Ahmet Cengiz
Giderek sarpa sarmakta olan emperyalist kapitalist dünyanın bugünkügidişatını anlamak bakımından iki anahtar ülkeninbulunduğu söylenebilir. Bu iki anahtar ülke, ABD ve Türkiye’dir. Her biri başka bir düzlemde olmak üzere, bu ülkeler,aynı sorunsal bağlamında –dünyanın düzeni ve gidişatı– güncel iki ayrı cereyanın birer uç örneğini teşkil etmektedirler. İkisi de, elbette çaplarına göre, yumuşak karnı oldukları yerleşik dünya düzeninin hem çözülüşünün ve hem de büyüyen risklerinin çarpıcı örneğidirler.
Kapitalist dünyada son aylarda cereyan eden olaylar, artık sokaktaki insanın dahi yadırgadığıgrotesk biçimler almaktadır. Nitekim; Trump ABD’si serbest ticareti sorgularken, Çin Davos’ta serbest ticaret bayrağını göndere çekiyor!Açık bir diktatörlüğe doğrudörtnal koşturan TürkHükümeti, Batı Avrupa’nın burjuva demokratik hükümetlerini faşist ve Nazi olmakla suçluyor!Önceleri “gelişmekte olan ülkeler”, “gelişmiş ülkeler”in dayatmaları sonucu iç pazarlarını açmaya zorlanırlardı. Şimdilerde “gelişmiş ülkeler”de himayeci plan ve uygulamalar gündemden düşmüyor! Emperyalist ve kapitalist ülkeler arasındaki ilişkileri düzenleyen uluslararası rejimin bağlayıcılığı, başta ABD tarafındanolmak üzere tartışılmaya açılmakta, dahası bu rejimfiilen aşındırılmaktadır![1]
ARTIK “ABİLİK” YOK!
Bu kısa yazımızın sınırlarını gözeterek, işin nedenler kısmını bir tarafa bırakıp sadece olgunun kendisini saptayalım: ABD’de bugün iktidarda olan yönetim, çok açık bir biçimde, şekillenmesinde tayin edici rolü kendi devletinin oynadığı uluslararası düzene artık bağlı kalmayacağını; başka güçlerin de faydalandığı bir düzenin “abiliği”ni bundan böyle üstlenmeyeceğini; çok taraflı ilişkiler üzerinden ve bunun özellikle ekonomi alanındaki cisimleşmesi olan belli başlı uluslararası kurumlarımuhatap alarak değil, tersine esas olarakiki taraflı ilişkiler, iki taraflı anlaşmalar, konusu ve alanına göre alabildiğine değişkenlik ve çeşitlilik gösterebilecek iki taraflı sözleşmeler temelinde hareket edeceğini belli etmektedir. Bu yönetim, örneğin ABD’ninAlmanya ile ticaret açığını Avrupa Birliği (AB) Komisyonu’nu muhatap alarak değil, bizzat Almanya’nın kendisiyle çözmeyi dayatmaktadır. (Açıktır ki, Almanya asla bunu tercih etmemekte, senin muhatabın AB Komisyonu demektedir!) Trump ABD’sinin bu çizgisi, ekonomiden kültüre, askeri konulardan diplomasiye kadar tüm alanları kapsamak üzere kurgulanmaktadır.Zira iki ilişkiler ve anlaşmalarda en güçlü tarafın her zaman kendisinin olacağı düşüncesiyle hareket etmektedir.
Peki ABD’deki bu çizgi değişikliği ne anlama geliyor? Elbette ki, çok yönlü sonuçları olacak bu çizgi değişikliği, ABD’nin dünya hegemonyası iddiasının terki anlamına gelmiyor. Ama, bu iddiayı sürdürmenin yol ve yöntemlerinin adamakıllıdeğişeceğini gösteriyor. Bu çizgi, aynı zamanda, İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana bir şekilde süregelen Pax Americana’nın oturmuş ve yerleşmiş şekliyle sürdürül(e)meyeceğinin de bir ifadesidir.Şimdiden kesin olan bir şey varsa, o da, kim ki Pax Americana’dan faydalanıyorsa, karşılığında bedelini ödemek zorunda bırakılacaktır![2]
Belirtmek bile gereksizdir ki, ABD’nin sorunları ve geleceği, herhangi bir emperyalist devletin geleceği ve sorunları değildir. ABD’nin, gerek emperyalist dünyanın hali ve gerekse emperyalist devletler arası ilişkilerin konumu bakımından sistemik bir niteliğinin bulunduğu ortadadır. Şu ya da bu yönelime girmesi, tüm kapitalist dünya sistemi açısından tayin edicidir. Mevcut açmaz ve çelişkilere onun tarafından nasıl bir yanıt verileceği sorunu, doğrudan kapitalist dünya sisteminin geleceğini ilgilendirmektedir.
Fakat işte emperyalist süper gücün bu eşsiz konumu, onu, tam da Ekim Devrimi’nin 100. Yıldönümünde (yani varlığı ve başarılarıyla emperyalist devletler arası çelişkileri modifikasyona uğratan ve bu etkisiyle emperyalizmin tarihinde olağanüstü bir halin –bütün emperyalist devletlerin, aralarındaki görece güçlü olanın bayrağı altında sosyalizme karşı birleşmesi ve o mihrakın bu suretle muazzam bir güç ve sermayeyi biriktirebilmesi– doğmasına kaynaklık eden sosyalist bir devrimin yıldönümünde),emperyalist kapitalist dünyanın halihazırdaki düzenibakımından en büyük risk faktörühaline getirmektedir.
Denilebilir ki, adeta izlemiş olduğumuz bir filmin geriye sarılmaya başlanmasına tanık olmaktayız!Ancak, izlemeye başladığımızın, aynı film olmayacağından emin olabiliriz. Sadece görüntülerin sıralanmasının algıda yaptığı fark gibi mekanik bir nedenden (bir sonrakini izlemekle, bir sonrakinden bir öncekini izlemenin algısalfarkı) değil, aynı zamanda zamansal, yani tarihsel nedenlerle de önemli bir farklılık söz konusu. Nitekim,emperyalist kapitalizmin tarihi boyunca pazar uğruna rekabet eden ne bu kadar emperyalist, ne de bu kadar kapitalist devlet vardı! Ve işte şimdi ABD şahsındasomutlaşan bu devasa güç birikimi, artık emperyalist kapitalist dünyanın kendisi açısından olağanüstü bir tezadı teşkil etmektedir. Çünkü Trump ABD’si, bu olağanüstü konuma düne kadar meşruiyet sağlayan ve ondan faydalananları memnun kılan “sorumluluk ve yükleri” taşımayacağını ilan etmiş bulunmaktadır!
KÜÇÜLEN PASTA VE BÜYÜTTÜĞÜ VİZYONLAR
Her ne kadar etki alanının giderek daralmaya başladığını fark etse de, ABD’nin gücü ve soluğu henüz tükenmiş değil. Ama çizgi değişimiyle rahatsızlığının boyutlarınıaçıkça dışa vurmuş bulunmaktadır. Bu değişimin ilanı bile, şimdiye kadar onun şemsiyesi altında palazlananları telaşa sürüklemiş vaziyette.[3]
Trump ABD’si dayatmalarını artırdıkça, emperyalist devletler arasında yeni ve 70 yıllık kampdaşlıkla pek bağdaşmayan koalisyonlar gündeme gelecektir.Haliyle, sınırlanan olanaklar başka yerlerde telafi edilmeye çalışılacaktır. Ama bu tür çabalar, gündeme gelişlerinin nedenlerini değiştirmediklerinden,telafi hamleleri kafi gelmeyecektir.Çünkü içiçe geçmiş bir dünya ekonomisinde bu tür reaksiyonlar sadece karşı reaksiyonları tetikleyecektir. Telafi hamleleri, böylece, giderek aksi bir sonuca, yani telafi olanakların kendisinin tükenmesine yol açacaktır. Emperyalizmin tarihi tanıktır: Telafisi mümkün olmayan kar, pazar ve nüfuz alanları kayıplarınınçaresi askeri zor, emperyalist savaştır!
Demek oluyor ki, Trump ABD’sinin gündeme getirdiği çizgi değişikliği, nesnel olarak, 70 yıllık bir yapının ana taşıyıcı kolonunun yerinden oynatılması anlamına gelmektedir. Mahiyeti bu olan bir çizginin sürdürülebilirliği bugünkü koşullarda ne derece gerçekçidir? ABD’nin mali sermayesi ve/veya toplumu böylesi riskli bir politikayı sonuna kadar destekleyecek midir? İşin bu kısmı, bugünden görülebilir olan veriler bakımından, tamamen spekülasyon konusudur. Olayların hızı, çapı ve karşıt tepkilerin sonuçlarına göre, Trump’ın başkanlığı dört yılını doldurmadan sonlanabileceği gibi, tersi de olabilir;hız düşürüp tedrici adımlarla başarı kaydederek ikinci kez dahi başkan seçilebilir.
Fakat, kesin olan ve bu çizgi değişikliğini de bir yerde koşullayan temel sorun, pastanın küçülmeye başladığı, daha doğrusu sofradakilerin artan ihtiyaçlarını karşılayacak bir ivmeyle büyümediğidir! Nitekim, dünya ticareti verileri önemli ipuçları sunuyor. Dünya ticaretinin standart ölçüsü, yani dünya ihracat hacmi 2015 ile birlikte adeta bir üst sınıra gelmiş bulunuyor, ondan öteye ilerlemiyor. Dünya ticaretinde(önceki üç on yılda bunun iki misli büyümesine karşın!), 2012’den beri, yıl başına yalnızca % 3’lük bir büyüme söz konusu.[4] Anımsatmak gerekir ki, dünya ticareti, İkinci Dünya Savaşı’ndan itibaren ve 1990’lı yılların ortalarına kadar yetmiş misli bir artış kaydetmişti. 90’lı yılların ortalarından –özellikle de Sovyetler Birliği’nin çöküşünün ardından, 1995’te Dünya Ticaret Örgütü’nün kurulmasıyla birlikte– 2015’e kadar ayrıca üç misli artmıştı.[5] Başka bir ifadeyle, 2015’ten itibaren ciddi bir yavaşlama kendini belli etmektedir.
Başta emperyalist devletler olmak üzere, dünyanın hemen hemen tüm kapitalist devletleri genel tablodaki bu gibi olguları gözeterek, dünya ekonomisinde yer alış tarzlarındaki avantaj/dezavantajlarını yeniden harmanlamayı öngören bir şekilde, yeniden pozisyon alıyorlar: ABD; sanayi, altyapı ve askeri yatırımlarını olağanüstü artırarak, İngiltere; sanayisini yenileme ve AB dışında eski İmparatorluğu’nun ilişkileri üzerinden mevzilenerek, Almanya ve Fransa “çekirdek Avrupa” fikrini tekrar gündeme getirerek… Türkiye’nin “Hedef 2023” projesi bilinmekte, ancak adeta herkesin bir “2023” plan/projesi bulunmaktadır! Örneğin bugünlerde ekonomisini çeşitlendirme bakımından ciddi hamlelerde bulunan Suudi Arabistan’ın “2030 vizyonu” var, Çin’in ise “Made in China 2025” planı bulunuyor! Plan, proje ve vizyon çok, yani! Bugün için önemli olan,bunların gerçek hayattaki karşılıkları, başarı ihtimalleri değil; varlıkları, gündeme gelmeleridir. Zira bunlar; işlerin istenildiği gibi gitmediği, içinde bulunulan durumun gelecek vaat etmediği ve hızlıbir pozisyon yenilenmesinin şart olduğunun ifadesidirler.
Peki, en büyük ekonominin siyasal temsilcisinin “önce Amerika!” dediği, serbest ticareti sorguladığı, dünya çapında himayeciliğin yol kat ettiği, dünya ticaretinin eskisi gibi artmadığı bir dönemde, üstelik son derece içiçe geçmiş bir dünya ekonomisi koşullarında, bu pozisyon değişimleri sürtüşme, çatışma ve dalaşmalar olmaksızın hayata geçirilebilir mi?!
Başka bir ifadeyle, her bir emperyalist ve kapitalist devlet bakımından, kendi ekonomilerinin bünyesel zaaflarının hasımların avantajı olacağı, dolayısıyla bir taraftan avantajlar daha da geliştirilirken dezavantajların başkalarınca istismarının önünün mümkün olduğunca kapatılmaya çalışılacağı ve eski ahbaplık-dostluğun kıymeti harbiyesinin pek olmayacağı bir döneme girmiş bulunuyoruz.Öylesi bir dönem ki, üstesinden gelinmesi gereken, bir Almanca deyimde söylendiği gibi, “kürkümü yıka ama ıslatma!” dönemi.[6]
ZOR GÜNLER KAPIDA
Gelelim ikinci anahtar ülkeye. Genel çerçevenin yaklaşık olarak yukarıda özetlendiği gibi olduğu bugünkü dünya koşullarında, Türkiye gibi “eşikteki ülkeler”in vizyonlarının bir “kelebeğin rüyası”ndan öteye gidemeyeceği çok uzun olmayan bir süre zarfında anlaşılacaktır. Fillerin daralanbir alanda tepiştiği bir dönemde, ayak altında kalmamak için, bir şu bir bu filin kuyruğundan asılmak da yetmeyecektir artık. Diyor ya “reis”, “ya bizden ya da teröristten yanasınız!”; işte seçeneklerin giderek azaldığı bir süreçte bu türden bir ikilem bizzat Türkiye egemenlerine dayatılacaktır!
Almanya (ve AB) ile sürtüşmenin bu bakımdan “trajik” bir yönünden dahi söz edilebilir. “Reis”, aklı sıra siyasi dehasını konuşturuyor, referandumda başarı ihtimalini artırmak üzere söylem üzerine söylem geliştiriyor. Köprüyü geçtikten sonra, Rusya ve İsrail örneğinde olduğu gibi, hızla viraj alabileceğini düşünüyor. Fakat görünen o ki, demagoji (“yedi düvelle boğuşuyoruz”, “güçlü Türkiye istemiyorlar” vb.) gerçek olacak! Zira Almanya, sözünü ettiğimiz dünya koşullarında bu tür şımarıklıkları artık sineye çekmeyeceğini belli etmiş bulunmaktadır! “Ya… ya da…” moduna geçilmiştir bile. Ve bunun asıl nedeninin Türkiye’deki iktidar temsilcilerinin son densizlikleri olmadığı, tersine bunların işin sadece vesilesi olduğunu görmek gerekir.
Kaldı ki, “eşikteki ülkeler” arasında Türkiye’nin bir “artısı” daha var: Bulunduğu bölge emperyalist devletler açısından hem pazar, hem enerji, hem de askeri bakımdan son derece stratejik. Dolayısıyla, “küreselleşme furyası” döneminin kışkırttığı hayallerin etkisinde kalınarak sergilenen diklenmeler ve/veya “mavi boncuk” dağıtmalar, bu avantajları hızla dezavantajlara dönüştürebilir.Her bir mevziin ayrı bir önem arz edeceği bir zamanda, emperyalist devletlerin esneklik ve tahammül sınırlarının da daralacağı açık olsa gerek. Gidişat bu yöndedir ve bazı emperyalist devletlerin çıkarları doğrultusunda, olayların seyri içerisinde Türkiye rejimine karşı ortaklaşa bir tutum geliştirmelerinin bu sefer onlar açısından bir “kazan-kazan” durumu doğurması zayıf bir ihtimal değildir!
Kısacası, “eşikteki ülkeler”in çarpıcı bir örneği olarak Türkiye kapitalizminin yeniden üretim ve sermaye birikiminin koşulları ağırlaşacak; ve daha tavizkar bir ekonomi politika, bedeli daha ağır bir siyaset izlenmek zorunda kalınacaktır.
Bütün bu olup bitenlerin sınıfların mücadelelerine yapacağı sarsıcı etkiler ise başka bir yazının konusu olsun…
[1] Bu satırlar kaleme alınırken Almanya’da G-20 ülkelerinin maliye bakanlarının toplantısı yapıldı. Bakanların ortak açıklamasında, açık piyasalar ve serbest ticaretin geliştirilmesine yönelik bir vurguya, ABD’nin itirazı nedeniyle yer verilmedi!
[2]Trump, Merkel’in ABD’ye ziyaretinin ardından attığı twitte aynen şunları yazdı: “NATO ve ABD’ye, Almanya’ya sağladığı güçlü ve oldukça pahalı savunma için büyük meblağlarda para ödenmek zorunda!”
[3] Ürünü olduğu tarihsel dönem çoktan kapanmıştır; ancak, bu olağanüstü dönem boyunca onun şemsiyesi altında serpilip gelişen bazı emperyalist devletler, ondan, o dönem boyunca işlerine gelen “abiliği”ni sürdürmesini istemektedir. O ama, pastanın görece küçüldüğü bir dönemde yükü artan bir “abiliği” olagelen biçimde sürdürmek istememektedir.
[4] Bkz. Süddeutsche Zeitung (SZ), 14 Şubat 2017, sf. 16
[5] Bkz. SZ, 12 Mart 2017, sf. 27
[6] Bazı Alman ekonomistlerinin tabiriyle, “AB çift rol üstlenmeli, hem serbest ticareti hem de kendi sanayisini savunmalı!”