Fulya Alikoç

Dünya kadınları bu yılki 8 Mart’ı kendi mücadele tarihlerinin tekerleğine, şimdiye kadar kat ettikleri yolun aksine yönde yüklenen topyekün bir baskı ve saldırı dalgasıyla karşılıyor. Tekerleğin öbür tarafında, onu geriye doğru döndürmeye yönelik kuvvet, farklı sınıflardan kadınların hayatında farklı görünümlere sahip olsa da meselenin özünde yatan olgu ve bunun yarattığı tehlike ortak: Kadınların toplumsal üretimde oynadıkları rol ile üstyapıda edinebildikleri konum arasındaki çelişki hızla derinleşiyor ve kadınlar farklı coğrafyalarda şu ya da bu düzeyde kazandıkları ne varsa kaybetme riskiyle her geçen gün daha fazla yüzleşiyor.

Afrika ve Ortadoğu’nun çeşitli bölgelerinde asıp keserek ilerledikleri topraklar üzerinde ilkel köle pazarlarını yeniden dünya sahnesine çıkaran cihadist terör çeteleri formunda silueti beliren bir heyula, sömürünün liberalizmin demokrasisinin konforuyla perdelendiği Batı’da ete kemiğe bürünüyor. Trump gibi nobran bir figürün kimilerine göre “sürpriz” bir şekilde başkan seçildiği ABD’de, ikilemin giderek daha çok aşırı-sağcı ve sağcılar arasında yaşandığı Batı Avrupa ülkelerinde, sol liberal ve aydın çevrelerinde tarihte bir kez daha “akıl tutulması” yaşanıyor. Bir yandan, bu noktaya nasıl gelindiğine anlam verme çabasıyla birlikte, tekerleğin öte yanında güçlenen kuvveti nötralize etme potansiyeli taşıyan karşı bir kuvvet biriktirecek ve gidişatı tersine çevirecek birlik arayışları sürüyor. Öte yandan, bir zamanlar Avrupa’yı korkutan hayaletin son kalıntılarını def etmenin verdiği coşkuyla “Yeni Dünya Düzeni”, “küreselleşme” müjdeleri veren, çok geçmeden savaşsız dünya vaadini “medeniyetler çatışması” söylemlerine kıvıranlar, tekeller ve bunların denetimi altındaki uluslararası kurumlar 2008 krizinin yarattığı yıkıcı etkilere karşı aralarında kızışan rekabet yüzünden kuyrukları birbirine dolaşmadan bütünlüklü liberal bir yeniden yapılanma planı geliştirebilmiş değil. Büyüme hedeflerini küçültmek zorunda kalıyorlar, emperyalist birlikler çözülme tehdidiyle her geçen gün daha fazla yüzleşirken, silahlanmaya ayrılan bütçeler gün geçtikçe artıyor.

Yeni liberal politikaların ve söylemlerin çöküş aşamasına geçtiği süreçte, şoven, gerici, ırkçı ve muhafazakar partiler; içeriye hızlı bir mali sermaye ihracının yaşandığı, bunun bir sonucu olarak kapitalistleşme sürecinin hızlandığı, ucuz emek gücü avantajının yanına tüm sınırlılıklarıyla birlikte düşük teknolojili ürünlerden orta teknolojili ürünlerin imalatına ivme kazandırmak suretiyle emek üretkenliğinin artırılmaya çalışıldığı, terörcü yöntemlere başvurmak pahasına pazar payını artırma hırsının arttığı; tüm bunların emekçiler nezdindeki karşılığının esnekleşme ve giderek tam bir güvencesizleşme olduğu ve işçi sınıflarının bilinçli, emekçi halkların örgütlü bir mücadeleden ziyade, birkaç örnek dışında, huzursuzluk düzeyinde kalan tepkiler geliştirebildiği ülkelerde güç biriktirdiler. Türkiye’de AKP’nin iktidara geldiği günden bu yana biriktirdiği güçle, özellikle de 15 Temmuz darbesinin bahşettiği lütufları dayanak yaparak hedeflediği kırılma, anayasa değişiklinde evet çıkarsa kurulacak “Tek Adam Tek Parti Diktatörlüğü” ile başarıyla ulaşmış olacak. Gericiliğin tırmandığı tüm ülkelerde olduğu gibi, Türkiye’de de belirleyici olan işçi sınıfının çoğunluğunu gerici şoven unsurların mı, yoksa bu kırılmanın seyrini “ileriye ve iyiye doğru” döndürecek farklı düzey ve düzlemlerde ittifaklar kurmayı başaran ilerici birliklerin mi kazanacağıdır.

“Tek Adam Tek Parti Diktatörlüğü”nün ılımlı görünümlü inşa sürecinden dinci-muhafazakar notalarla otoriterleşen her aşamasında kadın düşmanı politikalara karşı bazen güçlü bazen yetersiz de olsa az çok istikrarlı bir mücadele vermiş, farklı sınıflardan, ezilen ulus, mezhep ve inançlardan kadınlar, çoktan saflarını belirtmiş, yerellerde oluşturduğu platformlarda hayır kampanyalarına başlamış durumda. Öte yandan, şimdiye dek AKP’ye oy vermiş, dini ideolojinin etkisi ve baskısı altında olan milyonlarca kadın ya evet deme eğiliminde ya da samimi bir kararsızlık yaşıyor. Nitekim anketler, kadınların Türkiye ortalamasının 13 puan altında bir oranla (%39,8) evet deme eğiliminde olduğunu gösteriyor. Her bakımdan kritik bir yıl olan 2017’de kadın mücadelesinin temel gündemi milyonlarca emekçi kadını, siyaseten Erdoğan-AKP şahsında merkezileşen tekelci gericiliğin mi, yoksa inşa edilmek istenen faşist rejime hayır diyen kadınların mı kazanacağı. Şüphesiz ki bu, her şeyden dil ve üslubun “hayır mahallesi”nden çıkıp “evet mahallesi”ne gitmeyi ve bir anlamda “evet/hayır” kutuplaşmasını kırmayı zorunlu kılıyor. 15 yıllık AKP iktidarlarının kadınların içerisinde bulunduğu hangi maddi koşulları istismar edip kendisine yedeklediğini anlamayı, sömürü ve baskının en ayyuka çıkan, en kışkırtıcı somut görünümlerini isabetli tespit etmeyi, buradan somutlaşan talepler ile Erdoğan-AKP’nin yürüttüğü politikalar arasındaki derin çelişkinin politik teşhirini örgütlemeyi ve nihayetinde bu türden bir çalışma etrafında güç biriktirerek geniş bir birlik geliştirmeyi zorunlu kılıyor.

EMEKÇİ KADINLARIN DURUMU

AKP’nin emekçi kadınları kendi kitle tabanı haline getirmesinin çeşitli zeminlerine değinmeden önce, ezilen cinsiyet sorununu kapitalizmin sorunu haline getiren maddi koşulları hatırlamakta fayda var. Kapitalizm, modern sanayinin gelişmesiyle birlikte, kadınları kitleler halinde toplumsal üretimin temel karakteristiğini belirleyen meta üretiminin içerisine çekti. Diğer bir ifadeyle, kadınlar, üretim ilişkileriyle çelişki içerisindeki üretici güçlerin temel unsuru, işçi sınıfının “eşit” bir parçası haline geldiler. Ancak sömürülen sınıf olma statüsündeki bu “eşitlik”, “eşit işe eşit ücret” talebinin de temelini oluşturduğu üzere, kadınların ucuz emeği giderek bütün sınıfın da ücretlerini baskılamanın bir payandası oldu. Bununla birlikte, kapitalizm, kendinden önceki toplumlardan ataerkil aileyi devralırken özel bir meta olan emek gücünün yeniden üretiminin tüm yükünü kadınlara yıkmanın bir aracı haline getirdi; kadınların emek gücünün yeniden üretiminde harcadıkları emek “değersiz”, “karşılıksız” kaldı. Yani, tarihte ilk defa iki cinsiyet arasındaki eşitliğin maddi koşulları doğmuş, ama bununla birlikte alt ve üst yapıdaki eşitsizlik bir çelişki doğurmuş oldu. Kadınlar, üretici güçlerin saflarına katıldıklarından bu yana kapitalizmde ezilen cinsiyet sorununun özünü ifade eden bu çelişki hiç değişmedi, kapitalist toplumun temel özelliklerinden biri olmaya devam etti.

AKP’nin özellikle emekçi kadın kitleleri içerisinde taban yaratabilmesinin koşullarını da bu çelişkinin 2000’li yıllardan bugüne aldığı görünümler üzerinden okumak gerekir. AKP’nin ilk kez iktidara gelmesinin arifesinde, Türkiye, hala üretim araçlarının üretimi bakımından dışa bağımlı olmakla karakterize bir kapitalist gelişme düzeyinde, buna bağlı olarak düşük teknolojiye dayalı, yani emek üretkenliğinin kapitalistlerin rekabet etmesine elverişli bir düzeyde olmadığı bir ülke tablosu çiziyordu. Dolayısıyla üretim daha çok emek yoğun, rekabet düşük ücretlere dayanarak devam ediyordu. 2000 yılında sanayi istihdamının %13’ünü oluşturan kadınların en önemli sorunları düşük ücretler ve emek yoğun sektörlerde yoğunlaştıkları düşünüldüğünde uzun iş günüydü denebilir. Buna bugün aldığı devasa boyut kadar olmasa da yaygınlaşan kayıt dışı çalışmanın bir sonucu olarak güvencesizleşme de eklenmelidir.

Kadın istihdamının en yoğun olduğu tarımda ise devlet desteğinin azalması, istihdamı da garanti altına alan kamu işletmelerinin özelleştirilmesi, dolayısıyla tarım sektörünün üretimde azalan payı bu alandaki kadın istihdamında dramatik bir düşüşle sonuçlandı. Rakamlarla ifade edecek olursak, 2000 yılında tarımdaki kadın istihdam oranı %60’ken, 2014 yılına gelindiğinde bu oran neredeyse yarıya inmiş ve %33 olarak kaydedilmiştir.[1] Zaten birçoğu ücretsiz aile işçiliği yapan milyonlarca kadın tarım dışına itilmiştir. Buna karşılık, sanayindeki oranı 2010’lu yıllarda hala %16-17 düzeylerinde seyretmektedir. Yani tarım dışına itilen kadınların sayısı milyonlarla ifade edilirken, sanayinde istihdama giren kadınların sayısını ancak on binlerle ifade edilebilir durumda. Bu devasa açık üç olguyla açıklanabilir. Her şeyden önce yüzbinlerce kadının işsizleştiği söylenmeli. Buna bağlı olarak, kadınlar giderek büyüyen kayıt dışı istihdama katılmıştır. Nitekim, Çalışma Bakanlığı 2014 verilerine göre çalışan kadınların %54’ü kayıt dışıdır. Üçüncüsü, tarım dışı kalan kadınların azımsanmayacak bir bölümü hizmet sektörüne kaymıştır; 2000 yılında çalışan 100 kadından 26’sı, 2014 yılında ise çalışan 100 kadından 61’i hizmetlerde çalışmaktadır.[2]

Bu dramatik ve çok boyutlu dönüşümlerin altında, AKP’li yılları da başından sonuna karakterize eden şey ise mali sermaye ihracının hız kazanması, buna bağlı olarak çokça dindar-muhafazakar olarak nitelenen yeni sermaye gruplarının palazlanmasıdır. İktidar çevresinde olmanın bir avantajı olan teşviklerle birlikte düşük ücretlerin kaymağını yiyip semiren yeni sanayiciler sermaye birikimi elde ettikleri sektörlerden enerji, iletişim gibi sektörlere de girme fırsatı bulmuş, rekabetin bir aktörü haline gelmişlerdir. 2008 kriziyle beliren keskin virajı alamayanlar alabilenler tarafından yutulmuş olsa da, rekabet sadece ucuz emek gücüne dayanarak sürdürülemez boyutlara ulaşmıştır. Ucuz emek havuzları saklı tutulmak, hatta baskılanabilir olduğu her yerde ücretleri baskılamaya devam etmek kaydıyla, TÜSİAD ve İstanbul Ticaret Odası düşük ücret avantajının yetmediğini, teknoloji yoğun ürünlere ihtiyaç olduğunu, emek üretkenliğini artırmak gerektiğine dair vurguları hatırlanmalı. Bir yandan, üniversitelerin sanayi ve işletmelere açılması, Ar-Ge departmanlarının, teknoparkların açılıp sermayenin denetimine verilmesi hayata geçirilirken, öte yandan hem ucuz emek havuzunun genişletilmesi hem de emek üretkenliğinin artırılmasının çalışma yaşamındaki formülü amansız bir esnekleşme olmuştur. Sermaye; orta ve yüksek teknolojili ürünlerin üretiminde, eğitim seviyesi düşük olduğundan istihdam edilmek ya da istihdamda kalabilmek için “yaşam boyu eğitim” almak zorunda olan, ihtiyaca göre istihdama kolayca girip çıkabilen, emek gücünün yeniden üretimini ev içi karşılıksız emeğiyle sermayenin sırtına yük olmadan garantileyebilen, yoksulluğu bir takım temel tüketim mallarını evde üreterek göğüsleyebilen; kısacası hem işçi hem işsiz, hem anne hem eş, hem sınıf annesi hem de hizmetli olabilen bir emekçi kadın ordusu yaratılması için iktidardaki ortağına kanun önerilerinde bulunmuştur. Meclisten geçen torbaları dolduran işte bu kanunlardır.

Özetleyecek olursak; kadınların toplumsal hayatın üretiminde oynadıkları rol harcadıkları emek oranında muazzam bir artış göstermiştir. Bunun zorunlu sonucu olarak, kadınların eşitlik talebinin maddi dayanakları hiç olmadığı kadar genişlemiştir. Buna karşılık, esnek ve kayıt dışı istihdamın en ilkel biçimlerinde konumlanışlarıyla yaşadıkları pratik, insan varlığı için maddi manevi en tüketici sömürü biçimlerine maruz kalmalarıdır. Kadınlar topluma her şeylerini sunan ama toplumdan hiçbir şey alamayan bir duruma itilmiştir.

MUHAFAZAKARLAŞMANIN ÇELİŞKİYİ DERİNLEŞTİREN KARAKTERİ

Din propagandasının yaygınlaştırılması, yaşamın her alanının (eğitim, sağlık, aile, yerel yönetimler) İslam ideolojisi uyarınca yeniden tasarlanması, kadının cinselliği ve doğurganlığı üzerinde artan denetim; kadınların kamusal hayatta, politikada, giderek mahallede ve sokakta yaşadığı baskı ve şiddeti hızla artırmıştır. Bu da yukarıda kapitalizmin her aşaması için geçerli olduğunu söylediğimiz ve tekelci kapitalizmle ve onun bugünkü siyasi temsilcisi olan AKP politikalarıyla aldığı boyutu ortaya koyduğumuz çelişkiyi ciddi oranda derinleşmiştir.

Öte yandan, AKP’nin tüm bu politikaların yegane uygulayıcısı konumundayken emekçi kadınlardan aldığı destek açıklanmaya muhtaç görünebilir. Burada birkaç olguyu açmakta yarar var. Birincisi, kadın istihdamında bahsettiğimiz dönüşümlerin en yakıcı sonucu olan işsizlik ve buna bağlı olarak yoksullaşma emekçi kadınların önündeki terazinin bir kefesinde duruyor. Teraziyi tümden yıkacak ya da en azından burjuvaziyi taviz vermeye zorlayacak bir mücadelenin örgütlenememiş olması, kadınları ister istemez tüm kurumları (Özel İstihdam Büroları) ve tüm biçimleriyle (yarı zamanlı çalışma, ev eksenli çalışma, uzaktan çalışma, çağrı üzerine çalışma) terazinin öbür kesesinde duran esnek çalışmaya itiyor. İkincisi, emek gücünün yeniden üretiminin hizmetine koşulan kadının her geçen gün daha da zorlaşan ev içi bakım emeğinin “değersizliği” çeşitli sosyal yardımlarla (engelli, yaşlı, hastalar için verilen evde bakım maaşı, büyükanne maaşı, vb) sübvanse edilmeye çalışılıyor; kadınlara, şimdiye dek hiç itibar görmeyen emeklerinin “değer” gördüğü yanılgısı yaşatılıyor. Bunların tekelci sermayenin çıkarlarına uyarlanmış bir din propagandasıyla birlikte hayata geçirildiğini akılda tutarak, bir o kadar önemli üçüncü bir olguya değinelim: AKP, tüm bu politikaların adresine ulaşması için mahalle mahalle örgütlenen kadın kollarını seferber ediyor. Nesnel bakımdan olanakları gelişen ama emekçiler nezdinde bir olanak olarak görülmeyen sınıf mücadelesi, adresine ulaşan politikaların yarattığı “sınıf atlama” ya da “statü yükseltme” yanılsamasıyla gölgelenirken, kadınlar içine itildikleri yoğun değersizlik ve yalnızlık duygusunu “yardım alma”, “gezilerde, mevlitlerde ve mahalle toplantılarında sosyalleşme”, “evde işsiz oturacağına bir işe yarama” olanaklarıyla sağaltmaya çalışılıyor.[3] “Yetersizlikleri”, “cahillikleri”, “yaradılışları-fıtratları” gereği zaten topyekün toplumsal bir dönüşümün parçası olamayacağını hisseden kadınlar, kendi yerelliklerinde yaşadıkları mikro değişimlere tutunma eğilimi gösteriyor, ihtiyacını duyuyor. Kadınları muazzam bir sömürü cehennemine sokan AKP, manevi durumlarını istismar etmek üzere her yola başvuruyor.

SINIRLAR, OLANAKLAR VE MÜCADELE

Ne var ki tüm bunlar, emekçi kadın kitlelerinin sarsılmaz bir şekilde AKP saflarında yedeklendiği anlamına gelmiyor. Bunu hem AKP’nin politikalarının zorunlu sınır(lılık)ları hem de sınıflar mücadelesinin nesnel olanakları belirliyor. OHAL koşullarında artan işsizlik, şiddet ve üst üste patlak veren çocuk istismarı vakaları kadınların rezervlerinin başlıca konularını oluşturuyor. Kendisini Erdoğan’ın iktidarıyla özdeşleştirerek güçlü hisseden[4] ve/veya AKP ile pragmatik bir ilişki içerisinde giren, bu durumu seçimlerde sandığa yansıtan kadınlar, OHAL döneminin yarattığı çekincelerle “Tek Adam Rejimi”ne mesafe koyuyor. Kadınlar arasındaki Erdoğan-AKP fanatizmi yerini giderek “alternatifsizlik” kaygısına bırakıyor.[5] Ayrıca, yine OHAL koşullarında Gelir Vergisi Kanununda yapılan değişiklikle işverenlere yarı zamanlı çalışmada çalışılacak zaman aralığının işyerinin geleneklerine göre belirleme yetkisinin verilmesi kadınlar için sadece aile yaşamının, sokağın ve ülkenin değil aynı zamanda işyerinin de terörize edileceğine işaret ediyor. Tarihin en terörcü yönetim biçimlerinin dahi sınıflar mücadelesinin nesnel olanaklarıyla sınırlı olduğunu unutmamak gerek.

Çelişkinin gelip dayandığı bir diğer sınır ise liberal demokrasiye ait. Anayasa değişikliğiyle gündeme gelen meclis tartışmalarında sol liberal aydınlar ve sosyal demokratlar, yasama-yürütme-yargı ayrılığına dayanan burjuva parlamentarizmini, demokrasinin kaybedilmesi teklif dahi edilemez bir kalesiymişçesine argümanlar geliştiriyor, politik söylemlerinin merkezine bu savunuyu koyuyor. Devlet-(sivil)toplum ikiliğine dayanan liberal demokrasinin emekçiler ve özel olarak emekçi kadınlar nezdindeki itibarsız karşılığı düşünüldüğünde, aslında kaybedilecek tek kalenin devlet-(sivil)toplum ikiliğinde liberal demokrasinin edindiği konum olduğu anlaşılır. Nitekim, 20. yüzyılın ilk yarısında, dünyanın başına musallat olan heyula, liberalizmin dayandığı bu ikiliğin sınırlarını, yani devlet aygıtı ile emekçi kitleler arasındaki mesafenin çatışma düzeyine gelişini istismar ederek kitle tabanı bulabilmişti.[6]

AKP’nin “istikrar, istiklal, istikbal” için sandıktan tek adam iktidarının çıkması gerektiği propagandası, yasama-yürütme-yargı ayrılığının emekçilerin dertlerinin çözümündeki en büyük engel olarak göstermesi ve bunun ciddi bir karşılık bulmasının dayanakları bu sınırlarda yatıyor. Devlet ile toplum arasındaki ayrılığın temeli, devletin, işçi sınıfının ve emekçilerin kendi denetiminde değil, sınıflar mücadelesinde karşısında duran sınıfın, burjuvazinin denetiminde olmasındadır. Eğer geçmişte ve bugün, tek bir kişinin şahsında toplum-devlet-parti özdeşleşmesi bir karşılık buluyorsa, bu devlet ve iktidarın sınıflar mücadelesinin bir veçhesi olmasından kaynaklıdır.[7] Diğer bir deyişle, zaten sınıf olarak burjuvazi denetiminde olan ve dolayısıyla işçi sınıfına kapalı bir mekanizma olan devlet ve onun yasama organı olan meclisin var olan kısıtlı yetkilerinin de budanması, işlevine kast edilmesi, ondan soyutlanmış emekçi yığınlarının en geri bilincinde liberalizmin sandığı kadar aykırı bir durum olarak okunmamaktadır. Tam tersine, burjuva devletin bu karakterinden faydalanan AKP, parlamentarizmin devlet-toplum arasında bir “mesafe” yarattığı savına (ve gerçeğine) dayanarak, devlet ve toplum arasında kaynaşma özlemini istismar ederek, “millet iradesinin egemen kılınması için çift başlılık ortadan kalkmalı, sandıktan tek parti çıkmalıdır” söylemini kuruyor.

Ezilen ve ikincil cinsiyet konumunda olan kadınlar içinse bu “meclisin yabancısı olma” hali özel bir anlam ifade ediyor. Kapitalizmin ataerkil karakterinin somut bir görünümü olarak meclis erkek egemen bir alandır. Burjuva meclis, sadece işçi sınıfına ve dolayısıyla onun kadın yarısına değil, proletarya dışındaki kadınlara da kapılarını kapatır. Türkiye gibi muhafazakar ülkelerdeyse bu çok daha vahim bir tablo çizer. Nitekim, 1 Kasım seçimleri sonucunda şekillenen TBMM genel kurulundaki kadın vekil oranı %14,5. Mecliste en fazla kadın vekil sayısına sahip (%38) HDP dışarıda tutulduğunda bu oran %11,8’e kadar geriliyor. Yani, meclisin tehlike altında olması tek başına “bir kazanımın kaybedilmesi” huzursuzluğunu infial düzeyinde tetiklemiyor. Sonuç olarak, “tek adam tek parti yönetimi”nin bir “rejim” değişikliği, bir diktatörlük inşası olarak anlaşılması kendiliğinden gerçekleşmiyor. Değişimden huzursuz olan ama henüz AKP’nin etkisi altındaki kadınlar, kaygılarını en fazla “alternatifsizlik” düzeyinde açıklıyor.

Ne var ki, kendiliğindenliğin bu sınırı aynı zamanda bilinçli bir mücadelenin de olanaklarını ifade ediyor. Türkiye’de yakın dönemden sadece bir örnek bile bunu somutlar nitelikte. Kürtajın yasaklanmaya çalışıldığı dönem. Yoksulluk ve cinsel bilinç düzeyi düşünüldüğünde, AKP’ye destek veren milyonlarca emekçi kadının kürtaja en çok ihtiyaç duyan kesimi oluşturduğunu söyleyebiliriz. Dolayısıyla, kürtajın yasaklanması kadınların “merdiven altı kürtaj” yöntemlerine başvurması ve birçoğunun ölmesi anlamına geliyor. Bu gerçeğin yerellerde tartışılmasıyla formüle edilen “Kürtaj yasağı cinayettir” sloganı etrafında kümelenen emekçi kadınlarla, yasağı “ataerkinin kadın bedeni üzerindeki tahakkümü” olarak yorumlayan ve “Benim bedenim, benim kararım” sloganı etrafında harekete geçen feministler “Kürtaj yasağına hayır!” sloganında ortaklaşabilmişler ve hükümete geri adım attırabilmişlerdi. Bunun bir benzeri daha yakın bir dönemde, hem de baskıcı OHAL koşullarında yaşandı. Çocukların istismarcılarıyla evlendirilmesini öngören yasa tasarısının geri çekilmesi, kürtaj eylemlerindeki kitlesellik yakalamasa da, yine emekçi kadınlar ve feministlerin farklı saiklerle birleştiği ortak tepkisiyle mümkün oldu. Her iki örnekte de, parlamento dışı kılınan kadınlar, önce kendi özgün taleplerini ortaya koydular, sonra ortaklaştıkları bir talep etrafında birleşerek harekete geçip sokağa döküldüler ve yasaları geri çektirerek meclise “dışarıdan” müdahale etmiş oldular.

Bu müdahalenin olanağının, emekçi kadınlarla buluşulmadığı ölçüde sınırlılığa dönüştüğü bir örnek ele alalım: başörtüsü/türban tartışmaları. Türkiye kadın hareketi ve demokrasi güçleri, kadınların örtünmesi meselesinde ya “özgürlük” başlığı altında ele alarak bugünkü otoriterleşmenin akışına su taşıyan bir yere savruldu, ya da muhafazakarlaşmanın teşhirini tabanda yapmakta yetersiz kaldı. Yukarıda kurulan politik söylem tabanda dinci gerici propagandaya maruz kalan ve etkisi altında bulunan kadınlar içerisinde bir kitle çalışmasıyla buluşmadığı ölçüde, emekçi kadınların politik kutuplaşmanın karşı tarafında algılanmanın, “düşman” safında algılamanın önüne geçilemedi. Başka bir ifadeyle, başörtüsü/türban tartışmalarında merkezi düzeyde kurulan propaganda işyerlerinde ve emekçi semtlerinde istikrarlı bir laisizm tartışması ile birleşmediği oranda, tabanda bu kadınların kimliklerine ve varlıklarına hakaret olarak algılandı. İktidarın “Merve Kavakçı yarasını” kaşımasıyla bu sefer meclis, “içeriden” emekçi kadın kitlelerinin gericileşmeye yedeklenmesi işlevi gördü.

Buradan çıkarılacak en önemli sonuç, emekçi kadınların, parlamentarizmin güçler ayrılığı ilkesinin korunup parlamenter demokrasinin “mükemmelleştirilmesi” mücadelesine çekilmesi değil kuşkusuz; tam tersine, meclisten, geri adım attırılabilir bir alan olarak faydalanmak, eşitlik ve özgürlük talepleri etrafında örgütlenecek mücadelelerde burjuvaziden talepler koparmanın bir alanı olarak kullanmak. Ve bunu zorunlu kılan kesintisiz mücadelede güç biriktirdikçe, her talebi “devletten ataerkil bir devlet olmaya son vermesi talebine” bağlamak. Tersinden okunduğunda, bu talebin emekçi kadınların iktidara ilerleme programı olduğu görülecektir. Ne yazık ki, Türkiye’deki kadın hareketi bugün böylesi bir program tarif edememektedir.

Bunun için bugün yapılaması gereken, hayatın her alanında, hayatın oradaki ve o andaki pratiğiyle, diğer bir deyişle, ataerkil baskı ve istismarın ve kapitalizmle olan kopmaz bağının günlük somut görünümleriyle, cinsiyet eşitsizliği ve neoliberal politikalar arasındaki, muhafazakarlık ve kadına yönelik şiddet arasındaki, ataerkil aile ile kapitalist sömürü arasındaki kopmaz bağların politik teşhiridir. Regl kanı pantolona geçirilene kadar çalıştırılan kadına kadınlar için edep, ahlak kılavuzu dağıtan ulemanın ahlaksızlığını tartışmak, makine bandını “bu eller benim mi” diye sordurtacak kadar hızlı çalıştıran patrona, sahibi olduğu medya holdinginin gazetelerinde “çocuğunu evde bırakıp çalışan anne” haberlerinin hesabını sordurtmaktır; babaanne maaşı için başvuran 65 bin kadından biri olan ama maaşın verileceği 6 bin kadından biri olamayan ev işçisinden “3 çocuk doğur” diyen başbakan/cumhurbaşkanını “sevmeyi, anlamayı, empati kurmayı” bırakmasını talep etmektir; her gün kapısının önünden geçtiğimiz esnaftan çöp konteynırlarının yanı başında kız çocuklarının bedeninin pazarlandığı ikiyüzlü muhafazakarlığı görüp son vermesini istemektir.

Ancak böylesi bir politik teşhirle emekçi kadın kitleleri “tek parti tek adam rejimini”ni durdurma ve giderek geriletme mücadelesinin bir parçası haline gelebilir. Aksi halde, kurulmaya çalışılan “Tek Adam Diktatörlüğü”nün inşasının durdurulmadığı koşullarda, yani bugünkü faşizan eğilimlerin ve pratiklerin artık topyekün bir vücuda evrildiği koşullarda, kadınlar bugünkü mücadele olanaklarını da kaybedecek, örneğin kürtajın yasaklanması, çocukların tecavüzcüleri ile evlendirilmesi “bir gecelik” bir mesaiye bağlı olacaktır. Evet deme eğiliminde olan, kararsız emekçi kadınları kazanmak bu gerçeğin kavratılmasından geçiyor. Zira, kadınların “Tek Parti Tek Adam Diktatörlüğü”ne kaybedeceği çok şey olduğunu tarihteki “Tek Millet, Tek Ulus, Tek Lider”[8] diktatörlüklerine kaybettiklerinden öğrenmek mümkün; “Bir daha asla!” demek için çok sebep var.

[1] Bu dramatik düşüşte hala ölçülebilir veriler ışığında tam olarak açıklanamayan, ama niteliksel bir katkısının olduğunu söyleyebileceğimiz Suriyeli göçmen emeğinin etkisi akılda tutulmalı.

[2] Verilerin yararlanıldığı kaynak için bakınız: Melda Yaman ve Saniye Dedeoğlu (2016), Kapitalizm, Ataerkillik ve Kadın Emeği: Neoliberal ve Muhafazakar Dönem, İstanbul: SAV Yayınları

[3] Doğan, Sevinç (2016), Mahalledeki AKP, İstanbul: İletişim Yayınları

[4] Bu özdeşleştirme, özünde, gerek cinsiyet gerekse sınıf konumu bakımından bir yabancılaşmanın yadsınmasıdır.

[5] Ekmek ve Gül dergisinin şubat sayısında evet diyen kadınların söyledikleri bu bağlamda önemli veriler sunuyor.

[6] İtalyan faşizmi, Birinci Paylaşım Savaşı’nın yıkıcı sonuçlarını yaşayan işçileri kendi saflarına çekmeye çalışırken, faşist sendikaların örgütlendiği fabrikalarda toplum-devlet kaynaşmasını vaat eden “Güçlü Devlet” propagandası yapıyordu. İşçiler ile patronlar, emekçiler ile elitler arasındaki sorunları çözemeyen devletin “zayıflığına” işaret eden bu propaganda, aslında, faşizmin, proletarya ile burjuvaziyi uzlaştırma, daha doğru ifade edecek olursak, burjuvazinin varlığını tehlikeye atacak düzeyde bir patlamaya evrilebilir öfke biriktirmekte olan proletaryayı bir kez daha boyunduruk altına sokma işlevini yerine getirmesiydi.

[7] Bu yazının doğrudan konusu olmamakla birlikte, değinmekte fayda var ki, iktidar mücadelesini bir sınıflar mücadelesi olarak okumayan reformistler, “parti-devlet-toplum özdeşleşmesi” kavramının yarattığı sınırlılıkla, tekelci kapitalizmin terörcü diktatörlüğü olan Nazi Devleti ile yasa koyucu ile uygulayıcı arasındaki burjuva topluma özgü ayrılığı ortadan kaldırıp şekli değil gerçek bir demokrasi inşa eden bir işçi devleti olan SSCB’yi totaliterlikte eşitleyip bunun propagandasını yaygınlaştırdılar. Bunun, yarım yüzyıl sonra dahi yazının başında değindiğimiz “akıl tutulması”na varan tahrip edici sonuçları oldu.

[8] Hitler öndeliğindeki Nazi Partisinin sloganı.