Y. Yılmaz KARATAŞ

Kürt ulusal-demokratik mücadelesinin -ve elbette onun bir parçası/bileşeni olduğu ülkedeki demokrasi ve özgürlük mücadelesinin- son 30 yılındaki en kapsamlı saldırıyla karşı karşıya kaldığı günlerden geçiyoruz. Ancak bu dönem, saldırının kapsamıyla tezat bir şekilde saldırının hedefi durumunda bulunan güçlerin -Kürt halkı ve ülkedeki emek-demokrasi güçleri- kitle hareketinin en fazla darbelenip zayıflatıldığı, dolayısıyla bu güçlerin neredeyse sokağa çıkamaz hale geldikleri/getirildikleri bir dönem olma özelliği de taşıyor. Denilebilir ki, Kürt halkı kontrgerilla-JİTEM’in ‘ölüm timleri’nin kol gezdiği 90’lı yılların ‘özel savaş’ döneminde bile saldırılar karşısında böylesine sessiz, eyleme-sokağa çıkmaz/çıkamaz hale getirilememişti. Elbette bu karanlık tablonun oluşmasında iktidarın son bir buçuk yıldaki, ama özellikle 15 Temmuz darbe girişimi sonrası ilan ettiği OHAL’le birlikte özel bir biçim kazanan çok yönlü-kapsamlı saldırılarının belirleyici bir rolü bulunuyor. Fakat eğer Kürt hareketi gibi son seçimlerde meclise üçüncü parti olarak girebilen (HDP, elbette sadece Kürt hareketinden müteşekkil bir parti değil, ama Kürt hareketinin bu partide belirleyici pozisyonda olduğu da herhalde tartışma götürmezdir), üçü büyükşehir olmak üzere Kürt kentlerinin önemli bir bölümünde yüzü aşkın belediyeyi yöneten ve çağrılarıyla yüz binleri (Newroz’larda milyonları) harekete geçirebilen bir hareketten söz ediyorsak, olup biteni sadece egemenlerin saldırılarıyla izah etmeye çalışmak her şeyden önce bu hareketin mücadele birikimine haksızlık olur. Öyleyse bugünlere nasıl gelindiği sorusunun yanıtı, Kürt hareketinin söz konusu kapsamlı saldırıyla karşı karşıya kaldığı dönemde geliştirdiği politik-taktik mücadele hattı tartışılmadan verilemez. Bunun da ötesinde, söz konusu saldırı karşısında demokrasi güçlerinin birliği yönünde çeşitli tartışma ve girişimlerin olduğu bir süreçte ardı ardına yapılan ve TAK[2] tarafından üstlenilen bombalı terör saldırıları böylesi bir tartışmayı, Kürt ve ülkedeki demokrasi mücadelesinin geleceği bakımından zorunlu hale getirmektedir.

Öncelikle bugün gelinen yeri tartışabilmek için son birkaç yıldaki gelişmeleri ana hatlarıyla da olsa özetlemek gerekiyor.

 “ÇÖZÜM SÜRECİ” VE HALK HAREKETİNİN YÜKSELİŞİ

Türkiye’nin “bölgesel liderlik” hevesiyle Suriye’ye müdahalesi, 2012 yazında beklenmedik bir sonuç doğurmuş, Suriye’nin Kürt bölgesinde (Rojava) yönetim Öcalan’ı önder olarak gören PYD’nin başını çektiği Kürt güçlerinin eline geçmişti. Bu gelişmeyle birlikte aynı dönemlerde İran’ın PKK’nin İran kolu olarak kabul edilen PJAK ile ateşkes imzalaması, Kürtlere karşı savaş politikalarını sürdüren AKP iktidarını zorlamaya başlamıştı. Bu sıkışmışlık, 2013 başlarında AKP iktidarının İmralı’da PKK lideri Öcalan ile görüşme sürecini başlatmasına neden olmuştu. AKP iktidarı bu görüşmeler üzerinden Suriye’deki gelişmeleri de denetleyebileceği ve Kürtleri Esad rejimine karşı kullanabileceği koşulları yaratabileceğinin hesabını yapıyordu. Öte yandan bu süreç, ülke içinde de Erdoğan’ın başkanlığı başta olmak üzere Kürtlerin iktidarın politikalarının güçlendirilmesinin dayanağı yapılabilmesi için bir fırsat olarak görülüyordu. Ancak gelişmeler AKP-Erdoğan iktidarının beklediği gibi olmadı. Her şeyden önce kısa sürede Esad rejiminin devrilmesi beklentisi gerçekleşmedi. Öte yandan Suriye’de Kürtlerin Türkiye güdümlü muhalefete eklemlenmesi girişimleri de sonuç vermedi. Bu girişim sonuç vermeyince, iktidarın ülke içinde Kürtlere kendi çözümünü dayatabilmesi için Rojava kantonlarının yıkılması zorunlu görünüyordu. IŞİD’in Kobanê kuşatması üzerinden bu da denendi, ancak ortaya konan direniş ve bu direnişin dünya genelinde yarattığı prestijin de etkisiyle o dönem “IŞİD ile mücadele stratejisi” belirlemiş olan ABD’nin Kürtleri havadan desteklemeye başlaması sonucu bu girişim de başarısızlığa uğradı. Rojava’daki özerk kanton yönetimleri, iktidarın “çözüm süreci”nde görüşmeleri yürüten isimlerinden dönemin Başbakan Yardımcısı Yalçın Akdoğan’ın deyimiyle Kürtleri “şımarık ve tatminsiz” hale getiriyor, başka bir deyişle iktidarın Kürtlere kendi çözümünü dayatmasını imkânsız hale getiriyordu. Zaten bu nedenle 2015’teki 7 Haziran seçimlerinden önce Erdoğan “ortada bir masa yok” diyerek masayı devirmiş; “çözüm/Öcalan’la görüşme” sürecini sona erdirmişti.

2013 başlarından 2015’in ortalarına kadar yaklaşık iki buçuk yıl süren çatışmasızlık ve “çözüm süreci”, ülkenin politik ortamını 30 yıllık çatışma ve bağlı olarak yükselen milliyetçilik ve şovenizmin baskılamasından kısmen de olsa kurtarmıştı. Bu dönemin ilk aylarında ülke tarihinin en önemli ve en geniş katılımlı (80 ilde yapılan eylemlere 10 milyona yakın kişinin katıldığı tahmin ediliyor) demokratik halk hareketlerinden biri olarak Haziran Direnişi gerçekleşti. Bu ‘normalleşme’ sürecinin bir sonucu olarak Kürt hareketinin ülkedeki emek, barış ve demokrasi güçleriyle ittifakının ifadesi olarak ortaya çıkan HDP, Karadeniz’den Trakya’ya ülkenin her tarafında giderek güçlenen bir siyasi odak haline geldi. AKP-Erdoğan iktidarının IŞİD ile işbirliğine dayanan Kobanê kuşatması karşısında HDP’nin çağrısıyla Kürt kentlerinde ve İstanbul başta olmak üzere belli başlı metropollerde ortaya konan demokratik direniş, yükselen kitle mücadelesinin iktidara karşı gücünü gösterdi ki, “6-8 Ekim 2014 olayları” daha sonra iktidar tarafından “çözüm süreci”ni sona erdirmenin gerekçesi yapıldı. HDP’nin “Seni başkan yaptırmayacağız” sloganıyla girdiği 7 Haziran 2015 seçimlerinde aldığı 6 milyonu aşkın oy ve Kürt kentlerinin yanı sıra İstanbul, Ankara, İzmir, Bursa, Antalya, Kocaeli, Adana, Mersin gibi büyük kentlerden çıkardığı 80 milletvekili bu gücün en somut ifadesi oldu. Bu seçimlerde 258 milletvekili çıkarabilen AKP, 11 yıl sonra ilk kez tek başına hükümet olma çoğunluğunu kaybetti. 2014 Ağustos’unda cumhurbaşkanı seçildikten sonra kendini rejimin ve AKP’nin fiili başkanı ilan eden Erdoğan için koalisyon hükümetinin kurulmasına izin vermek,   yenilgiyi kabul etmek anlamına geliyordu ki, Erdoğan’ın ve burjuva gericiliğin onunla kader birliği yapmış olan kliğinin buna niyeti yoktu.

Zaten “çözüm masası”nı devirdiğini açıklayan Erdoğan için yeniden tek başına iktidara ve dolayısıyla başkanlığa giden yol ‘savaş ve kaos planı’nı devreye sokmaktan geçiyordu. Ancak Erdoğan iktidarının planı kadar, bu plana karşı Kürt hareketinin ne yapacağı da yeni dönemin gidişatı için belirleyici bir önem taşıyordu.

Kürt hareketi ya kendisine dayatılan çatışmalı sürece geri dönecek, ya da HDP’nin 80 milletvekilliğinde ve DBP’nin 102 belediyesinde en açık ifadesini bulan demokratik siyaset sahnesindeki kazanımları üzerinden bu ‘savaş ve kaos planı’na karşı halk kitlelerinin demokratik mücadele-direniş çizgisinde ısrar edecekti.

İKTİDARIN ‘SAVAŞ VE KAOS PLANI’NA KARŞI “DEVRİMCİ HALK SAVAŞI” TAKTİĞİ

7 Haziran seçimlerinden yaklaşık bir ay sonra KCK Eş Başkanı Besê Hozat’ın Özgür Gündem gazetesinde yayımlanan yazısı[3], Kürt hareketinin yöneliminin ne olacağı sorusunun cevabını veriyordu. Söz konusu yazıda, AKP-Erdoğan’ın tek başına hükümet olma çoğunluğunu kaybettiği halde topyekûn bir savaş politikası yürüttüğü ve HDP’nin bu saldırılara karşı gerekli demokratik tepkiyi örgütleyemediği belirtiliyordu. Hozat, devamında, gelinen aşamada “özgür Kürdistan’ı kurmanın” ve “demokratik cumhuriyeti inşa etmenin” bütün koşullarının oluştuğunu, ancak bunun yolunun “devrimci halk savaşı”ndan geçtiğini belirtiyordu. “Devrimci halk savaşı” geliştirilse Apo’nun özgürleşeceğini, Türkiye’ye de demokrasi ve barışın geleceğini söylüyordu. Yine “devrimci halk savaşı” döneminde devletten bir şey beklenmeyeceği, halkın kendi mücadelesiyle demokratik sistemini kuracağını ve bu sistemi yine halkın kendisinin savunacağı vurgulanıyordu. Sonuç olarak Hozat, seçim sonuçlarının ve Rojava’daki başarıların kalıcı hale getirilmesinin “devrimci halk savaşı” dışında bir yolu kalmadığını söylüyordu.

Besê Hozat’ın bu yazısından bir hafta sonra Urfa Ceylanpınar’da iki polis evlerinde başlarından vurularak öldürüldü. Önce PKK’nin askeri kanadı HPG, yaptığı açıklama ile bir “cezalandırma eylemi” olarak tanımladığı bu saldırıyı üstlendi. Ancak ardından PKK, bu saldırıyı kendilerinin yapmadığını, “yerel güçler”in kendi inisiyatifi ile yaptığı bir eylem olabileceğini açıkladı. Ancak bu saldırı, zaten savaşı tırmandırmak için fırsat kollayan iktidar tarafından savaşı başlatan olay olarak öne çıkartılıp kullanıldı. Ceylanpınar saldırısının hemen ardından PKK’ye karşı hava operasyonları başlatıldı. Burada, eğer bu saldırı olmasaydı da iktidarın böylesi bir süreci başlatmak için başkaca gerekçeler yaratacağı söylenebilir. Bu elbette doğrudur, ancak şurası da kesindir ki, nasıl 7 Haziran Seçimleri’nden hemen önce Nisan 2015’te Ağrı-Diyadin’de bir askeri birliğin PKK tarafından imha edilebileceği bölgeye süreci provoke etmek için gönderilmesi karşısında Kürt hareketinin tutumu savaşın iktidar tarafından kışkırtıldığını gözler önüne serdiyse, Ceylanpınar da tersi bir algının oluşmasına hizmet etmiştir.

2015’in Ağustos’unda Besê Hozat’ın süreci “devrimsel bir süreç” olarak tanımlayıp yaptığı halkın kendi sistemini kurması çağrısına bağlı olarak, BDP’nin yönetiminde olduğu kentlerde ardı ardına “ demokratik özerklik” ilanları yapıldı. Halkın kendi kendini yönetmeye başladığı ilan edilen bazı kentlere devlet güçlerinin müdahalesinin engellenmesi için hendekler kazıldı ve PKK’nin gençlik yapılanması YDG-H, bu kentlerde “öz savunma sistemi” kurdu. 2015 Ağustos’unda Varto ve Silvan’la başlayan olaylar, Diyarbakır Sur, Cizre, İdil, Dargeçit, Derik, Silopi, Şemdinli, Nusaybin, Yüksekova, Şırnak merkez gibi yerlerde 2016 Haziran ayına kadar devam etti. Devletin özerklik ilanlarına ve hendeklere tepkisi, eşine az rastlanır bir sertlikte oldu. Önce sokağa çıkma yasakları eşliğinde özel harekat polisleri operasyonlar yaptılar. Ama bu da yetmeyince, AKP iktidarı döneminde görev tanımı TSK İç Hizmet Kanunu’nda yapılan değişiklikle ‘dış tehdit’ ile sınırlandırılan ordu kentlerdeki bu savaşa dâhil edildi. Hendek kazılan mahalleler-ilçeler tanklar-toplarla yıkıldı. Sadece insanların yerleşim yerleri değil, Diyarbakır Sur’da olduğu gibi binlerce yıllık tarih-kültür varlıkları da yerle bir edildi. Devletin sorunu şiddet ve yıkım dışında çözme yönünde hiçbir adım atmaması sonucu devlet ve Kürt güçleri yüzlerce kayıp verdi. Cizre’deki ‘Vahşet Bodrumları’ örneğinde olduğu gibi kuşatma altına alınıp bodrumlara sıkıştırılan insanların çığlıklarına kulaklar kapatıldı, insanlar diri diri yakıldı. Devlet, kendilerine ‘Esedullah timi’ diyen JİTEM benzeri intikam timlerinin yaptığı vahşeti yasal koruma kılıfı altına almak üzere yasa çıkartarak, bu suçları işleyenler için yargılama yolunu kapattı. Güneydoğu Anadolu Bölgesi Belediyeler Birliği (GABB) tarafından hazırlanan ‘Hasar Tespit ve Zorunlu Göç Raporu’na göre, bu süreçten 451 bini doğrudan (evi yıkılan, hasar gören) olmak üzere, 880 bin kişi etkilendi.

BİR TAKTİK YENİLGİ OLARAK “DEVRİMCİ HALK SAVAŞI”

Bugün gelinen yere bakıldığında, Kürt hareketinin Rojava’daki ve HDP’nin kazanımlarını büyütmek, kalıcı kılmak iddiasıyla gündeme getirip özyönetim ilanları-kent savaşlarına dayandırdığı “devrimci halk savaşı” taktiğinin yenilgiye uğradığını söylemek gerekiyor. Elbette bu yaşanan taktik bir yenilgidir ve mücadele sürecinin gidişatı bakımından azımsanmayacak tahribatlar yaratmış olsa da, iktidar çevrelerinin propaganda ettikleri gibi bundan Kürt hareketi-mücadelesinin nihai olarak yenildiği sonucu çıkarılamaz.

Başta da belirttiğimiz gibi, bu yenilgi-tahribatın ortaya çıkmasında iktidarın dizginsiz saldırganlığının yanı sıra Kürt hareketinin geliştirdiği taktiğin olası sonuçlarını kestirememesi ve bu taktikte ısrar etmesinin azımsanmayacak bir rolü vardır. Oysa bu taktiğin daha en baştan halk kitleleri tarafından benimsenmediğini gösteren birçok veri de ortaya çıkmıştı. Mesela olayların başlangıç yeri olan Varto’da halkın silahlandırılarak sürece katılmak istenmesi girişimi başarısızlığa uğramıştı. Yine Silvan’da, birkaç mahallede bir süre devam eden direnişin devam ettirilmesi mümkün olmayınca Kürt silahlı güçler ilçeden geri çekilmek zorunda kalmıştı. Yine, özyönetim ilanlarının gerçekleştiği yerlerde gençlerin kendi sokak-mahallelerine hendek açma girişimleri, öncelikle Kürt hareketine destek veren halk kitleri tarafından engellenmişti. Ancak hareket bu taktikte ısrar etti.

1 Kasım Seçimleri’nden önce (Ankara katliamının yaşandığı10 Ekim’de) ilan edilen 20 günlük “tek taraflı ateşkes”, sürdürülen politikanın esasına dair bir karar olmadığı için etkisiz kaldı. Kürt hareketinin “devrimci halk savaşı” taktiğinin halk tarafından benimsenip benimsenmediğinin en somut göstergelerinden biri de 1 Kasım Seçimleri oldu. Bu seçimlerde daha önce (7 Haziran’da) demokratik siyasetin güçlenmesi ve barışçıl çözüm için HDP’ye oy veren yaklaşık 1 milyon seçmenin (7 Haziran’da HDP 6 milyon 57 bin oy alırken, 1 Kasım’da bu oran 5 milyon 148 bine geriledi) “istikrar” beklentisiyle oyunu AKP’ye verdiği bir seçim oldu. HDP’nin bu oy kaybının azımsanmayacak bir kısmı Kürt kentlerinde yaşanmıştı. 7 Haziran’la karşılaştırıldığında Diyarbakır’daki oy yüzde 79’dan 72’ye, Van’da yüzde 75’ten 65’e, Urfa’da 38,5’ten 28’e, Batman’da 72’den 67’ye, Siirt’te 66’dan 58’e, Kars’ta 44’ten 34’e ve Ardahan’da ise 30’dan 22’ye düştü. Bu oy kaybının sınıfsal analizi de yapılabilir -ki bu kaybın orta sınıfların tutumundan kaynaklandığı söylenebilir-, ancak bu durum ortaya çıkan tablonun Kürt hareketinin “devrimci halk savaşı” taktiğine karşı bir tepki özelliği taşıdığı gerçeğini değiştirmez.

Bu sürecin “Kürtler niye sessiz?” sorusu bağlamında göz ardı edilmemesi gereken sonuçlarından biri de, kitle hareketinin ciddi biçimde darbelenmesi oldu. İlk zamanlar hendeklerin kazıldığı mahalle ve ilçelerin dışındaki halk kesimleri de hareketli idi. Devletin sokağa çıkma yasaklarına ve tanklı-toplu kuşatmasına karşı tepkilerini çeşitli eylemlerle ortaya koymaya çalışıyordu. Ancak zaman geçtikçe hem devletin eylemlerde göstericilere gerçek mermiler kullanacak sertlikteki müdahalesi ve hem de bu kuşatma-sokağa çıkma yasağı süreci uzadıkça bunun dışında kalan halkın normal yaşantısına dönmesi, hendeklerin arkasındakiler ile dışındakiler arasındaki uçurumu giderek büyüttü. Sonuç olarak devletin kuşatması, Kürtleri “devrimci halk savaşı”nın uygulandığı mahalle-ilçeler ve dışında kalanlar biçiminde böldü. Demokratik mücadele yöntemlerini önemli oranda sınırlayıp etkisizleştiren bu süreç, “devrimci halk savaşı”nı benimsemeyen ama kendilerini Kürt ulusal-demokratik mücadelesinin bir parçası olarak gören geniş halk kesimlerini pasifize ederken, aynı zamanda büyük bir demoralizasyona yol açtı.

Farklı merkezlere taşınarak yaklaşık on ay devam eden ve en son Şırnak’taki kuşatma ve yıkımla sona eren bu süreçte direnişlerin yaşandığı il-ilçelerdeki belediye başkanları görevden alındı ve yüzlerce Kürt siyasetçi tutuklandı. Kürt kentleri, 15 Temmuz darbe girişimine bu on aylık yıkımın yaralarını sarmaya çalışırken yakalandı. Darbe girişiminden sonra ilan edilen ‘olağanüstü hal’ (OHAL) ve uygulamaya konan Kanun Hükmünde Kararnameler (KHK) darbe girişiminin arkasında olduğu söylenen FETÖ’den (AKP-Erdoğan iktidarı, 11 yıl boyunca ülkeyi birlikte yönettiği Gülencilere ‘Fetullahçı Terör Örgütü’ adını vermiş ve bu cemaati darbe girişiminin sorumlusu olarak ilan etmişti) sonra Kürt hareketi ve ülkedeki emek ve demokrasi güçlerine yöneldi. Gazete, TV kanalları, haber ajansları kapatıldı, birçok gazeteci tutuklandı. KHK ile eğitimden hukuka, kültür sanattan kadın örgütlerine kadar yüzlerce kurum-dernek-sendika kapatıldı. Ardından suç üretmek için içişleri müfettişlerinin aylarca inceleme yaptığı DBP’li belediyelerin büyük çoğunluğuna kayyım atandı. Kürt sorununun demokratik-barışçıl yollarla çözümü için önemli bir rol üstlenen HDP, “terör örgütünün meclisteki uzantısı” ilan edildi, aralarında HDP eş başkanları Demirtaş ve Yüksekdağ’ın olduğu12 milletvekili ve iki bine yakın Kürt siyasetçi tutuklandı.

‘TERÖRİZM’ NEYE/KİME DARBE VURUYOR?

Devrimci halk savaşı” taktiğinin başarısızlığa uğraması, Kürt hareketi ve onun örgütsel olmasa da ideolojik uzantısı olan TAK’ın kitle mücadelesi bakımından çok daha tahrip edici olan bombalı saldırı eylemlerine yönelmesine yol açtı. TAK, Şubat 2016’da Ankara’da Genelkurmay önünde gerçekleştirilen bombalı araç saldırısından sonra, Mart ayında yine Ankara Güvenpark’tan başlamak üzere Diyarbakır, İstanbul, Bursa, Adana, Kayseri gibi kentlerde bir dizi bombalı terör saldırısı gerçekleştirdi. Özellikle Diyarbakır Batıkent, On Gözlü Köprü ve Bağlar-Polis okulu saldırılarında yaşanan sivil ölümleri Kürt hareketinin kitle tabanı olan halk kitlelerinde ciddi bir tepkiyle karşılandı. Ancak bugün PKK ve TAK’ın yaşanan sivil ölümleri için yapılan “özür” açıklamaları dışında bu eylem biçimine karşı halkın eleştirilerini dikkate aldığına dair bir işaret bulunmuyor.

Açıktır ki, bu bombalı saldırılar, kitle hareketinin zayıflatılmış olduğu koşullarda devlete “darbe vurma” gerekçesine dayandırılsa da, aslında en büyük darbeyi yine halka ve kitle hareketinin yeniden toparlanması girişimlerine vurdu/vuruyor. Böylesi eylemlerin kime/neye hizmet ettiği sorusunun en somut yanıtlarından biri de, 10 Aralık’ta İstanbul Beşiktaş’ta TAK tarafından gerçekleştirilen bombalı saldırıdır. AKP ve MHP’nin ‘partili cumhurbaşkanlığı’ adı altında başkanlık-tek adam rejimi için yasa değişikliği konusunda anlaştığı gün yapılan bu saldırı, iktidar medyası tarafından “başkanlığa karşı yapılmış bir saldırı” olarak sunuldu. “Dün mecliste ‘seni başkan yaptırmayacağız’ diyenler bu kez terör eylemi ile bu mesajı verdi” açıklamaları yapıldı. Böylelikle bu saldırı sadece HDP’nin “terör işbirlikçisi/uzantısı” olduğu algısı yaratılması için kullanılmakla da kalmadı, aynı zamanda başkanlığa karşı çıkanların terör destekçisi olarak gösterilmesine ve dolayısıyla geniş halk kesimlerinin kazanılmasını oldukça zorlaştıran/zorlaştıracak bir rol oynadı. Dolayısıyla bu saldırı ve böylesi terör eylemleri, ‘başkanlık’ adı altında kurumsallaştırılmak istenen dikta rejimine karşı halk mücadelesini daha en baştan zayıflatıcı bir işlev görmekte, iktidarın elinde demokrasi güçlerine yönelik saldırganlığın ve kitle mücadelesini zayıflatmanın bir olanağına dönüşmektedir.

Böylesi saldırıların, ‘terör’ eylemlerinin en çok halka ve halkın mücadelesine darbe vurması elbette bugün ortaya çıkmış bir durum/gerçeklik değildir. Yüzlerce yıllık devrim-sosyalizm ve ulusal kurtuluş mücadele tarihine baktığımızda böylesi yöntemleri kullanan örgütlerin ve eylemlerinin halkın devrimci-demokratik mücadelesini dağıtıcı bir rol oynadığı görülecektir. Çünkü halk kitlelerini pasifize eden, onları siyasetin dışına iten böylesi eylemler, yukarıda da örneğini verdiğimiz gibi, en çok burjuva gericiliğin işini kolaylaştırmaktadır. Zaten bu eylemlerin temel mantığı -ki TAK açıklamaları da bu mantığı ortaya koymaktadır- kitlelere güvensizliğe ve dahası kendini bu kitlelerin yerine koymaya dayanmaktadır. Mesela TAK, bu terör eylemlerini “Devlet Kürdistan’da katliamlar yaparken Türkiye’nin de rahat bir yaşam sürdüremeyeceği”ni göstermek için yaptığını söylemektedir. Oysa “öç alma”nın ötesine geçmeyen bu eylemler, herkesten önce TAK’ın kendini yerine geçirdiği ve sözcülüğünü yapma iddiasında bulunduğu Kürt halkı tarafından istenmemektedir. İkinci olarak, batıda yaşayan halkları da hedefe koyan bu öç alma zihniyeti, Kürt mücadelesinin en büyük müttefiki olan Türkiye’deki emek ve demokrasi güçleri ile arasındaki mesafeyi daha da büyütmekte, dahası ortak mücadele zeminini ve bu yönde yapılan girişimleri zayıflatmaktadır. Özellikle demokratik halk hareketinin ve kitle mücadelesinin böylesine darbelenip zayıflatıldığı ve bu hareketin yeniden toparlanmasının dikta rejimi inşası karşısında hayati bir önem kazandığı böyle bir süreçte bu tür terör eylemleri, içinde azımsanmayacak kadar demokratik ögeleri barındıran CHP’yi de “terörle mücadele” adı altında doğrudan AKP-MHP cephesinin yanına itmektedir.

Özetle, TAK’ın halkın mücadelesinin yerine koyduğu terör eylemleri Kürt halkının ve ülkedeki devrimci-demokratik mücadele birikimi-potansiyelinin reddine dayanmakta, dahası bu potansiyelin yeniden toparlanmasını baltalayıcı bir işlev görmektedir. Oysa daha bir buçuk yıl önce demokrasi ve özgürlük mücadelesi, ifadesini milyonların desteğinde bulan bir kitle-halk desteğine sahip bulunuyordu. Dolayısıyla “halka rağmen, halk için”ci çizgi, sansasyonel eylemlerle iktidara büyük darbeler vurma iddiasında olsa da, halk mücadelesine güvensizliği kışkırtan ve dahası iktidarın dizginsiz saldırganlığına zemin hazırlayıp bu mücadelenin gelişmesini engellemeye yönelik her türlü baskı ve yasaklarının önünü açan niteliği nedeniyle dönüp dolaşıp burjuva gericiliğe hizmet etmektedir.

Sonuç olarak, önümüzdeki dönemin AKP-Erdoğan iktidarının Rojava’yı öncelikli olarak hedefine koyan bölgedeki (Ortadoğu) yayılmacı politikayla da iç içe geçen başkanlık-tek adam rejimi dayatması bakımından kritik bir süreç olduğu tartışma götürmezdir. Ve bu kritik dönemeç, en başta da dediğimiz gibi, Kürt hareketinin son bir buçuk yıllık mücadele-eylem çizgisini/taktiğini değiştirmesini zorunlu kılmaktadır. Kürt hareketi, ya 30 yıllık mücadele sürecindeki en büyük dayanağı olan halk mücadelesinin yeniden toparlanmasına hizmet edecek bir mücadele çizgisine yönelecek ya da bugün sürdürdüğü eylem çizgisiyle halk kitleleri ve kendisiyle arasındaki mesafeyi büyütecektir. Açıktır ki, bugün Kürt halk kitlelerinin büyük bir bölümü sessizleştirilmiş/sokağa çıkamaz hale getirilmiş ve bunun da ötesinde son bir buçuk yılda yaşanan yıkım nedeniyle Kürt hareketine eleştirel yaklaşıyor olsa da, bu kitlelerin devletin/AKP-Erdoğan iktidarının politikalarına yedeklenmesi gibi bir durum söz konusu değildir. Ancak hem Kürt kentlerinde, hem de ülke genelinde emek, barış ve demokrasi güçlerinin toparlanıp tek adam-dikta rejimiyle hesaplaşabilecek bir halk hareketi haline gelebilmesi için de her şeyden önce ülkenin bir tarafında devletin, öte tarafında Kürt hareketinin olduğu bu terör/bireysel terör girdabından çıkması/çıkarılması gerekmektedir.

[1] “Gidiş nereye?”

[2] TAK: Teyrêbazê Azadiya Kurdistan –Kürdistan Özgürlük Şahinleri. Bu örgüt kendini örgütsel olarak PKK’den ayrı ama ideolojik olarak Öcalan’a bağlı bir “fedai örgütü” olarak tanımlamakta ve dolayısıyla Kürt halkı için mücadele ettiğini savunmaktadır.

[3] 15 Temmuz 2015 tarihli “Yeni Süreç, Devrimci Halk Savaşı Sürecidir” yazısı