İhsan Çaralan

Türkiye’yi “tek parti tek adam yönetimi”ne götürecek, Hükümetin “Cumhurbaşkanlığı yönetim sistemi”, “Türk Usulü Cumhurbaşkanlığı sistemi”, “partili cumhurbaşkanlığı sistemi”[1] diye adlandırdığı düzeni anayasalaştıracak olan anayasa değişikliği için referandum 16 Nisan 2017 günü yapılacak.

Ne var ki, MHP’nin desteğinde ve AKP’li vekillerin teklifiyle TBMM’ye getirilen anayasa değişikliği teklifinin Meclisten geçeceğinin az çok anlaşılmasından beri, Türkiye “evet” ve “hayır” diyecekler arasında bölünmüş bulunuyor.

Yapılması istenen değişiklik anayasanın herhangi birkaç maddesinin değiştirilmesinden ibaret değildir. Tersine Anayasanın çatısını oluşturan yürütme, yasama ve yargı arasındaki ilişki yeniden belirlenirken, yetkinin tek elde toplanmasını amaçlayan, Anayasanın az çok Türkiye’nin demokratik birikiminin ifadesi olan maddeleri değiştirilerek, bir “tek parti tek adam yönetimi”nin oluşmasını sağlayacak, son derece esaslı değişiklikler yapılmak istenmektedir. Ama bu önemli değişiklikler; anayasaların halk nezdinde meşruiyetini sağlayacak olan başlıca ilkeleri; toplumsal sınıfların farklı etnik ve din-mezhep guruplarının, gençlik ve kadın hareketinin temsilcilerinin üstünde uzlaştıkları metinler olması gereğini yerine getirmek bir yana, Türkiye’nin siyasi yelpazesindeki en gerici, gerçekte ileriye doğru bir anayasa değişikliği için hiçbir talebi ve çabası olmayan AKP ve MHP’nin bir araya gelmesiyle, onların arkasındaki bir azınlığın amaç ve ihtiyaçları doğrultusunda yapılmaktadır.

Üstelik MHP’nin bir bölüm milletvekilinin bile böyle bir anayasa değişikliğinin sorumluluğunu almayacağını açıkça ilan etmesiyle ortaya çıkan kutuplaşma Meclisteki desteği daha da tartışılır hale getirmiştir. Ayaklarının altındaki toprağın kaydığını gören AKP ve MHP yönetimi, anayasa değişikliklerinde ilkesel bir kural olarak görülen “gizli oy” ilkesini ihlal ederek, vekilleri kaba güçle açık oy vermeye zorlamışlardır.

Böylece anayasa değişikliği daha baştan;

1- Anayasa değişikliği Meclise HDP’nin iki eş başkanı da dahil 12 vekilinin tutuklanması, 50 dolayında vekil hakkında sayısız davalar başlatılması, her gün bir ya da birkaç vekilin gözaltına alınarak savcılıklara ve mahkemelere çıkarılmasıyla yani HDP’nin Meclis çalışmalarına katılımının engellenmesi ile getirilmiştir;

2- Anayasa değişikliği teklifi Meclisten, Meclis İç Tüzüğü’nün ihlali ve kaba güçle vekillerin iradelerine aykırı oy vermeye zorlanarak meşruiyeti tartışılır bir biçimde referandum aşamasına getirilmiştir.

Türkiye’de önceki dönemleri bir yana bıraksak bile 1982 Anayasası’nın yürürlüğe girmesinden beri, “yeni bir anayasa” talebi hep gündemde olmuştur. Ama bu “yeni anayasa” isteği ne AKP’nin önceli olan siyasi partiler ne de AKP ve MHP’den gelmiştir. Tersine gerçek bir “yeni anayasa” talebi; laik ve demokratik bir Türkiye için mücadele eden ilerici demokrat güçlerden, kendi kaderini tayin etmek isteyen Kürtlerden, inanç özgürlüğü talebi giderek laik Türkiye talebine dönüşen Alevilerden, eşitlik mücadelesindeki kadın hareketinden, güvenli bir gelecek isteyen devrimci gençlik kesimlerinden ve işçi sınıfı ve emek mücadelesinin ön cephesindeki işçilerden, emekçilerden gelmiştir.

AKP ve MHP’nin işbirliği ile gündeme gelen Anayasa değişikliği, 12 Eylül 1982 Anayasası’nın ırkçı-şoven, Türk-İslam sentezci ruhuna dokunmadan, bütün yetkinin tek adamda (partili cumhurbaşkanı) toplandığı ve tek partinin devlet partisi olarak tüm devlet kurumlarında örgütlenmesinin önünün açıldığı ve devlet kurumlarının da parti teşkilatına dönüştüğü yeni bir yönetim sistemi, yeni bir rejim oluşturmak amacıyla yapılmak istenmektedir. Bu yüzden de referanduma sunulan metinde ne Türkiye’nin demokratikleşmesi, özgürlüklerin genişletilmesi ne milyonlarca Kürdün, Alevinin yılladır süren mücadelelerine yansıyan beklentiler ne de işçilerin, emekçilerin ve öteki toplumsal kesimlerin taleplerine karşılık gelecek düzenlemeler vardır.

Bu değişiklik; yasama, yargı ve yürütme gücünün “tek kişi”de toplandığı, o tek kişinin başında olduğu partinin de “devlet partisi” olarak örgütlenmesinin (aynı zamanda da devlet kurumlarının partinin örgütleri olarak kadrolaştığı) yolunun açıldığı düzenlemelerden ibarettir.

Bu yüzden de AKP-MHP koalisyonunun elinde çıkan Anayasa değişikliğinin, “12 Eylül Anayasası’na göre şurası üstündür” denecek bir yanı olmadığı gibi, 12 Eylül Anayasası’na göre daha gerici, daha antidemokratik, güçler ayrılığını bile tamamen görüntüye indirgeyen bir düzenleme olduğunu söylemek yanlış olmaz.

REFERANDUM SÜRECİNİN BAŞINDA SİYASİ YELPAZE

Referandum sürecinin başladığı günlerde, aslında “evet” ve “hayır” etrafında oluşun siyasi yelpaze de aşağı yukarı belli olmuştur.

1- Evet cephesi: AKP ve MHP ile Hizbullah’ın devamı olan Hüda-Par, bu cephenin belli başlı unsurlarıdır. Memur-Sen ve Hak-İş’in de evet cephesinde yer alabileceğini söylemek yanlış olmaz. Çoğunluğu AKP’li olan yönetimine rağmen Türk-İş’in açıkça bu cephede olduğunu söyleyen bir kurumsal tutum alması da zor görünmektedir. Ancak MHP’nin yönetimi her ne kadar evet cephesinde yer alıyorsa da MHP tabanının büyük çoğunluğunun “hayır” diyeceği, sürecin daha başında ortaya çıkmış bulunuyordu.

2-) Hayır cephesi: CHP, HDP, Emek Partisi, Haziran Hareketi, HDK bileşenleri, Demokrasi İçin Birlik (DİB) TKP, VP, MHP’nin muhalefeti, SP, BBP (muhtemelen), eski ve yeni MHP’li vekillerden oluşan, MHP tabanında ciddi bölünme yaratan grup, DİSK, KESK, TMMOB, TTB, Kamu-Sen, Alevi örgütleri, kadın hareketinin çeşitli bileşenleri, tanınmış aydınlar, akademisyenler, kültür sanat insanları ve onların çeşitli türden örgütleri, mücadele içindeki çevreci hareketin unsurları şimdiden “hayır” cephesinde olduklarını ilan etmişlerdir.[2]

Sadece örgüler ve çevrelerin adları alt alta yazılınca bile görülmektedir ki, AKP-MHP koalisyonu, yanına Hüda-Par’ı belki bir Kürt “radikal dinci” gurubu da alarak yelpazesini genişletmiş gibi görünmektedir. Ama yine de bu üçlü “evet” cephesi, sonuçta Türkiye toplumunun mozaiği içinde ırkçı-şoven, muhafazakâr bir kesimi temsil etmeyi aşamamaktadır. Çünkü böyle bir bileşimle evet cephesi; AKP ve MHP’yi destekleyenlerin oldukça geniş bir nüfusunu etkilese bile, bir anayasanın sadece çoğunluğun oyunu almayı hedefleyemeyeceği, aynı zamanda anayasanın farklı sınıfsal, etnik, dinsel-mezhepsel kesimler arasındaki uzlaşmanın belgesi olması gerektiği düşünüldüğünde gerçekte son derece dar bir kesimi temsil etmektedir.

Üstelik gerçek yeni bir anayasa talep eden kesimleri dışlaması nedeniyle “evet” cephesi daha da büyük bir handikapla karşı karşıyadır. Bu yüzden de “evet” cephesi bir anayasanın yapılmasında en son tercih edilebilir bile olmayacak darlıkta bir cephedir.

Aynı yaklaşımla bakıldığında, “hayır” cephesi; bir yandan çok daha geniş toplum kesimlerini az çok temsil eden bir genişlikte, öte yandan da onlarca yıldır yeni bir anayasa talebi olan toplumsal kesimleri bir araya getirmiş olması bakımından ülke mozaiğini temsil etmekte, bir anayasaya “evet” ya da “hayır” demek için daha çok anlama sahip olan bir cephe oluşturmaktadır.

HERKESİN HAYIR’I KENDİSİNE!

Evet cephesi içindeki MHP ve AKP uzunca bir zamandan beri fiili bir koalisyon içindedirler ve MHP savaş, terörle mücadele, OHAL uygulamaları, KHK’lerle yapılan kıyım, basın özgürlüğünün ayaklar altına alınması, savaş politikaları gibi Hükümetin başlıca iç ve dış politikalarında AKP’yi, AKP içindeki kimi vekillerden bile daha militanca desteklemektedir. Bu yüzden de referandumda “evetçiler”in daha birlik bütünlük içinde davranmaları, tek bir merkezden yönetilen bir kampanya yapmaları söz konusudur. Dahası kampanyanın ilk iki haftası da göstermiştir ki; anayasa değişikliğinin asıl “proje sahibi” olduğu gibi, “evet” kampanyasını asıl lideri de Erdoğan’dır. AKP ve MHP dolgu maddesi olarak kullanılmaktadır. Bu yüzden AKP ve MHP’nin ona bakarak, ona ayak uydurmaya çalışarak kampanyaya katılacakları anlaşılmaktadır!

Hayır cephesinde ise CHP’den BBP’ye, Emek Partisi’nden Vatan Partisi’ne HDP’den MHP muhalefetine, Alevi örgütlerinden çeşitli sendikal merkezlere, değişik, olağan koşullarda bir araya gelmesine tanık olunamayacak siyasi ve toplumsal kesimlerin temsilcilerini kapsayan çok geniş bir kesim vardır. Ancak bu kesimler hayır kampanyasına ortak talepler etrafında, bir merkez oluşturup, ortak eylemler yapacak bir organizasyona sahip değildir. Tersine, belki ortak noktaları “tek adam yönetimine hayır” dedikleri tek taleptir ama “tek adam yönetimi”nden bile herkesin anladığı farklıdır. Başka bir söyleyişle bu kesimlerin her birinin “hayır” gerekçesi ya da “hayır” derken beklentileri birbirinden tamamen farklıdır. Bu yüzden de geniş bir yelpazeye sahip olan hayır cephesinin ortak bir merkezi koordinasyonu olmadığı gibi ortak bir kampanya stratejisi yoktur. Belki yerellerde bazı partiler, sendika ya da diğer örgütler elbette ortak çalışmalar da yaparlar, en azından ortak bazı kitle etkinlikleri, miting, konser ve benzeri gösteriler yapabilirler ama o kadar!

Kısacası bu cephe; sadece hayır demekte birleşebilen ama ülkenin iç ve dış politikası emek mücadelesi ya da akla gelebilecek her mücadele alanında birbirine karşı da mücadele eden parti ve çevrelerden oluşmaktadır.

Örneğin MHP muhalefeti (“Türk milliyetçileri hayır diyor” platformu) “tek adam yönetimine hayır” demektedir ama Kürt sorununun terörle mücadele kapsamında görülmesi, Suriye politikası, AB ile ilişkiler vb. konularda AKP ile paraleldir. Ya da CHP, HDP ile yan yana görünmemek için olmadık bahaneler öne sürerken onunla “tek adam diktatörlüğüne hayır” demekte birleşmektedir. Hemen başlıca politikalarında Erdoğan’la aynı çizgide olan Vatan Partisi, referandum konusunda “hayır” cephesiyle ortak tutum almaktadır.

Elbette ki aynı tarafta yer alan çevrelerin ortak bir stratejisi ve pek çok konuda birlik içinde olmaları ilk bakışta iyi görünebilir. Ve herkesin kendince “hayır” dediği bir cephenin ayrı ayrı hareket etmesi bir dezavantaj gibi görünse de içinden geçilen koşullar dikkate alındığında, böylesi geniş bir “hayır” cephesinin oluşmasında ortak bir merkez ve saptanmış kimi “birlik ilkeleri”nin olmaması bir avantajdır da. Bu avantajı iyi değerlendirmek ve herkesin kendi “hayır” gerekçesine saygı göstererek, kendi “hayır”ı için çalışması çok ideal bir birlik biçimi olarak ortaya çıkmıştır. Her birlik için olmadık koşullar dayatma ve herkesi kendi doğrularında birleşmeye zorlama geleneğinin olduğu bir ülkede bu gelişme, belki gelecekteki benzer pek çok durum için de “ortak mücadele” ve “birlik tarzı” anlayışı bakımından öğretici olacaktır.
Bu yüzden ve başka eklenebilecek nedenlerledir ki, “hayır” cephesinde herkesin “HAYIR”ı kendisinedir!

TEORİ VE EYLEM’İN ‘HAYIR’ININ İÇERİĞİ NEDİR?

Elbette burada, “Herkesin ‘hayır’ı kendisineyse, Teori ve Eylem için ‘hayır’ın anlamı nedir; Teori ve Eylem ‘hayır’ derken nelere ‘hayır’ demektedir” sorusu gündeme gelmektedir.

Ama soruya yanıt vermeden belirtelim ki, bu soruya verilecek yanıt, sadece retorik konusu olmayıp, yapılacak çalışmanın içeriğini, yani yığınlar içinde “niçin hayır denmesi” gerektiğine dair yapılacak aydınlatmanın içeriğini de belirlemektedir. Bu yüzden de bu referandumda sonuç alıcı olacak olan, elbette “hayır”ın sandıktan önde çıkmasıdır. Ama daha kalıcı olacak olan da niçin hayır dendiğine verilecek yanıttır. Çünkü iki aylık bir mücadele dönemi olan referandum süreci, sandıktan hayır ya da evet çıkmasından bağımsız olarak, bu süreçte, işçi sınıfının emekçilerin bilinçlerinin ne kadar değiştiği, özgürlük ve demokrasi mücadelesinin ne kazandığı ile değerlendirilmelidir. Bu nedenlerledir ki, Teori ve Eylem, referandumu, sadece bir oylama süreci olarak değil sınıf mücadelesinin, özgürlük ve demokrasi mücadelesinin; laik ve demokratik Türkiye mücadelesinin bir alanı, Türkiye’yi Ortaçağ koşullarına sürüklemek isteyen güçlerle bir hesaplaşma olarak görmektedir. Ve çalışmanın içeriğinin de buna uygun olmasını savunmaktadır.

Öyleyse soruyu soralım: Teori ve Elem niçin hayır diyor?

Hayır deme gerekçelerimizi şöyle sıralayabiliriz:

18 maddelik anayasa değişikliğine hayır: Bütün yetkilerin, yargının, yasamanın yürütmenin tek adamın elinde toplanmasına, çok partililiğin fiiliyatta tek parti sistemine dönüştürülmesine, devletin partizanlaştırılması ve partinin devlet kurumlarıyla aynılaşmasına, kısacası “tek parti ve tek adam yönetimine” hayır diyoruz. Eğer referandumdan hayır çıkarsa, Türkiye’nin halkları, tek parti tek adam yönetimini anayasalaştıran anayasa değişikliğini reddetmiş olacak. “Hayır”ın bu dolaysız hedefleri kendi başına çok önemlidir. Ama bunların ötesinde de “hayır”ın tüm siyaset sahnesini, hatta emek mücadelesini belirleyecek sonuçları olacaktır. Ki, bunları da şöyle belirtebiliriz:

Fiili başkanlık sistemine hayır: Anayasa değişikliğinin MHP ve AKP koalisyonu tarafından dayatıldığı, bu dayatmanın aynı zamanda dışarda ve içerde savaş politikasını sürdürme; ülkeyi Terörle Mücadele Yasası, OHAL, KHK’lerle yönetme tutumuyla birleştiği; Kürt sorunun çözümünün “askeri çözüme” bağlandığı; üniversitelerin, Mili Eğitim’in “dindar nesiller yetiştirme” amacına uygun biçimde laik-demokratik eğitim birikimini temsil eden kadrolarının açıkça tasfiyeye yönelindiği; kamu emekçilerinin iş güvencesinin fiilen kaldırıldığı ve resmen de kaldırılacağının ilan edildiği; grevlerin yasaklanmasının rutin hükümet tutumu haline getirildiği; cihadist gruplarla işbirliği ve ideolojik yakınlığın bir iç ve dış politika dayanağı haline geldiği; bütün bunların ötesinde ülkenin fiili başkanlık sistemiyle yönetildiği koşullarda yapıldığı dikkate alındığında 16 Nisan’daki referandumda hayır demek, bütün bu politikalara ve böyle yönetilmeye de hayır demek olacaktır.

Korkuyla yönetilmeye ve halk iradesi istismarcılığına hayır: Referandumda hayır demek; 7 Haziran Seçimi’nin sonuçlarını tanımayan ve 1 Kasım Seçimi’nde ise “Biz kazanmazsak ‘beyaz toroslar’ sokaklara inecek” diye halkın sırtına silah dayayarak sonuç almayı amaçlayan, “referandumda ‘hayır’ çıkarsa iç savaşa hazır olun” diyen ve halk iradesini, seçimi, sadece kendi işine geldiğinde tanıyan irade istismarcılığına hayır anlamına gelecektir.

Popülizme hayır: 16 Nisan referandumunda “hayır” demek; halkın işsizlik, yoksulluk gelecek güvencesizliği gibi çaresizliklerini ve kutsal gördüğü değerleri şovenizm, dincilik-mezhepçilik üstünden istismar eden, istismarı idamı geri getirmeyi savunmaya kadar götüren keyfiyete; alçak gönüllülük görünümü altındaki aşırı kibirliliğe, hamasete; toplumun en geri duygularını “milli ve yerli” lafını ağzından düşürmeden istismar eden ama insanlığın ileri değerlerini sürekli reddeden tutuma; popülizme, hayır demek olacaktır.

AKP-MHP’nin oluşturduğu külte hayır: Kuşkusuz ki 16 Nisan’da hayır demek; sadece “tek adam yönetimi” için Anayasa değişikliği dayatan MHP-AKP koalisyonunun ve arkasındaki güçlerin politikalarına, ülke yönetiminin elinde tutmak için geliştirdikleri planlarına, yönetim tarzlarına hayır demekten ibaret olmayacaktır. Daha da önemlisi, ülkedeki emekçi sınıflar üstünde oluşturdukları AKP-MHP kültünün, işçi sınıfı ve emekçilerin emek mücadelesi ve ilerici demokrat güçlerin demokrasi ve özgürlük mücadelesi üzerindeki ideolojik kabuğun parçalanması için de son derce elverişli bir ortam oluşturacaktır. Çünkü 16 Nisan’da “hayır” demek, AKP-MHP şahsında temsil edilen ideolojik kültün ve siyasi erkin ayağının altındaki “turkuvaz” halıyı çekmek anlamına gelecektir. Bu bir yandan MHP içinde daha bugünden ortaya çıkan ayrışmayı yoğunlaştıracak, öte yandan da AKP içinde uzun zamandır küçük çatlaklara sebep olan fay hatlarının kırılmalara yol açacak kadar derinleşmesinin imkânını artıracaktır. Daha da önemlisi yığınlar üstünde oluşan kültün kırılmasıyla, geniş emekçi yığınların, kendi talepleri etrafında bir sınıf olarak davranmaları ve yeni bir siyasi yönelişe geçebilmelerinin önündeki engeller bir ölçüde etkisizleşecektir. Dolayısıyla 16 Nisan referandumunun, 7 Haziran Seçimi sürecinde ortaya çıkan geniş halk yığınlarının AKP kültünden kurtularak, yeni bir siyasi hatta geçmeleri için uygun bir zemin oluşturmasına benzer bir ortamı yaratacağını söylemek yanlış olmaz.

***

Kuşkusuz ki ne 16 Nisan günü “hayır” çıktığında bütün bu yukarında sözü edilen imkanlar bir anda gerçeğe dönüşecektir ne de Türkiye’nin halkları ve işçi sınıfı ülkenin makus talihini değiştirme yolunda birleşip harekete geçeceklerdir. Tersine bunların her biri uzun ve çetin mücadelelerin eseri olacaktır. Ama burada söylenenlerin gerçek olması için gerekli zemin açılacak ve ilerici demokrat güçlerin bu değişim için bir araya gelmesi gereken sınıfı ve öteki toplumsal güçleri bir araya getirme imkanları olağanüstü büyüyecektir.

Yine, Erdoğan-AKP-MHP üçlüsünün oluşturduğu koalisyon da, eğer 16 Nisan’da “hayır” çıkarsa, bir anda bütün gücünü ve elindeki devasa imkanları kaybedecek değildir. Dahası mağlubiyeti; dolayısıyla referandum sonucunu bile gönül rızasıyla kabul etmeyeceklerdir. Başbakanın, “Sonuçta evet de çıksa hayır da çıksa kabulümüzdür” gibi söylemleri tamamen protokol icabıdır! Daha beklenir olan, 7 Haziran’da olduğu gibi, sonucu kabul etmeyerek “erken seçim” ya da başka siyasi manevralar için ellerindeki gücü kullanmalarıdır. “İç savaşa hazır olun” çağrıları boşuna değildir. Bu yüzden “evet” cephesinden asıl beklenen elindeki her imkanla yıkılanı, çökeni yeniden inşa etmek ve elindekileri kaybetmemek için bugünkünden bile on kat büyük bir dirençle karşı durmak için her imkanı kullanmalarıdır.

Ama gidişatı belirleyecek olan, sadece elindeki güçler ne kadar büyük olursa olsun iktidarı elinde tutanlar olmayacak, aynı zamanda barış, demokrasi ve özgürlük isteyen ve ”hayır” etrafında birleşen güçlerin mücadelesinin kazanacağı boyut, dolayısıyla “evet” güçleriyle “hayır” güçleri arasındaki mücadeledir.

Kısacası gerek referandum sürecindeki provokasyonların önlenmesi gerekse referandumda “hayır” çıkması durumunda “hayır”la elde edilen mevzilerin korunması ve ilerletilmesinin şartı, sinmek, boyun eğmek değil “hayır” güçlerinin mücadelesi olacaktır.

[1] Uzunca bir zamandan beri bu tartışma “başkanlık sistemi” adlandırması olarak sürdürüldü. Sonra Erdoğan, bir yandan milliyetçi çevreleri ikna etmek ama daha çok da rahatsız olduğu demokratik normları reddetmek, kafasına göre antidemokratik, “yerli ve milli” normlar dayatmak için “Türk usulü başkanlık sistemi” ismini kullandı. Ama AKP, MHP’nin söylediklerini dikkate alıyormuş gibi görünmek için, muhtemelen de MHP’nin önerisiyle, “tek adam tek parti yönetimi”ni “Cumhurbaşkanlığı yönetim sistemi” olarak adlandırdı. Adının değiştirilmesi bu sistemin “tek adam tek parti yönetimi” olma özelliğini değiştirmedi. Yani en baştan itibaren Erdoğan’ın projesi ve hayali olan, AKP ideologlarının geliştirdiği, “sultan” yetkilerinde bir “tek parti tek adam yönetimi” bugün “Cumhurbaşkanlığı yönetim sistemi” adıyla karşımızdadır. Adının şu ya da bu olması bu gerçeği değiştirmemektedir. Bu yüzden de bugüne kadar “başkanlık sistemi ile ilgili yapılan eleştiriler bugün de doğruluğunu korumaktadır. Özellikle de anayasa değişikliğinin maddelere dökülmesiyle bu amaç, bütün çıplaklığı ile ortaya çıkmıştır. Bundan böyle kendisine kişisel diktatörlük için referans arayanlar için “Türk usulü cumhurbaşkanlığı sistemi” örnek olabilecek mahiyettedir. Tabii referandumda tarihin çöp sepetine atılarak, diktatörlük heveslerine bir tokat atılamazsa!

[2] HAK-PAR, PAK, PSK, T-KDP, PDK-Bakur gibi Kürdistani partiler, “Bu anayasada Kürtlerle ilgili bir şey yok o zaman niye ‘evet’ ya da ‘hayır’ diyelim” gibi apolitik bir gerekçeyle “boykot” eğilimindedir.