Ahmet Cengiz

“İnsanlar, her zaman, siyasetteki aldatmaların ve aldanmaların aptal kurbanları olmuşlardır ve bütün ahlaksal, dinsel, siyasal ve toplumsal sözler, bildiriler ve vaatler arkasındaki şu ya da bu sınıfın çıkarlarını aramayı öğrenmedikleri sürece de, böyle kalacaklardır. Reform ve ilerleme şampiyonları, ne kadar barbarca ve çürümüş görünürse görünsün, her eski kuruluşun, belirli egemen sınıfların zorlamasıyla ayakta durduğunu görmedikçe, her zaman eski düzenin savunucularının oyununa geleceklerdir. Ve bu sınıfların direnişini kırmanın ancak bir tek yolu vardır; bu da, çevremizdeki toplumun içinde, eskiyi silip atabilecek ve yeniyi yaratabilecek kuvveti oluşturabilen – ve toplumsal durumları yüzünden oluşturmak zorunda olan – güçleri bulmak ve bu güçleri mücadele için bilinçlendirmek ve örgütlemektir.” – Lenin (Marksizmin Üç Kaynağı Ve Üç Ögesi)

Marx, “Louis Bonaparte’ın 18. Brumaire”in Almanca ikinci baskısına yazdığı önsözde, Fransa’daki “sınıf mücadelesi”nin, “sıradan ve grotesk bir adamın kahraman rolünü oynamasını mümkün kılan koşullar ve ilişkiler yarattığı”na dikkat çeker. Bugün bu saptamayı okuyan birinin hemen aklına Donald Trump’ın gelmesi şaşırtıcı olmayacaktır. Kuşkusuz, ne 21. yüzyılın Amerika’sı 19. yüzyılın Fransa’sıdır, ne de Trump, Louis Bonapart’tır. Ama sınıf mücadelesinin “sıradan ve grotesk” kişilere kahramanlık rolü oynatan koşullar ve ilişkiler yaratması, kıyaslananların ortak bir yanına işaret etmektedir.

Bilindiği gibi, Trump “vakası”, “hazin” sonuçlanan Brexit pokerini takip etti. Böylelikle “popülizm hayaleti”, önceleri Türkiye, Hindistan, Filipinler, çeşitli Doğu Avrupa ülkeleri derken, şimdi de emperyalist ülkelerdeki siyaseti altüst etmeye başladı. Ve görünen o ki, “hayalet”in sahneden çekilmeye de pek niyeti yok! Bu yıl Almanya ve Fransa’da önemli seçimler var ve daha şimdiden “aşırı sağcı popülist” partilerin (AfD ve FN), en son Trump’ın zaferinden aldıkları büyük ilhamla yeni sarsıntılara neden olmalarından korkulmaktadır.

Vesayet savaşları”, “İslami terör”, “sığınmacılar trajedisi” (Akdeniz’de boğulanların sahillere, boğulmayanların da AB’nin düzenine vurması!), “otoriterleşme”, “neo-milliyetçilik”, “aşırı sağcı popülizm” … bu tablo iç karartıyor. Alman Süddeutsche Zeitung’un önde gelen kalemlerinden Heribert Prantl’ın “2016’nın dünyası”nı değerlendiren makalesi bu konuda bir fikir veriyor: “2016, kaygıdan ümitsizliğe geçişin eşiğinde bir yıldı. Sanki dünya tarihi, dünya-süpürge-makinesini çalıştırmış gibiydi. Öyle ki, adeta bu makinenin soğurma gücünü ayarlayan düğmenin başında Erdoğan ve Trump gibi adamlar oturuyordu; sanki orada, zamanlarının çoktan geçtiği düşünülen popülistler ve milliyetçiler bağdaş kurmuş – ve yanlarına, ikide bir, teröristler ilişiyordu. Öyle ki, sanki şimdiye kadar aşina olduğumuz temel kanaatler ve onlarla birlikte bu kanaatlerin zemini süpürülüp gidiyordu. Dipsizleşiyor dünya. Türkiye’de yeni cadı avlarına şahit oluyoruz. Filipinler’de bir devlet başkanı katil olmakla övünüyor. Almanya’da Noel panayırı terörün mekanına dönüştü. Emin bilinen artık muhakkak sayılmamakta. Demokrasi ve hukuk devleti ilkesinin, yavaş da olsa, gelişmeye devam ettiği inancı, aydınlanmanın ilerleyeceğine olan inanç sarsılmış durumda; derin yarıklar oluşmuş onda.[1]

“KÜRESELLEŞME”NİN İKİ YÜZÜ

Aşırı sağcı-milliyetçi “popülizm hayaleti” üzerine gerek burjuva basınında, gerekse bu derginin okurlarının da izlediği dergi ve gazetelerde pek çok şey yazıldı. O nedenle biz burada, konunun daha da açılması gerektiğini düşündüğümüz belirli bir yönü üzerinde durmak istiyoruz. Sözü edilen gerici eğilimi temsil eden partilerin/kişilerin ideolojik-politik çizgileri ve argümanları az çok bilinmekte. Bu bilinenleri de göz önünde bulundurarak üzerinde durmak istediğimiz husus, böylesi bir eğilimin bugün ortaya çıkabilmiş olmasının tarihsel anlamı ve günümüz sınıflar mücadelesinde teşkil ettiği yer ve oynadığı/oynayacağı roldür.

Burjuva basınında bu gerici popülist eğilim, genellikle “otoriterlik”, “dincilik”, “neo-milliyetçilik”, “aşırı muhafazakarlık” vb. kavramlar üzerinden tahlil edildi. Bu kavramlar ama, olup bitenin daha çok görüngü biçimlerindeki ortaklıkları/benzerlikleri ifade etmekte. Örneğin dinamikleri bakımından ABD’deki sağcı-gerici popülizmle Türkiye’deki önemli farklılıklar arz etmekte. Dolayısıyla, bu uluslararası eğilimi, “Batılı” emperyalist ülkeler ile son 25-30 yılda hızlı bir gelişme kaydeden kapitalist ülkeleri birbirlerinden ayrıştırarak değerlendirmek daha açıklayıcı olacaktır.

Anımsanacağı gibi, “liberal demokrasiler” (Batılı emperyalist devletler) Sovyetler Birliği’nin (SB) yıkılışı üzerinden sadece politik ve toplumsal meşruiyetlerini yenilemediler, aynı zamanda “küreselleşme” adı altında ülkelerin ve halkların ekonomik, sosyal ve kültürel kazanımlarına dönük uluslararası bir saldırı kampanyası başlattılar. “Küreselleşme” adeta ilahi bir güçtü![2] Ve görece kısa bir süre içerisinde, tüm ülkelerin ve sınıfların konumlarında ciddi değişiklik ve altüst oluşlara neden oldu. Fakat her büyük tarihsel dönemeç gibi, bu dönemeç de, bir içinden çıkılan bir de içine girilen bir süreci ifade etmekteydi: Zaman geçtikçe birincisinin etkileri giderek zayıflarken, ikincisinin giderek güçlenmekteydi. Bugünün kapitalist dünyasının ister genel çelişkileri olsun, isterse konumuz olan aşırı sağcı-milliyetçi popülist eğilimleri olsun, tümü, sözü edilen tarihsel dönemeçle birlikte içine girilen sürecin giderek baskın gelmeye başlayan çok yönlü dinamik ve etkilerinin bir dışavurumudur.

“Küreselleşme”yi burada bir üst kavram olarak düşündüğümüzde; yani özellikle emperyalist mali sermayenin önündeki tüm hukuki, ulusal ve ekonomik engellerin kaldırıldığı, finans sermayesi ve meta ihracı ve doğrudan yatırımlar için her türlü kolaylıkların sağlandığı, sendikasızlaştırma, taşeronlaştırma ve özelleştirmeler üzerinden ucuz emek gücü arzının kalıcı kılındığı vb. vb. göz önünde bulundurduğumuzda, sözü edilen süreçle birlikte emperyalist ülkelerden; “gelişen” ve “gelişmekte olan” kapitalist ülkelere muazzam bir sermaye ihracının gerçekleştiği kendiliğinden anlaşılmaktadır. Bunun sonucunda sözü edilen ülkeler, bu yıllarda olağanüstü hızlı bir kapitalistleşme kaydetti. Bu kapitalistleşmenin çok yönlü sonuçları oldu. Konumuz açısından sınırlayarak söyleyecek olursak; özellikle bazı Doğu Avrupa ülkeleri, Hindistan, Brezilya, Güney Afrika, Türkiye gibi “eşikteki ülkeler”de, hem ciddi bir sermaye birikimi gerçekleşti, hem de küçük burjuvazinin bir kısmını büyüttü.

Kuşkusuz bu ülkelerin hepsinde bugün sağcı-milliyetçi popülist güçler iktidarda değil, ancak oldukları yerde (ki bunların çoğu da emperyalistler arası dalaşmaların yoğunlaştığı yerlerdir), bu güçlerin temsil ettikleri otoriter, milliyetçi, şoven, ırkçı politikalar; ülke sermayesinin pazar paylarını artırma, en azından bölgesindeki nüfuzunu genişletme ve dünya düzenindeki gözle görülür çözülmelerden yeni pazarlık fırsatlarını yakalama amaçlarının birer kılıfını oluşturmaktadırlar.

BİR ZAMANLAR LİBERALİZM…

Gelgelelim, dünyanın 89/91 dönemeciyle birlikte içine girdiği sürecin giderek belirginleşen çok yönlü etkilerinin bir sonucu olarak bu milliyetçi, aşırı sağcı popülist eğilim, “eşikteki” kapitalist ülkeler bakımından ne kadar “zamanında” belirmekte idiyse, “liberal demokrasiler” açısından o denli “zamansız” meydana çıkmış bulunmaktadır. “Eşikteki” kapitalist ülkelerdeki gerici popülist eğilimin yeniden diriliş/yükseliş üzerine söylemleri, özellikle de alt ve orta sınıflar açısından müreffeh ve çağın nimetlerinden faydalanmalarını sağlayacak yeni bir yaşam özlemlerini kapsayıp elle tutulur bir argümana sahipken; “liberal demokrasiler”deki söylemlerdeyse, bu özlemler, görece gerileyen yaşam standardı ve eriyen orta sınıflar gerçeği karşısında, “eski mutlu günleri geri getirme” üzerine bina edilmektedir. Onun için ABD’de Trump’dan, “make America great again”, yani Amerika’yı yeniden o eski günlere götürmesi istenmektedir. Benzer bağlamlar içinde, Avrupa’nın bazı ülkelerinde “küreselleşme”nin en gelişkin biçimlenmesi olarak Avrupa Birliği’ne (AB) karşı tepkiler artmakta; AB’nin motor gücü olan Almanya gibi bir ülkede bile Euro’dan çıkılıp yeniden Alman Markı’na geçilmesini programına yazan aşırı gerici parti Almanya İçin Alternatif (AfD) kitle tabanını büyütebilmektedir.

Haliyle; “liberal demokrasiler” şokta! Zamanıyla “küreselleşme”nin gözde ihraç mamulü “liberal demokrasi”, bugün ana vatanında defolu olarak görülmekte! Bu eğilime destek veren kitlelerin gözünde artık “liberal demokrasi”, halkın değil, “establishment”ın (kalburüstü olanların), “elitlerin” demokrasisi olarak görülmektedir. Ve onlar; “liberal demokrasi” ve “küreselleşme” bağlamında ideolojik ve politik olarak ileri sürülen her şeye neredeyse, önceki ekonomik-sosyal konumlarını yitiren, yaşam koşulları ağırlaşan, gelecek kaygıları artan ve kendilerine değer verilmediğini, dikkate alınmadıklarını düşünenler olarak tepki göstermektedirler. Örneğin ABD’nin klasik sanayi havzası sayılan Rust Belt bölgesinin emekçileri açısından, başta da çelik işçileri açısından, kendilerinin gerçek yaşam koşulları ile basındaki hakim söylem ve siyasetçi erbabının çizdiği tablo arasındaki uçurum öylesine büyümüştü ki, kim bu “yalancı basına”, bu “riyakar politikacılara”, bu “bizi adam yerine koymayan Washington’daki lobici elitlere” küfrediyorduysa, onlara kafa tutuyorduysa, ona destek vermeye hazırdılar.

Besbelli ki bu ruh hali ve öfkenin somut sınıfsal bir zemini var ve bu sosyal-ekonomik zeminin oluşum süreci 80’li yılların başlarına kadar uzanmaktadır. O yıllardan itibaren örneğin ABD sanayisi, geçen her yılla birlikte daha fazla dışarıya kaydırıldı. ABD’deki işçiler arasında işsizlik ve yoksulluğun ilerleyişine şarkılarıyla adeta tanıklık eden Bruce Springsteen’in 1984 tarihli içli şiiri “My Hometown”da mesela bu süreç şöyle ifadesini bulmuştu: “Der ki ustabaşım, bu işler gitti evlat, ve bir daha geri gelmeyecekler.” Kuzey Amerika serbest ticaret anlaşması Nafta 90’ların başında imzalanırken, özellikle sanayi işçilerine “her şeyin daha iyi olacağı” söylenmişti. Oysa tersi oldu; Nafta anlaşmasına karşı mücadele eden, zamanında sendikacı olan ve on sekiz yaşından beri Demokratlara oy veren, fakat bugün Trump’ı savunan bir işçinin dediği gibi; “Bugün sanayi işleri yok. Ve McDonald’s’ın ücreti bir aileyi geçindirmeye yetmiyor.” Ve bu arada 2008 krizinin bu işçilerin durumunu daha da ağırlaştırdığını da unutmamak lazım: “Bu bölgedeki her aile 2008’den beri yıllık gelirinden yaklaşık 7000 dolar kaybetti.[3] Başka bir ifadeyle, “küreselleşme” ilerledikçe, yani ABD tekellerinin sermaye ihracı artıkça, sanayi havzası Rust Belt harabeye dönüşmekteydi. Eskiden otomobil, çelik, makina ve tekstil sanayisinin merkezleri sayılan yüzlerce kentte milyonlarca işçi görece yüksek ücretli işlerini kaybetti.

İşte Trump seçim kampanyasında “Önce Amerika!” sloganını haykırdığında, bu; Rust Belt’in eski sanayi işçileri açısından, o fabrika ve işyerlerinin geri geleceği, Meksika, Kanada, Çin’de değil burada yeniden kurulacaklarının, yaşadıkları kentlerin o eski canlı hayata tekrar kavuşacağı, geçici ve düşük ücretli işlerde değil, aksine sanayi işçileri olarak o büyük fabrikalarda yeniden dolgun ücretlerle çalışacakları anlamına gelmekteydi. Kuşkusuz; bu vaadi ilk dile getiren Trump değildi. Bill Clinton da söz vermişti ama, hiçbir şey yapmadığı gibi, sanayinin dış ülkelere kaydırılması daha da hızlandı. Hillary Clinton ondan daha lobici ve elitti, ve işçileri hakir gördüğü her halinden belliydi. İşte Trump, bunlardan değildi, müesses siyasal nizama aykırı duran biriydi! Zengin bir işadamı olabilirdi, ama bütün bu kalburüstü, elit ve lobici takımına ateş püskürüyordu; ‘bizim ağzımızdan çıkmışçasına küfrediyordu’ onlara! ‘Bizim değil, onların değerlerini, tabularını yıkıyordu’! Trump; Washington (politikanın!) ve Wall Street (ekonominin!) elitlerinden olmadığı için ona güvenilebilirdi!

Belirtelim ki, benzer örnekler başka emperyalist ülkelerden de verilebilir. Hatta bu bağlamda, Almanya’da Bertelsman Vakfı’nın Avrupa çapında yaptığı bir araştırmaya[4] da dikkat çekilebilir. Ve bu araştırma da benzer bir sonuca varıyor: Sağ popülist partileri seçenlerin büyük bir çoğunluğu “değerlerin aşımı”ndan ziyade “küreselleşme”yi sorun ve tehdit olarak görüyor. “Küreselleşme” burada; ekonomik krizi, sanayinin bazı kollarının dışarıya aktarılmasını, işyerlerinin tasfiyesini, yeni teknolojileri, artan sığınmacı sayısını, savaşları, çevre sorunlarını, suç işleme oranlarının artmasını vs. kapsayan bir üst kavram olarak anlaşılmalıdır…

Özetleyelim: “Liberal demokrasi” ve “küreselleşme”ye tepki eğiliminin şimdiye kadarki en çarpıcı örneklerine burjuva liberalizminin kalesi iki Anglosakson ülkede, yani İngiltere (Brexit) ve ABD’de (Trump) rastlanmış olunması bir tesadüf değildir. Burjuva liberalizm (89/91 dönemecinde şahlanmasıyla daha da yoğun olmak üzere), ileri kapitalist ülkelerdeki ekonomik ve sosyal plandaki pek çok saldırıyı ve sınai yeniden yapılanmayı; “uluslararası rekabet”, “küreselleşme”, “ulus devletlerinin tarihe karışması”, “ulusal sınırları aşan ekonomik entegrasyon süreçleri” vb. ile gerekçelendirdi. İleri sürülen “rasyonel” argümanlar bunlardı, fakat işçi ve emekçiler bu argümanların telkin ettiği olumlulukları ve iyileşmeleri gerçek yaşamlarında görmedikçe, siyasal tepkilerini de haliyle bu argümanların tam karşıtı bir mevzide biriktirdiler.

Bugün burjuva liberalizmi, şahlanışının kısa bir süre sonrasında, yeniden kendi büyük iddiasının ağır yükü altında inlemektedir. Önce, sırtını çoktan komünizme dönmüş biçimsel bir sosyalizmin çöküşüne tanık olduk; şimdilerde ise, biçimsel sosyalizm karşısındaki zaferiyle yeniden profil kazanmış bir liberalizmin, zafer kredisiyle edindiği “neo” kılığının neo iflasına tanık olmaya başlıyoruz. Tarihin cilvesine bak: Liberalizm, yalanını halk kitlelerine telkin etmede öyle abartmıştır ki, şimdi; kapitalist sömürü ve talanı meşru kılmak üzere propaganda edilir olagelen ne varsa; liberal demokrasi, liberal ekonomi, küreselleşme, kozmopolitizm, postmodernizm vb. itibarsızlaşmaya başlamış, gerçekteki değil ama söylemdeki siyasal karşıtları (“neo-milliyetçilik”, “neo-muhafazakarlık”) halk indinde çare bellenir olmuş – hem de en başta ABD’de![5]

Ama işin trajik yönü de burada maalesef: Karşılığı bulunmayan iddiaları, karşılığı olanlar izlemiyor! Ve halk kitlelerinin bir “yalan dünya”dan başka bir “yalan dünya”ya savrulma riski büyüyor.

Konumuzu dağıtmamak için ayrıntılarına girmiyoruz ama, şurası açık olsa gerek: Aşırı sağcı, “neo-milliyetçi” popülist hareket ve partilerin savundukları siyasi-ekonomik çizgi her bakımdan tutarsız ve günümüz kapitalist dünyasının gerçeklikleriyle örtüşmemektedir. Trump gibi 25 ülkede 100’ün üstünde şirket ve yatırımı olan bir sermayedarın “önce Amerika” demesi, esas olarak emekçi kitlelerini aldatmaya dönüktür. ABD tekelleri için esas olan; ucuz emek gücü, pazar hakimiyeti ve kâr oranıdır, kısacası sermaye birikimlerinin kesintisiz sürmesi ve güvence altında olmasıdır. Şu ya da bu tekelin “önce Amerika” politikasına uyması bütünüyle buna bağlıdır. Kaldı ki, “önce Amerika” demek, başkaları bakımdan “sonraya” kalmak anlamına gelir ki, içiçe geçmiş bir dünya ekonomisinde bunun karşılıksız kalmayacağını bilmemek mümkün değildir. Dolayısıyla, bugünkü neo-milliyetçi eğilim sömürünün “kozmopolit şekli”ne karşı çıkmıyor, bu şeklin kaçınılmaz toplumsal yan ürünlerinin siyasi istismarcılığını yapıyor!

Bu gerçekler ama, oldukça derin ve hiç de yabana atılır olmayan siyasi bir problemin orta yerde durduğunu değiştirmiyor. Mali sermaye, “dünya ekonomisinin entegrasyonu”nun ileri safhasında, birbiriyle binbir bağla “linklenmiş” dünya ekonomisi koşullarında, bu gerçeklikle halihazırda barışık olmayan, ideolojik kökleri bakımından kendi soyundan olan fakat “zamansız” peydahlanan bu politik eğilimle bir şekilde boğuşmak, ona bir yön vermek zorunda. Bu, göründüğünden daha zor olacak, politik ve hatta ekonomik bakımdan ciddi bir istikrarsızlık faktörü olarak başta egemen sınıf olmak üzere tüm sınıfların içinde ve aralarında yeni bölünme ve çatışmalara yol açacaktır.

SINIF MÜCADELESİNİN NESNELLİĞİ VE BİREY VE SINIF İLİŞKİSİ

Ayrıştırılması gereken ikinci hususa gelmiş bulunuyoruz. Bugünkü şekliyle karşımızda duran “popülizm fenomeni”nin sınıfsal tahlili yapıldığında, bu fenomenin sosyal tabanını işçilerin, kentli küçük burjuvazinin ve kır emekçileriyle köylülüğün bir kısmının oluşturduğu görülür. Çıkarları her bakımdan örtüşmese de, bu sınıf ve katmanlardan gelen kitleleri ortak bir politik eğilimde bir araya getiren, esas olarak onların son 30 yılda biriken ekonomik-sosyal sorunlarıdır. Bu gerçek ama, bu tepki eğiliminin ideolojik ve politik bakımdan aşırı sağcı-milliyetçi (ve yer yer dinci) bir potada toplanabilmiş olması olgusunu ortadan kaldırmamaktadır.

Özellikle günümüzdeki sınıfsal karşıtlıkların çok hızlı bir biçimde kültürel bir formatlamadan geçtiği görülmektedir. Yani, sınıfsal karşıtlıklar, şurada veya buradaki açık sosyal biçimlerinin yanı sıra, artan bir şekilde kültürel, milli, dini, cinsiyetçi vb. biçimler altında kendini dışa vurmaktadırlar – adeta sınıf mücadelelerinin yerini Batı’da kültür, Doğu’da da din mücadeleleri almış gibi! Bunun da bir sonucu olarak; ezilen ve sömürülen kitleler, günlük çıkarları için harekete geçtiklerinde bile kolaylıkla kendi öz çıkarlarına aykırı pozisyonlara savrulabilmektedir. ABD örneğinde bu daha net görülüyor: Başkanlık seçiminde işçi ve emekçilerin önemli bir kitlesi, protesto mahiyeti son derece açık siyasi bir tepki veriyor. Bilerek, müesses burjuva siyasetinin tarzına aykırı bir noktadan mevzilenen birini destekliyor. Genel letarjiden[6] çıkma ve açık politik bir protestoyu ortaya koyma bakımından önemsiz bir tutum değil bu. Ancak, emekçi kitleler, en iyi durumda onları oyalayıp avutacak bir politik çizgiye hayat verdiklerinin farkında değiller.

Burada ‘işçiler geri bilinçli’ denilip işin içinden çıkılmamalı. Sorun daha derin çünkü.

Kuşkusuz, özellikle ABD’deki işçiler, sınıf bilinçlerinin gelişmesi bakımından onlarla günlük mücadelelerinde birlikte olacak, özdeneyimleri üzerinden onları bilinçlendirecek aydın gücünden onlarca yıldır yoksunlar. Şu bir gerçek ki, ABD’nin sol, sol liberal aydınları “Trump vakası”nı hiçbir şekilde okuyamadılar. Entelektüel birikimleri yetmediğinden değil, aksine başta Rust Belt bölgesinin işçileri olmak üzere, genel olarak işçi sınıfından kopuk oldukları için. Bu kopuklukları nedeniyle; “Trump vakası”nda işçi kitlelerini göremediler, tepkilerini ortaya koyan işçi kitlelerinde ise daha çok Trump’ı gördüler! Trump ise ilkel, cinsiyetçi ve nobrandı![7] (Bu kopukluğun sadece fiziki değil, aynı zamanda 1960’lı yıllardan beri süregelen ideolojik bir kopukluk olduğunu ayrıca açıklamaya gerek yok sanırız.)

Fakat, “popülizm fenomeni”nden günümüz sınıf mücadeleleri için dersler çıkarmak noktasında sorun sadece işçi sınıfı kitlesiyle aydınlar arasındaki bu kopukluk da değil. Öyleyse, içinde büyük bir ekonomik krizin tahribatlarını da barındıran son 30 yıllık olağanüstü kapitalist sömürü ve saldırının doğrudan muhatabı ve kurbanı olan işçi kitleleri, bugün özellikle hangi yanılgı içindedirler?

Bu soruyu yanıtlayabilmek için bazı hususları yeniden hatırlatmamız gerekiyor: Bir kere, sınıf mücadelesinin en önemli diyalektik özelliklerinden birisi, onun dönüp, bir sonucu olduğu ekonomik-sosyal ilişkilere kendi damgasını vuracak kadar etkide bulunmasıdır. Sınıf mücadelesi, kendisini koşullayan bu ilişkiler karşısındaki tarihsel rolünü, genel hatlarıyla, iki biçimde oynar – ya müspet ya da menfi. Peki ama hangi sınıfa göre müspet ya da menfi? Demek ki, sınıf mücadelesi kategorisinin, ancak somut durum ve koşullarda netleşen/netleştirilmesi gereken bir objektivitesi bulunmaktadır. Bu yapılmadan, durum ve gidişatı anlamak bakımından vazgeçilmez olan bu kategoriden faydalanılamaz.

Öte yandan, açıktır ki sınıf mücadelesi derken, aslında sınıfların mücadelesinden söz ediyoruz. Tersi zaten mümkün değildir; bir sınıftan bahsettiğimiz anda, en azından ikinci bir sınıfı varsayıyoruzdur. Bir sınıf, ancak kendisinin karşısında veya dışındaki bir sınıfın varlığıyla sınıftır; kendi başına bir sınıf, sınıf kategorisinin mantığına aykırıdır. Öyleyse bir sınıfın konumu, çıkarları ve mücadelelerini değerlendirme, o sınıfın bütün diğer sınıflarla ilişkisini değerlendirmeyi gerektirmektir. (Bu durumda, işçi sınıfının mücadelesinin yokluğunu iddia etmek, onun doğrudan karşıtı sınıf olan burjuvazinin de mücadele etmediğini iddia etmek demektir. Ki bu ayrıca, burjuvazinin kendi saflarındaki rekabetinin de kalktığını savlamaktır!)

Bu iki husus bile, ekonomik-sosyal ilişkilerle sınıf mücadelesi arasındaki ilişkinin mekanik bir ilişki olamayacağının bazı ipuçlarını vermektedir. Anlaşılıyor ki, sınıf karşıtlıklarının keskinleşmesiyle, sınıf mücadelelerinin gelişmesi ve açık biçimler alması her zaman simetrik şekillenmiyor. Sınıf mücadeleleri; halihazırdaki tarihsel koşullara, halihazırdaki sınıflar arası güçler dengesine ve yine verili sınıfların halihazırdaki tecrübe birikimine bağlı olarak sayısız biçimler kazanmakta, en çelişik dolayımlardan geçmekte, hatta bir süreliğine oralarda takılabilmekte, kısacası modern bir tabirle söyleyecek olursak, zengin bir konfigürasyon çeşitliliği sunmaktadır. Hele ki işçi sınıfı saflarındaki özbilinç ve özgüvenin olağanüstü derecede zayıf olduğu günümüz koşullarında bu çok daha söz konusudur.

Sınıf mücadelesinin nesnelliği; çıkarları ve yaşam koşullarının o sınıfları belirli bir doğrultuda hareket etmeye zorlamasına dayanır. Ve açıktır ki bir sınıf; çıkarları ve yaşam koşullarının nedenleri hakkında ne denli bilinçli ve bu bilincin gereği ne kadar örgütlüyse, hareket etme zorunluluğunda o denli az yanıltılan, sürüklenen ve savrulan güç olacaktır. Dolayısıyla sorun, sınıfların belirli bir doğrultuda hareket etmesinde değil (bu, işin nesnelliğinden kaynaklanan kesintisiz verili bir durumdur), sorun, bu belirli doğrultunun içeriğinin somut koşulların doğru bir analizine (yani gerçekten ilgili sınıfın çıkarlarını karşılayan bir analize) dayanıp dayanmamasıdır. Bir sınıf ama ne kadar örgütsüzse, bireyleri ne kadar kendi sınıfsal çıkarlarının bilincinde değilse, ne kadar kendi karşıtı sınıfların çıkarları ve amaçlarından habersizse, ne kadar içinde yaşadığı toplumun ve siyasal dönemin özelliklerinin bilgisinden yoksunsa, işte o denli, ister istemez zorlandığı harekette yanlışlara düşmeye ve kendi kendine zarar vermeye açıktır da. Eğer bugün işçiler, emekçiler, genel olarak alt sınıflar, onlara şu ya da bu çözümü vaat eden sağcı, milliyetçi, şoven, hatta faşist partilere yönelip destek ve oy veriyorlarsa, bu olgu, bu sınıfların kendi çıkar ve yaşam koşullarınca harekete geçmeye zorlanmalarının (yani sınıf mücadelesinin nesnelliğinin) ortadan kalktığı anlamına gelmemektedir. İlk bakışta paradoks gelebilir ama, Trump’ı seçen işçi ve emekçiler, kendi çıkarlarınca bu tutumu almışlardır! Hazin olan, çıkarlarını gözeterek attıkları adım, çıkarlarını güvenceye alacak bir adımı objektif olarak teşkil etmemesidir, ve onların bunun henüz farkında olmamalarıdır.

Demek ki, sınıfsal çıkarların ve bunların hareket ettirici özelliği (işin nesnelliği) ile bu zorunluluğun nesnel çıkarlarla uyumlu adımlara yol açması (işin öznelliği), ne her zaman örtüşür, ne de aralarındaki geçici uyumsuzluk sınıf mücadelesinin varlığını ve nesnelliğini ortadan kaldırır.

Bireyler ve sınıf ilişkisi konusunda Marks ve Engels “Alman ideolojisi”nde önemli bir noktaya dikkat çekerler: “Tek tek bireyler, ancak bir başka sınıfa karşı ortak mücadele yürütmek zorunda oldukları ölçüde bir sınıf meydana getirirler. Bunun dışında birbirlerinin rakipleri olarak karşıt saflarda yer alırlar. Öte yandan sınıfın kendisi yine bireylere karşı bağımsız bir varlık kazanır, öyle ki, yaşam koşullarını önceden belirlenmiş bulurlar; yani sınıf, yaşam içindeki konumlarını, dolayısıyla da kişisel gelişimlerini belirler, onları kendine tabi kılar.[8]

Bir işçi bir burjuva ya da faşist partiye destek verdiğinde, bunu hangi dolaylı/dolaysız saiklerle yapıyor olsa da, kendisinin önemsediği ve/veya çıkarını gördüğü bir nedenden ötürü yapıyordur. Bunlar örtüşebilir de, hatta bireyin kendisi için bu örtüşme bir dönem boyunca da sürebilir. Bir bölgenin işçileri için bile, dahası belirli bir işkolun işçileri için bile böylesi bir örtüşme hali bir süreliğine söz konusu olabilir. Fakat örtüşmesi halinde bile, bu işçi veya işçiler aslında kendi bindikleri dalı kesmektedirler.

Neden? Çünkü bu tutumları, onların sınıf atlamalarını beraberinde getirmeyecekse (ki yüzde 99’ında getirmemekte!), destek verdikleri partinin izlemekte olduğu veya izleyeceği burjuva ya da faşist politikalar genel olarak işçi sınıfının ekonomik ve politik çıkarlarına zarar verdiği veya vereceği için, kaçınılmaz olarak onları da (birey işçiyi/işçi grubunu) etkileyecek, “yaşam içindeki konumlarını, dolayısıyla da kişisel gelişimlerini belirle”yecek, “onları kendine tabi kıla”caktır. Öyleyse bu koşullanmışlık içinde birey ve sınıf arasındaki nesnel ilişkinin buyurduğu nettir: İşçiler ya bütün güçleriyle kendilerine karşı “bağımsız bir varlık” teşkil eden sınıflarına politik olarak sahip çıkacaklar ya da “birbirlerinin rakipleri olarak karşıt saflarda” yer almaya devam edecekler. Birincisinde kaderlerini bizzat kendi ellerine almış olacaklar, ikincisinde kendilerini ve haliyle çıkarlarını burjuvaziye veya şu ya da bu burjuva siyasetçisi ve partisine teslim etmiş olacaklardır.

Birey ve sınıf arasındaki ilişkinin bu nesnelliği nedeniyle Marks ve Engels “Komünist Manifesto”da, “her sınıf mücadelesinin politik bir mücadele olduğunu” vurgularlar. Ancak kolektif yürütülebilir olan politik mücadele ise, işçiler açısından; işçi sınıfının teorisi ve tarihsel birikimine sahip olan ve doğası gereği pratik ile teorinin kesintisiz dolayımının cereyan ettiği bir mekan olan politik bir partide örgütlenmeyi gerektirmektedir.

Burada dikkat çekilen ilişkiyi sınıf mücadelesi bağlamında tersinden okuduğumuzda, öncelikle şu iki anlam önümüze çıkar: Eğer herhangi tekil bir mücadele ile işçi sınıfının genel politik çıkarları birbirleriyle örtüşüyorsa, bu mücadeleyi tek bir işçi bile verse, bu, sınıfın bir mücadelesidir. Öte yandan, eğer bir sınıfın bireyleri, kitleler halinde, kendi sınıflarının politik çıkarlarına aykırı hareket ediyorsa, bu, sadece o işçilerin geri bilinç düzeylerini göstermez, aynı zamanda işçi sınıfının politik bakımdan orada namevcut kılındığını gösterir.

Dolayısıyla, işçilerin; kendi bireysel çıkarlarıyla mensubu oldukları sınıfın çıkarları arasındaki diyalektiği görmemelerinin sonucu yaptıkları yanlış politik tercihlerden yola çıkılarak, işçi sınıfının ve mücadelesinin yokluğu üzerine ahkam kesmek kadar hafif bir değerlendirme olamaz. Böylesi bir değerlendirme, özellikle de, işçilerin somut siyasi tercihleriyle kendi sınıflarının çıkarlarına aykırı hareket ettiklerini saptayabilecek bir düzeye sahip olanlar açısından, başka bir şeyin görülmemesine veya görülmek istenmemesine işarettir: Burada saptamasını yaptığın zaaf, sorumluluğu bizzat sana ait olan zaaftır! Sınıfın kendisi değil, politikası namevcuttur – öyle teorik kitaplarda veya şu ya da bu programda saptanmış politika değil, şimdi ve orada, milliyetçi-aşırı sağcı popülist hareket ve partilerin geniş kitlelerin duygularına, özlemlerine, kaygılarına ve çıkarlarına tercümanlık yapabilmeyi başardığı her yerde namevcuttur! İşçilerin cahilliğinin teorik tahlilini yapmak değil, bu cahilliği yıkacak politikalara onları kazanabilmektir aslolan. Dolaylı ve dolaysız bütün teorik tahlil, çalışma ve açıklamalar bu amaca hizmet ettiği ölçüde, gelişkin bir pratik türü olarak teori vazgeçilemez işlevini yerine getirmiş olacaktır.

HOMOJEN OLMAYANLARIN HOMOJENLİĞİ

Sınıf mücadelelerinin açıktan cereyan etmediği safhalarda, yani sınıflar birer politik mihraklar olarak doğrudan karşı karşıya gelmediği koşullarda; hakim sınıfın izlediği siyaset karşısında giderek biriken genel hoşnutsuzluk, bu siyasetin mağduru farklı sınıf ve kesimleri, aslında onların sınıf çıkarlarını karşılamayan yanıltıcı talepler veya eğilimlerde bir araya getirebilir. Sınıfsal bakımdan homojen olmayanların homojenliği olarak tarif edebileceğimiz bu safha -ki bu tersinden, işçi sınıfının açıktan karşıt saflara bölünmüşlüğü demektir!-; bir şekilde bu homojenliği sağlayan belirli bir politik/kültürel/tarihsel örtüşmenin yakalandığı bir geçiş safhasıdır. Bu aşamada ama perspektiften kaçmaması gereken; çeşitli sınıf ve kesimlerden gelen işçi ve emekçi kitlelerin bu tepki ve hoşnutsuzluklarının hangi siyasi biçim ve renklerde ifadesini bulduğundan ziyade (elbette işin bu yönü önemsiz değildir, çünkü bu, emekçi kitlelerin yanıltılıp yanıltılmadıkları ve bu durumun olası toplumsal bedelleri hakkında somut bir veriyi sunar), bu geçiş safhasının özellik ve dinamiklerinin sınıflar bakımından nasıl ve ne tür bir nihayetlendirmeye açık olduğudur.

Yani görülmesi gereken iki şey var burada: Birincisi; “popülizm fenomeni”nin en önemli başarısı, (sınıfsal bakımdan) homojen olmayanların homojenliğini politik bir eğilimde cisimleştirebilmiş olmasıdır. Fakat bizzat bu başarının açık olağanüstü niteliği, onu, bu olağanüstülüğü sürekli kılmaya zorlamaktadır. Kuşkusuz, tarihsel deneyimlerle sabittir; bu olağanüstülük kısa sürmeyebilir, hatta belirli bir dönemi kapsayabilir. Ancak, mahiyeti yine de değişmemekte; olağanüstü, olağanın varlığına dayanır. Ve olağan olan eninde sonunda hükmünü verir, ki bu da tarihsel deneyimlerle sabittir! İkincisi; bu olağanüstülüğün, tarihsel gelişmeye aykırı bir pozisyonda bulunan şu ya da bu popülist hareketin/partinin karşısına çıkardığı homojen olmayanların homojenliğini sürekli kılma sorunu, ister istemez onu irrasyonel politika ve pozisyonlara iter.

Neden? Çünkü, yakalanan bu homojenlik bir illüzyondur; örneğin Trump ile Rust Belt bölgesinin sanayi işçilerinin (veya saray ile işçi sınıfının) sınıfsal çıkarları nesnel olarak bir değildir. Dolayısıyla, kaçınılmaz bir negatif diyalektik tetiklenir burada: Müesses siyasal nizama aykırı bir pozisyonu alarak sözü edilen illüzyonla geniş kitleleri peşine takan burjuva kişi/grup, bu müessesin parçası olmak istedikçe veya oldukça (ki burjuva/kapitalist niteliği ve ilişkileri ondaki bu hırsı sürekli kamçılayacaktır), bu illüzyonun yeniden üretimi zorlaşacaktır, gerçekte örtüşmeyenleri örtüşür göstermek için giderek bedeli daha büyük örtülere (yani irrasyonal, suni, gerçeklikle alakası olmayan, paratoner işlevli söylemler, hikayeler ve politikalara) gereksinim duyulacaktır.

Bu, ilelebet sürdürülebilir değildir, çünkü; hem sınıfsal çıkarların objektif zıtlığını perdelemekle bu zıtlığın kendisi ortadan kalkmaz, hem de bunu perdelemek için üretilen irrasyonel söylem ve politikalar, somut sınıf çıkarları ve dengelerinin üzerinde yükselen ulusal ve uluslararası müesses ilişki ve teamüllere bir şekilde aykırılık teşkil edeceğinden (etmemesi durumunda, amaçlanan illüzyon sağlanmış olmaz), karşıt reaksiyonları kışkırtmadan edemez. Dolayısıyla buradaki asıl illüzyon, böyle bir hareket tarzının bedel birikimine yol açmadan sürekli kılınabileceğini öngörmektir!

Görülebiliyor ki, “popülizm hayaleti”; bir taraftan müesses politik nizamda sarsıntılara, çözülme ve yeni bölünmelere neden olmakta, diğer taraftan başarısının doğasındaki açmazlar onu irrasyonel politikalara itmekte. Başka bir ifadeyle: Evet, bir tarafta geniş kitlelerin aşırı sağcı, milliyetçi, ırkçı, cinsiyetçi politikalarla zehirlenmesi, aldatılması, anlamsız çatışmalara sürüklenmesi (veya yerine göre, sürüklenme riski) var, fakat diğer taraftan sözü edilen sarsıntı, çözülme ve hatta bu “hayaletin” kendisinin peydahlanmış olmasının uyarıcılığında[9], geniş kitleler içinde sürdürülecek devrimci bir çalışma için yeni olanaklar da doğmakta.

Açıktır ki, makalemizin konusu, bu fenomeni, ortaya çıktığı ülkelerdeki sınıf mücadelelerinin somutu üzerinden tahlil etmek değil. Belirttiğimiz üzere, bu makalede aşırı sağcı-milliyetçi popülist eğilimin yalnızca bazı ortak yapısal özellikleri üzerinde durulmaktadır. Fakat bu genelliği içinde yine de şunları kısaca belirtmemizde fayda var: Sınıf mücadelelerini tetikleyen süreçlerin, bugün her bir sınıf ve onların temsilcileri bakımından yeni meydan okumaları gündeme getirdiği bir döneme girmiş bulunuyoruz. İster kişisel, isterse politik düzlemde olsun, mevzubahis olduğu her yerde öznel faktör, nesnel meydan okumalarla gelişir. Meydan okumaların mücadelenin geliştirilmesine katkısı olabilmesi için ama, onların öncelikle doğru okunması gerekir. Ne var ki, genel olarak ilerici ve sol çevrelerde, bu okumayı doğru yapmayı akamete uğratan anlayışlar mevcut hala (özgün bir yönüne yukarıda dikkat çekmeye çalışmıştık). Özel nedenleri bir tarafa bırakıldığında, sözü edilen çevrelerde bu fenomene yaklaşım konusunda genelde iki tarz dikkat çekiyor: a) ideolojik düzlemi aşamayan yaklaşım. Bu yaklaşımda; aşırı sağcılık, dincilik, milliyetçilik, cinsiyetçilik vb. ideolojik bakımdan mahkum ediliyor; fenomenin sosyal zemini ise, daha çok alt sınıfların kör bencilliği ve bilinçsizliği çerçevesinde ele alınıyor. b) oportünist yaklaşım. Genellikle oy kaygısı taşıyan sol-liberal partilerde görülen bu yaklaşımdaysa; bu eğilimin etkisi altındaki kitleleri sağcı-milliyetçi popülistlere terk etmemek adına, onların yanlış söylemlerine ya doğrudan sahip çıkılıyor ya da bunlara kapı aralayan bir tutum sergileniyor.[10]

Bu tür yaklaşımların karşısında durmak gerektiğini belirtmek bile gereksiz. Müesses politik nizamda ciddi kırılmaların belirdiği; egemen sınıflar arasında ulusal ve uluslararası planda yeni bölünmelerin uç verdiği ve biçimsel sosyalizmin yıkılışıyla birlikte düşünce dünyası üzerinde açıktan kurulan burjuva liberal hegemonyanın sarsılmaya başladığı hareketli bir tarihsel dönemde, işçi sınıfının bağımsız politikasını savunanlar açısından bu konuda yapılması gerekenler bellidir: Genel toplumsal hoşnutsuzluğun artmasının ekonomik-sosyal nedenleriyle, bunun halihazırdaki politik biçimleri arasındaki ayrımı sürekli göz önünde bulunduran; işçi kitlelerinin kendi siyasi yanlışlarından sınıfsal bilinç ve özgüvenlerini geliştirebilecekleri bir şekilde öğrenmelerini dert edinen; ve onların da eğilim gösterdikleri aşırı sağcı-milliyetçi parti ve hareketlerinin politik teşhirini, bu güçlerin kitlelerin somut özlem ve talepleri karşısındaki tutarsızlıkları ve hayalperestlikleri üzerinden yürüten, dolayısıyla sınıf karşıtlıklarının kültürel formatlanması tuzağına düşmeden yakıcılaşan demokrasi mücadelesini sosyal temeline dayandıran bir faaliyeti örgütlemek.

Ve bu da yetmez: Bilindiği gibi, aşırı gerici ve neo-milliyetçi popülizm fenomeni, birçok ülkede, özellikle sol liberal aydınlar arasında bir şok etkisi yaptı. Sadece ‘nereye doğru sürükleniyoruz?’ kaygısı değil, bazı ülkelerde kaygıdan da öteye; aydınların yaşam koşullarını ağırlaştırmaya yönelik atılan adımlar, işten çıkartmalar, hukuki soruşturmalar, tutuklamalar vb. saldırılar; bir kısım aydının yaşadığı dünyayı ve toplumu yeniden sorgulamasına neden olurken, diğer bir kısmında ise olup bitene sessiz kalmama, yürütülmekte olan mücadeleye doğrudan aktif olarak katılma ve mücadelenin içinde bir şekilde örgütlenme tutumunu almaya neden oldu. Bu, başta ABD olmak üzere, dünya çapında onlarca yıl acısı hissedilen temel bir sorunun, işçi sınıfıyla aydınlar arasındaki ideolojik ve politik kopukluk sorunun aşılması bakımından son derece önemli bir gelişme ve olanaktır. Kuşkusuz, bu olanak da, yukarıda belirtilenler gibi, doğru bir yaklaşım ve enerjik bir çalışmayı gerekli kılmaktadır. Ve bu çalışmada da özgüvenle hareket etmek lazım, zira uluslararası işçi sınıfının büyük tarihsel tecrübesini pratikte etkisiz bırakan koşullar altüst olmakta. Bir kere, bu tarihsel tecrübenin kendisi sınıf mücadelelerinin güncel biçimlenmelerine yabancı değil. Öte yandan, koşullardaki altüst oluşlar, bu tarihsel tecrübeye yabancılaşmış olanları, bu tecrübeyi yeniden özümsemeye açık hale getirmektedir…

Yazımız, öngörülenden de uzadı; son bir hususu belirterek noktalayalım:

Bu satırlar kaleme alındığında, Britanya menşeili Oxfam adlı kuruluş bir analiz yayınladı. Bu analize göre, dünyanın en zengin sekiz insanının serveti 426 milyar dolar. Dünya nüfusunun yaklaşık yarısını teşkil eden 3,6 milyar insanın ise toplam geliri 409 milyar dolar! Sekize karşı 3,6 milyar!

Aynı günlerde, Başaran Symes, Tüsiad başkanı olarak yaptığı son konuşmasında sızlanarak şu tespiti yapıyordu: “Yeni bir dünyanın kuruluşuna tanıklık ediyoruz. Liberal dünya düzeni sarsılıyor.[11]

Symes’ın kuruluşuna tanıklık ettiğimizi söylediği “yeni dünya” ile sosyalizmi kastetmediği açık. Öyleyse; kastettiği dünyanın nesi yeni? Yanı başımızdaki ve ufuktaki popülizm, milliyetçilik, dincilik, ırkçılık, otoriterlik, faşizm, himayecilik, ambargolar, soğuk ve sıcak savaşlar mı “yeni”?

Yeni olan; sekize karşı 3,6 milyardır! Eninde sonunda, “hayalet”lerin değil, bu tezadın izi takip edilecektir!

[1]24-26 Aralık 2016 tarihli SZ.

[2]ABD Harp Akademileri Savaş Stratejileri bölümü başkanı Prof. James Kurth’un 1 Eylül 2011 tarihli açıklaması gayet açık: On yıldır, ABD’nin dünya düzenine ilişkinbüyük projesi küreselleşmeydi… küreselleşmeABD için, ABD de dünya için okadar merkeziydi ki, Soğuk Savaşı izleyendönemin adını bu kavram koydu… ABD liderleriküreselleşmeyi, serbest piyasanın,açık sınırların, liberal demokrasinin, hukukdüzeninin yayılması olarak tanımladılar.(The National Interest’ten aktaran Ergin Yıldızoğlu, 16.01.2017 tarihli Cumhuriyet)

[3]SZ, 12/13 Kasım 2016

[4]https://www.bertelsmann-stiftung.de/de/publikationen/publikation/did/globalisierungsangst-oder-wertekonflikt/

[5]ABD’nin, yarım asırdan fazladır patronluğunu yaptığı “Batı dünyası” ve “Batılı değerler”in yumuşak karnına dönüşmesi ihtimalinin belirmiş olması bile, başta Avrupalı olmak üzere, pek çok “müttefiki” şimdiden huzursuz etti. Bu “müttefikler”in henüz kestiremediği ise, Cumhuriyetçi Parti ile devlet bürokrasisinin Trump’ı ekonomik ve politik aşırı hamlelerden ne kadar uzak tutabilecekleridir.

[6]İnsanda yaşam işlevlerinin aşırı ölçüde zayıfladığı, çok derin ve sürekli, patalojik uyku durumu.

[7]Seçimlerin hemen ertesi gününde (10 Kasım 2016) SZ gazetesi, “şoka giren ABD’li sanatçı ve aydınlar”dan bazı görüşler almıştı. Çarpıcı ruh hallerini anlamak için birkaç örnek: “Kimler ki bu Trump seçmenleri?… Elitlere olan kızgınlığın bu kadar büyük, feminizme ve yurttaş hakları hareketine karşı beyaz adamların öfkesinin bu kadar derin olduğunu; ekonomik zoraki mülksüzleştirmelerin pek çoklarını yıprattığını… bilmiyorduk. (…) Ve [bütün bu olup bitenleri göremeyen] bizler kimiz ki?… Dünya gerçeklerinden uzaklaşmış sol liberal düşünüşümüz, gerçeklerden mi yalıtıyor bizi?” (Judith Butler, 60, Berkeley Üniversitesi’nde felsefe dersi veriyor.) “Kültürlü, hali vakti yerinde, ilerici insanlar arasında yaşıyorum, yani tam da ırkçılığın ve garazın siren seslerine daha kolay direnebilen sınıfın ortasında. Haberleri New York Times, Washington Post, Guardian’dan izliyorum, arada bir de SZ, FAZ, Haaretz, Le Monde ve La Repubblica’ya göz atıyorum. Yani; dar kafalı, nobran, gürültülü, demagog bir gayri menkul yatırımcısı ve televizyon sunucusunu kendi lideri saymak isteyen Amerikan seçmenlerinin – tabii çoğunluğunun değil ama yaklaşık yarısının – duygularından neredeyse tamamen yalıtılmış bir kürecikte yaşıyorum. Halkıyla tüm bağlarını yitirdikten sonra Shakespeares’in kralı Lear, bedbaht ve çaresizliği içinde sızlanır: ‘Hay Allah, bunun üzerine pek az düşünmüştüm!’ Bu sabah benzer şeyi hissediyorum; sitemim, trajik bir biçimde kandırılmış yurttaşlarıma değil, kendimedir.” (Stephen Greenblatt, 74, edebiyat bilimcisi, Harvard’da ders veriyor.) “Ah biz New York’lular ne kadar da naif, aptal ve yalıtığız! Kıtanın Doğu kıyısındaki küçük adacığımız Manhattan’de, Trump’ın kazanmış olması, üstelik de bu kadar iyi bir sonuçla, kelimenin tam manasıyla gerçek dışı görünmekteydi. Tabii bu durum, bizimle – liberal Doğu kıyı elitleri olarak tabir edilenlerle – ilgili de çok şeyi açığa vurmakta… Ne kadar önemsiz olduğumuzu, ve New York Times’taki yüz bin ciddi kelimenin nasıl sıfırlanabileceğini gösteriyor bize.” (Katherine Fleming, 49, tarihçi ve New York Üniversitesi’ne bağlı Remarque Enstitütüsü Müdiresi.)

[8]Marx-Engels, Alman İdeolojisi, sf. 59, Evrensel Basım Yayın.

[9]Örneğin Almanya’da, Trump’ın seçimi kazanması üzerine, SPD, Yeşiller ve Sol Partiye başvurup, üye olan ve/veya bir şeyler yapabilmek için aktif görevler talep eden binlerce insan oldu.

[10]Bu bakımdan örnek olarak Almanya’daki Sol Parti’nin liderlerinden Sahra Wagenknecht’in bazı çarpıcı demeçleri verilebilir. Wagenknecht, sadece başbakan Merkel’i eleştirme saikiyle değil, aynı zamanda Sol Parti’den AfD’ye kaymaya başlayan oyları kazanma dürtüsüyle, aşırı gerici çevrelerin bazı söylemlerini kullanmayı mütenasip gördü: “Aynı şekilde açık ki, Almanya bu dünyanın tüm yoksullarını kabul edemez.” Veya Merkel’in, büyük sığınmacı kitlesinin ülkeye akın etmesi karşısında kamuoyunda beliren kaygılara binaen “Biz bunu başarırız” ifadesini “düşüncesizce” bulan Wagenknecht, “elbette o günlerdeki denetimsiz açık sınırlar tahrik ediciydi” demektedir. Ve: “Daha kimin ülkeye giriş yaptığını bile bilmediğimiz bir duruma müsaade etmek sorumsuzca bir tutumdu” diye eklemektedir. Elbette karşı taraf fırsatı kaçırmadı! AfD’nin “halkçı-milli kanadı”nın sözcülerinden Andre Poggenburg hemen twit’ini attı: “Bayan Wagenknecht, AfD’ye katılınız!” (Alıntılar Stern dergisinin 5 Ocak 2017 tarihli röportajından alınma.)

[11]https://tr.sputniknews.com/turkiye/201701121026739716-tusiad-yeni-baskan-erol-bilecik/