süryani, Keldani, Nasturi, Asuri), nüfus: 620.000-930.000 (Kaynak: Wikipedia, Irak maddesi)

[2] Aktaran Fehim Taştekin, Gazeteduvar’da 2 Mart 2017’de yayımlanan “Beyaz ile siyah inci arasındaki Kürt kaderi” başlıklı yazı.