Sinan Alçın

Ağustos ayında çıkartılan KHK ile kurulan Türkiye Varlık Fonu AŞ[1] ve geçtiğimiz ay özelleştirme kapsamındaki kamu şirketleri, arazi ve çeşitli varlıkların fona devri ekonomi gündeminde esaslı bir yer edindi. Yakın dönemde de bu ağırlığın devam etmesi olağandır. Varlık Fonu kavramı öz itibarıyla Bağımsızlık/Egemenlik Varlık Fonları (Sovereign Wealth Funds) örneğinden türüyor.

Dünya genelinde toplam portföy büyüklüklerinin 8 trilyon dolara ulaştığı tahmin edilen Varlık Fonlarının üç farklı kaynağa dayandığı görülüyor: Ödemeler dengesi fazlaları (Çin – G. Kore gibi) veya emeklilik fonları (ABD, Danimarka, Kanada gibi) ve doğal kaynak ve maden gelirleri (Katar, Norveç, Rusya gibi). Bu tip varlık fonları genel olarak devlet bütçesi dışında oluşturulan kredi-sermaye havuzunun, kapitalist devletin üretken sermaye alanında ortaya çıkan ya da çıkabilecek tıkanmalara müdahalesi için hazır tutulması esasına dayanıyor. Havuzun ne kadar derin ya da sığ olduğu tartışmayı kadük kılmaktadır. Dolayısıyla, Türkiye’deki varlık fonunun diğer pek çoklarının aksine varlığa değil borca dayanması konu ile ilgili önemli ancak başat problem alanı değildir. Elbette ki işçi sınıfı ve emekçileri ilk olarak, kurulmuş bulunan varlık fonu ile ilgili kendilerine ait varlıkların fona devri ilgilendirmektedir. OHAL döneminde yangından mal kaçırırcasına kamu şirketlerinin, arazi ve taşınmazların bir anda fona devredilmesi, fonun referandum ile fiiliyattan çıkartılıp anayasal görüntüye kavuşturulmaya çalışılan tek adam yönetiminin kasasına dönüşeceğinin göstergesidir. Bunu söylemek için fonun yönetim kurulunun bağımsızlıktan uzak, iktidar ile göbek bağı bulunan üyeler içermesi ve bir tür süper Anonim Şirket olarak her türlü kamu idari denetiminden azade tutulması örnek olarak verilebilir.

SÜPER ANONİM ŞİRKET

İktidar temsilcilerinin fon ile ilgili yaptığı açıklamalar dikkate alındığında uygulama düzeyinde fonun şu özelliklere sahip olması beklenebilir: Yabancı fonların ülkeye çekilmesi için fon koruma şemsiyesine sahip bir alan olarak gösterilecek, fona bağlı borçlanma senetleri ve tahviller ihraç edilerek fonun aktif büyüklüğü artırılmaya çalışılacak. Fon aracılığıyla iktidarın “mega proje” adını verdiği inşaat yatırımları için harcama yapılacak, başta körfez sermayesi olmak üzere bir süredir Ödemeler Bilançosu’nun Net Hata ve Noksan Kalemini şişiren yabancı fonlar için akacak alan yaratılacaktır. Kamu İhale Kanunu yoluyla satışı gerçekleştirilemeyen kamu şirketleri istenilen bedelle denetimden uzak biçimde satılabilecek.

TÜM KAYNAKLAR FONA!

Eli bu kadar güçlü tutulan fonun kaynakları ise ilgili KHK’de şöyle sıralanıyor:

  • – Özelleştirme Yüksek Kurulu tarafından; özelleştirme kapsam ve programında bulunan ve Türkiye Varlık Fonuna devrine karar verilen kuruluş ve varlıklar ile Özelleştirme Fonundan Türkiye Varlık Fonuna aktarılmasına karar verilen nakit fazlası,
  • – Kamu kurum ve kuruluşlarının tasarrufu altında bulunan ihtiyaç fazlası gelir, kaynak ve varlıklardan fona aktarılmasına karar verilenler,
  • – Türkiye Varlık Fonu tarafından yurtiçi ve yurtdışı sermaye ve para piyasalarından ilgili mevzuat kapsamında yer alan izin ve onaylar aranmaksızın sağlanan finansman ve kaynaklar,
  • – Para ve sermaye piyasaları dışında diğer yöntemlerle sağlanan finansman ve kaynaklar.

Fonun kaynak kapsamı düşünüldüğünde aslında devlet kontrolündeki gelirlerin neredeyse tamamının fona aktarılabileceği ortaya çıkıyor.

Devlet bütçesi kamu gelir ve giderlerine ilişkin öngörü ve bu öngörüleri gerçekleştirecek harcama ve gelir toplama (ağırlıklı olarak vergi) yetkisini yürütme organına vermektedir. Yürütme organı da yaptığı harcamalar ve topladığı gelirleri Kesin Hesap Kanun Tasarısı olarak meclise sunmakta ve Sayıştay raporlarıyla birlikte “hesabın kapanması” meclisin (yasama organı) onayına bırakılmaktadır. Son 6-7 yıldır fiilen işletilmeyen Sayıştay denetim raporlarının ve bütçe uygulamalarının Meclis denetimi süreci Varlık Fonu uygulamasıyla birlikte anlamını tamamen yitirmektedir. Devlet adına fon, devletin “icracı faaliyetlerini” kendi kaynaklarıyla denetimsiz biçimde yürütebilir duruma getirilmektedir.

Kaynaklar fona devrediliyor ama bu aynı zamanda devlet bütçesinde de gelirinin azalması anlamına geliyor. Çünkü fona devredilen şirketlerin gerek vergi gerekse iktisadi faaliyetlerinden doğan ticari kazançları devlet bütçesinin dışına çıkartılmış oluyor. Devlet bütçesindeki bu gedik AKP Koalisyonunun kurulduğu günden bu yana temel paradigmalarından biri olarak belirlediği “kamu mali disiplini” ilkesini de bir kenara attığını göstermektedir. Fon kamunun borçlanma ihtiyacını artıracak, böylelikle kamu harcamalarında fon ya da başka kaynaklardan borçlanma yoluna gidilecek, bu da kısa dönemde faiz oranları ve enflasyon üzerinde tetikleyici rol üstlenecektir.

TARİHTEN ÖĞRENMEMEK

Her derde deva, olası ekonomik “salvolara” karşı zırh görünümü verilen fonun benzerleri tarihin tozlu raflarına çoktan kaldırılmış durumda.

III. Selim’in padişahlığı sırasında 1793 yılında İrad-ı Cedid Hazinesi kurulmuş ve böylece Osmanlı devletinde tek ve merkezi hazine düşüncesinden ilk sapma ortaya çıkmıştır. Bunu Tersane Hazinesi ve Zahire Hazinesi izlemiştir. Sonraki dönemlerde de hazine sayısı artmaya devam etmiştir: Mukataat Hazinesi, Mansure Hazinesi, Redif Hazinesi, Darphane Hazinesi ve Maliye Hazinesi gibi. Hazinelerin çoğalması Osmanlı mali sistemini rahatlatmamış, tam tersine mali disiplini alt üst etmiştir. Hazine sayısının artmasının Osmanlı devlerinin çöküşünde özel bir yeri vardır. Çoklu hazine yapısına 1839 yılında son verilmiştir.[2]

Tarihteki bu başarısız deneyimlere ek olarak özellikle neo-liberal devlet anlayışının yerleştirilmeye çalışıldığı 24 Ocak – 12 Eylül eksenli ekonomi politikalarının da uğrak yeri olarak bütçe dışı fon uygulamasına rastlıyoruz. Özellikle finansal liberalizasyon ve devletin ekonomik yaşam içerisinde küçültülmesi hedefleri kapsamında kurulmuş olan Kamu Ortaklığı Fonu[3] (KOF) tam anlamıyla “kof” çıkmıştır. Söz konusu dönemde de şimdiki gibi “atılım projeleri” için devlet bütçesi kaynaklarının kullanımı fazlaca katı bulunmuş ve özerk bir harcama alanı oluşturulması hedeflenmişti. KOF ile altyapı projelerinin gelirlerine dayalı menkul kıymet çıkartarak söz konusu yatırımların finansmanı amaçlanıyordu. Bunlara Gelir Ortaklığı Senedi (GOS) adı veriliyordu. Yatırımcılar yeterli ilgi göstermeyince KOF olduğu gibi hazineye devredildi ve tozlu raftaki yerine kavuştu! Muhtemeldir ki, şimdi cilalanan Varlık Fonu da mali disiplinde delikler açtıktan sonra yok olup gidecektir.

VARLIĞIMIZ VARLIK FONUNA ARMAĞAN OLACAK MI?

AKP iktidarının tek adam iktidarına giden yolu inşa çabasında önemli bir basamak olarak şekillendirdiği Türkiye Varlık Fonu AŞ geniş halk kesimlerine ait çok sayıda işletmeyi yutmuş ve böylelikle gelecek nesillerin varlıklarına da el konulmuştur. Şimdi fonun idaresi birkaç kişinin eline bırakılmakta ve bir anlamda sınırsız sorumsuzluk ile toplumsal kaynakların yönetilmesi sağlanmaktadır. Fona aktarılan kaynaklarla bütçedeki gelir kalemleri azalırken bu ek yükün faturası da işçi sınıfı ve emekçilere daha fazla vergi olarak yansıtılacaktır.

Bugün fonun bir varlığa mı yoksa borca mı dayalı kurulduğundan çok, devletin kendine, paralel ama toplumsal denetimden uzaklaştırılmış bir harcama alanı oluşturmuş olması ciddi bir sorundur. Türkiye Varlık Fonu AŞ ülkenin bir tür anonim şirket gibi yönetilmesine kapı aralayacaktır. Fon işçi ve emekçilerin sadece bugünkü ekonomik varlıklarına (kamu şirketleri, çeşitli gayrimenkuller gibi) değil, geleceklerine de ipotek koymakta, bu ipotekle de içinde bulunulan darlık buhranına çözüm aranmaktadır.

[1] http://www2.tbmm.gov.tr/d26/1/1-0750.pdf

[2] Ziya Karamursal, Osmanlı Maliyesinde Bunalım ve Değişim Dönemi, Alan Yayıncılık, 1986.

[3] 29.02.1984 tarih ve 2983 sayılı Tasarrufların Teşviki ve Kamu Yatırımlarının Hızlandırılması Hakkında Kanun