Kadir Yalçın
Türkiye 16 Nisan’da referanduma gidiyor. Oylanacak olanın ne olduğunu henüz geniş kitleler bilmiyor. Hemen tüm medya aygıtını, üstüne geri kalan enformasyon araçlarını ya da camilere varıncaya kadar bu amaçla kullanılan/kullanılabilecek propaganda olanaklarını elinde bulunduran, Anayasayı ileriye değil, geriye –12 Eylül’e, hatta Osmanlı’ya, I. Meşrutiyet öncesine– doğru değiştirmek isteyenler neden/niçin değiştirmek istediklerini anlatıp açıklamıyorlar ya da doğrusu açıklamak işlerine gelmiyor. Sadece propaganda olanaklarını değil, devletin sair tüm olanaklarını da kullanıyor; kampanyalarını örtülü ödenekten finanse edip makam uçak ve arabalarıyla kolaylıkla ve bedava ulaştıkları yine devlet olanaklarıyla süslenip hazırlanmış mekanlarda OHAL yasakları sadece kendileri için kaldırılarak açılış/mitingler düzenliyor, ama ancak “negatif kampanya” yürütebiliyorlar. “Şundan”, “şu nedenle değiştirmek istiyoruz” diyemiyor ya da sanki şimdi kararları tek kişi almıyormuş gibi, “başkanlık”la bürokrasi aşılıp hızlı kararlar alınarak yatırımların hızlandırılacağı, “terör”le daha kararlı mücadele edilebileceği türünden ikna edici olmayan gerekçeler ileri sürülerek; “Hayır” kampanyası düzenleme olanağı ellerinden alınmış muarızları medyadan yararlanamaz ve OHAL yasaklarına takılır, kiraladıkları salonlar son anda kendilerine kapatılır, bildiri, afiş, hatta basın toplantısı türünden faaliyetleri bile polisin saldırısı uğrarken, bir de üstüne “gafiller”, “teröristler Hayır diyor, Hayırcılar terör bağlantılı” suçlamasına muhatap oluyorlar.
Arada kendilerini tutamayıp ağızlarından kaçırdıkları olmuyor değil. İtiraf niteliğinde oluyor, “bütün gücü tek kişide toplama” gerekçesini ifşa ediyorlar.
“Bütün gücü tek kişide toplamak”… “Gücü tekelde toplamak”.. “Tekelcilik”.. “Tekçilik”!
*
Zaten sorunun aslı bu. Zaten merkezileşmiş olan, merkezi bir yapıya sahip devlet yönetiminin, iktidarın merkezileştirilmesine zirve yaptırmak. Grevleri yasaklanıp ifade, basın, toplantı ve örgütlenme faaliyetleri engellenerek, bırakalım hükümetlerin –halkın ve talep ve çıkarlarının temsiliyetiyle ilişkisi olup olmadığı tartışmalı– Meclise karşı sorumluluğunu, soru önergesi ve gensoru bile olanaksızlaştırılarak doğrudan ve vekilleri aracılığıyla çıkar ve taleplerini dile getirip savunmasının gereksizliğini kabullenmeye ve kendisini ve taleplerini ifade etme ve –siyaset yapmak demek olan– devlet yönetimine katılmaya yönelik tüm aktivitesi/eylemliliğinden vazgeçmeye çağrılan halkın 4 ya da 5 yılda bir sandığa gidip oy kullanmaya indirgenmiş pasifikasyonuna “milli irade” adı takılarak, bütün kararları alma ve uygulama dayatması. Yetkilerin ve dolayısıyla gücün tekelde toplanarak herkese, asıl olarak halka dayatılması.
Bu dayatıcılık talebi halka nasıl anlatılsın? Tabii ki anlatılamayacak; “rejim değil, sistem değişikliği” türünden laf dolandırmalar, bel altına vurmalar, bilinen tüm kutsalları yardıma çağırmalar ve tezini savunma yerine karşı tezi karalamalara başvurulacaktır.
*
Referanduma götürülmüş olan sorun sosyalizmle burjuva egemenliği ve kapitalizm arasında bir tercih sorunu değildir. Tartışma konusu, sosyalizm mi kapitalizm mi sorusu olmaktan uzaktır. Sorun, kırık-dökük, güdük mü güdük burjuva demokrasisi ya da burjuva demokrasisi olarak reklam edilen ve başlıca göstergesi parlamenter sistem olarak gösterilen burjuva yönetimiyle faşist diktatörlük arasındadır. “Evet” ya da “Hayır”, bir faşist diktatörlük ilanının kabul edilip edilmeyeceğini belirtecektir. Henüz sınıf bilinçli olmayan, ama örneğin grevi yasaklanmış ya da yalnızca toplu sözleşmeye ilişkin talepleri OHAL yasaklarına takılmış işçi bakımından da sorun bugün henüz daha ilerisi değildir. Çatışma tekçi faşist dayatmanın önünde diz çökülüp çökülmeyeceği noktasında düğümlenmektedir. Bugünden az-çok sosyal hak ve küçük bir ücret artışı bile talep etmesi engellenen, kendi primlerinden kesilerek oluşturulmuş “İşsizlik Fonu” kendisi için değil ama sermayeye sunulan türlü kolaylık ve teşvikler için kullanılan işçi, yarın bugünkü sermayeci dayatmacılık resmileştiğinde olacakları yaşamının verileriyle bilecek ve sandığa öyle gidecek, daha ilerisini olmasa bile, hiç değilse hak talep edebileceği ve toplu sözleşme yapabileceği tekçi olmayan bir devlet yönetimini tercih edecektir.
Sınıf bilinçli sosyalizmi perspektif edinmiş, sadece iyi bir toplu sözleşmenin yetmediğini deneyleriyle olsun öğrenmiş işçidir. Ancak bugünkü sorun, işçi sınıfının çıkar ve taleplerini az-çok kolaylıkla savunup gerçekleştirme mücadelesini verebileceği demokratik hak ve özgürlüklerin şu ya da bu ölçüde var olduğu/olacağı –güdüklüğü ve bu güdüklüğün giderilmesinin de en başta kendisinin mücadelesine bağlı oluşu bir yana– parlamentolu burjuva demokrasisi mi yoksa yetki ve kararın tek kişide toplanacağı, yasakçılığı bugünden, OHAL ve KHK’lerden belli olduğu kadar OHAL ilanı ve KHK çıkarma yetkisini de tek kişiye verecek olan bir faşist diktatörlük mü sorunudur. Ve yanıtı belli olmalıdır. Yanıtlar arasında “hiçbiri” şıkkı bulunmadığı ve “boykot”, “sandığa gitmeme” gibi herhangi nedenle faşist diktatörlüğün tesisine “HAYIR” denmediği durumda –isterse sosyalizm gerekçe gösterilsin– utangaçça “Evet” denilerek faşizme onay verilmiş olunacağı için, tek bir yanıt olabilir. İşçiler, burjuva demokrasisi matah bir demokrasi olduğu için değil, burjuvaziye, emperyalizme ve gericiliğe karşı mücadele olanaklarının tümüyle ortadan kalkmasına ve dizginsiz faşist saldırganlığa meydan vermemek için bu oylamada “Hayır” diyeceklerdir.
TARİH ÖNCESİNDEN GÜNÜMÜZE
Devlet yönetimi ve yetkilerin dağılımı ya da merkezileşmesi nasıl bir seyir izledi? İnsanlık nerelerden nereye geldi? Bir özete ihtiyaç var.
*
Başlangıçta devlet yoktu. İnsanlar devlete ihtiyaç duymamış ve devlet peydahlanmamıştı. Nasıl peydahlansın? Henüz olağanüstü geri üretici güçleriyle toplayıcılık ve avcılıkla geçinen insan toplulukları sınıfları da tanımıyor; çünkü bir kişi ancak kendisini besleyebilecek kadar üretebiliyordu. Bu kıtlık/yokluk koşullarında ne çalışmadan başkalarının (üreticilerin) sırtından geçinecek insanlar türeyebiliyor, ne de başkalarının emeğinin gasp edilişini garanti altına alacak bir zor kullanma gücü olarak devletin finanse edilebilmesinin olanağı ortaya çıkıyordu. Artı-emek ortaya çıkmayıp onun ürünü olarak el konulacak bir fazla üretilemediği, ve tersine geçinme, örneğin vahşi hayvanlarla deri ve etlerinden yararlanmak üzere baş edebilme dayanışmayı zorunlu kıldığından, insanlığın birbirini sömüren ve sömürülen sınıflar ve devletle tanışması olanağı doğmamaktaydı. Elbirliğinden başka çare yoktu ve öyle oldu. Kimse kimseye dayatma yapmadı, yapamadı. Toplum şöyle ya da böyle yönetilmeli tartışması da ihtiyaç haline gelmemiş, yapılmamaktaydı. Tersine; henüz sömürecek ve sömürülecek ve buradan kaynaklanmak üzere yönetecek ve yönetilecekler birbirlerinden ayrılmamış, baskı altına alacak ve baskı altında tutulacak insan grupları (sınıflar) ortaya çıkmamıştı. Yönetim işi, insanların birbirlerini yönetmeleri içerikli değildi, “şeylerin yönetimi” olarak şekillenmişti ve birlikte kararlaştırılarak yapılmaktaydı.
Üretici güçler az-çok gelişme gösterip av ve kavga aletleri olarak önce taşlar sivriltilip giderek tunç ve demir işlenmeye başlandığında “iş” farklılaşarak yeni bir aşamaya ilerlendi. Bir ucundan sınıf farklılaşmaları baş göstermiş ve kabileler halinde yaşayan grupların yönetimi sorunu ortaya çıkmaya başlamıştı.
Önce en deneyimli ve görgülü, kimi yerde “ihtiyar heyetleri” kimi yerdeyse görgüyle av ve kavga deneyimini şahsında birleştirmiş bileğine güçlü “askeri şefler”, genellikle de ikisi bir arada, bir “askeri demokrasi” uygulamasına geçildi. Henüz net sınıf ayrımları gelişmemiş, sömürü koşulları her şeyi ve bu arada devletin şekillenişini belirlemek üzere olgunlaşmış haliyle kendisini topluma dayatmamıştı. Ancak gerek avlanma ve gerekse komşu ve rakip kabilelerle başlıca av ve av alanları paylaşımı sorunun yönetilmesi hala birlikte yapılmayı sürdürürken, topluluğun içinden bilgili-yetenekli-güçlü şeflerin giderek öne çıkmasına yol açtı. Artı-emeğin artı-ürünü olanaklı kılarak ortaya çıkması tüketilmeyip mülk edinilecek ürünler/“değerler”in ortaya çıkması demekti ve başlangıçta toplumun ortak malı olarak kabullenilen artı-ürünün önce bir bölümü ve yavaş yavaş tümü, sömürü koşullarının ve sömürücü ve sömürülen sınıfların oluşması anlamına da gelerek, askeri şef ve yönetim işinde ona yardım eden “etrafı”nın elinde toplanır oldu. Başlangıçta mülkiyet farklılıkları azdı ve önceleri beslenemeyip tek seçenek olarak öldürülen savaş esirlerinin de köleleştirilmesiyle ev köleliğinden başlayarak kölecilik yayılmaya başladı. Bundan böyle çalışmaya zorlanmak durumunda olan, ama kendilerinin olmasına izin verilmeyip ürettikleri ellerinden alınan kölelerin sömürülmeyi kabul etmeleri ve kabile içinde mülkiyet farklılaşması ortaya çıkmakla kalmayıp arttıkça, kabile üyelerinin de mülkiyet farklılaşmasına ses çıkarmayıp boyun eğmeleri için zor kullanılması zorunlu hale geldi; artık devlet olmadan edilemedi. Önce kabile içi mülkiyet farklılaşması fazla değilken devlet henüz gelişme halindeydi ve dayanakları neredeyse tüm kabileyi kapsayacak denli genişti. Farklılaşma büyüdükçe dayanaklar daralmaya başladı ve mülkleri elinde biriktirenlerin gücü de elinde toplamasına doğru gidildi, tersi de oldu, gücü elinde toplayanlar mülkiyeti de elinde toplamaya yöneldi. Eskiden herkesin elinde olan silahlar, artık kamusal olmaktan çıkmalı, özel amaçlarla belirli ve özel ellerde toplanmalı ve mülk sahipleri yönetenlerin emrinde olmalıydı. Öyle oldu ve dört başı mamur devlete varıldı. Sömürülen köle yığınlarını ezmek, baskı altında tutup “sahipleri” için çalışmaya zorlamak ve isyan etmelerinin önünü alıp ayaklandıklarında bastırmak için özel bir zor aygıtı olarak sömürünün dış koşullarını sağlayan bir mekanizma: sömürücülerin devleti.
Köleci devletler üstelik bir de “uygarlık”ı temsil ettiler, sömürüye doğru olsa bile üretici güçlerin gelişmesinin ürünüydüler. Köleci Roma örneğin, önce Senatosu ve yetmeyince Direktuvarları ve İmparatorlarıyla gücü köleci demokrasinin aleyhine bir ya da birkaç kişinin elinde toplayarak, henüz askeri demokrasi örgütlenmesiyle köleciliğe direnmeye çalışan “barbarları” ilhak etmeye ve kendisine benzetmeye uğraştı, ama sonunda barbar akınlarına dayanamayıp çöktü.
Ancak bir kez daha tüm toplumun tüm kararları birlikte aldığı ve kendisini değil ama kendi (insanlar) dışındaki şeyleri yönettiği devletsizlik durumuna ya da devletleşme yönündeki ilk adım olan barbar toplulukların az-çok eşitliğin geçerliğini yansıtan askeri demokrasisine dönülmedi, dönülemedi. Askeri şeflerin köleciliğin üzerine oturması gibi bir gelişmeye tanık olundu; barbar akınlarıyla “uygarlık”a taze kan gelmişti, ama köleliğin geçerliğini korumasına yetemezdi, yetmedi; alınır-satılır kölelerin yerini toprak köleliği aldı, kölecilerden feodal beylere, askeri şeflerden krallara geçildi. Ancak artık devlet daha yerleşik hal almış, ilki Atilla ve Hunlarla sonuncusu Alpaslan’ın ardından Timur ve Moğollarla Asya’dan gelen barbar ve yarı-barbar akınları tam ve net yıkıntılara yol açmaz olmuştu.
Feodal devlet ya da Beylikler ve Prenslikler halinde parçalanmış devletçikler bu döneme asıl siyasal karakterini verdiler. Krallar “eşitler arasında birinci” olmaktan öteye geçemediler. Üst üste hemen tüm Avrupa’yı ardı ardına Haçlı Seferleri’ne götüren Papalar ve Hıristiyanlık da birleştirici bir rol oynasa bile, tek ve güçlü bir siyasal birliğe götüremedi. Feodal devletler, toprak köleleri olan serfler üzerinde tartışmasız karar alıcılık ve baskıya araçlık etseler de merkezilikten uzaktılar. Burjuvazi ve kapitalizmin gelişmesiyle merkezileşmenin sağlanmasına ve ulusal devletlerin ortaya çıkmasına kadar, ne Kutsal Roma-Germen İmparatorluğu ne de Vatikan ya da başkası bunu gerçekleştirebildi. Feodal bey toprak kölesi karşısında tek dikte edici olmasına karşın, feodalizm, siyasal parçalanmışlık olarak kaldı.
Asya’da, bizle ilgili olduğu için Osmanlı’daysa merkezi feodal egemenlik geçerliydi. Kimilerinin “sulama kanalları” vb. ile açıklayıp “Asya Tipi Üretim Tarzı” adına taktığı Asyatik feodal örgütlenmede, Avrupa’dan farklı olarak, topraklar feodal beyler ya da prenslerin malı değildi, ama Beytülmal’dı. Kişisel toprak mülkiyeti son derece küçük bir yekun tutarken Has, Zaamet, Tımar adı altında şehzadelerden paşalara, beylere kadar dirlik olarak dağıtılan miri topraklar, başında Padişah bulunan devletin, yani Beytülmalin, Hazine’nindi. Merkezi devlet, toprağın miri düzeniyle garanti altına alınmış; ancak iltizamın (vergi toplama işinin) vergi toplayıcılara –mültezimlere– devredildiği 18. yy’ın ikinci yarısıyla 19. yy’ın gerileme döneminde yerel beyler olarak ayanlar giderek güçlenip kendilerini padişaha/devlete dayatmaya başlamış, ayandan gelen baskıyla gerçekleşmeyip, ilk kez, Kabakçı İsyanını bastırıp II. Mahmut’u tahta çıkararak Sadrazam olan Rusçuk ayanı Alemdar Mustafa Paşa’nın zorlamasıyla Padişah ve merkezi yetkililerin yanı sıra sınırlı sayıda ayanın imzasıyla yürürlüğe giren Sened-i İttifak’la (1808) “yetki paylaşımı” kayda da geçirilmiştir. Ancak sonradan bağımsızlık ilan ederek Osmanlıyla savaşa tutuşan Mısır’da M. Ali Paşa, Arnavutluk’ta Tepedelenli Ali Paşa gibi ünlü ve güçlü ayanların eğilim göstermediği bu “ittifak” başarılı olamayıp akamete uğramış, Birinci’si bile güç yetiremeyince, Padişahın tek karar verici olarak gücü ve yetkilerinin sınırlanması II. Meşrutiyet’e kalmıştır. Tarih 1908’dir. Bu zamana kadar, bir-iki ayak sürçmesi, bunca güç merkezileşmesinin zorladığı doğal tepkiler kapsamında, kontrolsüz güç olağan yollardan denetlenip dizginlenemediğinde tanık olunan “Padişah hal edilmeleri” bir yana Osmanlı Padişahları astığı astık-kestiği kestik hüküm sürmüşler, hikmetlerinden sual olunamamıştır!
Ancak aşırı merkezileşmenin doğal tepkileri olarak görünen haller de hiç az değildir. Bu tür merkezileşmenin gücü elinde toplayanlar açısından da tehlikeli olduğunu göstermek üzere, toplam 36 padişahın 14’ü (üçte birinden fazlası) olağan olmayan yollardan tahttan indirilmiş, bunlardan dördü açıktan idam edilmiştir. Aralarında 3. Köprü’ye adı verilen Yavuz Selim de vardır; babası II. Beyazıt’ı tahttan indirmiş, eski Padişah gönderildiği sürgün yolunda öldürülmüştür. Mustafa, İbrahim ve 5. Murat gibi “Deli” denip tahttan indirilen ve öldürülenler de vardır, Ahmet ve Selimlerin 3.’leri gibi –üstelik “Şeriat isterüz”cü Patrona ve Kabakçı isyanlarıyla devrilenler de, Genç Osman gibi zindanda boğdurulanlar da.
*
Köklerin Osmanlı’da aranıp ecdadın Oğuz Han ya da Mete değil ama Osmanlı olarak bellenmesi boşuna değildir. Birçok padişah eceliyle ölmese bile, Osmanlı hem merkezi hem de görece en kalıcı imparatorluk olmuş, merkezi devlet yapısı ve hanedanın ikinci bir iradeye yer vermeyen tekçi tekelci egemenliği uzun sürmüştür. Benzeri durum, ancak Çin, Japonya ve İran için geçerlidir.
Oysa 476’da yıkılan Roma’nın 410’da İngiltere’den çekilmesiyle sonuçlanan Anglo-Saksonların göçüyle tarih sahnesine adımını atan ve 11. yy.’ın ikinci yarısında Norman istilasıyla yüzleşen İngiltere’de mutlak krallık 1215’te, feodal toprak beylerinin (İngiltere “ayanı”nın) zorladığı, Kral’ın da imzalamak zorunda kaldığı Magna Carta ile sınırlanır ve kral en başta beylerin haklarını onaylayıp hukukun kendi karar ve isteklerinden üstün olduğunu, hukuksuz/mahkeme kararı olmadan kimsenin mülkiyetine el koyamayacağını kabul eder. Magna Carta Kralla feodal beyler arasındaki çekişmenin sonu olmaz, kavga devam eder ve asıl olarak beylere tanınan haklardan toprak kölesi durumundaki halk kesinlikle yararlanamaz; ancak mücadele konusu olmayı sürdürse bile, mutlak iktidarının sonu ilan edilmiş olur.
İngiltere’de parlamento, toplantıları 11. yy.’a kadar süren ve 7. yy.’da “bilgeler topluluğu” karakteriyle Krala tavsiyelerde bulunacak danışma organı olarak işlev görmek üzere kurulan “Anglo-Sakson Konseyi” geleneği üzerine oturmuştur. Kral, belirli temel konularda, özellikle de yeni vergiler konması gibi zorlu-netameli sorunun çözümü gerektiğinde alacağı kararlarının dayanaklarını güçlendirip seçilmiş vekilleri de “suça ortak ederek” yaygın kabulünü sağlamak üzere, tabii ki yalnızca belirli bir gelire sahip mülk sahiplerinin oy kullanabildiği seçimlerle parlamentolar oluşturma yoluna gider, karar çıkıp kral tarafından onaylandıktan sonra parlamento, yeni bir seçimle toplanmaya çağrılıncaya kadar dağılır/dağıtılırdı.
1628’deki seçimlerinde seçilip 1629’a sarksa bile kısa sürede dağılan bir parlamentoya ilk kez vekil olarak giren O. Cromwell, ardından kapitalist gelişmenin çehresini oldukça değiştirmiş olduğu İngiltere’nin siyasal çehresini de değiştirecek 1640 Parlamentosu’na seçilir. I. Charles vergileri artırmak istemektedir, ilk 1640 Parlamentosu kabul etmeyince bir iki hafta içinde dağıtılır, ama vergiler için kamusal destek gereklidir ve yerine aynı yıl bir ikinci parlamento çağrılır; ancak o da onaylamayı reddeder. Bununla kalmaz, mücadele sertleşir, yanı sıra Parlamento Kral Naibiyle Kabine üyelerinin yasadışı uygulamaları nedeniyle idamını ve dağılma ve yeniden toplanma kararlarının kendisi tarafından alınması kararlaştırır ve kral tarafından verilmiş bütün imtiyazları iptal eder. Çekişme yayılır ve birkaç yıl içinde savaşa dönüşür. Parlamento halkın ve temsilcisi olarak öne çıkan burjuvazinin feodal imtiyazlar ve bunların birincil temsilcisi Kralın dayatmaları karşısındaki çıkar ve pozisyonunu savunmaktadır ve Kralınkine karşı yeni bir ordu kurma kararı alıp uygulamaya koyar. Devrim olgunlaşmakta, Parlamento, toplanıp kısa sürede dağılan öncellerinden farklı davranmaktadır; atölye sahipleri ve tüccarlar olarak burjuvazi, köylüler, işçi ve zanaatkarlar silahlanırlar, Cromwell de artık generaldir. Kral kuzeye çekilir, parlamento kapitalizmin geliştiği güneye hükmeder. Başında kralın bulunduğu feodallerle başında parlamento ve Cromwell’in bulunduğu halk arasındaki savaş, kralı destekleyen İskoçlar ve İrlandalıların da katılımıyla sürer ve Kral ve taraftarlarının yenilgisiyle sona erer ve devrimin önü açılır. Kral asılır, feodal beylerin ve başında kralın bulunduğu kilisenin etkisi kırılır; Antep’te bile gündem edinilen “kamaralar”dan asil lordlarınki lağvedilir ve tüm yetki “halk kamarası”nın elinde toplanarak ülkede cumhuriyet ilan edilir. Sonrasında kralların eskiye dönüş için çaba ve zorlamaları sürse bile, gelişen kapitalizm siyasal yönetimi de belirler. Krallar yetkileri giderek törpülenerek kalırlar, belirli bir uzlaşma olarak “Lordlar Kamarası” geri gelir, ancak artık süse benzemektedir. Sonunda krallar da süse dönerler.
Cumhuriyet ilan edilen Cromwell dönemi farklıdır, ancak sonrasında İngiliz Devrimi Fransız Devrimi’nden farklı ve uzlaşmacı bir yol izler, ama her iki durumda da feodalizmi zemin edinen mutlak iktidar devri kapanmıştır! Burjuvazi İngiltere’de meşruti monarşi, Fransa’daysa cumhuriyet yolundan yürür, ancak iki örnekte de kendi iktidarını kurmuştur; aristokrasinin yerini burjuva egemenliği, feodal devletin yerini burjuva devlet alır.
BURJUVA EGEMENLİĞİN EN UYGUN VE OLAĞAN BİÇİMİ: BURJUVA DEMOKRASİSİ
Tekeller ve emperyalizm dönemi öncesi sermaye egemenliğinin en uygun siyasal biçimi demokrasidir: Siyasal demokrasi ya da burjuva demokrasisi.
Şundandır ki, feodal imtiyazlar, harçlar, haraçlar, vergiler, üstüne, dil, para birimi farklılığı, ilave sınır geçiş, seyahat/taşımacılık harç ve vergileriyle feodal parçalanmışlık ve kişiye ve toprağa bağımlılık ilişkilerinin köylülerin özgürleşerek işçileşmesi ve işgücünün metalaşmasını engellemesi binince, kapitalizmin gelişmesinin önünü kesmekteydi. Kapitalist gelişme, temelinde kişiye ve toprağa bağımlılık ilişkileri olan ekonomi-dışı, öyleyse siyasal zora dayalı mutlak feodal egemenliğin kaldırılmasını gereksiniyor, özü ticaret özgürlüğü olan genel bir serbestleşmeye ihtiyaç duyuyordu. Pazar için üretiliyordu ve kapitalistler birbirleriyle, feodal engel ve kısıtlamalardan azade serbestçe rekabet etme ve alıp satma, üstelik asıl olarak işgüçlerine el koymakta oldukları işçileriyle serbestçe “işgücünü kaça kiralarsın-kaç veririm” pazarlığı yapma özlemindeydi. Pazar serbest olmalı, serbestçe ve maliyet yükseltici ek gider ve harcamalar olmadan üretilip değişilebilmeli, Pazar için yeterli, büyükçe bir toprak parçası üzerinde dil ve para birliği sağlanmalı ve giderek kültür ve kader birliği edilmeliydi. Buradan uluslar oluştular, merkezi ulusal devletler türediler. Bu ulus-devletler tarihsel gelişmeleriyle kendilerinden önceki krallıkların üzerine oturacaklardı; ancak kapitalizmin gelişmesi onları “özgürleşme”ye, kralların mutlak iktidarlarının kırılmasına çağırıyordu.
Başlarında –feodalizme karşıtlık zemininde– kendi özel çıkarlarını bütün halkın çıkarları olarak gösteren burjuvalarıyla halklar inisiyatif alarak tarih sahnesine çıktıklarında, başlıca kapitalist üretim ve ticaretin geliştiği kentlerde, güçlerini aldıkları halkın oyuna dayalı parlamentolar kurdular, kralların gücünü parlamentolarda yansıyan kendi güçlerine dayanarak dengeleyip kıracaklardı. Ve parlamentolar, kapitalist gelişmenin siyasal yankısı olarak ortaya çıktılar. Milli irade, kralların “tek kişilik” mutlak iradesini kırmak üzere ve bu iradenin karşıtı olarak parlamentoda ifadesini bulmaktaydı.
Tekele ve dolayısıyla asalaklık ve çürüme eğilimine yol açtıkça üretici güçlerin gelişmesini de frenlemeye başlayacak olan, ancak, tekeller ve emperyalizm öncesinde henüz gelişen ve üretici güçleri de geliştiren ve bu gelişmesini feodal kösteklerinden kurtulmasına borçlu olan kapitalizm, dayandığı ve ağırlaştırdığı sömürü koşullarına karşın tarihsel bakımdan ilerici bir rol oynamaktaydı.
Feodal ekonomi-dışı zor, devrimci ya da sancılı evrim yoluyla aşılmış ya da aşılmakta, kişisel ve toprağa bağımlılık ilişkilerinin yerini görünüşte eşitlik ve ticaret özgürlüğünün geçerli olduğu işçiyle kapitalist arasındaki serbest pazarlık almaktaydı. İşgücü de metaya dönüşmüş, her şey ama her şey alınır satılır olmuştu. Ölçüsünün emek olduğu, metaların değerini üretimi için harcanan ortalama emek miktarının belirlediği serbest değişim ve onu engelleyen tüm imtiyaz ve sınırlamaların kaldırılmasını koşullayan burjuvazinin egemenliği “bırakınız yapsınlar bırakınız geçsinler” liberalizmini üretiyor, buna en uygun siyasal biçimi ise burjuva demokrasisi veriyordu. Hem emekle sermaye arasındaki serbest pazarlık ve değişim açısından… Hem de sanayi, ticaret, bankalar türünden çeşitli burjuva etkinlikler ve birbirleriyle ilişkileri bakımından. Hem işçi ve emekçilerin talep ve mücadelelerinin baskısından sıyrılıp kurtulmak ve hem de farklı burjuva grupların çıkar farklılıklarını dengeleyip uzlaştırmak bakımından burjuva parlamento, sonu gelmez gevezelikleri ve komisyona havalelerinin yanında egemen sınıf içindeki belirli uzlaşmaların gerçekleşme zemini olarak hizmet etmesi bakımından da son derece zengin olanaklar sunmaktaydı.
Burjuvazi egemenliğini, feodal beylerin başkalaşımıyla birleşse de kapitalist gelişmenin aşağıdan mayalandığı İngiltere ve görece geç kalmış kapitalizminin yukarıdan Prusya yolundan geliştiği, ancak her iki durumda da siyasette feodal aristokrasiyle uzlaşarak ilerlediği Almanya’da meşruti monarşi ya da az ya da çok gelişkin demokratik devlet biçimleriyle cumhuriyet koşullarında sürdüremeyecek değildi. Çünkü sermayenin egemenliği devlet biçimleriyle kaim değildi, alım-satımın olanaklı olduğu her durumda gerçekleşebilirdi. Ama alım-satımın en kolay gerçekleşebildiği burjuva demokrasisi egemenliğini sürdürmesi açısından sermayeye daha büyük kolaylıklar sağlardı. Lenin, “Bundan burjuva parlamentarizminden yararlanmak gerekmediği sonucu çıkmaz” notunu düşerek, bu gerçeği anlamazlıktan gelen Kautsky’i eleştirmiştir:
“Burjuva parlamentoyu alın. Bilgin Kautsky’nin , demokrasi ne denli gelişmişse, borsa ve bankacıların da burjuva parlamentoları o denli egemenlikleri altına aldıklarının söylendiğini hiç duymamış olması kabul edilebilir mi?”[1]
Sömürülen işçi ve emek yığınlarının, halkın gerçek sosyal çıkarlarını yansıtmasa, üstelik çözmeye yanaşıp girişmeyerek, tersine bu yığınların siyasal aldatılışının örgütlenmesi araçlık ederek –parayı bastırarak her işini halleden– sermayenin egemenliğini zedelemek bir yana temsil etse de, burjuva parlamentolar, feodalizm karşısında kazanılmış demokrasi mücadelesinin, demokratik içerikli siyasal hak ve özgürlüklerin bir ürünü ve göstergesi olmuşlardır. Ötesi, sosyal bir devrimi ve kapitalizmin devrilmesine yönelik sınıf mücadelesini gerektirmektedir. Ancak siyasal devrimin ve sonucu olan siyasal demokrasinin temel bir aracıysa burjuva parlamentosu olmuştur.
Parlamento ve halkoyu (milli irade) siyasal devrim ve burjuva demokrasisinin temel bir aracı olmuştur, ama tek aracı değildir.
Yine serbest Pazar ve feodal imtiyazlar karşısında eşitlik talebi, ilk kez –kral mahkeme kararı olmadan el koyamaz diyen– Magna Carta’da yazılı olarak ifadesini bulmuş burjuva içeriğiyle haklar, hakkın kayda geçirilmesi olarak hukuk ve hukukun üstünlüğü ilkesini doğurmuş; eşitlik, kuşkusuz sosyal eşitlik olarak değil, ama burjuva biçimselliğiyle hukuk önünde eşitlik olarak şekillenmiştir. Ancak artık –geçişsel olarak başlangıçta belirli gelire sahip olmayan “yurttaşlar” oy kullanamasa, hatta kadınlar seçme hakkına ABD ve İngiltere’de 20. yy.’ın ilk çeyreğinde, İsviçre’deyse 1971’de kavuşabilseler bile– burjuva demokrasisi kral ve asillerle geri kalan halkı birbirinden ayırmıyor, asillerin ek haklarını (imtiyazlarını) tanımıyor, hukuk önünde “herkes”in eşit olduğunu ileri sürüyordu. (Aslında eşitliği peşinde koşulan aristokrasi karşısında burjuvalar ve haklarıydı; ancak bu eksik haliyle eşitlik talebi gerçekleşemez, burjuvazi yalnızca halkın temsilcisi olarak onun önünde yürüyerek bu talebini gerçekleştirebilirdi, ve öyleyse, sadece kendisi için talep etse bile, eşitliği herkes için istemek ve buna uygun davranmak zorundaydı.)
Hukuk ve mahkemeler eliyle kralın ve feodal aristokrasinin imtiyaz ve iradesini sınırlama fikri eskiydi ve İngiltere’de 1215’te taraflar arasında anlaşma konusu olmuştu. Mahkemeler ve burjuva eşitliğini (öyleyse mülkiyet hakkı ve değişim özgürlüğünü de garanti eden) hukuk feodal mutlakçılığı sınırlayan ikinci bir kurum durumundaydı ve burjuva devrimleriyle böyle örgütlendi.
İlk kez Fransız Devrimi’nin öngününde Montesquieu, parlamento (yasama) ve mahkemelerle (hukuk) o güne kadar Kralın parçalanamaz mutlak iktidarı olarak şekillenmiş olan yürütmeyi devletin birbirini dengeleyen üç kuvveti olarak formüle etti. Doğal ki, böylelikle iktidar parçalanıyor, mutlak olmaktan çıkıyordu. Şimdi “bütün gücü tek kişide toplamak” olarak istenen, İngiltere’de 800 yıl önce gündeme gelmiş ve Montesquieu tarafından formüle edilmiş “kuvvetler ayrılığı ilkesi” kaldırılarak, yeniden hiçbir şeyle sınırlanmayan mutlak iktidar ilkesine, Halife-Sultanlık/Padişahlığa dönüştür!
Mutlaklığı kırılmış; parlamento, mahkemeler ve yürütme olarak Kabineler arasında paylaşılmış iktidar, kuşkusuz burjuvazinin iktidarıydı. Tıpkı burjuva demokrasisinin burjuvazinin egemenliğini ifade etmesi gibi…
Bu iktidarın parlamento egemenliğine mi, hukukun üstünlüğüne mi dayandığı yoksa Bakanlar Kurulları (hükümetler) tarafından mı temsil edildiği ayrı bir sorundur –tümü burjuva içerikli olmalarına karşın burjuvazinin iktidarı hiçbirine değil, ama asıl olarak burjuva devletin iki başlıca kurumunu oluşturan militarizm ve bürokrasiye dayanır. Asıl devleti ilgilendiren kararlar bu aygıtların koridorlarıyla kurmay odalarında alınır. Ama bu, parlamentoların, hukukun ve hükümetlerin önemsiz olduğu anlamına gelmez.
Parlamentolarda yansıyan halk oyu yalnızca gücü ölçmeye ve göstermeye yarasa da, yine de önemlidir. Bütün gücün tek kişide toplanması zorlaması karşısında, her ne kadar burjuva iktidarının asıl dayanaklarını oluşturmayıp ne denli görünüşte ve biçimsel, ne denli sınırlı, cılız ve güdük olurlarsa olsunlar, parlamenter demokrasinin, parlamento ve hukukun bağımsızlığı ve üstünlüğünün, yalnızca gelenekleri bakımından değil, bugün hala kalıntılarını bile olsa temsil ettiği haklarla olanakların sınıf mücadelesinin birer dayanağına dönüştürülmesi bakımından önemi yadsınamaz.
16 Nisan Referandumu da, bu önem bilindiği için ve parlamentosuz ve hukukun üstünlüğü ve bağımsızlığı olmaksızın/“mahkemesiz” yönetmek üzere, bu demektir ki, bir türlü tahammül edilemeyen demokratik hak ve hukukun üstünlüğü kırıntılarıyla burjuva içerikli olduğu tartışma götürmez karar alma ve yürütme iradesi mutlaklığını sınırlayıcı ve eşitleyici ne varsa kaldırmak için düzenlenmektedir. Yasama-Yürütme-Yargı artık dengeleyici kuvvetler olmaktan çıkarılacak ve varlıklarına son verilmese bile, kral türü tek kişilik yürütme lehine diğer ikisinin kuşa benzetilmeleri sağlanacaktır. Şimdiden “fiilen” bu yönde az adım atılmamış, az mesafe alınmamıştır; 15 Temmuz Darbesi’nin sağlamış olduğu olanaklar “Allahın lütfu” olarak değerlendirilerek, OHAL ve KHK’ler aracılığıyla Maraş’ta “gücü tek kişinin elinde toplamak” şeklinde ifade edilen tekçiliğe fiilen neredeyse ulaşılmıştır. Geriye Referandum onayıyla meşrulaştırılması ve üstüne atılacak üç-beş adım kalmıştır; onlar atılmak istenmektedir.
KAPİTALİST MUTLAK EGEMENLİK ZORLAMASI: FAŞİZM
Günümüz kapitalizmi, tekellerin, mali sermayenin egemenliği bu tür tekçi-tekelci yönelimleri tanımaz ve onlara katlanamaz ve izin vermez değildir. Tersine tekelci aşamasına vararak emperyalizme dönüşmüş olan kapitalizm, Büyük Ekim sosyalist devrimi ve yol açtığı dünya ölçüsündeki alt-üst oluşla oluşan özel koşullarda burjuvazinin “yeni” bir egemenlik biçimine ihtiyaç duymuştur: İlki İtalya’da, en gerici ve saldırganı Almanya ve benzeri Japonya’da kurulan ve başka birçok ülkeye yayılan faşist diktatörlükler.
- Dimitrov, 1935’te toplanan Komintern’in 7. Kongresi’nde bu “özel koşullar”la faşizmin niteliği ve ona yol açan genel durum üzerine şunları söylemiştir:
“Çok iyi bilinmelidir ki faşizm yerel ya da geçici bir olgu değildir. Faşizm, emperyalizm ve toplumsal devrim döneminde, kapitalist burjuvazi ve diktatörlüğünün sınıf hakimiyeti sistemidir. Burjuvazi, emperyalist savaştan, muzaffer Rus Devrimi’nden ve Sovyetler Birliği’nin on yıllık varlığından ve bu faktörlerin proletarya, köylü, baskı altındaki uluslar ve sömürge halkları üzerinde yaptığı büyük devrimci etkiden sonra eski parlamenter demokrasi biçimi ve yöntemleri ile halk kitlelerini sınıf egemenliği altında tutamayacak ve kapitalist istikrar ve rasyonalizasyon görevlerini yerine getiremeyecektir. Burjuvazinin tek çıkar yolu kitleleri faşizm ile zapt etmektir. Faşizm burjuvazinin sınıf egemenliğinin son aşamasıdır.”
Ve tek bir gelişme yolu olmadığına vurgu yaparak, eklemiştir: “…burjuva devletleri… ya bir hükümet darbesi ile ya da ‘barışçı’ bir yolla, ya da gaddarca ya da tatlı sert bir biçimde faşizme geçer; geçiş yöntemleri önemli değildir ve belirli bir ülkenin özel şartlarına, toplumsal yapısına, politik güçler ve sınıflar arasındaki dengeye bağlıdır.”[2]
Geçmiş İtalya ve Almanya örnekleri, Mussolini ve Hitler’in yükselişi ve faşizm deneyleri iyi bilinmektedir. Bizden, Türkiye’den örnek verilecek olursa…
Dünyanın faşizm “modası”na gark olduğu II. Dünya Savaşı öncesinde zaten siyasal demokrasi sürecinden geçmemiş Türkiye’nin gerici bir burjuva despotluk olan burjuva devleti, bu nedenle fazla “patırtı” gerekmeden, görünüşte “barışçıl” biçimde, yine de “Takriri Sükun”larla “Varlık Vergileri”nden, Kürt isyanlarının kanla bastırılmasından geçerek, “yukarıdan” egemen burjuvazi ve devleti eliyle gerçekleştirilen “Tek Şef” ya da “Milli Şef” adıyla “tek parti diktatörlüğü” olarak faşist diktatörlük biçimine bürünmüştür. Sonra dünya ölçeğinde faşizmin ezilmesiyle “çok partili hayat”a geçiş zorunlu olmuş, ama bu kez yeni sömürgeciliğe başvurmuş Amerikancılıkta sınır tanımayan Bayar-Menderes’in kurmaya giriştiği faşist rejime tanık olunmuştur. “Aşağıdan” unsurlarla birleşmiştir, ama yine “yukarıdan” egemen burjuvazi ve devlet eliyle kurulmuştur. Ardından 12 Mart’ın yarı-askeri faşist diktatörlüğü sökün etmiş, yine “yukarıdan” ve darbe ile gelmiştir. 12 Eylül faşizmiyse onun tamamlayamayıp yarım bıraktığını tamamlamak üzere aynı şekilde “yukarıdan” ve bir darbe aracılığıyla toplumun üstüne bir karabasan gibi çökmüştür. Şimdiyse, Bayar-Menderes’in yarı aşağıdan dayattıkları faşizm bir yana ilk kez “aşağıdan”, kitle hareketi üzerine binerek kurulması zorlanan bir faşist diktatörlük deneyiyle yüzleşilmektedir. Şehrin ve kırın küçük burjuvazisi, hatta işçi kitleleri başlıca dini inanç ve milli duyguları istismar edilerek, şoven milliyetçilik ve siyasal İslamcılık yükseltilerek yedeklenip faşizmin kitlesel dayanağı haline dönüştürülmeye, içlerinden milisler derlenip örgütlenmeye çalışılmaktadır. SADAT’la “Dünür” Beyin yapmakta oldukları bu milis örgütlenmesinden başka bir şey değildir ki, SADAT bunu savaş içinde eğitim vererek ileri bir boyutta gerçekleştirmektedir.
Bizde ya da Hitler Almanya’sında sorunun özü değişmemektedir. Dimitrov’un söylediği gibi faşizmin mayalanması ve faşist bir diktatörlüğe geçiş yöntemleri değişik ülkelerde şartlara göre farklılaşmakta; ancak uygulamalarının görünüş ya da biçimleri benzeşse ya da az-çok değişik gösterse bile, sınıf niteliği ve genel karakteri aynı kalmaktadır. Örnekse, “Führer”, “Duçe” ya da “Milli Şef” veya “Reis” fark etmemekte, yalnızca isimler değişmekte, ama tekelci tekçilik tümünün karakterini vermektedir.
Yukarıda Dimitrov’dan alıntılanan pasaj faşizmin neden ve kim için ihtiyaç haline geldiğini belirtmesi bakımından önemlidir. Dimitrov, başkasının değil ama “burjuvazi”nin, “eski parlamenter demokrasi biçimi ve yöntemleri ile halk kitlelerini sınıf egemenliği altında tutamayacak” ve “kapitalist istikrar ve rasyonalizasyon görevlerini yerine getiremeyecek” oluşuna, böyle bir duruma sıkışmasına dikkat çekmektedir. Eskiden burjuva devletin parlamenter demokrasi biçimi ve yöntemleriyle yönetebilen burjuvazinin, kuşkusuz artık tekelci burjuvazinin, sömürülen kitleleri ve ezilen halkları (ve başka muhalif unsurları) bu eski ama egemenliğinin olağan biçim ve yöntemleriyle yönetmekte zorlandıkça, yönetimini sürdürmesi bakımından parlamentodaki aldatıcı nutuklar ve rüşvet dağıtımıyla iş çekip çevirmeler yetmez hale geldikçe “yeni” arayışlara girmesi herhalde şaşırtıcı değildir. Ancak aranıp bulunacak, geçmişin –isyanlara yol açmazlık etmemiş– “eski” önlemlerinin güne uyarlanmasından başka fazla bir seçeneğe sahip olmadığı da kuşkusuzdur.
Burjuvazi, karşısında kavga verdiği ve devrimler örgütlediği feodalizmin sömürülen kitleleri, iktisadi olarak değil, ama kişiye ve toprağa bağlanmış halleriyle zora –iktisadi olmayan siyasal zora– dayalı olarak, “oy” ya da başka bir araçla devlet yönetimine dahil olmasını da engelleyerek siyaset dışı tutmasını örnek almaya girişmekten başka çare bulamaz. Ancak koşullar kapitalizm koşullarıdır ve ne serf olanaklıdır ne de kendi üretici sınıfı durumundaki işçileri (ve geri kalan emekçileri) yeniden toprağa bağımlı kılmak. Geriye kapitalizm koşullarında olanaklı tek şey kalır “kişisel” ve gelişkin biçimi olarak korporatif türden grupsal bağımlılık ilişkileri. Eski aristokratik dönemden yadigar sömürülen kitlelerin zorla siyaset dışı tutulması, bu kez emeğin ve üretimin toplumsallaştığı, ekonomik ve sosyal gerçekleşme olanaklarından yoksun olunsa bile herkesin siyasal hak ve özgürlüklerden yararlanabilir olduğu –kapitalist içeriğiyle de olsa– örgütlü topluma dayatılır. Sömürülenlerin çıkarlarını savunmak üzere başvurdukları kitlesel örgütlenmeler olan sendikalar ve diğerleri yeni duruma uygun olarak yeniden –ve bu kez sınıf örgütleri olmaktan çıkarılarak, korporatif biçimlerle– örgütlenirler. Artık sınıf mücadele aracına (örgütüne) sahip değildir, işçiler tek başlarına bırakılıp köşeye sıkıştırılmaya çalışılmıştır, ancak korporatizmde özel mülkleriyle burjuvalar bir yana “birey” de yoktur, bir iş kolunda örneğin “herkes” tek bir sepete doldurulmuştur, tümü “üretici”, aynı zamanda da tüketicidir ve bu nitelikleriyle “ortak çıkarlar”a sahip oldukları ileri sürülür. Sınıf olarak hareket ettiklerinde güç oluşturan işçiler bakımından birey oluş ve bireysel mücadele zaten ne yoldur ne de çözüm. Ancak sınıf olarak hareket etme olanakları da öncelikle araçları ellerinden alınarak, bu yetmediğinde –hak savunmaları ve bunun için siyaset yapmaları engellenmek üzere– çıplak faşist zora baş vurularak olanaksızlaştırılmaya çalışılır. Almanya’da olağan polis birliklerinin yanı sıra “özel” polis-milis örgütlenmeleri SA’larla SS’ler, İtalya’da Kara Gömlekliler bunun içindir. “Özel Harekat” birlikleri, zamanında “Komandolar”, şimdi şu ya da bu, ama mutlaka milli değerlere ya da genel olarak geçmişe atıf yapan isimler altında “Ocaklar” hep bu amaca yönelik oluşturulur.
*
Peki, kapitalizmde bunun yeri var mıdır? Vardır.
Dimitrov aktardığımız “Rapor”unda boşuna “Burjuvazinin tek çıkar yolu kitleleri faşizm ile zapt etmektir. Faşizm burjuvazinin sınıf egemenliğinin son aşamasıdır.” dememiştir. “Kitleleri faşizm ile zapt etmek”, en başta tekelci burjuvazinin çıkarlarına zarar vermelerini önlemek için onları hareketsizleştirmek, bu amaçla burjuva demokrasisinin olağan unsurları olan en küçük siyasal hak ve özgürlüklerinden yararlanmalarını ve karşı koymak üzere örgütlenmelerini engellemek demektir. Siyasal yaşam dışına itilmelerinin nedeni burjuvazinin karşısına dikilme ihtimalleridir. Kitleleri zapt etmenin, onları örgütsüzleştirip siyasal yaşamın dışına itmenin yanı sıra gündeme gelen ya da sonuç olarak bu amaca da ulaşmanın kestirme yolu ise fiziki zordur; Gestapo soruşturma ve tutuklaması, toplama kampı, hapishane, gaz odaları, kurşuna dizmeler vb. yollarıyla kan dökme. Kitlelerin siyasi yaşamın dışına itilmesinin dayanağı da, yine onları örgütlenme ve mücadele olanaklarından yoksun bırakmak üzere uygulanan siyasal zordur. Bu nedenle faşizm, “burjuvazinin açık terörcü, kan dökücü diktatörlüğü” olarak tanımlanır.
Ama ne “terör”ü ne “kan kan dökücülüğü”, ne “diktatörlüğü”? Burjuvazi demokrasi yandaşı değil midir? Hatta kurucusu, banisi?
Önce birkaç cümleyle diktatörlük ve demokrasi. Kuşkusuz, “tek parti” ve “tek adam” yönetimi gibi, demokrasi de bir diktatörlüktür. Çünkü, –Atina örneğindeki gibi– köleci demokrasi de, burjuva demokrasisi de bir devlet biçimidir; burjuva demokrasisi burjuva devletin, sosyalist demokrasi de işçi devletinin bir biçimidir. Ve her devlet bir egemen sınıfın diğerleri üzerinde diktatörlüğünden başka bir şey olamaz. Öyleyse burjuva demokrasisi burjuva diktatörlüğünün bir biçimidir, biçimsel siyasal hak ve özgürlüklerin tanındığı bir diktatörlük biçimi.
Öte yandan, burjuvazi, önceki bir bölümde sözü edildiği gibi, pazarın oluşması ve kapitalist gelişmenin önündeki sair engellerin kaldırılması yönelimiyle feodal imtiyazlar ve zorbalık karşısında “bırakınız yapsınlar-bırakınız geçsinler” liberalizmini ve siyasal iktidar ya da devlet biçimi olarak da burjuva biçimsel (sosyal “eşitlik” olmadan siyasal eşitlik ve özgürlükler) içeriğiyle demokrasi yanlısı olabilir. Feodal imtiyazlar ve zorbalık karşısında olmak “ortak paydası”, burjuvaziye, tarihsel bir aldatı olarak, kendi özel çıkarlarını bütün halkın çıkarları ve kendi iktidarını “halkın iktidarı” olarak gösterme olanağı sağlamıştı. Ancak aldatıcılık her şey değildi; feodalizm ve engellemeleri karşısında kapitalizmin gelişme dönemi, tarihsel olarak burjuvazinin ilerici, hatta devrimci dönemiydi de. Bu niteliği, yalnızca siyasal tutumlarında belirmiyor, tersine siyasal tutumları –hatta ilk işçi sınıfının ilk sosyal devrim girişimi olan 1848 Haziran’ında başlayıp 1849’a da yayılan işçi ayaklanmalarından duyduğu ürküntüyle kendisini aristokrasinin kollarına atarak siyasi gericiliğe yönelmesine rağmen– asıl olarak nesnel bakımdan üretici güçleri geliştiriyor olmasından yansıyarak ilerici özellikler taşımayı sürdürüyordu.
Lenin, burjuvazi ve demokrasisinin ilericiliği yanında aldatıcılığını bir arada anlatır: “Burjuva demokrasi, ortaçağa göre büyük bir tarihsel ilerleme oluşturmakla birlikte, her zaman dar, güdük, düzmece, ikiyüzlü bir demokrasi, zenginler için bir cennet, sömürülenler, yoksullar için bir tuzak ve bir aldatmaca olarak kalır, –kapitalist rejimde başka türlü olamaz.”[3]
Ancak burjuva demokrasisi bir kez kazanıldıktan sonra varlığıyla yokluğu yalnızca burjuvazinin tutumuna bağlı olmazken, burjuvazinin aldatıcılığının yanında sahip olduğu ilerici rol fazla sürmedi. İşçi sınıfı hareketine karşı feodal aristokrasiyle birleşme eğilimine, hatta başlıca büyük kapitalist Avrupa ülkelerinin sömürgecilik siyaseti ve ilhaka yöneldiği sömürgelerdeki gaddar kan dökücülüğüne rağmen oynadığı tarihsel bakımdan ilerici rol, 19. yy.’ın son çeyreğine gelindiğinde, üstünde eğreti bir elbise gibi durmaya çoktan başlamıştı. Yine de burjuvazinin tüm devrimci barutunu tüketerek[4] tamamen gericileşmesi, 20. yy.’a, 19. yy.’ın son çeyreğinde henüz istisnai olarak ortaya çıkan ancak hala krizlere dayanamayıp varlığını sürdüremeyen tekellerin kalıcı hale gelmesi ve tüm iktisadi hayata egemen olmasına kalmıştır.
Lenin “Emperyalizm”in “Fransızca ve Almanca Baskılara Önsöz”ünde bu çarpıcı değişimi özetler: “Küçük patronun emeği üzerine kurulu özel mülkiyet, serbest rekabet, demokrasi –kapitalistlerin ve ellerindeki basının, işçileri ve köylüleri aldatmak için kullandıkları bu sloganlar– geride kalmıştır. Kapitalizm, evrensel bir sömürgeci baskı sistemine, bir avuç ‘ileri’ ülkenin, dünya nüfusunun büyük çoğunluğunu mali yönden boğduğu bir sisteme dönüşmüştür.”[5]
Konumuz açısından kapitalizmin “evrensel bir sömürgeci baskı sistemine, bir avuç ‘ileri’ ülkenin, dünya nüfusunun büyük çoğunluğunu mali yönden boğduğu bir sisteme dönüşmüş” olması değil, ama “serbest rekabet ve demokrasi”nin “geride kalması” temel önemdedir. Öyle ki, burjuvazi ve burjuva demokrasisi söz konusu olduğunda serbest rekabetle demokrasi ancak birlikte anılabilirler; burjuvazinin gerici eğilimleri ve demokrasisinin güdüklüğüne karşın burjuva demokrasisi serbest rekabeti gereksinir ya da ona denk düşer. Bir başka söyleyişle, ne denli güdükleşse de burjuvazinin demokratizmi serbest rekabetle bağlıdır ve ancak serbest rekabetçi burjuvazinin demokratlığı ve demokratizminden söz edilebilir.
Serbest rekabet yerini tekele bıraktığında durum değişir. Serbest rekabetçi kapitalizmin genel eğilimi demokrasiyken, tekeller ve tekelci kapitalizmin eğilimi demokrasi değil, ama gericiliktir. Neden?
Öncelikle tekel durgunluk ve çürüme eğilimi demektir. Kapitalizmin serbest rekabet döneminin burjuvazisinin üretici güçleri geliştiriyor ve tarihsel olarak ilerici-devrimci rol oynuyor oluşu, tekeller ve emperyalizmle birlikte sona erer. Üretimden başlayıp tüm dünyayı mali sermaye ağlarıyla sararak egemenlik ilişkilerini her yana yayan ve tekeli tüm ekonomiye egemen kılan kapitalizm, tekelci kapitalizm artık üretici güçleri geliştirmek bir yana gelişmesini frenlemeye başlar. Serbest rekabet ortamında üretim maliyetini düşürerek, ucuza mal etmek için de makineleşmeye zorlanarak rakipler üzerinde üstünlük sağlanması dönemi tekelle geride kalmıştır. Tekel, pazarlar ve hammadde kaynaklarıyla üretim ve değişim süreçlerinde, ekonomide sağladığı egemenlikle karakterizedir.
Lenin, “Emperyalizm”de özetini vermiştir: “…emperyalizmin başlıca ekonomik temeli, tekeldir. Bu tekel, kapitalisttir, yani kapitalizmden doğmuştur, ve kapitalizmin, meta üretiminin, rekabetin genel koşulları içinde, bu genel koşullarla sürekli ve çözülmez bir çelişki halindedir. Bununla birlikte, bütün tekeller gibi, kapitalist tekel de şaşmaz bir biçimde bir durgunluk ve çürüme eğilimine yol açar.”[6]
Tekel, yalnızca sanayi ya da finans alanında ortaya çıkmakla kalmaz, ama tekelleşme, sanayi ve bankacılık alanındaki yoğunlaşma ve merkezileşmenin iç içe geçerek gelişmesiyle mali sermayenin oluşumuna yol açar. Mali sermaye kodamanlarıyla militarizm ve bürokrasinin, hükümetin en etkili isimleri arasında kişisel birlik de gerçekleşerek bir iktidar iplerini elinde toplayan mali oligarşi oluşur. Lenin, “Günümüz burjuva toplumunda, istisnasız, bütün ekonomik ve siyasal kurumların üzerine sımsıkı bir bağımlılık ağı germiş bir mali-oligarşi: tekelin en çarpıcı özelliği budur.”[7] demiştir.
Ve tekel yalnızca ekonomide durgunluk ve çürümeye yol açmakla kalmaz, aynı “çürüme” eğilimi ekonomiden siyasal alana da yansır: “Emperyalizmin kendine özgü siyasal özellikleri şunlardır: mali-oligarşinin baskısı ve serbest rekabetin ortadan kaldırılması yüzünden her alanda gericilik ve artan ulusal baskı.”[8]
“Tekeller, oligarşi, özgürlük eğilimi yerine egemenlik eğilimi, sayıları gitgide artan küçük ya da zayıf ulusların zengin ya da güçlü birkaç ulus tarafından sömürülmesi – bütün bunlar, emperyalizme, onu asalak ve çürümüş bir kapitalizm haline getiren ayırdedici özellikler kazandırmıştır.”[9]
Artık rekabetçi kapitalizmin olağan üst yapısı olan siyasal demokrasi ve burjuvazinin az-çok demokratik eğilimleri geride kalmış, tarih olmuştur. Tekel özgürlüğe değil, ama egemenliğe ve gericiliğe eğilimlidir. Tekel egemenlik peşindedir, tekçidir, dikte edicidir. Kendisini ve koşullarını dayatır. Tekel olarak, kendisi, çıkarlarını gerçekleştirmek üzere ve bu çıkarları ifade ederek dayattığı koşullar, durgunluk ve çürümenin ihtiyaçları olduğu kadar emek yığınları ve ezilen halklar üzerinde en ağır sömürü, talan ve baskı koşullarıdır. Bunlar, baskısız, gericiliğe başvurulmadan kabullenilecek türden değildir. Tekel kendisiyle sömürülen yığınlar ve ezilen halklar arasındaki çelişkileri şiddetlendirmeden edemez ve bir de bu nedenle ortaya çıkabilecek muhalefet ve karşı koyuşları engelleyip bastırmak üzere baskıya, gericiliğe ihtiyaç duyar. Demokrasi yerine gericilik ve oligarşik egemenlik, tekelin genel eğilimidir.
Tekeller, mali oligarşi, egemenliğini, siyasal demokrasi koşullarında, demokratik görüntü altında sürdürebiliyorsa sürdürür, olmazsa her tür gerici egemenlik biçimine başvurmaktan kaçınmaz. Darbelerle parlamenter demokratik egemenlik biçimlerine son verilmesi, faşizm, krallık ya da sultanlık… Hiçbirini reddetmez ve hangisi olursa olsun egemenliğini sürdürür.
“Bir tekel, bir kez kurulup milyarları çekip çevirmeye başladı mı, siyasal rejimden ve daha başka ‘ayrıntı sorunları’ndan bağımsız olarak karşı konmaz bir biçimde toplumsal yaşamın bütün alanlarına sızacaktır.”[10]
Tekellerin, mali oligarşinin egemenliği, en demokratik devlet biçimlerinde gerçekleşebilir, burjuva siyasal hak ve özgürlüklerin yokluğu kadar varlığı da bu egemenliği engelleyemez ve herhangi demokratikleşme önlemiyle/reformuyla bu egemenlik geçersizleştirilemez.
“… mali-sermaye, gelişme yolunda, en demokratik ya da cumhuriyetçi hükümeti, herhangi bir ülkenin, o ülke ‘bağımsız’ olsa da, seçimle başa geçen yetkililerini her zaman “serbestçe” satın alabilir. Malisermayenin ya da genel olarak sermayenin tahakkümü, siyasal demokrasi alanında herhangi bir reformla ortadan kalkacak değildir.”[11]
Ancak, siyasal demokrasi, kapitalizmin, hele tekelci kapitalizmin kendisine siyasal çerçeve edineceği devlet biçimlerinden ancak birisidir, ama kesinlikle tek biçim değildir. Daha tekel öncesinde kapitalizm egemenliğini siyasal demokrasi koşullarında (Fransa, ABD vb.) sürdürdüğü gibi meşruti krallıklarda da (İngiltere, Almanya vb.) sürdürmüştür. Yine öyledir, ama tekeller ve mali sermayenin egemenliği ile birlikte değişen, burjuvazinin eğilimidir. Rekabetçi burjuvazi –bütün aristokrasiyle uzlaşma ve gericileşme yönelimine rağmen– demokrasiye eğilimliyken tekelci burjuvazi dikteye, tekeline almaya, egemen olma ve egemenliğini yaymaya, gericiliğe eğilimlidir.
Söz Lenin’in:
“Genel olarak, siyasal demokrasi (‘saf’ kapitalizm için teorik olarak normal üstyapı olmakla birlikte) kapitalizm üzerinde yükselmesi olanaklı olan üstyapı biçimlerinden ancak biridir. Gerçekler, hem kapitalizmin, hem emperyalizmin herhangi bir siyasal biçiminin çerçevesi içinde geliştiğini ve bunların tümünü kendisine bağımlı kıldığını gösterir.”[12]
Ve,
“Emperyalizm, her yere, özgürlük değil, egemenlik eğilimi götüren mali-sermayenin ve tekellerin çağıdır. Bu eğilimin sonucu ise şöyle olmaktadır: siyasal rejim ne olursa olsun, her planda gericilik ve bu alanda mevcut uzlaşmaz karşıtlıkların aşırı ölçüde yoğunlaşması. Aynı biçimde ulusal baskı ve ilhak eğilimleri de, yani ulusal bağımsızlığın bozulması da özellikle yoğunlaşmaktadır (çünkü ilhak, ulusların kendi kendini yönetme hakkının çiğnenmesinden başka bir şey değildir).”[13]
Artık anlaşılmış olmalıdır: Tekelcilik, tekçilik, her yere ve her şeye egemen olma, dikte etme, dayatma, gericilik, tek elden ve merkezi yönetim ve yönetimin giderek daha fazla merkezileştirilmesi ihtiyacı kapitalist tekellerin, mali oligarşinin eğilimidir. Kendileri üretimin yoğunlaşması ve merkezileşmesinin ürünü olan ve bir kez ortaya çıktıktan sonra sadece ekonomiyle sınırlı olmadan her yere ve alana gericilik götüren ve artık kalıntılarıyla yaşayan feodalizm ve sair gericilik türlerini de kendi hizmetine koşarak dünyada gericiliğin kalesi haline gelen tekeller, tekelci kapitalizm, siyasal alandaki tekçi, tekelci eğilim ve mümkün en ileri ölçüde merkezileştirilmiş egemenlik biçiminin de asıl ve başlıca kaynağıdır.
Üretim ve değişim ilişkilerinde –sanayi, ticaret ve finansı kapsayarak– genel olarak ekonomi alanında tekelin karar alma ve uygulama süreçlerine şüphesiz çok sayıda ve farklı dallardan uzman katılır, ancak kararlar dar bir yönetim kurulu ve çoğu durumda hisse senetleri çoğunluğunu, hatta karar için yeteri kadarını elinde bulunduran yönetim kurulu başkanı ya da onun tarafından tayin edilmiş CEO tarafından alınır. Benzeri karar alma süreçlerinin siyasal alana aktarılması, tekelin genel eğilimini oluşturur, hatta alışkanlığı durumundadır.
Siyasette gericilik ve faşizm eğilimi, tekçilik ve merkeziyetçilik, AKP yönetiminin özellikle son yıllarında yaygın olarak yapılageldiği şekliyle tek bir kişinin ve hatta partisinin hırs ve özlemine indirgenemez; tümü tekellere, mali sermayeye, tekellerin egemenlik çağına özgüdür. Faşizmin, faşist diktatörlüklerin örneğin, mutlaka birer Führer, Duçe ya da Şef’leri olur, ama bu diktatörlükler, o şeflerin değil burjuvazinin, mali sermayenin bir egemenlik biçimidir. Tersi, merkezi ve tekçi faşist eğilimi tek bir kişiye özgü saymak, politik ekonomiden habersiz düşünüp davranan, sınıf bakış açısına sahip olmayan, üstelik toplumsal ve siyasal gelişme ve değişmeleri, siyasal ve ideolojik eğilimleri sınıfların birbirleriyle mücadele halinde olduğu iktisadi temelden hareketle ele almayan liberallerin hüsnü kuruntularından ibarettir.
*
Tekçi, yasama-yürütme-yargı dengelemesini yok ederek “kolay” ve “hızlı” karar adına tümünü başında “reis” bulunacak yürütmede merkezileştirme ve –kimilerinin otoriter tanımını yapmakla yetindiği– faşizm eğilimi bakımından hem uluslararası koşullar giderek elverişli hale gelmekte, hem de yerli işbirlikçi tekelci burjuvazinin ihtiyaçları böyle bir adımı davet ediyor görünmektedir.
“Sağ popülizm” adı takılan faşist eğilimleri de içinde barındıran aşırı sağcı eğilimin dünyadaki yükselişi uluslararası alanı giderek etkisi altına alır görüntüsü vermekte; Çinli Şi Cinping’le Rus Putin ve ona övgü dizmekte olan Fransız M. Le Pen’in, Hollanda’lı G. Wilders ve PW’si, Macar V. Orban Fidesz’i, Polonya’da iki yıldır hükümette olan B. Szydło, PİS’i ve Kukiz 15, Avusturya’da başkanlık seçimini son anda kaybeden FPÖ ve Başkanı Strache, İngiltere’de Nigel Farage ve UKİP’inin yanına ABD’nin yeni başkanı seçilen D. Trump ve Çay Partisini ekleyin, tablo tamamlanacaktır.
İkinci Dünya Savaşı’nın ardından faşizmin yenilgiye uğratılması ve sömürge sisteminin çözülüşüyle yükselen demokrasi dalgası fazla uzun sürmeyerek, yerini 1960 ve ’70’lerde darbe ve diktatörlüklerin yayılmasına bırakmış, ancak bu eğilim en başta Amerikan emperyalizmi tarafından desteklense bile başlıca bağımlı ülkelerle sınırlı kalmıştı.
Ardından dönemin en gericilerinden Amerikan Başkanı R. Reagan ve İngiliz Başbakanı M. Thatcher’in başını çektiği –bizdeyse T. Özal’la temsil edilmişti– neo-liberal saldırganlık dalgası geldi. Özelleştirmecilik ve esnek çalışma dayatmasının yanında “devletin küçültülmesi”, “yerelleşme”, “kimlik siyaseti”nin desteklenmesi vb. türü önlem ve uygulamalarıyla hatta neredeyse sağlı sollu liberallerce “demokrasi havarilerinden” ilan edilme raddelerine gelen bu tekelci eğilim, SSCB’nin çökmesini takiben “sosyal devlet” masraflarının gereksizleşmesiyle gündeme gelmiş ve boşalttığı yerlerin dünya pazarına katılması ve paylaşılmasına yaslanmıştı. Aldatıcılık ve az-çok siyasal demokrasi ve barışçıl koşullarda da tekeller ve mali oligarşinin sınırlanmamış egemenliğini sürdürebildiği bir kez daha neo-liberalizm ve örneğin “yerelleşme”-“yerelcilik” koşullarında kanıtlandı.
Şimdi neo-liberal saldırganlık sürmektedir, ancak kapitalist pazara açılmış eski Sovyet ve bağlı ülkelerinin sunduğu olanaklar sınırlanıp son derece daralmıştır ve buradan kapitalist sisteme “taze kan” pompalanmasının sonuna gelinmektedir. Bu, paylaşmak üzere tekellerin Pazar ve hammadde kaynaklarına, topraklara olan ihtiyaçlarının yeniden ve dizginlenemez biçimde büyümesi demektir. Putin Rusya’sının savaş açtığı Gürcistan’ın üzerine yürümesi ve bir kısım topraklara el koyması, eski hinterlandına yönelik Batı yayılmacılığına “dur” demek olduğu gibi, yeniden toparlanmış yeni bir emperyalist güç olarak kendisini ortaya koyması anlamına da gelmiştir. Üstelik Çin, Hindistan, hatta bir gömlek aşağı olsa bile Brezilya gibi yeni güçler de sahneye çıkmakta ve yeniden paylaşım koşulları kızışmaktadır. II. Dünya Savaşı’nın ardından kurulan dünya güçler dengesi, SSCB’nin çöküşünün ardından bir kez değiştikten sonra, şimdi yeniden değişmektedir. SSCB’nin tarih sahnesinden çekilişinden sonra dayatıcı tek güç haline gelen Amerikan emperyalizmi ve üstünlüklerine karşı tehditler artarak artık bu eski pozisyon sürdürülemez hale gelmektedir. Karşısında yeni güçler yükselişe geçmiş, ancak “köşeleri” belli yeni saflaşma da tam şekillenmemiş, belirli eğilimler ortaya çıksa bile henüz tamamlanmamıştır.
Bu “belirsizlik” ve “geçiş” koşullarında Türkiye, İran, S. Arabistan türü orta büyüklükte ülkeler de –belki Brezilya’yı bu kategoriden saymak daha doğru olacaktır– hiç değilse bölgelerinde hak talepleriyle ortaya çıkmaktadırlar. Biraz birbirlerinin boğazlarına sarılan ve “vesayet” savaşlarına girişen büyük emperyalist güçlerin arasındaki çelişkilerden yararlanıp şantajlara da başvurarak birini diğerine karşı kullanan ve böylelikle kendi “özel” ve “ulusal” çıkarlarını gerçekleştirmeye çalışan, ancak biraz da kaçınılmazlıkla birinden birine daha çok yakınlaşmak durumunda kalan ve bu “ortada” pozisyonlarını uzun süre sürdüremeyecek olan “bölgesel güç” durumunda ülkelerdir bunlar.
Pazarlar, üstelik SSCB’nin çöküşüyle genişlese bile, neo-liberal saldırganlığın sonucu olarak ciddi biçimde daralmış, zaten “kitlelerin eksik tüketimi” demek olan kapitalizmin bugünkü koşullarında sömürülen yığınların neredeyse boğaz tokluğuna çalıştırılmasıyla hızla artan üretim karşısında tüketimin aynı hızla büyümeyişi aşırılaşmış; önce 2008 Krizi’yle yüzleşilmiş, şöyle böyle ve üstelik her yere yayılıp genelleşmeyen bir canlanmanın ardından yine krize girilmiştir.
Sonuç, büyük güçlerin karşılıklı silahlanması ve silahlanmanın tırmanmasının yanında sömürülen yığınların sadece Arap ülkeleri, Yunanistan, Brezilya ve Fransa ile sınırlı olmayan ve örneğin ABD’de siyahlara ateş açan polislerin öldürülmelerine kadar varan protestoların yayılması olmaktadır.
Nereden bakılırsa bakılsın, dünya ölçeğinde sömürülen yığınlar ve ezilen halklarla olduğu kadar kendi arasındaki çelişkiler de büyüyüp keskinleşmekte olan tekeller ve mali oligarşi, ihtiyaçlarının büyüdüğü ve yönetmesinin zorlaşmakta olduğu yeni koşullarla yüz yüze kalmakta ve bu nedenle dünyada gerici-milliyetçi ve faşizan eğilimler güç kazanmaktadır.
*
Türkiye’nin özel durumu da tekeller açısından fazla parlak değildir.
Ergenekon hesaplaşmasının ardından 15 Temmuz darbe girişimiyle karşı karşıya kalan Türkiye, kendi “özel” –işbirliği yaptığı büyük emperyalist güçlerle ilişkisinde alacağı komisyon payını artırmaktan ibaret– “ulusal” çıkarlarının peşinde büyük emperyalist güçlerle kopuşma olmasa bile eski iyi ve “ortalama” ilişkilerini sürdüremeyip bozma sınırlarındadır. ABD ve Avrupa ülkeleriyle söz dalaşını sürdürmekte, bu çıkar farklılıklarından kaynaklanmaktadır. ABD 15 Temmuz’un arkasındaki asıl güç olmakla suçlanmış, Almanya darbecileri kollamakla eleştirilmektedir; ancak bu iki ülkenin “yerli-milli” ekonomide tuttukları yer fazlasıyla büyüktür ve Batılılar toplam olarak örneğin borsanın ¾’ünü kontrolleri altında tutmaktadırlar. Dış ticaret açısından da durum farklı değildir.
Rus uçağının düşürülmesiyle Türkiye’nin durumu olağanüstü zorlaşıp kötüleşmiş, başta ABD olmak üzere Batıyla da sorunlar yaşanırken Rusya’yla ilişkileri düzeltmek için “özür”den ve çıkarları uyumlaştırmaya yönelmekten başka çare bulunamamıştır.
Sonunda Türkiye Suriye iç savaşına dahil olmaktan da kaçınamamış, yayılmacı yönelim, ülkenin içinden zor çıkılır bir duruma sürüklenmesine götürmüştür. Bu arada tutarlı dış politika diye bir şey kalmamış, kısa zaman aralıkları içinde Rusya’yla ilişkilerin kesilmesi ve ambargolardan dostluğa, Esad’ı devirmekten onunla hiç değilse zımni işbirliğine geçilmiştir. Dış politika istikrarsızlık unsuru durumundadır.
Öte yandan Gezi’nin hatıraları henüz tazedir. Başta metalciler olmak üzere işçiler hak arayışlarına çıkmakta, ancak her seferinde grevleri yasaklanmaktadır. Örgütsüzdürler, ancak güçtürler, örgütlendiklerinde büyük güç olacaklardır.
Suriye Savaşı’na müdahil olmanın yayılmacılığa duyulan özlemin yanı sıra başlıca gerekçelerinden olan Kürt “koridoru”nun önlenmesidir ve “PYD ile iş yapmama” talebi ABD ve hemen tüm diğer ülkelerle ilişkilerin “kırmızı çizgisi” haline getirilmiştir. Oysa “Kürtsüz” bir Suriye’nin olamayacağı neredeyse her ülkenin fikir birliği ettiği bir konudur. Ve Suriye’deki Kürt sorununa müdahale önemli bir istikrarsızlık konusudur.
Kürt sorunu sadece dış bir sorun değil, ama önde gelen iç sorunlardan biridir. Geçen yıl birçok Kürt kentinde taş üstünde taş bırakılmamıştır ve “bitirdik, bitiriyoruz” sözlerine karşın Kürt Savaşı sonu görünmekten uzaktır. Ve temel bir istikrarsızlık konusu durumundadır.
Üstelik Türkiye’nin Suriye Savaşı’na müdahalesi dolayısıyla ülkeye İslamcı terör ithal olunmuştur. Kilis ve Antep bombalamalarının yanında İstanbul ve Ankara gibi büyük kentler İslamcı terörün hedefi haline gelmiş, istikrarsız ve nerede bomba patlayacağı belirsiz ülke görüntüsü gelen turist sayasında dramatik düşüşlere yol açmıştır.
Yetmemiştir; rantçı sıcak paraya dayalı ekonomi politikalarıyla, Saraylar ve sair müsrifliklerle yakınlaştırılıp yıkıcılığı artırılan ekonomik kriz kapıya dayanmıştır ve bu kez “teğet geçme” ihtimali yoktur. Her şey dolar ve Euro’ya bağlanıp dışarıdan yapılacak yatırımlar ekonominin itici gücü kılınarak ve özelleştirmelerle satılmadık “milli” değer/işletme bırakılmayarak, ülke yabancı paraya bağımlı hale getirilmiş ve kurlardaki oynamalar felaket habercisi olmuştur. Üstelik kapitalizmin onmaz hastalığı olan pazarların üretimin artış hızına kıyasla yavaş büyümesi ve hatta neo-liberal esneklikler sonucu büyümemesi, bir yandan –en çok öğünülen inşaat sektörü dahil– stokların büyümesine, bir yandan da işsizliğe yol açmaktadır. İçeride ve dışarıda yürütülmekte olan askeri harekatlar ve silahlanma eğiliminin harcamaları artırarak ekonomiye ilave bir yük bindireceğiyse tartışmasızdır. Ekonomi istikrarsızlık kaynağı halindedir.
Sonuçta, ülke içi ve dışında satışları ve dolayısıyla karlarını artırma ve ama özellikle kısabileceği en temel kalem olarak “değişen sermaye”den/işçi ücretlerinden kısma ve en başta “İşsizlik Fonu”nun yanında işçi ve emekçilerin sırtına konacak yeni vergi vb. yükleriyle finanse edilebilecek teşvikler ve vergi kolaylıklarından yararlanma peşinde olan tekeller kolay olmayan bir durumla karşı karşıyadırlar. Ve elverişli uluslararası koşullardan da yararlanarak, halka yönelik baskı ve şiddetin artırılması, şüphe yok ki işlerine gelecektir. Zaten genel eğilimleri de bu yöndedir: Egemenlik ve gericilik! Her yere gericilik götürme. Çıkar ve koşullarını dikte etme!
TEKELLERİN GENEL EĞİLİMİ OLARAK GERİCİLİK, FAŞİZM VE “ÖZEL” ÇIKARLAR
Tekellerin, demokrasi inkarcılığının, merkeziyetçiliğin, tekelci tekçiliğin, gericilik ve tekellere, tekelci kapitalizme özgü gericilik olarak faşizmin kaynağı olduğu tartışma götürmez ve şimdiye kadar söylenenlerden anlaşılmış olmalıdır.
Ancak tekellerin, genel gericiliğin, merkeziyetçilik ve tekçiliğin, faşizmin kaynağı olması, belirli somut koşullarda tekelci tekçilik eğiliminin, faşizmin özel olarak belirli tekelci gruplar ve – tekelci niteliklerinden kuşku duyulamayacak– belirli dinamikler tarafından zorlanabileceği ve zorlandığının gözden kaçırılmasına yol açmamalıdır.
Hitler ve iktidara yürüyüşünden örnek vermek gerekirse, faşizm, siyasal bakımdan Hitler’in Nasyonal Sosyalist NAZİ Partisi ve sosyal ekonomik bakımdan da önde gelen özlemci ve finansörü durumundaki iki büyük Alman tekeli olan Krupp ve Thyssen ve çevreleri tarafından zorlanmakta, beslenip gelişmesi için elden gelen yapılmaktaydı. Dimitrov ünlü Leipzig Duruşmalarındaki savunmasında buna değinmiştir:
“Milli Cephe kampındaki çekişme, Almanya’nın ileri gelen ekonomik çevrelerindeki perde arkası çekişme ile bağlantılıydı. Bir yanda, uzun yıllar boyunca Nasyonal Sosyalistleri desteklemiş olan Krupp-Thyssen çevresi (savaş endüstrisi), öte yanda ise giderek geri plana itilmekte olan onların karşıtları bulunuyordu. Thyssen ve Krupp, mutlakiyet ilkesini yerleştirmek, kendi yönetimleri altında bir politik diktatörlük kurdurmak ve giderek işçi sınıfının yaşam standardını düşürmek istiyorlardı.”[14]
Daima böyle olur. Siyasal toplumsal olay ve gelişmeler, kaynakları ve sınıf nitelikleri belli olmasına karşın, bütün bir sınıfın hemen ve topyekun harekete geçmesiyle gerçekleşmez. Nasıl grev başlarken bir ya da birkaç işçinin inisiyatifiyle şalter indirilirse, tekeller de inisiyatif alır, toptancılıkla tümü bir arada hareket etmezler. Birinin şu diğerinin bu özel çıkarı vardır, çıkarları şu ya da bu özel koşullarla bağlıdır, siyasal bağlantı ve ilgilerinin düzeyleri farklıdır vb., ancak yat yat-kalk kalk şeklinde davranmaz, az-çok çıkar farklılıklarıyla temel çıkarları ortaklaşan tekeller belirli bir siyasal program etrafında birkaçının baş çekmesiyle birleşir ya da birleşmezler. Almanya’da böyle olmuştur; Türkiye’de de durum farklı değildir.
Dimitrov da bu yönüyle uyarılarda bulunmuştur: “… faşizmin yönetimi ele geçirmesi sanki bir finans kapital kurulu ya da organı, faşist diktatörlüğü başlatmak için bir tarih saptamış gibi basitleştirilmiş, düzgün bir olay olarak düşünülmemelidir.”[15]
Türkiye’de, yeni yönetimi Erdoğan tarafından 21 Şubat’ta Saray’da ağırlansa ve dışarıya “birlik-beraberlik” mesajı yansısa da, en azından yakın zamana kadar TÜSİAD’la başka bazı tekelci –“yeni yetme”– gruplar ve AKP-Erdoğan yönetimi arasında bir açı farkı ve mesafe olduğu görülmekteydi.
TÜSİAD “keyfi davranmamak”, “hukukun üstünlüğünü gözetmek”, “ifade ve basın özgürlüğüne sahip çıkmak” vb. ve bunların “yabancı sermaye yatırımları bakımından gerekli olduğu” yönünde eleştiriler yapmaktaydı. Sermayeye tanınan teşvik ve kolaylıklardan kuşkusuz en başta TÜSİAD’ta örgütlü geleneksel tekeller, Koç, Sabancı ve diğerleri yararlanır, hatta cüsseleri büyük olduğu için aslan payını onlar alırdı. Ancak, bilinir, başta ihaleler olmak üzere yürütme tarafından dağıtımı yapılan devlet olanaklarından, son yılların 3. Havaalanı ve 3. Köprü, Avrasya Tüneli, Kocaeli Körfez geçişi vb. gibi büyük ihalelerinden paylarına bir kuruş bile düşmemişti. TOKİ de onlarla iş görmezdi, üstelik MİLGEM gibi büyük ihaleler iptal edilerek ellerinden alınmıştı. Oysa son yıllara kadar asıl devlet eliyle palazlanmışlardı.
Peki bizim Krupp ve Thyssenlerimiz var mı, varsa kimler? Adı anılan tekeller Almanya’nın en büyüklerindendi, bizimkilerse “yeni yetme”dirler, ama hızla palazlanıp büyümektedirler. Birkaç örnek vermek gerekirse; Albayraklar, Nihat Özdemir’in Limak’ı, Kalyon İnşaat, Ağaoğlu ve L. Topbaş, BMC ve medya yatırımlarıyla eski Aydınlıkçı Ethem Sancak, yatırımları ve milletin anasına küfretmesiyle ünlenmiş M. Cengiz.. Yanlarında palazlandırılan enerjici ve İHA’cı damatlar…
Hızla zenginleşen bu çoğu inşaatçı rantiye zevat ve şirketleri Türkiye’nin “binmiş bir alamete, gidiyor kıyamete” görüntüsünün başlıca müsebbiplerindendirler. Aç gözleri ve Koç ve Sabancılarla boy ölçüşme özlemleriyle içeride ve dışarıda her türlü maceracılıkla pervasızlığın başlıca zorlayıcılarıdırlar. “Kısa günün karı” her şeyi, üstelik çabucak elde etme ve kar hanelerine yazma dürtüsüyle hareket etmekte ve önünü arkasını fazla düşünme zahmetine girmemektedirler. İçeride kırıp dökme, Suriye Savaşına müdahil olma gibi maceracı bir dış politika, Koç ve Sabancı türü maceraya atılacak denli toy olmayan, az-çok durmuş oturmuş, görmüş geçirmiş ve belirli bir statüko oluşturmuş tekelcilerin değil, ama en çok onların çıkarlarına uygun ve gözlerini doyurmak içindir. Oturup toplantı yaparak onlar kararlaştırmamışlardır kuşkusuz, ancak onların aç-gözlü çıkarlarını yansıtmaktadır.
Tek merkezden alınmış kararlarla dağıtılan rant ve ihale türü palazlandırıcı devlet olanaklarından, hatta yurtdışında siyaseten elde edilen –örneğin Kalyon İnşaat’ın Irak-Erbil su temini ve Summa ile birlikte Limak’ın Dakar Havaalanı projeleri gibi– olanaklardan en çok yararlananlar olduklarından daha ileri bir siyasal merkezileşme en çok onların işlerine gelecektir ve gelmektedir.
*
Referanduma sunulan değişiklikler açısından bakıldığında:
a. Kuvvetler ayrılığı prensibinin yürütme lehine geçersizleştirilerek (ya da öneminden yitirerek) siyasal merkezileşme ve temel önemde olanlar dahil siyasal kararların tek yetkili kılınacak cumhurbaşkanının keyfine terkedilmesi.
Böyle bir önlem, emek ve halk karşıtı saldırganlığı kolaylaştıracak oluşu yönüyle genel olarak tekellerin çıkarlarını yansıtır ve işine gelir. Hiçbir tekel emeğin ve halkın haklarını gözetip savunacak değildir.
Ancak; parlamentonun yetkisizleştirilmesi ya da yetkilerinin törpülenmesi, diğer yandan tek keşinin keyfi yönetimine yol açma ve parlamento tartışmaları sürecinde olanaklı olabilecek burjuvazi ve gericilik içindeki çelişme ve anlaşmazlıkların uzlaştırılabilmesinin tekleşecek yürütmenin sağlayacağı kolaylıklara kurban edilmesi risklerini beraberinde getirmektedir ki, tekeller arasında bir çelişki kaynağı oluşturmaktadır. Bütünüyle “yandaş” pozisyon tutan tekeller bir yana, örneğin TÜSİAD çevresinde toplanmış yerleşik tekeller az sayıda olmayan mülklere el koymalarla tek kişilik kararların neden olabileceği keyfiliği OHAL ve KHK’lerle yönetme dolayısıyla deneyden geçirmişlerdir. Ve bugünkü merkezileşmenin aşırılaştırılmasının zorlanması, tekelci genel çıkarları açısından benimsenebilir olsa bile, söz konusu merkezileşmeyi zorunlu sayan tekel gruplarının özel çıkarlarının yanında –Erdoğan’ın taleplerinde ifadesini bulan– siyasal özel çıkarlarının keyfiliğe kayabilme olasılığının yüksekliğini göz önünde tutacak Koç ve Sabancı gibilerinin özel çıkarlarına uygun görünmemektedir ve TÜSİD’ın dile getirdiği eleştirilerle birlikte söz konusu merkezileşmenin onlar tarafından savunulmuyor oluşu da bundandır.
Aynı şey, yürütme lehine yargı bağımsızlığı ve hukukun üstünlüğünün ötelenmesi ve yargının hiyerarşik olarak yürütmenin başına bağlanması açısından da geçerlidir. Yargının yürütmeye bağlanmasının, yürütmenin çizgisine tamamen uygun adım yürümeyen TÜSİAD üyeleri dahil herkesin başına işler açabilme olasılığı küçümsenir gibi değildir ve OHAL ve KHK’lerle gerçekleştirilen uygulamalardan bellidir. Sadece TÜSİAD’çıların işbirliği ettikleri yabancı sermaye ve uluslararası tekellerin hukuksuzluğun keyfiliği nedeniyle önlerini görmekte zorlanır olmaları ve yatırım yapmada isteksiz davranmaları bile önlerine gelen mutlak merkezileşme önlemlerine destek vermemeleri için yeterlidir ki, TÜSİAD’ın “keyfiyet” içerikli eleştirisi buraya oturmaktadır. Halkın maruz kaldığı hukuksuzluk ve keyfiliklere aldırmaz, ancak kapitalizmde, önü görmeden körce üretim ve yatırım da yapılmaz. Şundan bellidir ki, Magna Carta ile kralın mutlak iradesinin, dolayısıyla keyfi yönetiminin kısıtlanması girişiminin en temel maddelerinden biri hukuksuz (mahkeme kararı olmadan) el koyma ve müsadereler olmuştur.
b. Demokratik hak ve özgürlüklerin kısıtlanması ve baskı ortamı yaratılması.
Gericiliğin derinleştirilmesi ve hak ve özgürlük kısıtlamaları, tekellerin genel çıkarlarını yansıtır ve tekeller arasından bu nedenle herhangi bir “muhalefet” beklenemez. Ancak yine burada, hak sınırlamalarının nerede başlayıp nerede biteceği önem kazanacaktır. Çünkü gericilik ve faşizm, siyasal hak ve özgürlüklerin çiğnenmesi ve kitlelerin siyasal yaşamdan dışlanması genel olarak tekellerin eğilimi ve faşist diktatörlük şu ya da bu tekel ya da tekel grubunun değil ama tekellerin, mali sermayenin bir egemenlik ve devlet biçimidir; bu doğrudur. Ama faşizm yalnızca işçi ve emekçilere saldırmak ve onların hak ve özgürlüklerini çiğnemekle kalmaz, ötesine geçer. Dimitrov, faşizmin başka burjuva parti ve gruplarla da kavga ve çatışma sürecinde ortaya çıktığını söyler:
“Faşizm gerçekte genel olarak eski burjuva partilerine ya da bunların belirgin bir kesimine karşı verilen karşılıklı, bazen de şiddetli bir kavga sonucu ortaya çıkar. Bu kavga faşist kampın kendi içinde de söz konusu olabilir. Bu kavga bazı durumlarda silahlı çatışmalara da yol açabilir; Almanya, Avusturya ve birtakım ülkelerde gördüğümüz gibi.”[16]
Bu kavganın diktatörlüğün kuruluşuyla sona ermediği, ama Hitler’e en yakın olanlarca düzenlenen suikast girişimleri örneğinde olduğu gibi sürdüğü bilinir. 15 Temmuz gerekçe edilerek darbe karşıtı oldukları halde görevlerine son verilen öğretmen ya da sağlıkçılar bir yana, yanlı yansız şirket ve hatta holdinglere de kayyum atanıp mülklerine el konduğu malumdur. Hak ve özgürlükler çiğnenerek siyasette mutlak merkezileşmenin neden olması kaçınılmaz keyfiyet meşrulaştığında, yarın aynı şeyin bir başka şirket ya da holding sahibinin başına gelmeyeceğinin garantisi yoktur. Ve bu olasılık ve gelecekte genelleşme belirtilerinin bugünden fazlasıyla bulunmasının, yakın çevre dışında kalan tekellerde tedirginliğe yol açması ve dolayısıyla siyasal merkezileşme talebine bugünkü koşullarda ve genellikle olumlu yaklaşılmaması hiç şaşırtıcı değildir.
c. Mali, ticari ve ekonomik kararların tekçi merkezileştirilmesi.
İşçi ve emek yığınlarına karşı önlemler almak üzere kararların merkezileştirilmesine, bırakalım tekelleri, hiçbir burjuva kesimin itirazı olmayacaktır, olmaz. Teşvik ya da vergi kolaylıkları şimdiden zaten gayet merkezi kararlarla uygulamaya konmakta ve bütün burjuvazi tarafından alkışlanmaktadır. Özelleştirmeler ve emeği köleleştirmeye yönelik esnek çalışma, kiralık işçi büroları gibi önlemlere de, bunların en merkezileştirilmiş şekilde alınışına da burjuvazinin hiçbir kesiminden bir karşı çıkış beklenemez. Ancak devlet olanaklarının dağıtımı bugünden sorundur ve mutlak merkezileşmenin başını çekenlerle siyasal sözcülerinin bu alanda güvenilirlikleri tekellerce test edilmiş durumdadır. Bu nedenle, tekeller arasındaki çelişki ve son on-on beş yıldır devlet ihalelerinden hemen hiç yararlanamayan, yararlananlar ve onlarla hemhal durumdaki ihale dağıtıcılarının “özel çıkarları”yla kendi “özel” çıkarlarının uyumsuzluğunu yaşamış olan yakın çevre dışında kalan tekellerin son merkezileşme zorlamasına destek olmamaları doğal görülmelidir.
Aynı şey şimdiden denenmekte olan “faiz indirimi”, “TL’ye geçiş” ve “istihdamı artırma” ya da en son neredeyse tüm büyük devlet şirket ve yatırımlarının toplandığı “Varlık Fonu” gibi çağrı ve zorlamalar açısından da geçerlidir. Şimdiden merkezi siyasal irade Merkez Bankası’na, patronlara ve hatta tekellere müdahalede bulunarak iç-işlerine karışmakta ve merkezileşmenin mutlaklaştırılarak her mali-ekonomik kararın Y. Bulut ve C. Meriç türü danışmanlarla tek kişinin insafına bırakılması durumunda olabilecekler hakkında fikir vermektedir ki, durmuş oturmuş geleneksel tekellerin, hiç değilse bugünkü koşullarda özlemi duyulmakta olan önlemlere destek olması herhalde beklenmemelidir.
Sonuç olarak; tekellerin genel eğilimi demokrasi değil, gericilik ve tekelci kapitalist gericilik olan faşizm olmasına karşın, bugünkü mutlak merkezileşme zorlaması belirli “özel” çıkar grupları, tekellerin belirli bir bölümü ve onları etrafında toplayan merkezileşmenin başında bulunmak isteyen siyasal iradeden gelmekte ve zorlayanların “özel” çıkarlarına bakıldığında, bu çıkarlarla tekellerin bugünkü genel çıkarları arasında belirli bir açı ve mesafe olduğu görülmektedir.
HAYIRLAR VE HAYIR TÜRLERİ
Referandumda mutlak merkeziyetçilerin oluşturduğu AKP ve Bahçeli MHP’sinden ibaret “Evet” cephesinin karşısında “Hayır” cephesi en az üç farklı gruptan oluşmaktadır ve parçalı bütün durumundadır.
Birincisi, çeşitli görüşlerden işçi ve emekçilerin nesnel çıkarları kesinlikle mutlak merkeziyetçilikle uyuşmamaktadır ve emek yığınlarının –“Hayır” propagandasının yasaklandığı malumdur ve bunun “Hayır” pusulalarını azaltacağını tahmin etmek zor değildir, ancak– en azından anlatılabildiğinde tekçiliği reddedeceklerine güvenilebilir. Bu amaçla bağımsız bir sınıf çalışması yürütülmesi şarttır.
İkincisi, çeşitli milliyetlerden –en çok ve yaygın olarak küçük burjuvazinin tutumunda kendisini ortaya koyan– tutarlı ya da tutarsız devrimci ve ilerici burjuva demokratik, özgürlükçü “Hayır” eğilimidir. Buradan karşılıklı olarak “Hayır”ın belirli milliyetçi gerekçelendirmeleri gelebilecektir ve ayrı platformlarda yer alınsa da “Hayır” ortak paydası gözetilerek birbirlerinin “Hayır”larını ve açık ki toplam “Hayır”ları eksiltmemeye özen gösterilmek gerekecektir. Burada, uygulamasının ne ölçüde gerçekleşebileceği bir yana, CHP’nin parti propagandası ve bayraklarını öne çıkarmadan kampanya yürütme kararının olumlu bir rol oynayacağı söylenmelidir.
Ve üçüncüsü, ilericilik ve devrimcilik konusu olmayan ve tekeller ve gericilik içindeki çelişmeler dolayısıyla gündeme gelen “Hayır” eğilimidir ki, farklı gerekçelerine ve bunların şovenist gerici içeriklerine karşın, dolaylı olarak “Hayır” cephesi yararına bir sonucun doğmasında rolü olacaktır ve bir platformda birleşmek için çaba gerekmese ve doğru da olmasa, mümkün en yüksek “Hayır” oranına ulaşılması için “yedek güç” olarak gözetilmesi zorunludur.
[1] Proletarya İhtilali ve Dönek Kautsky, sf. 31
[2] Faşizme Karşı Birleşik Cephe, sf. 57, abç, Ekim Yayınları, 7. baskı
[3] Lenin, Proletarya İhtilali ve Dönek Kautsky, sf. 28
[4] Burjuvazinin “devrimci barutunu tüketerek” gericileşmesine ilişkin söylenenler, henüz feodalizme karşı mücadele eğilimi taşımayı sürdüren kapitalizmin yeni gelişmeye başladığı ülkelerin burjuvazisiyle henüz emperyalizmle birleşmemiş ve tersine kendisinin de maruz kaldığı baskısı karşısında emperyalizmle mücadele eğilimi gösteren yine kapitalizmin gelişmesi bakımından görece geri ülkelerin burjuvazisi bakımından şüphesiz geçerli değildir.
[5] Lenin, Emperyalizm, sf. 11, Sol Yayınları, 12. Baskı, 2009
[6] Lenin, Emperyalizm, sf. 112
[7] Age, sf. 139
[8] Age, sf. 125
[9] Age, sf. 140
[10] Age, sf. 65
[11] Lenin, UKKTH, sf. 125, Sol Yayınları, 8. baskı
[12] Age, sf. 143
[13] Lenin, Emperyalizm, sf. 136
[14] G. Dimitrov, Faşizme Karşı Birleşik Cephe, sf. 100-101
[15] Age, sf. 136
[16] Dimitrov, FKBC, 7. Kongre Raporu’ndan, sf. 136-137