Kadir Yalçın
Doğu Perinçek eskilerde solculuk taslardı.
12 Mart’tan (1971) önceki günlerde sıkı solcuydu. Gerçi TKP/ML’yi kurmak üzere Aydınlık[1] içinde muhalefete başlamış olan İ. Kaypakkaya ve –diğer fikirlerinin yanında Denizler’in mücadelesinden etkilenerek, onların ardından benimsediği “silahlı mücadele her zaman temeldir” örneğinde olduğu gibi dayanağı “iktidar namlunun ucundadır” ve “Bir Kıvılcım Bütün Bozkırı Tutuşturabilir” türünden Çin Devrimi’nin önderi Mao Zedung’un tezlerini Türkiye’ye adapte etmeye giriştiği– dogmatik ve devrimci ama küçük burjuva devrimciliğini yansıtan görüşleri karşısında sola kaymak zorunda kalmıştı. Böyle bir görüntü vermek zorunluluk halini almıştı; yoksa dönemin özellikle devrimci gençlerini etkisi altına alan solcu devrimci fikirler ve dayanağını bu fikirlerde bulan sosyal pratiğin oluşturduğu atmosferde tecrit olmak ve elinde avucunda ne varsa kaptırmak durumunda kalabilirdi. Perinçek Kaypakkaya’nın devrimci çıkışı karşısında iki şey yaptı: Bir, Kaypakkaya’ya başarısız kalan bir suikast tertipledi ve iki, görünüşte gerillayla “bozkırı tutuşturmak için” bir av tüfeği ve iki tabancayla Söke’nin Beşparmak Dağlarındaki bir mağaraya “çıktı”. Beşparmaklara, sonunda “Mao Zedung Düşüncesi”ni savunmaya “ilerleyeceği” Türkiye’de “işçi sınıfı önderliğinin objektif ve sübjektif koşullarının olup olmadığı” tartışmasından gelmişti. “Koşullar” eksik olduğundan, öncelikle önderliği sunarak desteklediği “zinde kuvvetler” de denen “asker-sivil aydın zümre” ya da “sol cuntacı” subaylarla oluşturulan “devrimci güçbirliği”nden ve 9 Mart’ta “sol darbe”nin bastırılmasından sonra kendisini köylülere/kırlara vurmuş gibiydi! Yine de –sonradan Zaman yazarı olan Şahin Alpay, NTV’yi kuran Nuri Çolakoğlu, Özal’a danışmanlığının ardından bir süre sonra bozuşacağı Erdoğan’a yakınlaşan Cengiz Çandar, bir dönem Taraf’ın genel yayın yönetmenliğini yapan Oral Çalışlarla aynı gazetenin tarih yazarlığını yapan Halil Berktay, Erdoğan Güçbilmez ve Gün Zileli gibi isimlerle birlikte olduğu– o günler en solcu dönemiydi.
Zaten ideolojik egemenliğini sağlayamayan darbenin etkisinin yatışmasının ardından “dağlardan inmiş” muzaffer kumandan edasıyla örgütlenmeye girişti; ama devrimci örgütlerin yüksek itibarı karşısında etkili olamadı. Sorun sadece “itibar” sorunu da değildi. Maoculukta karar kılmış olan Perinçek, darbe günlerinin ardından, “78 dönemi” denen dönemde, Mao’nun kendisinde de hep varolagelen ve bir dönem biri başka bir dönem diğeri öne çıkan sağ ve sol, devrimci ve reformcu görüşlerin iç içeliğinden oluşan eklektizmin en gerici yorumlarını savunmaya yöneldi. Mao ve Çin’inin “iki süper devlet”e karşı herkesle birleşme çizgisinden geçerek ilerlediği “emperyalizme karşı temel güç” payesi yakıştırarak “üçüncü dünya” dediği geri ülkelerin Pehlevi, Pinochet, İdi Amin gibi gerici şah, şeyh, kral ve diktatörleriyle birlik, “ikinci dünya” dediği Avrupa’nın “ikinci dereceden emperyalist” ülkeleriyle ittifak ve hatta “baş düşman” ilan ettiği Sovyet Sosyal Emperyalizmine karşı ABD ile dayanışma ve başkanı Nixon’la yakınlaşma çizgisi Perinçek’in de çizgisi olmuştu. Bu “üç dünya”cı çizgi uyarınca, o da, ne kadar gerici varsa birleşmeye uğraşıyor, Türkiye’nin bu gerici güçlerle birliğini savunuyor, “4. Ordu Rus sınırına” sloganıyla Türkiye’yi ABD ve Amerikan uşağı gericilerle birlikte Rusya’ya karşı savaş düzeni almaya çağırıyordu.
“Üç Dünya Teorisi” şüphesiz, yalnızca uluslararası görevleri olan bir dış politika çizgisi değildi; ülke içinde, iç politikada da gerekleri vardı: “Üçüncü dünya ülkesi” olan Türkiye’nin (ve kuşkusuz gerici faşist güçlerinin) Rusya karşısında birliğini öncelikli sayıp ABD ve Amerikancı güçlerle ittifak! Dönem, ülke içinde ilerici ve gerici, devrimci ve faşist güçlerin saflaşıp mücadele ettikleri dönemdi. İşçiler grevden greve, direnişten direnişe mücadele ediyor; taşrada mücadele yüksek seyrediyordu; gençler kitlesel olarak sadece akademik vb. değil ama politik mücadele içindeydiler. Gericilik provokasyonlar tertipliyor; Maraş, Malatya, Sivas, Çorum gibi yerlerde katliamlara kalkışıyordu. Perinçek ve Aydınlık’ıysa “sahte solcular”a karşı bir kampanya açmış, yalnızca Rusya’yla yakınlık halindeki TKP gibi partilerle değil, ama gericilikle mücadele halindeki devrimcilerle uğraşmakla kalmıyor, ama isim vererek devrimcileri deşifre ediyor, ilişkileri ve adreslerini gazete ve dergisinde yayınlayarak resmi ve sivil faşist çetelere açık hedef haline getiriyordu. Önemli olan Türkiye, birliği ve esenliğiydi! O günlerin Aydınlıkları “Kenan Paşa”ya övgüler ve devrimcilere küfürlerle doludur.
İlginci odur ki, Perinçek ve grubu, bütün hizmetlerine karşın, yeterli bir destek gücü oluşturamadığından adam yerine konmamış ve “hakkı yenerek” hem 12 Mart hem de 12 Eylül Darbecileri tarafından kısa sürelerle de olsa hapse atılmıştır.
’90’lara gelirken ve ’90’larda, Perinçek’i, 12 Mart sonrasında yaptığına benzer şekilde, faşist darbe karşıtlığıyla güç toplamaya çalışırken görürüz. Pragmatistliğiyle, yine solcu görünerek pirim toplama peşindedir. Baş düşman saydığı Sovyetler Birliği Brejnev’den sonra birbiri ardına genel sekreter değişiklikleriyle sonunda Gorbaçov yönetiminde “Glasnost ve Perestroyka” politikalarıyla Batılılaşma ve modern revizyonizmin çöküşünü resmileştirme dönemine girerek kolu-kanadı kırılmış ve artık “baş düşmanlık”ı hak etmez duruma sürüklenmiş, dolayısıyla Çinliler ve takipçisi Perinçek de Rusya’yı hedef alan “üç dünya”cı Batılılarla birlik çizgisi izlemeyi sürdüremez olmuşlardır. Bu çizgi, aynı dönemde tüm dünyada atağa kalkan uluslararası burjuvazi ve emperyalizmin neo-liberal saldırganlığının halk üzerinde yıkıcı olumsuz sonuçlarının yaşanmaya başlandığı Türkiye gibi ülkelerde, ek olarak bu nedenle de sürdürülemez olmuştur. Sürdürülmeye çalışılması durumunda tecride götürme tehlikesi taşıdığı pragmatizmiyle ünlü Perinçek tarafından görülmüş ve bir manevrayla yeniden solculuk akla gelmiştir. Dönem popülizm dönemidir. Perinçek ve partisi, bu kez 12 Eylül Faşizminin bütün haklarını saldırı konusu edip sermaye adına gaspettiği işçilerin başlıca ekonomik hak talep ederek kitlesel olarak sokağa döküldüğü Bahar Eylemleri içinde yer tutmaya çalışır. Öte yandan bugün savunduklarıyla karşılaştırıldığında anlaşılmaz olacak şekilde, 1984’te başlattığı savaşla gelişen ve belirli bir doygunluk ve denge durumuna ulaşan Kürt hareketine övgü yağdırmaktadır. Sloganı, madencilerin Ankara’ya yürüyüş başlattıkları kömür diyarı üzerinden işçiler ve mücadeleleriyle Kürt halkı ve mücadelesine atıfla, ikisinin birleşmesini öngören “Zonguldak Botan El Ele”dir! Üstelik, Perinçek üşenmemiş, iki kez (biri ’89 sonu ve diğeri ’91 başında) Lübnan’a, Bekaa Vadisi’ne, burayı üs tutmuş olan Öcalan’la görüşmeye gitmiştir.
Zamanın Perinçekçi 2000’ne Doğru Dergisi Öcalan ve Kürt hareketi ve “ittifak” üzerine abartılı propaganda yapmaktaydı. ’91 Seçimleri’ne birlikte katılma gündeme gelmiş, Perinçek’in “amudunu” da istemesiyle Aydınlıkçı vekil sayısında anlaşma sağlanamayınca seçim ittifakı gündemden çıkmıştı. Kürt hareketiyle ittifak tutumunun ardında bu hareketin gücünü kendi dayanağı olarak değerlendirme ve Meclis’te belirli bir sayıyla güç olabilme pragmatizmi yatıyordu. Hep başkaları üzerinden güç hesapları yapan, genellikle sermaye ve burjuva gericilik içinde ayrımlar icat ederek bu ayrımlara oynayan, 12 Eylül Darbesine giden günlerde Evren’de bile savunulacak yanlar bulan Perinçek/Aydınlık pragmatizminin, hesapları hep yanlış çıksa bile, “aç tavuk kendisini buğday ambarında sanırmış” misali anlaşılır bir yanı şüphesiz vardı: Özal’a atfen “federasyon” ve “Kürtlere ağabeylik yapma” haberlerinin ayyuka çıktığı ve ortamı yumuşattığı koşullarda –Özal yapar da ben yapamaz mıyım megalomanisiyle– “kündeye getireceği” ve kendi çıkar ve yönelimlerini dayatacağı inancıyla Kürt hareketi ve Öcalan’ın gücünü kendi gücü olarak değerlendirme!
Kürt hareketinin gücünden yararlanarak güç olmaya çalışma dönemi zaten fazla uzun sürmedi. Bir yandan Perinçek’in kendi iflah olmaz milliyetçiliği, bir yandan MİT dahil sair milliyetçi güçlerin –fotoğraflar vb. yayınlayarak– oluşturduğu baskı, diğer yandan üzerine hesap yapılan Kürt hareketinin de Perinçek’i kendi adına değerlendirmeye yönelerek onun sandığınca “kolay lokma” olmadığını ve üzerinden yapılacak hesapları bozacağını göstermesi Aydınlıkçı arayışı boşa çıkardı.
*
Ve –uzamasın, Aydınlıkçılık birkaç ara dönemden daha geçerek– bugüne gelindi.
Şimdi artık o zamanında ittifak aranmış olan Kürt hareketi baş düşman değilse bile, baş düşmana yakındı. Perinçek/Aydınlık, “Zonguldak-Botan el ele”den “bölgede ikinci İsrail devletinin kurulmasını engelleme” noktasına “ilerlemişti”!
Şimdi Sovyetler Birliği şahsında Rusya düşmanlığı ve tüm mevzilenmeyi Rus karşıtlığı üzerine kurmaktan –adı “vatanseverlik”, “vatan savaşı” ya da Erdoğan’dan ödünç alınıp kabul buyrulduğu üzere “ikinci İstiklal Savaşı” takılarak– “Rusya’ya yakınlık” ve “Rus yandaşlığı” ne kelime, Rus işbirlikçiliğine geçilmişti. Artık baş düşman Rusya değil, ABD’ydi ve Çin’le birlikte Rusya’nın iki ana gücünü oluşturduğu Şanghay İşbirliği Örgütü ve onunla birliği öngören “Avrasyacılık” baştacıydı. Rus ya da Çin işbirlikçiliği, hangisi, bu tartışma götürse bile, eski göz ağrısı Çin’e meftunluk sürmekte ve onun Rusya ile oluşturma çabasında olduğu Çin-Rus ekseni yüceltilmekteydi. Gerisi ne fark ederdi –ha Rus ha Çin işbirlikçiliği ya da ajanlığı, Rus-Çin “birliği” sürdükçe değişen şey olmazdı.
Bir tehlike, Amerikan burjuvazisi içindeki iki ana eğilimden birini oluşturan ve 45. Amerikan Başkanı D. Trump tarafından temsil edilen, Avrupa’yı, başta –örneğin Ukrayna’daki– Alman çıkarları olmak üzere peşkeş çekmeyi içeren Rusya’yı kendi yanına çekerek, en azından tarafsızlaştırarak Çin’le Rusya’yı birbirinden ayırmaya yönelik hamleyle dünyanın paylaşılmasına yönelik saflaşmada Çin’i tecrit etme olsa bile, Perinçek, kuşkusuz bunu bertaraf edecek bir politika geliştirir ve tehlikeyi savuştururdu!
Bütün gericilik içindeki çelişmelere oynama ve burjuva emperyalist taraf tutmalardan sonra Perinçek/Aydınlık’ın geldiği nokta burasıdır: Avrasyacılık ve Türkiye burjuvazisini NATO’cu değil Avrasyacı eksende safa sokma akıldaneliği.
Aradaki dönemlerin en önemlisi, günümüze bağlanmasıyla da karekterize Ergenekonculuk dönemidir ki, geçmişi NATO’culuk olan Ergenekonculuğun başlıca dayanağı da Avrasyacı yönelimi olmuştur.
Bütün burjuva sosyal demokrat, sol liberal parti ve akımların karakteristiği olan işçi sınıfı ve devrimci hareketinin baskısıyla sola, bu baskı hafiflediğinde sağa kayma eğilimi Perinçek ve Aydınlık’ının da eğilimidir. Perinçek’in pragmatizmi olarak beliren şu dönemde sol soslu bu dönemde sossuz görüntü ve açıktan faşizan yaklaşım ve tutumlar, asıl olarak dünya ve ülke konjonktürüyle bağlantılıdır. Burada nedenleri üzerinde durmanın gerekli olmadığı işçi sınıfı ve politik hareketi bir yana sendikal hareketinin bile geriletilerek geri bir pozisyona sıkıştırıldığı –egemen sınıflar içindeki bir hesaplaşma olarak– Ergenekon soruşturmaları sürecinden günümüze, Perinçek ve Aydınlık’ı da, üzerinde, kendisine sol bir görüntüye bürünmeyi dayatacak baskıyı hissetmeyerek, en pespaye sağcılık ve hatta faşizme sürüklenmiştir.
2000’lerin post-solculuk döneminde, Aydınlık/Perinçek’i artık tutabilene aşk olsundur; nerede Aydınlık biter nerede Ergenekon başlar, belirsizleşmiştir. Henüz Erdoğan-Gülen ortaklığıyla askerler arasında iktidar ipinin birer ucundan çekiştirildiği, “27 Nisan Muhtırası”nın püskürtülmesi ve Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanlığına gelininceye kadarki 2007 öncesi dönemde Perinçek eski darbecilik günlerini aratmamış; paşalar komutasındaki askeri bürokrasiyle Yargıtay Başsavcıları Vural Savaş ve Sabih Kanadoğlu komutasındaki yargı bürokrasisiyle el ele Ergenekon’un bir parçası gibi çalışmıştır.
Askeri bürokrasinin üst düzey kadroları, eski Gladyo şefi Veli Küçük ve adamları birinci dereceden arkadaşları durumundadır. Hatta Ergenekon soruşturma ve iddianamesinde hakkındaki suçlama “darbeci ekip”e “ideolojik rehberlik yaptığı” şeklindedir. Ergenekon tahliyeleri sonrasındaysa, Perinçek’in partisinin yönetici koltukları eski genelkurmay görevlisi generaller tarafından doldurulmuş, 2015’te partinin “İşçi Partisi” olan adı, işçilerle bir ilişkinin kalınmadığının ilanı anlamına gelerek “Vatan Partisi” olarak değiştirilmiştir. Milliyetçilik Ergenekon’la Perinçek’i birleştiren çimento olmuş; Perinçek, Denktaş ve Küçük’ün birinci dereceden adamlarından M. Tekin’le birlikte İsviçre’de Ermeni Soykırımına karşı cephe açmış, içerdeyse Kürt karşıtlığını birincil belirleyicilerinden yapmıştır. 15 Temmuz sonrasıysa, aynı şoven milliyetçilik, değişen güç ilişkileri çerçevesinde, “kumpas” olduğu ilan edilip bu siyasal karar yüksek yargı tarafından da onaylanarak Ergenekon ve Ergenekonculara yönelik açılan seferin tüm suçunun yıkıldığı Gülen Cemaati’ne karşı, Perinçek de içinde olmak üzere Ergenekoncuların Erdoğan’la ittifak arayışı ve bu yönde atılan adımlara gelinmiştir.
“Adım” dediysek, bu doğrultuda adımdan fazla bir ilerleme sağlandığını belirtmeliyiz. “Adım” deyiminin tercih edilmesi, güç eşitsizlikleri ve –taraflarca gözetilip gerekleri yerine getirilmeye çalışılsa da– henüz taraflarca deklare edilmemiş zımni bir anlaşmanın yürürlükte oluşu nedeniyledir. Ellerinde hala yıllardır devleti ve devletin “derinlikleri”ni kontrol etmiş olmalarının ürünü belirli “kozlar” olan, belirli ilişkilere sahip Ergenekoncular kuşkusuz önünde diz çöküp Erdoğan’a biat etmiş değiller, ama asıl gücü temsil eden muhatapları karşısında fazla üst perdeden atmayıp az-çok alttan almak zorunda olduklarının farkındalar. Ve geleceğin daha uygun koşullarında atak yapmak üzere ellerini ovuşturarak yeni bir künde atmak üzere fırsat kolluyorlar.
Bu ittifak, Erdoğan’ın Gülen ve Cemaatiyle arasının bir daha kapanmamacasına açılacağı sürecin işaret fişeği durumundaki 7 Şubat 2012’deki MİT Müsteşarı Fidan’a yönelik soruşturma ve tutuklama girişimi ardından “ortak düşman”a karşı yan yana geliş olarak gündeme gelmiş ve Cemaat’in kılıcını çektiği 17-25 Aralık düşmanlaşmasıyla yola koyulmuş; ya da Cemaatle AKP kopuşması bu ittifakın koşullarını yaratmış, arkası gelmiştir: Ergenekon tahliyeleri ve ardından beraatlar, “açılım süreci”nin bitirilip Kürt hareketi hedef tahtasına konarak Kürtlere karşı içeride ve dışarıda genel bir taarruza geçilmesi, 15 Temmuz ve “devletin bekası” sorununun oluştuğuna inanılması –bunlar ittifakın dayanaklarını oluşturmuştur.
Erdoğan’a toz kondurmayan Perinçek ve Aydınlık’ının da bir ucundan “kervan”a katıldığı, MHP’nin az-çok farklı beklentilerle dahil olduğu milliyetçi muhafazakar/devletçi kutsal ittifak asıl olarak Ergenekonla AKP-Erdoğan yönetimi arasında tesis edilmektedir. Bu ittifakın başlıca hareket ettiricileri, emek düşmanlığının yanında yayılmacılığa yönelmiş milliyetçilik ve ırkçılıkla ittifakın görece zayıf belirli bileşenlerinin açıktan savunmasalar bile, sessiz kalarak onayladıkları dinciliktir. Aydınlık, Ergenekoncu generallerin hislerine de tercüman olarak, zaman zaman ittifakın başkanlık rejiminin yanı sıra –anlaşmazlık konusu olmasa bile farklılık konularından olan– “laiklik”ten söz açmakta, ama bu alanda açık bir çatışmaya girmekten kaçınmaktadır.
“ABD–TÜRKİYE SAVAŞI”
Özellikle darbe girişiminin arkasındaki asıl gücün ABD olduğuna inandıkları 15 Temmuz’dan bu yana, “yandaş medya”nın sayfa ve ekranlarının Amerikan karşıtı haber ve yorumlarla dolu olduğu bilinmektedir. Sözü edilen medya, her fırsattan istifade ederek, kah “Amerikan oyunları” ve “tuzakları”nı kah ABD’nin Türkiye ve Türk milletine düşmanlık güden başka yaklaşım ve eylemlerini teşhir etmektedir. Gerçi Türkiye ve Türk milletine, “Türk devletinin bekasına” yönelik bu “oyun” ve “tuzaklar”ın kaynağının genellikle Obama ve politikalarına daraltmakta ve Trump hakkında olumlu beklentiler ortaya koymaktadırlar; ancak yine de Amerikalılar “Türk medyası”nda yansıyan Amerikan karşıtlığından hoşnutsuzluklarını belirtmeden edememektedirler.
En son, Başbakan Binali Bey, daha yemin etmeden, Yeni Şafak’ın yazdığına göre, Trump’tan üç acil isteğini şöyle sıraladı: “Birincisi FETÖ elebaşını bize iade etmeli. Hukuki süreci hızlandırmalı. İkincisi, PYD/YPG ile işbirliğini, silah vererek desteklemeyi bırakması lazım. Üçüncüsü, Türk halkının ABD konusunda çok olumsuz bir algısı var. 15 Temmuz’da derinleşen bu olumsuz algıyı düzeltmek için gözle görülür adımlar bekliyoruz.”[2]
“İsteyenin bir yüzü kara, vermeyen zenci” denebilir, ancak deyim yerine oturmuyor. Yeni Şafak hatta bu istekleri Başbakanın sıraladığı “şartlar” diye takdim ediyor. Durum böyle midir, Rusya’yla yakınlık kartını oynayarak Türkiye mi isteklerini ABD’ye şart koşar yoksa eldeki kartlar ne olursa olsun tersi mi olur, göreceğiz. Ancak yakın yandaşları bir yana bırakıp, tartışmayı Perinçek ve Aydınlık’ı üzerinden sürdürelim.
*
“Türkiye Atlantik Sisteminin merkezinde bulunan büyük devletle karşı karşıya gelmiştir.”[3]
“Yaşanan, ABD-Türkiye Savaşıdır.”[4]
Açıyor: “Yaşanan olay, Türkiye-Amerika savaşıdır. Ülke içinde Bölücü ve Yobaz Terör örgütlerine karşı verilen mücadele de, Türkiye-Amerika Savaşıdır. Sınırların ötesinde Fırat Kalkanıyla yürüttüğümüz savaş da, Türkiye-Amerika Savaşıdır. Bugün dünyada güncel olarak ya da taktik düzlemde, ABD’nin hedef aldığı birinci ülke, Türkiye’dir. Şu anda ABD, stratejik düşman saydığı Çin ve Rusya’dan önce Türkiye’yi hedef alıyor. Yine ABD, bölgemizde Suriye, Irak ve İran’dan çok Türkiye’ye düşman.”[5]
Perinçek’in tezlerinin hareket noktası burasıdır. Yönetimin üst katlarından gelerek “yandaş medya”da sürekli işlenen Türkiye’yi, devletin bekasını hedef alan “Amerikan oyunu” ya da “kumpas” temasını kendi tarzında formüle etmektedir: Bütün milliyetçiler gibi, Perinçek de tekelcilikle sakatlanmış milliyetçi pencereden bakmaktadır, ona göre varsa yoksa Türkiye’dir, Türkiye “dünyanın merkezi”dir, “güncellik” ve “taktik” diyerek kabul edilir hale getirmeye çalışsa da, ABD’nin işi gücü bırakmış Türkiye ile uğraştığını varsaymakta, ciddi ciddi “birinci hedefi”nin Çin ya da Rusya değil, ama Türkiye olduğunu ileri sürmektedir! Amerikan saldırısı karşısında Türkiye’nin içeride ve dışarıda Amerika ile savaştığını söylemektedir. Ve olanca milliyetçiliğiyle hemen savaşın tanımını yapmaktadır. Karşı tarafta büyük emperyalist devlet olarak ABD varsa, savaş emperyalizme karşı savaştır, Perinçek’in deyişiyle “vatan savaşı”dır:
“24 Temmuz 2015 günü başlayan Vatan Savaşının getirdiği yeni saflaşmayı bugün en derinden yaşıyoruz.”[6]
“Türkiye”nin içinde bulunduğu ve sürdürdüğü savaş, anlaşılmaktadır ki, düşman emperyalist büyük devlet ABD olduğuna göre, “vatan savunması” ya da “kurtuluş savaşı” niteliğinde olduğu ileri sürülmekte olan bir ulusal savaş, bir anti-emperyalist savaştır. Ancak geriye bir problem kalmaktadır. ABD-Türkiye ilişkisi kadar Amerikan emperyalizminin Türkiye üzerindeki tasallutu oldukça eski tarihli olmasına ve en azından 2. Emperyalist Savaş sonlarına kadar gitmesine, Türkiye’nin NATO’ya 1952’de girmesine karşın “vatan savaşı” olduğu iddia edilen bu savaşın başlangıç tarihi “24 Temmuz 2015” olarak verilmektedir. Bu tarihe kadar ABD’ye kafa tutup direnişe geçmeye cesaret edemeyen Türkiye’nin aklına ancak bu tarihte mi ABD’ye savaş açmak gelmiştir? Ve takip eden soru da şudur ki, Amerikan ve Türk Silahlı Kuvvetleri fiilen çatışmadıklarına göre, Türkiye ABD ile nasıl karşı karşıya gelmiş, “ABD-Türkiye Savaşı” nasıl başlamıştır? “Vatan Savaşı” denen savaş, yoksa, Suriye ve Irak örneklerinde olduğu gibi bir “vekalet savaşı” mıdır? Perinçek açıklamaktadır:
“- Türk Askeri ve Polisi, ABD’nin Kara Gücünüönce hendeklere gömdü.
– ABD emperyalizmi, Bölücü Teröre karşı mücadeleyi durdurmak için 15 Temmuz FETÖ Darbesini tezgahladı. Türk Ordusu ve Türk Milleti, ABD’nin silahlı gücünübir gecede ezdi.
– Arkasından Türk Ordusu Fırat Kalkanı’yla Amerikan Koridoruna girdi.
– Türkiye, Amerikan Koridorunda gerçek müttefiklerini buldu. Türkiye+Rusya+İran ittifakı oluştu. Moskova Bildirgesi yayımlandı ve şimdi Suriye’nin de katılımıyla sorunlar Astana’da çözülüyor. ABD devre dışı kaldı.
– Türkiye devleti, artık askerî alandan ekonomiye kadar ABD ile ilişkileri sorguluyor. Dolar saltanatı da hedefte, ABD üsleri de. İncirlik’e el konması hükümetin gündemine girdi.”[7]
Ve evet, öyle anlaşılıyor ki, “vatan savaşı” bir “vekalet savaşı” olarak sürmektedir. Amerikan “vekilleri”nden ilkinin “ABD’nin kara gücü” olarak lanse edilen PKK olduğu ileri sürülmektedir ki, 7 Haziran Seçimlerinden 1 Kasım Seçimlerine gidilirken, tırmandırılacak milliyetçilik ve savaşın yaratacağı korku ve kaos ortamı değerlendirilerek oy derlenmesi hesabı yapılmış ve Perinçek’in verdiği tarihte –Dolmabahçe’de kurulan ‘masa’ devrilerek– Kürt Savaşı yeniden başlatılmış, hemen hemen zamandaş olarak Ceylanpınar’da iki polis öldürülerek PKK tarafından da “devrimci halk savaşı”nın tetiğine basıldığı ilan edilmiştir. Amerika’nın bir diğer “vekili” “ABD’nin silahlı gücü” olduğu ileri sürülen “15 Temmuz FETÖ Darbesi” güçleridir, Cemaat’tir. Üçüncü “vekil” ise, Perinçek başka yerlerde “yobaz”, IŞİD falan dese de, “yobaz”ın laisizm adına ve laiklerin ağızlarına bir parmak bal çalmak üzere laf olarak sarfedildiğinin itirafı olarak “Amerikan Koridoru” güçleridir ki, bu “koridor”un Türkiye’yi güneyinden kuşatmak üzere “Amerikan desteğiyle” Suriye Kürt Kantonlarını birleştirecek “koridor” olduğu açıklıkla anlaşılmaktadır. Ve zaten Fırat Kalkanı Harekatının temel nedeninin bu koridorun engellenmesi olduğunu dünya alem bilmektedir.
Peki, böyle ABD-Türkiye Savaşı olur mu? Diyelim ki, 15 Temmuz, 12 Eylül gibi bir Amerikan Darbesi ve darbeciler 12 Eylülcüler gibi “bizim çocuklar”dır, üstelik bu bile kanıtlı değildir ve fikir yürütmeler ve çıkarsamalarla ileri sürülebilmektedir; peki, PKK ve PYD/YPG’nin birer “Amerikan gücü” olduklarının kanıtı nedir? Sadece tekelci milliyetçi önyargılar ve zamanında IŞİD’in kan içici barbarlığı karşısındaki direnişiyle dünya kamuoyuna malolmuş Kobané’ye ABD’nin vermek zorunda kaldığı hava desteği ve yapmak zorunda kaldığı silah yardımı mı? Ve sonradan bu destek ve yardımların zaman zaman sürdürülmesi mi? Ya Kürt Kantonlarını birleştirecek bir koridor ne tür bir fikir yürütmeyle “Amerikan koridoru” sayılmaktadır? Önceden kuzey Suriye’deki Kürt Kantonları “Esad’ın oyunu” olarak gösterilmekte ve Suriye Kürtleri Esad rejimine karşı ağırdan alıp savaşmadıkları için suçlanmaktaydılar. Ne olmuştur da, el çabukluğuyla, Esad’ı devirmeye çalışan Amerika’nın “koridoru” olmaya dönüşmüşlerdir? Burada, Kürt güçlerinin gerek “Amerikan kara gücü” olarak tanımlanmalarında gerekse birleşme girişimlerinin “Amerikan koridoru” kapsamında değerlendirilmesinde açık ırkçı-milliyetçi bir tekelci yaklaşım vardır.
Ancak sorun Kürtlere yönelik milliyetçi değerlendirmeden ibaret değildir.
SAVAŞIN NİTELİĞİ NE?
“Türkiye’nin bugünkü sorunlarını önemlerine göre sırala”maya giriştiğinde, Perinçek, 1 no’ya “İçte terörden kurtulmak ve dışarda Fırat Kalkanı Harekâtını kesin sonuca ulaştırmak. Vatan bütünlüğünü ve yurtta barışı sağlama”yı[8] yerleştirmektedir.
Şurası doğrudur ki, Türkiye içeride ve dışarıda savaş yürütmektedir. Sorunun tümü değil, ama bir boyutu da, evet terördür.
Perinçek “bölücü ve yobaz terörü” demektedir. “Bölücü terör” dediği, Kürt sorunuyla ilgilidir ki, Kürt sorununun “terör sorunu” olarak anlaşılıp ele alınması iflah olmaz milliyetçiliğe özgüdür. Ancak 22 Ocak tarihli Aydınlık Gazetesi’nin birinci sayfadan neredeyse tam sayfa olarak haberini verdiği “Vatan Partisi”nin Diyarbakır Örgütü’nün topladığı Kongre’yi delil göstererek, Perinçek, “hayır, biz Kürt sorununu terör sorunundan ibaret görmüyor, Kürt halkını kazanmaya çalışıyoruz” diyebilir. Ama artık tarihsel bir gerçek oluşturmaktadır ki, Cumhuriyet defalarca Kürt isyanlarıyla karşı karşıya kalmış, sonuncusuysa Mao’nun deyişiyle “uzatmalı savaş”a dönüşmüş, 30 yılı aşkındır sürmektedir. Sadece Erdoğan döneminde defalarca “tek taraflı”, en az iki kez de karşılıklı ateşkese ve “barışçıl çözüm” adına görüşmelere konu olmuş, son olarak 7 Haziran Seçimleri’yle “Kürt açılımı”nın AKP yönetimini zayıflattığı görüldüğünde yeniden savaş başlatılmıştır.
TAK ya da doğrudan PKK tarafından gerçekleştiriliyor olsun, Kürt Savaşında teröre de başvurulduğu tartışmasızdır. Mutlaka belirli gerekçelere bağlanan genellikle bombalama nitelikli bu bireysel terör eylemlerinin Kürt davasına yararı/zararı tartışması bir yana savunulabilir yanı olmadığı ortadadır; ancak Kürt Savaşının bu eylemlerle açıklanması olanaksızdır.
Birincisi, terör karşılıklıdır ve taraflardan birince yürütülenin resmi ya da ’90’lardaki türden çoğu gayrı-resmi araçlarla yürütülmesi tayin edici olmadan, milliyetçiliğin karşı-milliyetçiliği ve radikalizmi tırmandırmaya yol açtığı açıktır. Terörün resmi olarak meşru sayılması onu terör olmaktan çıkarmaz ve bireysel terör eylemlerinin zeminini genişlettiği tartışma götürmez.
Bunun ötesinde, terör eylemleri de içinde Kürt isyanı ve hareketinin kaynağında hak eşitsizliğinin olduğu reddedilemeyecek bir gerçektir. Bir ulusal ilişki 29 kez isyana yol açıyorsa/açmışsa, bu, kötü niyetle ya da yalnızca “yabancı parmağı” ve emperyalist kışkırtmalarla açıklanamayacağı anlamına gelir. Niyetler ya da –kuşkusuz ulusal– bilinç ve emperyalist kışkırtmaların üzerinde kendi rollerini oynayacakları maddi bir zemin şarttır ki, bu zemin ancak eşitsiz bir ulusal ilişki olabilir. Böyle bir ilişki olmadan, kim ne yaparsa yapsın, hiçbir kötü niyet ya da emperyalist tahrik milyonlarca Kürdün seçmen olarak belirli bir yönde davranmasını da belirleyen kitlesel ayağa kalkışlara yol açamaz.
Perinçek ise, a priori olarak, Kürt hareketini “ABD’nin kara gücü” saymakta, Amerikan emperyalizminin işbirlikçisi bir hareket olarak tanımlamaktadır. Soru şudur: “İşbirlikçi” ya da değil, bu hareketin maddi zemini nedir, Kürtler Türklerle eşit haklara sahip midirler değiller midir –Perinçek sessizdir, bu konuda tek söz söylememekte, hemen yaftayı asmaktadır: “Amerikan işbirlikçisi”… “ABD’nin kara gücü”! Oysa, bilinir, bilinç ve siyaset, siyasal tutumlar maddeden, maddi olgulardan sonra gelir, ikincildirler. Perinçek yanıtlamalıdır: Siyasal olarak geliştirdiği ve geliştireceği tutumlar bir yana, Kürt hareketi hak eşitsizliği zemininde var olan ulusal bir hareket midir değil midir? Eğer ulusal hareket değilse neden zamanında Bekaa’ya Öcalan’la görüşmeye gitmiştir? Eğer anlaşabilseydi kuracağı, diyelim ki kurabileceği ittifakın dayanağı ne olacaktı? Emperyalizmle işbirliği mi?
Nettir: Kürt hareketi, Kürt milliyetçiliğini rehber edinmiş bir ulusal harekettir; her milliyetçilik gibi Kürt milliyetçiliği de tekelcidir ve Perinçek “Türk penceresi”nden bakarken o da dünyaya “Kürt penceresi”nden bakmaktadır. Kürt ulusal çıkarlarıyla uyuşup ihtiyaçlarını karşılamak üzere işine geldiğinde ABD ya da başka emperyalistlerle belirli ilişkilere girebilir ya da girmeyebilir. Ancak bu ilişkilere girip girmemesi, tersini değil ancak ulusal bir hareket olduğunu kanıtlar.
Bir Perinçek argümanını çürüterek ilerleyelim; “bölücü terör” dediği terör eylemlerini de kapsamak üzere Kürt hareketine karşı yürütülen savaş, bu nedenle “vatan savaşı” olamaz. Ancak hak eşitsizliği ve ulusal baskı siyasetinin devamı olan bir ulusal bastırma savaşı olabilir. Ve “ayrı” mı “birleşik vatan” mı tartışması teferruat olmak üzere, “vatan” peşinde olan, tersine, Kürt hareketidir.
*
“Yobaz terörü” olarak tanımladığı siyasal İslamcı IŞİD saldırıları konu olduğunda Perinçek’in hali yine hal değildir. IŞİD’in Amerika’nın Irak işgaline tepkiyle ortaya çıkıp geliştiği yanlış olmamakla birlikte, bu örgüt, ne bir ulusal ya da başka bir içerikle herhangi siyasal hak eşitsizliğinin ürünüdür, ne de ulusallığı ve anti-emperyalizmi zemin edinmiştir. Kökü Ortaçağdadır ve İslamiyet ve Müslümanların aşağılanması iddiasını hareket noktası edinme girişimidir. Ancak İslam’ı ve Müslümanları değil, belirli bir mezhebi yorumu esas alan Selefi bir harekettir ve kendisi ve kendisine biat edenler dışında kalan Müslümanlar da dahil herkese ve her şeye saldırmaktadır.
Dolayısıyla IŞİD’ın savunulacak ya da gözetilecek bir yanı bulunmamaktadır.
İslamcı terör söz konusu olduğunda, sorun, dönemsel olarak farklılaşsa da, IŞİD ve benzeri terör çetelerinin AKP’nin özellikle Suriye’ye yönelik izlediği politikaların ürünü olarak –ülke içine de ithal olunarak– Türkiye bakımından bela haline getirilmiş olmasıdır. Ortaya çıkmasında Irak’ı işgal eden Amerikan emperyalizminin ciddi payı olmakla birlikte, Türkiye-IŞİD ilişkisi, yine ABD’nin belirli bir katkısı olsa bile, asıl olarak Türkiye’nin kendisinin izlediği politikalar nedeniyle sarpa sarmıştır.
Hatırlansın, başlangıçta “Kardeşim Esad” politikası geçerliydi. ABD Esad’ı devirmek üzere Suriye’ye müdahaleye başladığında önce Türkiye onun peşinden yürümedi, ancak zamanla Amerika’dan daha hızlı Esad-karşıtı oldu. Esad “Esed”e dönüşürken “Esed’i devirme” ve “birkaç ay içinde Şam Emevi Camii’nde namaz kılma” çizgisine geçildi. Bu çizgi dönüşümünün gerekleri yerine getirilerek, Esad düşmanı ne kadar şeriatçı Cihatçı terör örgütü varsa desteklendi. Aralarında IŞİD’in de bulunduğu İslamcı çetelere Türkiye topraklarında üs ve karargah kurma olanağı sağlandı, silah-mühimmat ve yaralılarının tedavi ihtiyaçları karşılandı, hatta üstü örtülü olarak bazılarıyla ortak harekatlar düzenlendi. Musul Konsolosluğu basılıp görevlileri IŞİD tarafından rehin alındığında pazarlık yapıldı, örgütün bir dizi talebi karşılandı. Mısır’da Müslüman Kardeşleri desteklemekten vazgeçmesiyle zamandaş olarak genel olarak siyasal İslam’dan el çekmeye yönelen ABD’nin Suriye’de (ve Irak’ta) IŞİD karşıtı koalisyon oluşturarak hava bombardımanını yoğunlaştırmasının ardından, Türkiye başlangıçta koalisyona katılmasa bile, IŞİD’e karşı açık ya da örtülü destek tutumunu sürdüremez olup giderek değiştirmek zorunda kaldı. Desteği kesilen, sınır kapıları dahil Türkiye sınır boylarını elinde tutamaz duruma gerileyen IŞİD ise, zaten İslam’ın kendi bildiği gibi ve hakkıyla uygulanmadığını ilan etmiş olduğu ama aldığı destek nedeniyle savaş ilan etmediği Türkiye’yi önce tehdide ve sonra bombalamaya yöneldi. Ancak o zamana kadar sadece Suriye’de desteklenmemiş, ülke dünyanın dört bir yanından Suriye sınırına teröristlerin aktığı “terör otobanı”na dönüşmüş, “bizim çocuklar” olarak görülen IŞİD’çilerin Suriye’ye geçiş yollarında ve başta Antep, Kilis, Hatay, Urfa gibi sınır kentleriyle İstanbul, Ankara, Konya büyük kentler olmak üzere Türkiye içinde örgütlenmesine göz yumulmuştu. Şimdi ekilen biçilmektedir.
Bir şey kesindir ki, IŞİD ya da “yobaz terörü” Amerika’nın değildir ya da onun olduğundan çok Türkiye’nindir, Türkiye’nin izlediği politikalardan beslenmiştir ve IŞİD terörüyle savaşın Amerika’yla savaş ya da “vatan savaşı” olmakla bir ilgisi yoktur.
*
Ya Suriye’de açılan savaş cephesi ve Fırat Kalkanı Operasyonu? Onun Perinçek’in tanımıyla “vatan savaşı” ile ilgisi nedir?
Perinçek ABD’nin Türkiye’yi “birinci dereceden hedef” ilan ettiğinden emindir ve Türkiye’nin müdahil olduğu tüm silahlı eylem ve savaşları “ABD-Türkiye savaşı” olarak anlayıp “vatan savaşı” saymaktadır.
Oysa, Türkiye’nin Suriye’de taraf haline gelerek, önce Esad muhaliflerinin destekçisi olarak sonra doğrudan TSK ile Suriye’ye müdahalesi, bırakalım ABD’ye karşı bir savaş olmayı, ABD ile el ele bir savaş olarak başlamıştır.
Türkiye, “Arap Baharı”nın Suriye’ye sirayet etmesini fırsat bilen Amerikan emperyalizminin Esad’a karşı ayağa kalkıp gösterilere başlayan muhalefet içinden Müslüman Kardeşlerle başlayıp El Kaide ve IŞİD’le devam etmek üzere silahlı çeteler derleyerek müdahaleye yönelmesine önce uzak durmuş, sonra ondan daha atak bir pozisyon tutarak, Suudi Arabistan ve Katar’la Suriye’ye müdahalenin başlıca gücünü oluşturmuştur.
Suriye’ye yönelik olarak ABD ile Türkiye’nin daima kendi özel çıkarları olsa ve iki ülkenin taktik öncelikleri hep çakışma halinde olmasa bile, yakın zamana kadar çıkar ortaklıkları ve IŞİD’e karşı koalisyon kapsamında ortak hareketleri sürmüştür.
Peki, ne olmuş ve nasıl olmuştur da, ABD ile ortak harekat olarak başlayan Suriye Seferi ya da Suriye’ye müdahale bir “ABD-Türkiye Savaşı”na dönüşmüştür? Perinçek, öncesine karışmamaktadır, hatta önceden Türkiye ile Suriye’nin arasını bulmaya çalışmıştır; Suriye’de “Amerikan-Türk Savaşı”nın Türkiye’nin Fırat Kalkanı Harekatıyla başladığını, “Kalkan” harekatının ABD’ye karşı başlatılan bir savaş, üstelik bir “vatan savaşı” olduğunu iddia etmektedir.
Biliyoruz ki, değişen başlıca şey, Türkiye’nin Rusya ile ilişkileridir. Ona gelmek üzere Perinçek’i izleyelim: “…hele Suriye’nin Halep’i kurtarmasından sonra sokaktaki adam da ABD’nin yenildiğini görüyor. Kazanan yalnız Suriye değil, Türkiye de kazandı. O nedenle Halep kurtuldu diyoruz.”[9]
Bir duralım. Halep’te yenilen ve Türkiye’nin de arabuluculuğuyla kafilelerle İdlip’e naklolan kim? Amerikalılar mı? Perinçek, “vekilleri” üzerinden ABD’nin yenildiğini ileri sürüyor. Ama o “vekiller” ne kadar ABD’nin ne kadar Suudiler ve Katar’la Türkiye’nin vekilleriydi, tartışılır. Vekiller, Amerika ile işbirlikçilerinin ortak vekilleriydi denirse doğru az-çok ifade edilmiş olacaktır. “Ortaklık” ne ölçüde sürüyor, ne ölçüde yeni manevralarla yeni ortaklıklara yelken açılıyor, tartışma konusu edilebilir, ancak Halep’te yenilenlerin zaten yeni oluşan durum ve güç dengelerine ayak uydurmada zorlanmaları nedeniyle yenildikleri ortadadır. Rusya’nın müdahalesine ABD onu dengeleyecek bir atakla karşılık vermemiş ya da verememiş, Rusya ile ilişkilerini düzelten Türkiye, bunun bedeli olarak, o güne kadar izlediği “öncelikle Esad’ı devirme” çizgisini terk ederek Halep’te mevzilenen muhalif Cihatçı çetelere yeterince arka çıkmamış ve Halep’in “kurtuluşu”nun yolu açılmıştır. Lakin gerek Türkiye’nin pozisyon alışına gerek “Halep’in kaderi”ne ilişkin AKP ve AKP Türkiye’si içindeki tartışma bitmemiş, sürmekte ve içe sinmemektedir. Bir gün sonra Rus Dışişleri’nin notasıyla Genel Sekreter Kalın tarafından düzeltilse de, “birinci ağız”dan yapılan ve Türkiye’nin Suriye’ye girmesini “Esad’ın devrilmesi”ne bağlayarak bu hedeften vazgeçilmediğini bildiren açıklama hatırlanmalıdır. Perinçek’e “yandaş medya”nın sayfalarını konuyla ilgili olarak şöyle bir karıştırmasını öneririz. Bu sayfalar “kurtuldu” değil “Halep düştü” feryatlarıyla doludur. Ve tartışmasızdır: Halep’in kurtuluşu ya da düşüşüyle Suriye ve Rusya kazanmış, ama Türkiye kazanmamıştır. Halep’in “kazanç” hanesine yazılabilmesi için Türkiye’nin daha çok manevra yapması gerekecektir!
Bu, Astana’da başlayan görüşmelerin ilk günü için, “muhalifler”in iç burukluğuyla, Suriye heyetiyle görüşmeme kararı almalarından da anlaşılabilir. Üstelik başında Suudi beslemesi İslami Cephe’nin temsilcisi olan “muhalifler”in Astana Heyeti bu kararı Türk Heyetiyle de görüşerek almıştır. Yenilen “muhalifleri” koruyup kollayan hala AKP ve AKP Türkiye’sidir. Bu nasıl Türkiye’nin kazancıdır? Aç tavuğun kendisini buğday ambarında görmesi türünden midir Perinçek’in kazanç-kayıp hesaplaması, yoksa Türkiye’nin taraf değiştirmeye yönelmesi beklentisine dayalı uzun vadeli stratejik bir hesaplamanın ürünü mü? Hangisiyse, ancak kesin olan, bugün için Türkiye’nin kazanmadığı, tersine yılların –Esad rejimini devirmeye yönelik– Suriye politikasının Türkiye’yi kaybetmeye götürdüğü ve politika değiştirmeye zorladığıdır.
Ama Perinçek inatçıdır, ısrar etmektedir: “Halep’i Suriye, Türkiye, Rusya ve İran birlikte kurtardılar.”[10]
Hem de “birlikte”! Peki, nasıl “kurtardılar”? Türkiye, Halep’i kurtarmak için Suriye, Rusya ve İran’la “ortak harekat” mı düzenledi, birlikte ne yaptılar da Halep’i beraberce kurtardılar? Soruların yanıtı yoktur; çünkü Halep birlikte kurtarılmamıştır. Halep’te diğer üç ülke güçleri tarafından sıkıştırılan “muhalifler”in arkasında duran Türkiye’nin en fazlasıyla yaptığı/yapabildiği, bu kuşatılıp yok olmaya sıkıştırılmış “muhalif” güçlerin imhasını önlemek üzere ölmeyip teslim olmayarak kenti terk edebilmeleri için “arabuluculuk” olmuştur. Ne “birlikte kurtarması”! Perinçek, sadece bugün için değil ama gelecekte adlarını saydığı dört ülkenin bir arada davranmasını ummakta, Türkiye’nin (ya da kendisinin) çıkarının böyle bir bir araya gelişte olduğunu düşünmekte, bunu da sanki gerçekmiş gibi, şimdiden pazarlamaktadır!
*
Gelelim, Perinçek’in asıl olarak “vatan savaşı” saydığı “Fırat Kalkanı” harekatına.
“El-Bab, Türkiye’nin toprak bütünlüğünün kapısı! Yurtta barışın kapısı!”[11] diye yazmaktadır.
Burada yeniden Kürt sorununa girmeyeceğiz. Ulusların Kendi Kaderlerini Tayin Hakkı ile “Türkiye’nin toprak bütünlüğü”nün ilişkisi nasıl ve nereden kurulabilir, “yurtta barış”ın tek yolu hak eşitsizliği midir ve böyle bir barış olanaklı mıdır, burada bunları değil “savaş” ve “savaşın niteliği” sorununu tartışacağız.
Öyleyse, “Fırat kalkanı” = “Türkiye-ABD Savaşı” = “Vatan Savaşı” tezi üzerinde duracağız.
“Sınırların ötesinde Fırat Kalkanıyla yürüttüğümüz savaş da, Türkiye-Amerika Savaşıdır.” demişti Perinçek. “Türk Ordusu Fırat Kalkanı’yla Amerikan Koridoruna girdi.” diye iddia etmişti.
GERÇEKÇİ OLMAK…
Bir defa gerçekçi olmak gerek. Sadece Türkiye’nin özür dileyerek Rusya ile bozulmakla kalmayıp krize giren ilişkilerini düzeltmeye başlaması ve sonrasında değil, daha öncesinde de bir süredir Türkiye-ABD ilişkilerinin sorunlu olduğunda bir tartışma yok. İki ülkenin Ortadoğu ve özel olarak Suriye’ye ilişkin politikalarında farklılıklar bilinmekteydi. Türkiye’nin Çin füzeleri almak istemesi sorun olmuş, sonra bu alımdan vazgeçilmiş, ama izi kalmıştı. 17-25 Aralık sonrasında ve özellikle 15 Temmuz’un ardından Gülen’in iadesi istemi ve bunun savsaklandığı inancı iki ülke arasındaki sorunlara eklenmişti. Ama, en önemlisi Suriye politikasındaki farklılıklardı ve Türkiye’nin sınır komşusu olan bir ülkeye ilişkin dış politikaya yaklaşımdaki farklılık, hele iç politikayla (Kürt sorunu) bağlantısı dikkate alındığında belirleyici önem kazanmıştı ki, Perinçek buradan hareketle cambazlık yapmaya soyunmuştur.
Cambaz “Türkiye-ABD Savaşı”ndan söz etmektedir. Abartı huyudur, kolay değişmez. Oysa politik farklılıklar başkadır savaş başka!
Tamam, ABD, Trump’ın değiştirip değiştirmeyeceği tartışması bir yana, bugüne kadar Türkiye’nin Amerika’nın istediği ölçüde Suriye “işi”ne karışması ve daha öteye gitmemesinde ısrarcı olmuştur. Nedeni açıktır, ABD, tabii ki Amerikan çıkarlarını esas alacak, Türkiye’nin özel çıkarlarını kendi çıkarlarına uydurmasını isteyecek ve bekleyecektir. Sonraki bir bölümde tartışacağız; anlaşılmaz değildir, büyük emperyalist devletlerle ilişkilerinde onunla aynı kapitalist ekonomi içinde yer tutan görece küçük kapitalist ülkelerin “makus talihi”dir. Emperyalist bağımlılık ilişkileri içinde başka türlüsü olanaklı değildir. Ya anti-emperyalist bir yola girilerek bağımlılık zinciri kırılacak ya da katlanılacaktır. Katlanmak işbirlikçiliğin şanındandır!
Öyle ya da böyle, nedeni bir yana bırakılsa bile, ABD ile Türkiye’nin Ortadoğu ve Suriye politikalarında bir makas açıklığı bulunduğu sır değildir; ama bu savaş işi nereden çıkmıştır? Amerika ile Türkiye arasında farklılık ve anlaşmazlıklarla çekişmeler vardır, ama bu “Türkiye-ABD Savaşı” iddiası neyin nesidir? Tevatürdür! Sallamadır!
Sır olmayan bir farklılık, birkaç sene öncesinden beridir Türkiye Suriye’ye askeri kuvvetle girip “uçuşa yasak bölge”, “tampon bölge” oluşturmak istemekte, ama “girerse çıkmaz” ve “özel çıkarlarını gerçekleştirmeye yönelik uygulamalarıyla işimi bozar” gibi gerekçelerle olmalı, ABD “olur”unu alamamaktaydı. ABD’nin de Türkiye’nin de farklı yaklaşımlarının dayanakları vardı. ABD, Suriye’de birlikte iş görebileceği, Esad karşıtı ama Cihatçı-İslamcı olmayan tek ciddi güç durumundaki Kürt hareketiyle, PYD/YPG ile sadece bugüne değil ama geleceğe yönelik olarak da işbirliği yapma niyetindeydi. Ama bu, gerek güneyinden kuşatılma ihtimali gerek ülke içindeki etkileri ve gerekse genel milliyetçi yaklaşımıyla “ya ben ya o” içerikli tepkisi nedeniyle Türkiye tarafında kabul görmüyordu.
Türkiye, Rusya ile ilişkilerini düzeltip yalnızca ABD’nin dayatıcılığını en azından dengeleme fırsatı bulduğunda[12], ABD’yle olan bu farklılık konusunda kendi yaklaşımını uygulamaya girişti ve işte bu Türkiye’nin ABD’nin “olur”u alınmamış girişimi Perinçek tarafından abartıyla “Türkiye-ABD Savaşı” olarak tanımlandı.
Oysa Carablus’tan Suriye topraklarına giren TSK’nın “Fırat Kalkanı” adıyla yürütmekte olduğu savaş kesinlikle ABD’ye karşı bir savaş değil, ama “Esad’ın devrilmesi” amacı “ertelenmiş” görünse bile IŞİD bahane edilerek başlatılan, ancak IŞİD’in direnişiyle giderek onunla çatışmanın da ciddiyet kazandığı bir çatışmadır ve asıl olarak toptancı bir yaklaşımla “ha PKK ha PYD/YPG” denerek Kürtleri hedefine koymuş bir savaştır.
Amerika ile savaşın göze bile alınması olanağı yokken “Fırat Kalkanı”nın resmi olarak açıklanan nedenlerinden biri “tampon” ya da “güvenli bölge” yaratılmak üzere başlıca Kilis’i bombalamakta olan IŞİD’in güneye itilmesi, diğeriyse Perinçek’in övgüsüne mazhar olmasının da asıl nedeni olan Suriye’de kurulmuş Kürt Kantonlarının birleşmesinin önlenmesi ve olabilirse ortadan kaldırılmalarıdır.[13]
Ancak bu resmi nedenler, “Fırat Kalkanı” Harekatı başlarken ileri sürülen nedenlerdir ve daha öncesi de vardır. Henüz YPG ve ardından Kürt Kantonları kurulmadan ve daha Başbakanken Erdoğan başta olmak üzere yetkililer Suriye’nin kuzeyinde bir “tampon” ya da “uçuşa yasak bölge” kurmayı gündeme getirmişler ve neden olarak mültecilerin Türkiye’ye gelmek yerine bu bölgede barındırılmalarını göstermişlerdi.
Dolayısıyla neden değişkenlik gösterip şu ya da bu olabilmekte, ama TSK’nın Suriye topraklarında bir harekatı ve belirli bir bölgenin Türkiye’nin denetimine alınması bir dış politika yaklaşımı olarak savunulmaktadır ve fırsat bulunduğunda uygulamaya konmuştur. Tabii ki Kürt Kantonlarının varlığı ve aralarında birleşme girişiminde olmaları, “kuşatılma” ve ülke içindeki Kürt hareketinin gelişmesini olumsuz yönde etkileme gerekçeleriyle Suriye’ye müdahale ve “tampon bölge kurmak” denerek bu ülke topraklarının bir bölümünü egemenlik altına alma politikası ve uygulamasını öne çekici ve gözü karartıcı bir etkide bulunmuştur.
BAŞKASININ TOPRAKLARINDA NASIL VATAN SAVAŞI?
Suriye Kürtlerinin kendi kaderlerini tayin hakları üzerinde durmayacak, burada sorunu bu yönüyle ele almayacağız. UKKTH ve savaşla ilişkisi sorununa değinildi. Bu bölümde, nedeni şu ya da bu olarak ileri sürülsün, başka bir ülkenin topraklarında yürütülen/yürütülecek bir “vatan savaşı” olabilir mi, bunu tartışacağız.
Perinçek, anti-emperyalist içerikli ulusal savaşlara gönderme yapmak üzere “ABD-Türkiye Savaşı”ndan söz etmekte, TSK’nın Suriye’ye müdahale ederek topraklarının bir bölümünü Türkiye’nin egemenliğine bağlamaya yönelik başlattığı “Fırat Kalkanı” Harekatının bir “Türkiye-ABD Savaşı” olduğunu iddia etmektedir. Ancak Perinçek’in “ikinci İsrail’i kurmak”la itham ettiği Suriye Kürtlerinin kendi kantonlarını kurma haklarının olup olmaması bir yana, bir ülkenin başka bir ülkenin topraklarının tümünü ya da bir bölümünü geçici ya da kalıcı olarak egemenliği altına almaya yönelik savaşının “vatan savaşı” ile uzaktan bile olsa bir ilgisi olamaz.
Tarih belirli ülkelerin başka ülke topraklarını ele geçirme ve ilhak etmeyi amaçlayan işgallerinin örnekleriyle doludur. Başkalarının topraklarını ele geçirmeye yönelik bu tür savaşlar emperyalizmin genel bir özelliğidir ve emperyalist savaşlara niteliğini verir. Emperyalist savaş, dünyanın paylaşılması içindir. Ya bir başka emperyalist ülke ile, onun elindeki sömürge toprakları ve bağımlı ülkeleri ele geçirmek için yapılır; ya da görünüşte ya da az-çok bağımsız ülkelere karşı, bu ülke topraklarının egemenlik altına alınması amacıyla yürütülür. Ve kuşkusuz her biri için daima fazlasıyla “erdemli” gerekçeler uydurulur. “Demokrasi götürmek”, “uygarlaştırmak” vb. gibi. Perinçek’in de iddiası bunlar gibidir: “Vatanın bütünlüğünü korumak”.. “Vatan Savaşı”.. “ABD-Türkiye Savaşı”!
- Emperyalist Savaş öncesi ve sırasında Lenin II. Enternasyonal oportünisti sosyal-şovenlerle en çok “anavatan savunması” üzerine tartışmıştır ki, Kautsky’den daha gericisine, kendi ülkelerinin burjuvazilerinin destekçiliğini yapan farklı ülkelerden bu bayların iddiaları hep aynıydı: Rakipler saldırıyordu, onlar kötüydü ve kendi ülkeleri kendilerini savunmaktaydılar! Perinçek’inki savunması da farksızdır.
Tek fark, Türkiye’nin emperyalist bir ülke olmayışıdır. Emperyalist değildir, ancak örneğin Portekiz de bağımlı bir ülke örneğiyken Afrika’da sömürgeleri vardı. Türkiye de, şimdi resmi ağızlardan “Osmanlı bakiyesi topraklarla tarihi-kültürel vb. bağlara sahip olduğu”nu sık sık tekrarlamaktadır. Büyük emperyalist ülkelerle bir arada Afganistan, Somali ve Bosna gibi ülkelerde asker bulundurmaktadır. Afrika’da özel ilişkiler geliştirmektedir. Irak Kürt Bölgesel Yönetimi topraklarında askerleri vardır. Musul yakınlarındaki Başika’daki varlığı Irak Hükümetince tartışma konusu edilmiş, Türkiye istenmediği topraklarda zorla kalma durumuna düşmüştür. En son Suriye’de 2000 km2’likbir alanda askeri birliklerle hakimiyet sağlamıştır. Benzer etkinliklerde İran da bulunmaktadır ki, o da emperyalist bir ülke değildir. Üstelik İran’ın başka ülkelerdeki, Suriye, Irak, Yemen vb.’deki askeri varlığı o ülke yönetimlerinin “olur”uyla gerçekleşmiştir. Türkiye ise, Suriye ve Irak’taki askeri varlıkları için bu ülke yönetimlerinin “olur”larını bile almamıştır.
Emperyalist olmayan ülkeler de yayılmacı politikalar izleyebilmekte ve izlemektedirler. Nitekim, yayılmacılık ve sömürgecilik tekeller ve emperyalizm öncesi kapitalizm döneminde de vardı ve uygulanmaktaydı.
Perinçek bir adım daha atıp, Cumhurbaşkanı’nın yaptığı tanımı benimsemekte, böylece durumun daha etkili şekilde açıklanacağını sanmaktadır: “Türkiye, İstiklâl Savaşından beri bu kadar çetin koşullar içinde olmadı. İkinci İstiklâl Savaşı adlandırması durumu anlatıyor.”[14]
Nasıl bir “İstiklal Savaşı” bu? “Kurtuluş Savaşı” yani! İkincisi. Ama biz birincisinden biliyoruz ki, İstiklal ya da Kurtuluş Savaşı, ülkeyi istila eden emperyalistlere karşı ve onları ülke topraklarından atmak için, adı üstünde ülkeyi emperyalistler (ve işbirlikçilerinin) tasallutundan “kurtarmak” için verilir. Şimdi Suriye’de kim kimi kimden kurtarmaktadır? Söz konusu olan Suriye topraklarıysa, kurtulacak olan ancak Suriye olabilir, Türkiye değil!
Ancak “İkinci İstiklal Savaşı” tanımının asıl sahibi, bu saptamayı ilk yapan Cumhurbaşkanı Erdoğan ülke içi ve dışında yürütülen ve yürütülecek tüm savaşların “istiklal savaşı” olarak ulusallığı ve Perinçek’in deyişiyle “vatan savaşı” olduğunu vurgulamak anlamına gelerek, biliniyor ki, “cephe”yi hem dışa taşımış hem de olağanüstü genişletmiştir. O kadar ki, bu genişletmeyle eski Osmanlı toprakları kapsanabilmektedir:
“Ülkemize yönelik tehditleri kaynağında yok etmek zorundayız. Şunu bir an olsun aklımızdan çıkarmamalıyız; Türkiye’nin güvenliği Gaziantep’te değil Halep’te, Hatay’da değil İdlib’de, Mersin’de değil Kıbrıs’ta, Kars’ta değil Nahçıvan’da, Artvin’de değil Batum’da, Trakya’da değil Balkanlar’da başlar, bunu böyle bilelim.”[15]
Burada bir “güvenlik konsepti”nin sözü edilse de, Perinçek açıktan Türkiye’nin Suriye topraklarında kurtarılacağını bildirmektedir. Öyle ya da böyle, başka bir ülkenin topraklarında savaşarak “istiklal savaşı” vermek ve kendi ülkesini kurtarmak herhalde görülmüş duyulmuş şey değildir!
Tarihte bunu çağrıştırabilecek karmaşık koşulların ürünü örnekler bulunabilir mi? Farklılıklarıyla birlikte evet, bulunabilir. Örneğin II. Dünya Savaşı bir Anti-Faşist Savaşa dönüştükten sonra, Balkanlarda Alman işgaline karşı mücadelede farklı uluslardan partizan birliklerinin başka topraklarda da savaştıkları görülmüş, örneğin Arnavutlar aynı zamanda Sırbistan topraklarında, Sırplar ise zaman zaman geçtikleri Arnavutluk topraklarında savaşmışlardır. NAZİ ordularını süpürerek gelen Sovyet Ordusu da, alkışlarla karşılanarak, Almanlar tarafından işgal edilen toprakların o ülkelerin partizan birlikleri tarafından kurtarılmasına katılmıştır. Bunlar, neredeyse bütün Avrupa’nın Alman NAZİ Ordusunca işgal edilmiş olmasının dolaysız sonuçlarındandır. Şimdiki Suriye’nin durumu ve “Fırat Kalkanı” ne bu örneklere ne de benzerlerine benzemektedir!
Şimdi TSK, yalnızca Türkiye’nin Rusya’yla anlaşmış oluşuna sessiz kalmış olan Esad’ın bir daveti de olmadan Suriye topraklarındadır, Türkiye Suriye’ye müdahale etmiştir ve Perinçek, gerçeğe tam takla attırarak, buna “Vatan Savaşı” demektedir!
Öyle ki, “Fırat Kalkanı” Harekatına yöneltilen eleştiriler kapsamındaki “Suriye’deki Türk askerlerinin aç ve açıkta donanımsız bırakıldığına” dair bir eleştiriyi yanıtlarken, I. Emperyalist Savaş’ın Osmanlı Cephelerinden fotoğraflar yayınlayıp kendisini ve “Vatan Savaşı” masalını ele vererek şunları söylemektedir:
“Bozguncular, ‘Askerin kıyafetleri yetersiz, kış ortasında yazlıklarla savaşıyorlar’ diye yalanlarını sıralıyorlar. Bu vatanı bize bırakan gazilerimizin elbiselerini görüyorsunuz. Ve işte Birinci Cihan Harbindesavaşan çocukların giydiği elbiseler. Türk Milleti, onlara göğsü kabararak bakıyor.”[16]
Şacaat arzederken sirkatin söylemek herhalde budur: Emperyalist Savaşı[17] da savunmaktan başka çaresi kalmıyor Aydınlık çizgisinin! Hani “vatan savaşı”ydı?
Açıktır ki, Perinçek’in söylediğinin tersine, “bu vatan” bize emperyalist bir savaş olan ve Osmanlı’nın göçtüğü Birinci Cihan Harbinden değil, yeni Türkiye’nin küllerinden doğduğu Kurtuluş Savaşı’ndan yadigardır!
BİR EMPERYALİSTE KARŞI BİR BAŞKASINA DAYANARAK
“VATAN SAVAŞI” VERİLEBİLİR Mİ?
“Fırat Kalkanı”nın daha önceden değil ama 2016 sonuna doğru başlamasının ya da başlangıçta Türkiye’nin –Suriye’ye müdahalesinin peşinden yürüdüğü– ABD ile bir “ortak harekat” olarak başlayan Suriye’ye müdahalesinin, Perinçek’in iddiasınca “Fırat Kalkanı”yla bir “ABD-Türkiye Savaşı”na dönüşmesinin –aynı zamanda açıklaması da olmak üzere– tek değişkeni Rusya etkeni ve Türkiye’nin Rusya ile ilişkilerini iyileştirmesidir. Bu değişiklikle, ABD’ninkinden ayrışan kendi özel çıkarlarını gerçekleştirebilmek üzere Türkiye, Amerikan dayatmalarını Rusya etkeni ile dengeleme olanağı yakalamış ve oluşan “boşluk”tan yürüyerek Carablus üzerinden Suriye’ye müdahalede bulunmuştur.
Emperyalistler arasındaki çelişkiler, sömürülen ve ezilen yığınlar ve onların devrimci hareketlerine de yararlanılacak olanaklar sunar ve devrimler için dolaylı yedeklik eder. Ancak bu nitelikte olanaklar sunması, emperyalistler arasındaki çelişkilerden her yararlananı ne devrimci yapar ve ne de bu olanaklardan yararlanarak bir savaş başlatmış ve yürütüyorlarsa bu savaşı sosyal ya da –ulusallık da içinde– siyasal bakımdan devrimci kılar!
Ve üstelik, emperyalistler arasındaki çelişkilerden yararlanma girişimleri, çelişkilerden yararlanmaya çalışanların devrimci olmaları durumunda bile, eğer bu yararlanış için yeterli bağımsız güçten yoksunlarsa ve yeterince uyanık davranmazlarsa, amacının tam tersi sonuçlara götürüp devrimcilerin emperyalistler tarafından yedeklenmelerine yol açabilir.
Sömürülen ve ezilen yığınlar ve ulusal ya da toplumsal devrimci mücadele ve savaşları yerine devrimci olmayan sınıf ve mücadeleleriyle savaşları söz konusu olduğundaysa durum tamamen başkalaşır; emperyalistler arasındaki çelişkilerden yararlanma “al-ver” hesabıyla yapılır olur, tavizler alınıp verilir ve taraflarca sömürücü çıkarlar en ileriden gerçekleştirilmeye çalışılır.
Ancak genel kural odur ki, emperyalistlerin birbirlerinden nitelik bakımından farkları yoktur, yalnızca konjonktürel durum ve çıkarlarını gerçekleştirme koşulları ve güçleri birbirlerinden farklıdır. Biri güç topluyor diğeri kaybediyor olabileceği gibi, biri atakta diğeri savunmada, birinin maddi teknik dayanakları, ittifakları vb. daha güçlü diğerininki daha güçsüz vb. olabilir ve somut durumları ve yönelimleri taktiklerini, taviz alıp verme ölçütlerini ve vasallarına sağlayabilecekleri “komisyon payları”nı farklılaştırır.
Ama emperyalist kapitalist sistemde yalnızca emperyalist olanlar için değil bütün kapitalist devletler için geçerli ilişkilenme türünde, tartışmasızdır ki; her şeyi güç ve güç ilişkileri tayin eder. Hem emperyalistlerin kendi arasındaki ilişkileri hem de onlarla sair irili ufaklı kapitalist devletler arasındaki ilişkileri belirleyen güçten başka bir ölçüt yoktur. “…kapitalist düzen içinde nüfuz bölgelerinin, çıkarların, sömürgelerin vs. paylaşılması konusunda, paylaşıma katılanların gücünden, bunların genel ekonomik, mali, askeri vs. gücünden başka bir temel düşünülemez.”[18]
Herhalde emperyalistler arasındaki ilişkiler “paylaşım” ve bu amaçlı rekabet üzerine kurulu değildir denmeyecektir! Üstelik rekabet (ve paylaşım) sadece emperyalizmin değil kapitalizmin de temel çelişmelerinden biri durumundadır. Rekabet ve rekabet konusu olan her şeyin mülk edinilmek üzere paylaşımı kapitalizmin de, onun son aşaması olan emperyalizmin de temel bir belirleyenidir. Tekeller, mali sermaye grupları, emperyalist devletler birbirlerinin rakipleridirler.
Şimdi Ortadoğu’nun genelinde ve özel olarak Suriye’de olduğu gibi.
Suriye’nin paylaşılması için, Suriye’de ve giderek tüm Ortadoğu’da egemenlik için Amerikan ve Rus emperyalistleri kapışma halindedirler.
Fırat Kalkanı ile Türkiye ise, bu kapışmanın ortasında kendi “oyunu”nu oynama çabasındadır. İki büyük emperyalist gücünkinden de ayrışan kendi “özel çıkarları” ve bunların “özel” “ulusal” nedenleri vardır ve bunları gerçekleştirmeye çalışmaktadır.
Şimdiye kadar Amerikan emperyalizmine bağımlılığı ve ABD ile ikili anlaşmalar ve NATO kapsamında kendisine yüklenen görevlerle bağlı olan Türkiye, Rusya ile ilişkilerini geliştirerek ve onun, kendisi güç toplar ve yeni topraklara yayılırken –kuşkusuz kendi lehine– ABD’yi zayıflatmak, bu amaçla müttefiklerini “kapma” dahil ilişkilerini zedelemek şeklinde özetlenebilecek Amerikan karşıtlığını üzerindeki baskıyı azaltmak için kullanmak hesabını yapmaktadır. Eski pozisyonuyla belirli amaçlarını gerçekleştirmekte zorlanır, örneğin kuzey Suriye’de “güvenli bölge” oluşturma ve Kürt Kantonlarını ezme, bu olmuyorsa birleşmelerini engelleme talepleri Amerikalılarca kabul görmezken, söz konusu amaçlarına Rusya’nın “yeşil ışığı” ile ulaşmayı denemektedir. Perinçek olmasını istediğini gerçeğin yerine geçirerek tersini iddia etse de[19] henüz bir taraf değiştirme durumu yoktur ve bu kolay değildir; ancak iki büyük emperyalist devlet arasındaki gerilimden yararlanma politikası ne kadar tutar, bu tartışma götürür.
Kendi gücün yetmediğinde, ilişkilerindeki çelişkilerden yararlanarak başkasının gücünden yararlanma “oyunu” gerici içeriğiyle çok denenmiş, ancak büyük bir çoğunlukla deneyenlerin zararına sonuçlar vermiştir. “Oyun”un ustalarından birisi Kızıl Sultan Abdülhamid’dir. İngiltere’yle Fransa, Almanya ve Rusya arasındaki dengelerde fazlasıyla oynamış, hatta zaman zaman sadrazamlarını da bir İngiliz bir Rus yanlıları arasından seçmiş, ancak Osmanlı’nın ne gerileyişini durdurabilmiş ne de çöküşünü önleyebilmiştir.
“Oyun”un başarı koşulunun son derece istisnai ve geçici oluşu ve hatta olmayışının nedeni, üzerinde “oyun” oynanan kapitalist zeminin değiştirilmesine girişilmeden büyük emperyalist devletlerle “aşık atma”nın olanaksızlığı ve “büyük balık küçük balığı yutar” kuralıdır. Geçici sürelerle, büyük emperyalist devletlerin aralarındaki çelişkilerden yararlanarak kendine yol açma olanağı bulunabilir; bu olanak, özellikle eski güç dengelerinin işlemez hale gelip yeni dengelerin henüz tam olarak kurulamadığı, dolayısıyla şiddetlenen çelişkilerin üçüncü ülkelerin manevra olanaklarını artırdığı günümüzdeki türden koşullarda çoğalır. Ancak, ilişkileri belirleyen güç, ekonomik, mali, siyasal, askeri vb. her türden güç olduğundan, “oyun” uzun vadeli olarak sürdürülemez; önünde sonunda büyükler arasındaki çelişkilerin oluşturduğu alanda “oyun” oynayan görece küçük ve güçsüz ülkeler büyüklerden birinden birinin politikalarına bağlanmak, onun koşullarını kabullenmek durumunda kalacaklardır ve kalırlar. “Dengeler”e oynanmaya çalışılırken, büyük emperyalist devletler arasındaki dünyanın paylaşılması içerikli “büyük oyun”da, sonuçta, arada kalıp ezilmek mukadderdir. Oysa Perinçek, Türkiye için, daima Rusya ve Çin ile birliği ya da onlara dayanmayı önermektedir. Örneğin, araya İran ve Suriye’yi de kamuflaj niyetine sıkıştırarak; “Türkiye’nin Rusya, İran, Çin ve Suriye ile ittifak yaparak ABD’ye direnme”[20] olanağı bulabileceğini düşünmekte ve söylemektedir.
Herhangi bir ülkenin, yönetiminin devrimci ya da gerici oluşundan da bağımsız olarak, bir büyük emperyalist ülkenin dayatmalarından bir başka büyük emperyalist ülkeye dayanarak kurtulma olanağı yoktur!
Perinçek, “Fırat Kalkanı” için “vatan savaşı” demekte, ama ABD’nin şimdiden “yenildiğini” iddia ederken adım başı Rusya övgüsü yapmaktadır. Ancak “vatan savaşı” tezinin tartışılabilir olabilmesi için bile Rus yanlılığı yapılmaması ve Rusya’ya dayanan bir “vatan” ve “vatan savaşı” yüceltisinden uzak durulması şarttır.
Oysa bırakalım Türkiye ile ilişkilerinde Rusya’nın dayatmalarda bulunup şartlar ileri sürmesini, daha şimdiden ve yarı kendi politika ve yaklaşımlarını dayatmak üzere aba altından sopa göstererek yarı işbirlikçiliğin oto-kontrol mekanizmasının bir örneği olarak –yerine getirilmesinin gerekliliğini belirterek– bu şartların sözünü Perinçek etmektedir. Örnekse siyasetle ekonomi arasında bağ kurarak söylediği şu sözler: “Türkiye ekonomisi, içine girdiği döviz dar boğazında özellikle Çin ve Rusya ile işbirliğinden çok şeyler beklemektedir. Ne var ki, Asya’nın büyük ekonomileri, Türkiye’de yobaz terörünün yaygınlaşmasından kaygı duyuyorlar. Çünkü o terör, onların ülkesi için de bir tehdittir. Çin ve Rusya’nın tavırlarını şimdiden bilmekte yarar var.”[21]
Ve Perinçek, ağzındaki baklayı çıkararak, Türkiye’yi birden “vatan savaşı”ndan “yeni dünya” ya da “düzen kuruculuğu”na sıçratmakta ya da “vatan savaşı” ile “düzen kuruculuk”u özdeşleştirmektedir. Biliniyor ki, “düzen kurucu ülke” olma, Davutoğlu’nun “Stratejik Derinlik”inin başlıca yönelimiydi ve Ortadoğu’dan Afrika’ya “ulusallık”ın bir gereği olarak hala resmi olarak savunulmaktadır. Perinçek böyle bir “kuruculuk”un ancak Avrasyalılaşarak, yani Çin ve Rusya ile “dayanışarak” veya bir başka söyleyişle onlara kul-köle olunarak gerçekleşebileceğini bildirmektedir:
“Millî Seferberlik yılı, aynı zamanda Avrasya Yılı’dır. Çünkü Atlantik sistemi bize bölünmeyi ve borç batağında boğulmayı dayatıyor. Avrasya ise, millî uyanışın ve millî seferberliğin coğrafyasıdır. Millileştikçe Avrasyalı oluyoruz, Avrasyalı oldukça millileşiyoruz.
“Türk Ordusu, Fırat Kalkanı’nda Suriye, İran ve Rusya ile buluştu. Aslında Irak da dahildir ve hatta Çin’e kadar uzanır bu buluşma.Türkiye, yalnız kendisi için savaşmıyor, Yükselen Avrasya için ve dünya barışı için savaşıyor. Vatan Savaşımız, insanlık savaşıdır. Yeni bir Dünya Kuruluyor ve Türkiye o Yeni Dünyanın kurucuları arasında en öndedir.”
Kendisini tutamayıp ajite olmuş, “yeni dünyanın kurucuları” altbaşlığı altındasürdürmektedir:
“Yeni Dünyanın kurucuları, yıllardır Irak’ın bütünlüğü için ve Suriye’nin kurtuluşu için savaşanlardır, Fırat Kalkanı’nda Bab’a ilerleyenlerdir, Moskova Bildirgesi’ni imzalayanlardır, Astana’da toplananlardır, Şanghay’da el ele verenlerdir.Artık dünyanın geleceğini Washingtonlar, Brükseller, Cenevreler belirlemiyor. Fermanlar oralardan gelmiyor. Batı batıyor. Güneş, yeniden Doğudan doğmaktadır.”[22]
“Milli seferberlik”le, “vatan savaşı”yla “yeni dünya kuruculuğu” pek garip bir ilişki olsa gerek! Milli seferberlik ve ulusal savaşla ülkeler emperyalist işgallerden kurtulabilir ve bağımsızlıklarını kazanabilirler; ama “yeni bir dünya kurma”ya gelince, bu iki halde olanaklıdır: Bu yeni dünya, gerçek bir yeni dünya olarak, dünya proleter devriminin bir ya da birkaç ülkede zaferine bağlı olarak kurulmaya başlanabilir. Ve ikinci olarak, “yeni dünya”, eski dünya ile aynı kapitalist temel üzerinde ve paylaşımı yenilenerek, eskisinden farklı ama yine emperyalist “oyun ve düzen kurucular” tarafından kurulabilir. İran ve Suriye bir tarafa, Rusya ve Çin gibi kapitalist emperyalist ülkelerin inisiyatifiyle kurulacak “yeni dünya”nın aynı kapitalist emperyalist dünyanın ancak “yenilenmiş” bir görüntüsü olacağı kesindir ve Perinçek, Türkiye egemenlerini buna uygun bir inisiyatif almaya çağırmaktadır.
Oysa “vatan savaşı” ile gönderme yapılan anti-emperyalizm, emperyalist kapitalizme, tekelci kapitalizme karşı savaşmayı gerektirir; bir emperyalist güce dayanarak başka bir emperyalist güçle savaşılabileceği iddiasıysa emperyalizmin işbirlikçiliğini meslek edinmiş bir kafanın ürünü olabilir.
Araya sıkıştırdığı millilikle Avrasyalılığın birbirini güçlendirdiğine ve güçlendireceğine ilişkin “Millileştikçe Avrasyalı oluyoruz, Avrasyalı oldukça millileşiyoruz” cümlesiyse, hiç değilse belirli emperyalist inisiyatifleri değil ama genel olarak burjuva dünyasını yüceltme anlamına gelen Fransız burjuva sosyalisti Jean Jaures’nin ünlü sözünden apartılmış gibidir: “Yurtseverliğin derini enternasyonalizme, enternasyonalizmin derini yurtseverliğe götürür”!
Açıktır ki, ne Jaures’nin ne Perinçek’in sözleri doğrudur. Neden?
Şimdi tam da oraya gelmiş bulunuyoruz.
TEKELCİ GERİCİLİK EMPERYALİZME KARŞI SAVAŞABİLİR Mİ?
YA DA TEKELCİ GERİCİLİKLE SAVAŞILMADAN ANTİ-EMPERYALİZM OLANAKLI MI?
Bütün “vatan savaşı” ya da “istiklal savaşı” sakızı çiğnemeleriyle Doğu Perinçek’in asıl karatmaya çalıştığı ufuk, halka şimdiye kadar verdiği ve bundan sonra verebileceği en büyük zarar, tekelci kapitalizmi zemin edinerek anti-emperyalizmin olanaklı olduğunu ileri sürmesidir. Ona göre, tekelci kapitalist toplumsal örgütlenmesiyle ve tekelci burjuvazinin egemenliği koşullarında, bu demektir ki tekelci gericilik eliyle, Türkiye, emperyalizmle mücadele edebilir ve hatta “ABD’nin yenildiği” iddiası hatırlanırsa, onu yenebilir!
Ve Perinçek bunu yeni yapmamakta, en başından beri bu iflah etmez görüşü savunmaktadır.
Erdoğan, evet, “yerli-milli”liğini belirtmek üzere “istiklal savaşı” adını takarak ve Türkiye’nin, kuşkusuz Türkiye burjuvazisinin “ulusal” hedeflerine gönderme yaparak “milleti” ya da halkı kendi ardında toplamaya özen göstermektedir. Türkiye’nin cumhurbaşkanıdır, böyle bir amacı olması yadırganamaz. 33. Muhtarlar Toplantısındaki konuşması tamamen bu içeriğe sahiptir:
“Bugün Türkiye yeni bir istiklal mücadelesi içindedir. Bu mücadeleyi kazanırsak, 2023 hedeflerimize de ulaşacağız, 2053 ve 2071 vizyonlarımızı da şekillendireceğiz. Kaybedersek, 100 yıl önce başarılamayan bir Sevr tezgahı yeniden önümüze getirilecek. Tüm vatandaşlarımızın, sorumluluk sahibi herkesin bu bilinçle meseleye yaklaşması, üslubunu, tavrını, sözünü ona göre belirlemesi gerekiyor.”[23]
Türkiye burjuvazisinin de, Erdoğan’ın da özel “ulusal” çıkarlarının olmasında garipsenecek şey yoktur.
Emperyalist tekelci burjuvaziyle yerli tekelci burjuvazi aynı uluslararası burjuvazinin ortak kapitalist çıkarlara da sahip müfrezeleri olmakla birlikte, şüphesiz farklı ülkelerin burjuvazileri olmaktan gelen ve birini diğerinden ayıran özel yerli ve “ulusal” çıkarlara da sahiptirler. Farklı ülkelerin emperyalist burjuvazileri gibi, emperyalist ve işbirlikçi tekelci burjuvaziler de, aralarında hiç çıkar farklılığı olmayan yekpare bir bütün oluşturmazlar.
Farklı ülkelerin emperyalist burjuvazileri kapitalist uluslarasılaşmaya bağlı olarak çok sayıda bağla birbirlerine bağlı ve iç içe geçen çıkarlara sahip olmalarına karşın aralarındaki rekabet ve dünyayı paylaşma mücadelesi bitmez. Emperyalist olmayan tekelci burjuvazi ile emperyalist burjuvazi arasındaki bağımlılığa ve işbirlikçiliğe dayalı ilişki belirli bir farklılık göstermesine karşın, bu bağımlılık ve işbirliği ilişkisi şüphe yok ki, “kukla” ile “sahibi” arasındaki ilişki türünden değildir. Bağımlılık ve işbirliği, ayrı varlıklar olarak iki tür burjuvazinin birbirinin dışındalığını varsaydığı gibi özerkliği de reddetmez. Bağımlı ya da işbirlikçi burjuvazinin kredi, know-how, sanayiin ileri dallarının bağlayıcılığı, hammadde temini ve pazar olanağı vb. gibi birçok bağla emperyalist burjuvaziye bağlandığı ve onun dayatmalarıyla koşullandığı tabii ki doğrudur; ancak, bütün bu bağımlılık ilişkileri ve kaynakları, işbirlikçi burjuvazinin kendi belirli ve özel “ulusal” çıkarlarının olmasının ve bunları gerçekleştirmeye çalışmasının önünde bütünüyle engel olmaz.
İşbirlikçi burjuvazi çıkarlarını genel olarak emperyalizmle birleştirmiş ve onunla birleşmiş bir burjuvazi olmakla birlikte, bu birlik, hem hiçbir özerkliğe alan tanımayan mutlak bir birleşme olamaz, hem de bazen zorlukla ayırdedilebilir olan sermaye birikimi süreçleri de içinde birlikte gerçekleştirilen “işler”de taraflar arasında kar payı dağıtımı ya da komisyon paylaşımı olarak bir bölüşüm kaçınılmazlıkla yaşanır.
İşte, şimdi tartışma bu özel “ulusal” çıkarlar ve kar payı dağıtımları çerçevesinde sürmektedir.
Perinçek’in “vatan savaşı” dediği şeyin gerçek içeriği de ancak buradan yaklaşılarak anlaşılabilir.
Emperyalist burjuvazinin “vatanı” nedir, neresidir? Ya da örneğin Amerikan emperyalistlerinin yürütecekleri bir “vatan savaşı”ndan söz edilebilir mi? Yanıt kolaydır: Emperyalist burjuvazinin dini de, imanı da, vatanı da paradır, daha doğrusu sermaye ve birikimidir. Nerede gerçekleşiyorsa vatan orasıdır! Tekelci burjuvazi uluslararası burjuvazidir, kozmopolittir. Ve bu burjuvazi “vatan” ve “vatan savaşı” ya da “vatan savunuculuğu”nu çoktan aşmıştır; geldiği yer, başkalarının vatanlarını ele geçirmek, dünyayı ekonomik ve toprak olarak paylaşmaktır. Bu nedenle “vatan savaşı” değil, ancak emperyalist savaşlar yürütebilir.
İşbirlikçi yerli tekeller bakımından durum farklı değildir. Tıpkı tekelci emperyalist burjuvazi açısından olduğu gibi yerli tekelci burjuvazi açısından da kapitalizmin yükseliş dönemine özgü olan ulustan olma, ulusallık ve –feodalizm karşıtlığıyla karakterize ve ulusal sorunun da kaynaklanıp dayandığı farklı ülkelerin ulusal burjuvazileri arasındaki– ulusal savaşlar miadını doldurmuş ve bu dönem kapanmıştır. Tekelci kapitalizm döneminde, bu burjuvazi, artık feodalizm karşısında ulusal değerleri ve ulusallığı temsil etme/edebilme dahil tüm ilerici özelliklerini yitirip gericileşmiş, Stalin’in deyişiyle “burjuvazi ulusal değerler ve ulusal bağımsızlık için mücadele bayrağını geminin bordasından atmıştır.” İşbirlikçi yerli tekeller açısından da “vatan” “para”dır, alınır-satılır bir meta durumundadır, sermayesini biriktirdiği, rant ilişkilerini sürdürdüğü “pazar”dır.[24] Emperyalizmin işbirlikçiliğinin koşulu, ulusla ilişkisi bakımından, ulusal ihanettir!
Emperyalizmle birleşen, aralarında çıkar farklılıkları olsa da, bu farklılıklar kar payı bölüşümü ya da komisyon paylaşımında yansıyan işbirlikçi burjuvazi de, emperyalist burjuvazi ile aynı tekelci kapitalizmin bir sosyal sınıfı durumundadır. Çıkar farklılıkları nedeniyle emperyalist burjuvazi ile çelişip çatışabilir; ancak bu çatışma, kesinlikle anti-emperyalizmin konusu olamaz, tekelci kapitalizm zemininde bölüşüm/paylaşım sorunuyla sınırlı bir iç çatışma niteliği taşır. Dolayısıyla bu burjuvazi bakımından da “vatan savaşı”, bırakalım emperyalizme ve ABD’ye karşı savaş olmayı, emperyalist burjuvaziyle birlikte, onun işbirlikçisi olarak dünyanın –daha çok bulunduğu bölgesinin– paylaşımına katılması ve genellikle katkısı oranının altında bu paylaşımdan pay almasının yanında kendi iç çelişme ve çekişmelerinin konusu olan –ihale ve çeşitli türden rant alanlarından başlayarak devlet olanaklarının paylaşılması başta olmak üzere– pazar ve rant olanaklarını paylaşmak için birbirinin boğazına sarılıp savaşmaktan ibarettir.
Perinçek’e gelince, o, “istiklal savaşı” nitelemesini de benimseyerek, “ABD-Türkiye Savaşı” iddiasında bulunduğu ABD ile Türkiye arasındaki sürtüşmeyi, tekelci kapitalizm zemininde ortaya çıktığını el çabukluğuna getirip gizleme yoluna giderek, “vatan savaşı” olarak tanımlamaktadır. Söylediği şudur:
“Türk Silahlı Kuvvetleri, Türkiye’nin toprak bütünlüğü ve milletimizin birliği için güney sınırlarımızın ötesinde ABD’nin piyonlarına karşısavaşı başarıyla sürdürüyor. Karşıda IŞİD var, PKK/PYD var. Arkalarında Amerika. Ellerinde Amerikan silahı. Sırtlarında Amerikan Stinger füzesi. Ceplerinde Amerikan doları. Mehmetçiğe sıktıkları kurşun Amerikan kurşunu. Başlarındaki komutan Amerikan Özel Kuvvet subayı. Amerikan uçaklarıyla korunuyorlar.
“Bu savaş, Türkiye-Amerika Savaşıdır. Boyutlarını ve derinliğini görelim. Millet, bu savaşta Ordusuyla Polisiyle birliktedir, ona göre mevzilenelim. Tayyip Erdoğan’a karşı savaştan vazgeçmeyenler, ABD’nin gücü haline geldiklerinigörmüyorlar mı?”[25]
IŞİD ve PKK/PYD üzerinde durduk, “ABD piyonu” olup olmadıklarını tartıştık. Peki, Perinçek’in ABD ile savaştığını iddia ettiği Türkiye hala NATO üyesi değil midir? ABD arkasından ne kadar çekilmiştir? “Eller”, “sırtlar”, “cepler”, “kurşunlar” ve “başlardaki komutanlar” söz konusu olduğunda Türkiye açısından durum nedir? TSK hala Amerikan silahı ve füzeleriyle donatılmış, Amerikan kurşunu sıkar halde değil midir? NATO komutanları TSK’ya da komuta etmemekte midir, örneğin İncirlik’in komutası kimdedir? TL’ye dönme kampanyaları örgütlenmeye çalışılması Türkiye’de geçerli para biriminin dolar olduğunun kanıtı değil midir? Hangi ihaleler TL ile yapılmaktadır? Ve Suriye ve Rusya ile gerginlik günlerinde sınır boylarına yerleştirilen Patriot bataryaları nereden getirilmiştir?
Türkiye ekonomisi de, siyasal örgütlenmesi ve militarist-bürokratik aygıtı da tekelci kapitalist örgütlenmelerdir, bırakalım emperyalizmle mücadeleyi, onun karşısında korunaklı bile değillerdir, nerede emperyalistlerin denetimi biter nerede “ulusal” egemenlik başlar, belirsizleşmiş; çünkü, öncesi bir yana, II. Emperyalist Savaşın ardından baş patronun ABD olduğu emperyalizmle etle tırnak gibi olunmuştur.
Perinçek bir de kalkmakta “ABD-Türkiye Savaşı”ndan söz açmaktadır! Üstelik yetinmemekte; Türkiye tekelci kapitalizmini, tekelci siyasal örgütlenmesiyle burjuva militarist-bürokratik aygıtını bu “savaş”ın ABD’yi yenmekte olan “karşıtı” ilan etmektedir. Tekelci kapitalizme karşı mücadele kaygısı olmadığı gibi, ona dayanıp onu zemin edinerek Amerikan emperyalizme karşı mücadele edilebileceği vaazını vermektedir. Yine üstelik “mücadele edilebilmesi” de bir yana, başında bugün Erdoğan’ın olduğu Türkiye kapitalizmi, ona göre, Amerikan emperyalizmine karşı mücadelenin olanaklı olan tek tarafıdır! Çünkü açık konuşmaktadır: Ona göre, Türkiye kapitalizmine ve “Tayyip Erdoğan’a karşı savaştan vazgeçmeyenler, ABD’nin gücü haline gel”mektedirler!
Bu yaklaşım, emperyalizmi yalnızca bir siyasi ilhak eğilimi olarak anlayıp anlatan Kautsky ve benzerlerinin yaklaşımından daha da geri ve gericidir. Çünkü emperyalizm en başta tekelci kapitalizmdir; tekellerin, mali sermayenin egemenliğidir.
“Emperyalizmin olanaklı en kısa tanımını yapmak gerekseydi, emperyalizmin kapitalizmin tekelci aşaması olduğunu söylerdik. Bu tanımlama temel ögeyi içermiş olurdu…Emperyalizm, tekellerin ve mali sermayenin egemenliğinin ortaya çıktığı, sermaye ihracının birinci planda önem kazandığı, dünyanın uluslararası tröstler arasında paylaşılmasının başlamış olduğu ve dünyadaki bütün toprakların en büyük kapitalist ülkeler arasında paylaşılmasının tamamlanmış bulunduğu bir gelişme aşamasına ulaşmış kapitalizmdir.”[26]
Emperyalizm, yalnızca şurada burada, hele “piyonları” üzerinden belirli çatışmalar türünden siyasal askeri işlevlerle tanımlanamaz. Kuşkusuz ilhak ve savaş eğilimidir de, ama bunlardan ibaret değildir. Dolayısıyla Erdoğan’ın belirli siyasal yönelimlerinin Amerikanınkilerden farklı oluşu, hatta bunların iddia edildiği türden bir “ABD-Türkiye” savaşına varması, örneğin 15 Temmuz darbesinin ABD tarafından desteklenmiş olması durumunda bile onun anti-emperyalizmine delalet etmez; farklılık ve çatışmalar tekelci kapitalizmin iç çatışmaları olmanın ötesine geçmez.
Yine de Perinçek ısrarlıdır; utanmazca AKP ve Erdoğan’ın kaderiyle Türkiye’nin kaderinin birleşmiş olduğunu iddia etmektedir:
“Bugün AKP, geleceğini İkinci İstiklâl Savaşının başarısına bağlamıştır. Bu anlamda kendi geleceğini Türkiye’nin geleceği ile birleştirmiştir. Varolan koşullarda Türkiye için de, AKP için de birinci mesele, İkinci İstiklâl Savaşından zaferle çıkmaktır.”[27]
Bu ne demektir? Öncelikle hiç değilse bugünkü koşullarda Türkiye’nin yekpare bir bütün oluşturduğunu ileri sürmektir. Ya “sınıfsız, kaynaşmış bir kitle” olduğunu ya da “İkinci İstiklal Savaşı” nedeniyle sınıf ayrımlarının önemini kaybettiğini ve bütün sınıfların, şüphesiz bütün halkın “kendi geleceğini Türkiye’nin geleceğiyle birleştirmiş” AKP’nin arkasında birleşmesi gerektiğini düşünmek ve önermektir. Perinçek’in sözlerinin devamından anlaşılan budur: “..bugün Türkiye’nin önüne koyduğu iş, Cumhurbaşkanının da kabul ettiği gibi, MillîSeferberliktir.”
AKP, evet, “geleceği”ni, “İkinci İstiklal Savaşı” olarak tanımladığı 2023 hedeflerine ulaşmaya bağlamıştır; ancak AKP yönetiminde ne bir “istiklal savaşı” verilebilir ne de bir ABD-Türkiye savaşı yaşanması olanaklıdır. Üstelik Perinçek’in iddiasının tersine, AKP yönetiminin sona ermesi Türkiye’nin geleceğinin kararması olmayacak, Erdoğan’ın ileri sürdüğü gibi Sevr koşullarına da dönülmesi anlamına gelmeyecektir.
Durmadan vites büyüten Perinçek sonunda Erdoğan’a karşı çıkmayı da yasaklamakta, “Erdoğan düşmanlığı”nı “ABD’nin piyonu” olmaya eşitlemekte; çünkü “ABD ile savaş halindeki” Türkiye’yi onun temsil ettiğini, Amerikan emperyalizmiyle savaşmanın tek yolunun Erdoğan’a karşı çıkmayıp onun peşinden yürümek olduğunu varsaymaktadır:
“ABD emperyalizmine karşı mevzilenmek yerine, Tayyip Erdoğan düşmanlığına saplanıp kalanlar, artık apaçık ABD’nin piyonu konumundalar.”[28]
Ve açmak üzere sürdürüyor:
“HDP’yi Meclise sokma kampanyasıyla ABD’nin projesinde görev yaptılar.
– 24 Temmuz 2015 günü başlayan askerî harekâta karşı ABD’nin yanında yer aldılar. Hendek Savaşlarında PKK’yı kurtarmak için ne yapacaklarını şaşırdılar, Aynelarap (Kobani) ziyaretlerinde ABD’nin oyuncağı oldular.
– 15 Temmuz 2016 Darbesini kimisi açıkça, kimisi sinsi sinsi destekleyerek ABD’nin suç ortağıoldular.
– Türkiye’nin Avrasya’ya yönelişine karşı ‘Son adam kalana kadar savaşacağız’ ilânlarıyla ABD ordusuna yazıldılar.
25 Ağustos’ta başlayan Fırat Kalkanı Harekâtına karşı ‘batakta boğuluyoruz’ propagandasıyla ABD’nin Basın Bürosuna dahil oldular. Batakta boğulan, Türkiye değil, kendileridir.
Türkiye, İncirlik üssüne elkoyma noktasına geliyor.
ABD piyonları da, Türkiye İncirlik üssüne elkoymasın diye hükümet krizi yaratma peşinde. Tayyip Erdoğan’ı devirmeye yönelik ABD tertibinde psikolojik savaş görevi yapıyorlar.”[29]
Kim ki Erdoğan’a karşı çıkmaktadır, Amerika’nın adamıdır, onun hesabına çalışmaktadır! Perinçek’in gözü dönmüştür!
Geldiği yer, “Erdoğan takıntılı aydınlarımız”ı suçlamaktır:
“Tayyip Erdoğan takıntılı aydınlarımız …Türkiye’nin başarısızlığını bekler oldular. Türkiye yenilsin de, Tayyip Erdoğan’ı devirmenin koşulları oluşsun, bu çizgiye girdiler.”[30]
Deli saçması türünden bu söylenenleri tek tek çürütmeye çalışmak gereksiz bir uğraş olacak. Ancak tıpkı AKP gibi, demokrasi talebi ve mücadelesini bile “Amerikan oyunu” sayan Perinçek’in, cumhurbaşkanlığı sistemi girişiminin –hem nalına hem mıhına vurarak– geri çekilmesini isterken, demokrasi konusuna yaklaşımını görelim ve bir son sözle bitirelim:
“Türkiye’ye düşmanlığını gizlemeyen Atlantik Devleti de Cumhurbaşkanlığı Sistemi girişimini ellerini ovuşturarak izliyor. Saddam Hüseyin ve Kaddafi’ye yönelik tertiplerde kullandığı “demokrasi” gerekçeli planlar için fırsat kolluyor.
“Cumhurbaşkanlığı Sistemi girişiminden vazgeçmek, AKP için bir yenilgi değildir; ilerdeki ağır yenilgiden kurtulmak için akıllı bir davranıştır. O zaman Cumhurbaşkanı itibar kaybetmeyecek, fakat bütün ülkede alkışlanacaktır. ABD merkezli diktatörlük suçlamaları boşluğa düşecektir.”[31]
“Demokrasi”, ona göre, ancak Amerikan emperyalizmin Türkiye’nin başına örmeye çalıştığı “çorap”ın “gerekçesi” olabilmektedir ve “diktatörlük suçlamaları”ysa anlaşıldığına göre, halktan gelmemektedir, ama Amerikan menşeilidir! Yoksa, Türkiye’nin ne diktatörlük sorunu vardır ne de halkın yakıcı bir demokrasi ihtiyacı!
Ancak kesindir ki, demokrasi ve demokrasi mücadelesi umursanmayıp bir çırpıda “emperyalistlerin oyunu” sayılarak, siyasal dayatmalarıyla tekelci gericiliğe ve faşizme karşı mücadele edilmeden emperyalizme karşı da mücadele yürütülemez!
*
Perinçek’in Erdoğan ve AKP’sinden ayrıldığı yer neresi midir? Bir, Atatürkçü aydınları yatıştırmak üzere laiklik sorunu ve bir de “başkanlık sistemi”ne geçiş konusu. Onun ötesinde “bayrağı” Erdoğan’a teslim etmiş durumdadır. Tek isteği hükümete katılmaktır. AKP hükümetini “yetersiz” bulmakta ve yerine “AKP, CHP, MHP ve Vatan Partisi’nin oluşturacağı Millî Seferberlik Hükümeti”[32] kurulmasını önermektedir. “Suç ortağı” olmaya taliptir!
*
Ve son söz:
Emperyalizmle mücadele ve gerçek yurtseverlik ciddi bir iştir; halk kitlelerini milliyetçilikle etkilemek üzere ne denli yüksek perdeden “vatan-millet-Sakarya” nutukları atılırsa atılsın, tekellerin, tekelci burjuvazi ve temsilcileriyle onların yalakalarının altından kalkmak bir yana cesaret edebilecekleri şey de değildir. Tekelci kapitalizme karşı mücadele edilmeden emperyalizmle mücadele edilemez. Hele bir emperyalist güce dayanarak diğerine karşı mücadele, “kırk katır mı kırk satır mı” seçmeye benzer! Farklı emperyalist devletlerin aralarındaki çelişkilerden yararlanmayı reddetmeden emperyalizme karşı mücadele, tekelci kapitalizme karşı mücadele olmak, yerli tekellere, işbirlikçi tekelci burjuvaziye karşı mücadeleyi de kapsamak durumundadır. Öyleyse anti-emperyalist mücadele ve yurtseverlik de, başta işçi sınıfı olmak üzere ulusal değerlerin asıl sahibi olan emekçi halk kitlelerine kalmış demektir.
Tekelci burjuvalar en küçük bir zorlukta zaten sermayelerinin bir bölümünü aktardıkları emperyalist ya da sıradan kapitalist ülkelere kapağı atmaya hazırdırlar. Ama işçi sınıfı ve emekçi halkın gidecek bir başka yeri yoktur! Türkiye, Türkiye’nin emekçi halkınındır. Ancak onun tarafından sahiplenilebilir ve onun tarafından savunulabilir.
[1] Perinçek’in partisinin o zamanki adı TİİKP, açılmış haliyle Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’ydi; Aydınlık da Mihri Belli yönetimindeki “kırmızı Aydınlık” ve Perinçek’in dergisi “beyaz Aydınlık” olarak ikiye ayrılmıştı.
[2] 20 Ocak 2017, 1. Sayfa spotu
[3]Doğu Perinçek, Aydınlık, 10.1.2017
[4]Doğu Perinçek, Aydınlık, 8.1.2017
[5]Doğu Perinçek, Aydınlık, 10.1.2017
[6]Doğu Perinçek, Aydınlık, 14.12.2016, altını biz çizdik
[7]Doğu Perinçek, Aydınlık, 8.1.2017, abç.
[8]Doğu Perinçek, Aydınlık, 10.1.2016
[9] Doğu Perinçek, Aydınlık, 20.12.2016, abç.
[10]Doğu Perinçek, Aydınlık, 23.12.2016
[11] Doğu Perinçek, Aydınlık, 27.12.2016
[12] Rusya ile ilişkilere ayrı bir bölüm açacağız, ancak burada söylenmesi gerekiyor ki, yalnızca ABD dayatıcılığından kurtulmak üzere onu Rusya ile dengelemeye kalktığınızda, bu, belirli bir manevra olanağı sağlamasına sağlar, ancak dayatıcının birken iki olması demektir. Ve zaten Putin’in Türkiye ile ilişkilerini düzeltirken sadece özürle yetinmeyip Suriye politikalarında değişikliği şart koştuğu ve iyileşmenin önünün böyle açıldığı hatırlanmalıdır.
[13]Doğu Perinçek, Aydınlık,27.12.2016: “Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, ‘Suriye’nin kuzeyinde Terör Devletine izin vermeyeceğiz’ diyerek, Türkiye’nin hedefini açıkladı. İkinci İsrail kurulmayacak!”
[14] Doğu Perinçek, Aydınlık, 10.1.2017
[15]AA, 05.01.2017
[16]Doğu Perinçek, Aydınlık, 27.12.2016
[17]Bilinmektedir ki, 1. Cihan Harbi, bütün belli başla komutanları Almanlardan atanan Osmanlı’nın Avusturya-Macaristan’la birlikte Almanya’nın yanında İngiltere-Fransa-Rusya koalisyonuna karşı dünyanın paylaşımı için savaşa girdiği emperyalist bir savaştır.
[18]Lenin, Seçme Eserler, 5. Cilt, “Emperyalizm”, sf. 121
[19]D. Perinçek: “Yaşanan olay, dünya dengelerinin değişmekte olduğuna işaret ediyor. NATO ülkesi diye anılan Türkiye, eylemli olarak Avrasya konumuna yerleşmektedir. 1990’larda kurulmuş olan denklemler artık geçerli değildir.”Aydınlık, 23.12.2016
[20]Doğu Perinçek, Aydınlık,10.01.2017
[21]Doğu Perinçek, Aydınlık, 11.1.2017, abç
[22]Doğu Perinçek, Aydınlık, 2.1.2017
[23]TRT Haber, 04.01.2016
[24] “Vatan”ın “pazar” demek oluşu kapitalizme özgüdür ve yükselen kapitalizm döneminde de geçerlidir; tek farkla ki serbest rekabetçi yükselen kapitalizm döneminde burjuvazi feodalizm karşısında pazarını birleştirerek sahiplenmiş, dolayısıyla ulusun başında “vatan”ı ve birliğini de sahiplenerek bu amaçla ulusal mücadele yürütmüştür. “Vatan”ın “pazar”la bu eşitlenmişliği ve özdeşliğinin bir sonucu, bütün ülkelerde aynı kapitalist sömürü ilişkilerinin ürünü ve karşıtı olan işçi sınıfının uluslararası bir sınıf olarak bütün ülkelerde tek ve ortak çıkara sahiptir: Burjuvazinin egemenliği devirmek, sömürüden kurtulmak. Bu nedenle “işçi sınıfının vatanı yoktur”!
[25]Doğu Perinçek, Aydınlık, 27.12.2016
[26]Lenin, Seçme Eserler, 5. Cilt, “Emperyalizm”, sf. 91-92
[27]Doğu Perinçek, Aydınlık, 10.1.2017, abç.
[28]Doğu Perinçek, Aydınlık, 8.1.2017, abç.
[29]Agy, abç.
[30]Doğu Perinçek, Aydınlık, 20.12.2016, abç.
[31]Doğu Perinçek, Aydınlık, 10.1.2017, abç.
[32]Agy.