Arif Koşar
Nicos Poulantzas postalthusserci geleneğin en önemli temsilcilerinden birisi olduğu gibi, onun siyasal ve kuramsal çizgisi Avrupa solunda Marksizm karşıtlığı ile karakterize edilebilecek bir akımın rotasını yansıtıyor. Sosyalizm ile işçi sınıfı arasındaki bağlantıyı ve üretim ilişkilerinin toplumun politik-ideolojik oluşumları üzerindeki etkisini reddeden, aksine ideoloji ve “söylem”in toplumsal gruplaşma ve hareketleri kurduğunu savunan Ernesto Laclau ve Chantal Mouffe’nin en önemli temsilcileri olduğu Post-Marksist[1] akımdan bahsediyoruz. Bu akımın belli başlı temalarının tamamına yakını Poulantzas’ta embriyon halinde bulunmaktadır. Ancak, o, hiçbir zaman bu denli ileri gitmedi. Post-Marksizm’in ilk temsilcisi değildi ancak onun son büyük habercisiydi.[2]
Poulantzas, başlangıçta Sartre’nin varoluşçu tezlerini benimsedi. Kanun, yasallık ve hukuk konusundaki doktora çalışmasını da bu tezlerle inşa etti. Kısa bir süre sonra Althusser ve yapısalcı teori ile tanıştı. Onun uluslararası alanda tanınmasını sağlayan ilk kitabı Siyasal İktidar ve Toplumsal Sınıflar (1968), Althusser ve Balibar’ın Kapital’i Okumak adlı kitaplarının yayınlanması ve hazırlanması çerçevesinde oluşan tartışma ortamı içinde şekillendi. Sartre’cı tezlerin savunucusunun yerini toplumu yapısal kerteler (iktisat, politika, ideoloji) olarak inceleyen Poulantzas aldı.[3]
Çağdaşlarının birçoğu gibi Poulantzas, başlangıçta Maocu seçeneğe daha eğilimliydi. Kitabına damgasını vuran siyasal olguların özgünlüğü ve özerkliğine dayanak oluşturan ekonomizm eleştirisi, dönemin Maoizminin temel özelliğiydi. Althusser gibi düşünürlerin ilgisini çeken de Maoizmin bu vurgusuydu. Kültür Devrimi’ni[4] 1968 isyanına benzeyen hareketlerin temel ilkesi olarak gören başka birçokları gibi Poulantzas da bu kavrama büyük yakınlık duyuyordu. Toplumsal dönüşümün kültürel ve ideolojik “ayaklanma” ve mücadelenin yaygınlaştırılmasının sonucu olarak görülmesi, Kültür Devrimi’nin batıda aldığı en temel biçimdi.[5]
Kültür Devrimi’nin batıdaki yorumlayıcı ve “sonuç çıkarıcıları” ekonomi ile toplumun kültür hayatı arasında mutlak bir doğrusallık olmadığını haklı olarak vurgularken; ekonomizmin eleştirisi adına üretim ilişkileri ile toplumsal yaşamın çeşitli görünümleri arasındaki ilişkiyi kopardı. Bu dalgaya uygun biçimde Siyasal İktidar ve Toplumsal Sınıflar kitabında Poulantzas’ın temel tezi devletin birliği ve egemen sınıflar karşısında “göreli özerkliği” oldu. Althusserci kavram setini kullanırken toplumsal kuruluşun belirleyici seviyesi ile başat seviyesi arasında ayrıma gitti. Başat seviye her toplumsal kuruluş için değişebilirken, hangi seviyenin başat seviye olacağını ise son kertede ekonomik seviye (belirleyici seviye) belirler. Kapitalist karakterli toplumsal kuruluşta ‘son kertede’ ekonomik seviye tarafından belirlense de başat seviye siyasal seviye olarak belirir.[6]
Böylece üretim ve sömürü ilişkilerinin toplumsal yaşam içerisindeki belirleyiciliği “son kerte”ye havale edildi. Siyasal olgular “başat” olarak tanımlanırken, üretim ilişkileri ile kurulan bağlantı zayıfladı. Poulantzas’a göre; “tekelci kapitalizm; kapitalist üretim tarzında ağırlığın ekonomiden politikaya, yani devlete doğru yer değiştirmesi ile karakterize edilir.”[7]
Tekelci kapitalizmde ekonomik yönün değil siyasal yönün başat olduğu ifade edildiğinde politika ile ekonomi arasındaki ilişkinin tersine çevrilmesi açısından kritik bir adım atılmış oldu. Rekabetçi aşamada ekonominin, tekelci kapitalizmde ise siyasetin/devletin başat olduğu öne sürüldüğünde; pratikte üretim ve sömürü ilişkilerinin (“son kerte” kuralı korunmakla birlikte) hüküm sürmediği sonucu için gerekli zemin hazırlandı.[8]
1974’te yayımlanan Classes in Contemporary Capitalism (Çağdaş Kapitalizmde Sınıflar) kitabında Poulantzas Maoizmi terk etmesine rağmen içine girdiği güzergahta ilerlemeyi sürdürdü. Daha sonra post-Marksistlerce uç noktasına vardırılacak politik ve ideolojik düzeyin özerkliği giderek çalışmalarının merkezine oturdu. Bu onun devlet anlayışını olduğu kadar sınıf analizinin de belkemiğini oluşturacaktı.
Poulantzas bu kitabında belirgin hedef Fransız Komünist Partisi’nin (FKP) “tekelci devlet kapitalizmi” kuramının eleştirisidir. Poulantzas’a göre FKP doktrini bazı yanlışlar içeriyor. Bu doktrin devlet ve tekelci sermaye arasındaki ilişkiyi basit bir kaynaşma gibi ele alıyor ve böylece, devletin tek başına tekelci sermayenin bir fraksiyonundan değil, sermaye fraksiyonlarından oluşan iktidar bloku olduğu gerçeğini göz ardı ediyor. Tüm burjuvaziyi “halk” güçlerinden ayıran sınıfsal çelişkilere gereken önemi vermeyerek tekelci olmayan bütün çıkarları halk kitlelerine ait görüyor. Poulantzas’ın bu eleştirileri FKP’nin “anti-tekel ittifak” stratejisinin temeline dinamit koyuyor. Ancak Poulantzas; sınıflar arasındaki çelişkiyi “iktidar bloku” ile “halk ittifakları”na aktarması, burjuva devletin “dönüştürülmesi” yoluyla sosyalizme geçiş, işçi sınıfının küçük bir gruba indirgenerek etkisizleştirilmesi gibi konularda Avrokomünizmle uzlaşma halinde. Onun “sol Avrokomünizmi” kendisini doğuran doktrinden bazı önemli noktalarda ayrılıyor ama paylaşılan noktalar ayrılık noktalarından daha esaslıdır ve Marksist kuramı ilgilendiren önemli sonuçlar doğurmaktadır. Ki bu görüşlerinin mantıksal sonucu olarak Poulantzas zamanla, özellikle son kitabı Devlet, İktidar, Sosyalizm ile “sol Avrokomünizm”den Avrokomünizme geçişini tamamlıyor. Ona göre; sınıf içi ve sınıflar arası çatışmalarla yoğrulmuş olduğu için devlet de önemli bir mücadele zemini olabilirdi. Onu dışarıdan bir saldırı ile yıkmak yerine halk mücadeleleri ile etkileme, böylece demokratikleşme ile sosyalizme geçişi sağlama yolunu benimsedi. Bu artık klasik Avrokomünizme yakın bir duruştu.[9]
Toplumsal görüngüleri ekonomi-politik zeminden kopararak onlara özerk ve giderek de bağımsız bir rol verme yaklaşımı, Poulantzas’ın sınıf analizinde etkisini doğrudan gösterdi. Siyasal yönün başatlığı üretim ilişkilerini toplumsal analizin merkezi konumundan uzaklaştırdı. Ona göre sınıfların belirlenmesinde sadece ekonomik düzey değil politik ve ideolojik düzeylerin her biri etkili olmaktadır. Bu nedenle sınıfların ayırt edilmesinde kimi zaman ekonomik düzey kimi zaman da ideolojik tutum başat olmuştur. Böylece Poulantzas, sınıfların belirleyici ögesi olarak üretim ve sömürü ilişkilerinin yerine ideolojik ve politik ilişkileri geçirdi. Ekonomik düzeyin son kertede belirleyici olduğunu hala savunuyor olsa da, bu sözde kalan bir iddia olmuş, sınıf analizinin merkezine siyasal ideolojik bölünmeyi yerleştirmiştir. Daha genel bir perspektiften bakıldığında, Avrokomünist “halk ittifakı” stratejisinin kuramsal olarak temellendirilmesi amacının Poulantzas’ın sınıf analizine önemli bir motivasyon sağladığı söylenebilir.
Bu makalede, Poulantzas’ın sınıf analizinin temel yönleri ele alınacaktır. İşçi sınıfını üretken emek ile sınırlanması, sınıfları ideolojik bölünmelerle tarif etmesi, “yeni küçük burjuvazi” kavramı eleştirel bir değerlendirmeden geçirilecektir. Poulantzas’ın çalışmalarının ağırlık noktasını oluşturan devlet teorisine doğrudan ilgili olmadığı sürece değinilmeyecek, sınıf analizi boyutu ile sınırlı kalınacaktır.
***
Daha sonra ayrılık noktalarına dikkat çekmesine rağmen Poulantzas, temel eserlerini Althusserci etkinin altında kaleme almıştır. Althusserciliğin temel motivasyonun Marksizm’i “Hegelci diyalektikten arındırma” ve “ekonomizm saldırı” olduğu söylenebilir.[10] Althusser, bu noktalardan hareketle tarihselci olmayan ve özneyi teoriden çıkartan bir “yapısalcı Marksizm” oluşturmak istemiştir.
Althusser öznenin karşısına yapıları koyar. Ona göre; yapıların kendisi üç seviyeden; ekonomik, siyasal ve ideolojik seviyeden oluşmaktadır. Seviyelerden herhangi birisini merkezi seviye olarak kodlamak yerine Althusser, toplumsal kuruluş içinde başat (dominant) seviye ile belirleyici (determinant) seviyeleri ayırt eder. Başat seviye her toplumsal kuruluş için değişebilirken, hangi seviyenin başat seviye olacağını ise belirleyici seviye belirler. Belirleyici seviye tüm toplumsal kuruluşlar için sabit ve ekonomik seviyedir. Üç seviyeden kaynaklı bir çok çelişkiden bahsedilebilir; hatta bu çelişkiler birbirlerini etkileyebilir; öyle ki bu çelişkiler üst üste binebilir ya da tersi olabilir yani çelişkilerin ‘yoğuştuğu’ ya da ‘yer değiştiği’ anlar olabilir. Bu anlar çoklu-belirlenir ancak yine de bu çoklu-belirlenmede ekonomik seviye, belirleyici seviye, ‘son kertede’ belirleyendir.[11]
Bu Althusserci tema ve kavramlardan esinlenen Poulantzas’a göre sosyal sınıflar ne tarihin öznesi ne de toplumsal formasyonun oluşturucu ve dönüştürücüsüdür. Onun için, toplumsal oluşum sınıf değil yapı sistemi sorunudur. Sınıf ise yapının toplumsal ilişkiler içindeki tezahürüdür. Çelişkilerin gerçek odak noktası, yapılar ve yapıların düzeyleri arasındadır. Sınıfsal pratik, hatta sınıfların varlığı yapısal ilişkilerin bir sonucudur. Sınıf salt bu çelişkilerin yansımasıdır. Ancak sadece ekonomik düzeyde değil ideolojik ve politik düzeylerin bir aradalığıyla belirlenir. Böylece Poulantzas, sınıfları merkezine alan “tarihselci” yorum karşısında, yapıya öncelik veren ve sınıfları yapının ekonomik, politik ve ideolojik düzeylerinin sonucu olarak gören yapısalcı bir yanıt arayışındadır.[12]
Poulantzas, Toplumsal Sınıflar Üzerine başlıklı makalesinde “toplumsal faillerin ekonomik konumu, toplumsal sınıfların belirlenmesinde başat bir rol oynar”[13] dedikten hemen sonra, bunun tek belirleyici olmadığını vurgular: “Ancak bundan ekonomik konumun toplumsal sınıfların belirlenmesinde yeterli olduğu sonucunu çıkaramayız. Marksizm bir üretim tarzında ya da bir toplumsal formasyonda aslında ekonomik olanın belirleyici rolü olduğunu; ama politik olan ve ideolojik olanın da (üstyapı) önemli bir rolü olduğunu belirtir.”[14]
Poulantzas, sınıfların belirlenmesi konusundaki özel bir sorunsalı, politik ve ideolojik ilişkilerin rolüne dair genel bir önerme ile karıştırarak sunmaktadır. Marksizmde “ekonomik olanın belirleyici olduğu”nu hatırlatan Poulantzas “politik olan ve ideolojik olanın da (üstyapı) önemli bir rolü olduğunu” söylerken haklıdır. Oysa, bu genel doğrunun, toplumsal sınıflar alanındaki özel sorunsalla doğrudan ilgisi yoktur. Çünkü tartışma konusu sınıfların ideolojik ve politik ilişkilerden etkilenip etkilenmeyeceği değil, sınıfların hangi “ölçüt” ve ilişkilerle tanımlanacağıdır. Başka bir örnek üzerinden ele alınacak olursa; üretim sürecinin sonucunda ortaya çıkan toplam artı-değerin ticaret, finans ve sanayi sermayesi arasında paylaşılmasının temel eğilimlerine odaklanan ekonomi-politik bir araştırmayı düşünelim. Artı-değerin sermaye fraksiyonları arasındaki paylaşımında sermayenin büyüklüğüne göre “ortalama kâr”[15] oranında bir pay alma eğilimini hesaplayan bir iktisadi analiz, Poulantzas’ın ifade ettiği genel doğruya işaretle, politik ve ideolojik düzeyin belirleyiciliğine ya da etkin rolüne indirgenemez.
Her toplumsal olgunun birbirine bağlı, iletişim ve etkileşim halinde olduğu düşünüldüğünde, elbette, “toplumsal olan” hiçbir şey iktisadi süreçlerinden olduğu gibi politik ve ideolojik etkilenmelerden de bağımsız değildir. Toplumsal üretim ilişkileri ile “politik” ve “ideolojik düzeyler” arasında sadece dışsal değil içsel bir ilişki söz konusudur. İdeoloji ve politika; devlet, siyasi parti vb. politik organizasyonlara havale edilmiş değil bizzat üretim sürecinin içinde ve onun bir parçası olarak şekillenir. Bütün toplumsal olguların, toplumsal üretim ve yeniden üretim sürecinin çeşitli düzeylerinden etkileniyor oluşu, bu toplumsal olguların özgünlüğünü ortadan kaldırmadığı gibi, onların tanımlanmasında bütün bu düzeylerin dahil edilmesini zorunlu kılmaz.
Toplumsal sınıflar da buna dahildir. Poulantzas’ın hatası, her olgunun politik ve ideolojik belirlenimin etkisi altında olduğu tespiti değil, sınıfların şekillenmesinde üretim ve sömürü ilişkilerinin belirleyici rolünün, politik ve ideolojik düzeylere yaptığı vurgu ile ikincilleştirilmesidir. Böylece sınıfları, her üç düzeyin ortak etkisi olarak ele almış, ancak gerçekte siyasal ideolojik bölünmelerle tanımlama noktasına gelmiştir.
Poulantzas’ın sınıf analizinin kritik müdahalesi; üretim ilişkilerinin merkezi konumunu siyasal ideolojik ilişkilere devretmesidir. “Ekonomik düzey”i başlangıç noktası olarak almasına rağmen, ilerleyen bölümlerde göreceğimiz gibi, bu nokta ideolojik bölünmeler karşısında etkisini yitirecek; ikincil hatta etkisiz bir konumu gelecektir.
***
Poulantzas’ın hareket noktasından başlayalım:
Oldukça tartışmalı ve kanıtlanması gereken bir tezle analizine başlıyor: Ona göre; işçi sınıfını küçük burjuvazi ile ayıran esas olarak üretken ve üretken olmayan emek ayrımıdır: İşçi sınıfı sadece üretken emekçileri kapsar, üretken olmayan ücretli işçiler ise yeni küçük burjuvazinin üyesidir:
“Kapitalist üretim tarzında üretken emek, metalar ve artı-değer biçiminde (her zaman kullanım-değeri biçiminde) değişim değeri üreten emektir. Kapitalist üretim tarzında işçi sınıfı kesinlikle bu yoldan ekonomik olarak tanımlanır: Üretken emek, üretim ilişkilerindeki sınıflar arası bölüşümle doğrudan ilgilidir.”[16]
İşçi sınıfının bu şekilde üretken emekle sınırlanması, Poulantzas’ın analizinde ilk adımdır. İkinci adım; işçi sınıfının dışında tanımlanmış üretken olmayan emekçilerin ideolojik ve politik ölçütler kullanılarak “yeni küçük burjuvazi”ye dahil edilmesidir. Ayrıca üretken emek de politik ideolojik ölçütlere dayanılarak bir kez daha kafa ve kol emekçileri olarak bölünür. “Bir bütün olarak mühendis ve teknisyenler işçi sınıfına ait olarak düşünülemez.”[17] Böylece kafa emekçileri de yeni küçük burjuvazi olarak nitelenir.
Şekil 1: Poulantzas’ın işçi sınıfı tanımlamasının işlemselleştirilmesi
Kaynak: Wright, Sınıflar, sf. 181
Sınıfları hem ekonomik hem de siyasal ve ideolojik ölçütleri veri alarak tanımlayan Poulantzas böylece üç boyutlu bir sınıf şeması sunar. Poulantzas’a göre; üretim süreci içinde yer almayıp artı-değerin gerçekleşmesi ve yeniden dağıtımında rol alan üretken olmayan emekçiler (ekonomik ölçüt) bu özelliğinden dolayı işçi sınıfının içinde düşünülemez. Bunun dışında yönetim işlevlerini yerine getiren idari emek, üretim sürecindeki eşgüdümleyici ve bütünleştirici rolünden ötürü özünde üretken emektir; bununla birlikte sosyal iş bölümü içerisinde iki sınıf arasındaki siyasal ilişkinin yeniden üretimini üstlendiği gerekçesiyle (siyasal ölçüt) işçi sınıfı kapsamı dışındadır. Benzer biçimde mühendis ve teknisyen gibi kafa işçileri de sermayenin ideolojik egemenliğinden doğrudan taşıyıcıları oldukları iddiasıyla (ideolojik ölçüt) işçi sınıfının dışında sayılırlar.[18]
Marksizmin sınıfları üretim ve sömürü ilişkileri temelinde ele alması ile Poulantzas sınıf analizinde kullandığı “ekonomik ölçüt” birbirinden tamamen farklıdır. Sınıfların sosyo-ekonomik temelde ayrıldığı kabul edilerek gerçekten Poulantzas’ın savunduğu gibi “ekonomik düzey”de bir analiz yapılacaksa üretken-üretken olmayan emek ayrımı ile değil, sömürüye dayalı toplumsal üretim ilişkilerden başlanmalıydı. Marksizmdeki “ekonomik düzey”; gelir, teknik vasıf düzeyi, piyasa olanakları, işyerinde denetim yetkisi ya da üretken olmayan emek gibi ayrımları değil toplumsal üretim ve sömürü ilişkilerini işaret eder. Bu açıdan Poulantzas’ın ilk adımda dayandığını iddia ettiği “ekonomik düzey”, gerçek anlamda ekonomik düzey değil, keyfi bir iktisadi kriterdir.
Böylece Poulantzas’ın sınıf analizinde tartışma konusu yapılması gereken dört nokta öne çıkmaktadır:
– İşçi sınıfının ilk adımda sadece üretken emekle tanımlanması,
– Üretken emeğin sadece sanayi emeği ile sınırlanması,
– Üretken olmayan emeğin yeni küçük burjuvazi olarak tanımlanması ve bunun tamamen “ideolojik” düzeye dayanarak yapılması,
– Üretken emekçilerin bir kısmının da “politik ideolojik bölünmeler” ile işçi sınıfının dışında tanımlanması: kafa ve kol emeği arasındaki ayrım.
Makalede önce üretken ve üretken olmayan emek ayrımı üzerinde durulacaktır. Ardından Poultanzas’ın sadece sanayi emeğini üretken kabul eden yaklaşımı sorgulanacak, işçi sınıfının üretken emekle tanımlaması eleştiri konusu yapılacaktır. Teori ve Eylem’in bir sonraki sayısında yayınlanacak makalenin ikinci bölümünde ise, üretken olmayan emekçiler ve üretken kafa emekçilerinin Poulantzas’ın “politik ideolojik ölçütleri” uyarınca “yeni küçük burjuvazi” olarak sınıflandırılması tartışılacaktır.
ÜRETKEN EMEK VE ÜRETKEN OLMAYAN EMEK
Kapitalist ekonominin merkezinde kesintisiz bir biçimde artı-değerin üretimi ve bu artı-değerin yeniden sermayeye dönüşmesi temelinde gerçekleşen birikim süreci yatar. Birikim sürecinin amacı, sadece daha önce yaratılmış değerin yeniden üretimi değil, aynı zamanda artı-değer üretimi ve bu artı-değerin yeniden sermaye birikiminin hizmetine konulmasıdır. Kendini genişletme sürecini sürdürebilmesi için sermaye, artı-değer üretebilen belirli tip bir emek ile belirli bir toplumsal ilişki temelinde mübadeleye girmek zorundadır.[19]
Hangi tür emeğin üretken olduğu kapitalist üretimin analizi açısından kritiktir.[20] Marx’a göre;
“üretken ve üretken olmayan emek arasındaki ayrım birikim açısından yaşamsaldır, çünkü yalnızca üretken emekle değiş tokuş, artı değerin yeniden sermayeye dönüştürülmesinin koşullarından birini sağlayabilir.”[21]
Peki, Marx, üretken emek ile somut olarak neyi kastetmektedir?
İlk adım olarak; bir emek türünün üretken olması için onun meta üretiyor olması gerekir. Eğer, emek sürecinin sonucunda bir değişim değeri (yani meta) değil sadece kullanım değeri üretiliyorsa,[22] o emek üretken değildir. Kendi tüketimi için sebze-meyve üreten bir köylü ailesi, kapitalist açıdan üretken değildir. Ya da henüz özelleştirmelerin belediyeleri bu kadar zapt etmediği bir dönemde, belediyenin kadrolu işçisi olan bir temizlik işçisi, ürettiği temizlik hizmeti piyasada satılan bir meta haline gelmediği için üretken değildir.[23]
İkincisi; meta üretiliyor olması, o emeğin üretken olması için yeterli değildir. Küçük köylü, zanaatkar, bağımsız çalışan profesyonel meslek sahibi vb. küçük meta üreticileri artı-değer üretmez. Çünkü, kendi emek gücünü değil emeğinin ürününü piyasada satar. Artı-değer, emek gücü ancak, kendi değerinden fazlasını üretmek üzere istihdam edildiği koşullarda üretken olabilir.
Üçüncü olarak; emek gücünün ücretli istihdamı da artı-değerin üretimi için yeterli değildir. Emeğin üretken olması için genel olarak ücret karşılığında istihdam edilmesi değil, onun sermaye ile değişilmesi yani sermayenin genişletilmesi için istihdam edilmesi gerekir.[24] Marx’ın ifadesiyle;
“Üretken emek, sermaye olarak parayla, yani aslında sermaye olan parayla, sermaye olarak işlev gören ve emek gücünün karşısına sermaye olarak dikilen para ile değiştirilir. Dolayısıyla üretken emek, işçinin kendisi için emek gücünün önceden belirlenmiş değerini üreten, ama aynı zamanda, değer yaratan bir etkinlik olarak da sermayeyi genişleten bir emektir. Bu emek, üretilen bu değerlerin sermayeye dönüşmesiyle işçinin karşısına dikilir. Cisimleşmiş emekle canlı emek arasındaki özgül ilişki, birincisini sermayeye dönüştürürken, ikincisini de üretken emeğe dönüştürür.”[25]
Marx’ın ifade ettiği gibi, emek, doğrudan sermaye ile değişiliyorsa, yani sermayenin meta üretmek amacıyla yaptığı yatırımda istihdam ediliyorsa, o emek üretkendir. Bu emek gücü; “canlı bir faktör olarak doğrudan doğruya sermayenin üretim sürecine katılır, onun bileşenlerinden birisi, değişen bir bileşeni durumuna gelerek yatırılan sermaye değerlerini hem muhafaza eder, hem de yeniden üretir. Hatta bir adım daha atıp onları çoğaltır.”[26]
Peki, doğrudan sermayenin üretim sürecine katılmayan emek gücü kitlesi var mıdır?
Evet, vardır. İşçi sınıfının bir kısmı doğrudan meta üretmek (yani satılmak) üzere değil, kişisel hizmetlerde kullanılmak üzere hizmet ya da mal üretir. Örneğin bir temizlik işçisi, ev sahibinden aldığı aylık ücret karşılığında bir evde[27] temizlik yapıyorsa; bu işçi üretken değildir. Çünkü, temizlik işçisinin hizmeti, yani evi temizlemesi, ev sahibi tarafından bir meta olarak piyasaya sürülemeyeceği için “sermaye”sinin genişletilmesini sağlama gibi bir işlevi de yoktur. Ancak, aynı işçi, haftanın üç günü bir temizlik şirketinin çalışanı olarak başka bir evi temizliyorsa, üretkendir. İşçinin ücreti ev sahibinin geliri ile değil, temizlik şirketinin sermayesi[28] ile değişilmektedir. İşçinin emeği, kendi değerinden fazlasını meta biçiminde gerçekleştirerek temizlik şirketinin sermayesinin genişletilmesini sağlamaktadır. Dolayısıyla, ev sahibi (gelir sahibi) ile işçi arasındaki ilişkide üretken olmayan emek, kapitalist (sermaye) ile işçi arasında ilişki söz konusu olduğunda üretkendir.
İşçinin üretken olup olmaması onun yaptığı işin niteliği ya da işçinin emeğinin özelliği ile ilgili değildir. Aynı işi yapan emekçi, istihdamının kapitalist üretim içerisindeki yerine göre üretken olabileceği gibi üretken olmayabilir de. Bahçıvanlık, terzilik gibi işlerden birisinin, aynı işçi tarafından ya bir kapitalistin hizmetinde ya da bir tüketici için yapılması olanaklıdır. Her iki durumda da ücretli işçidir. Ancak “ilk durumda üretken bir işçiyken ikincide üretken değildir; çünkü ilkinde sermaye üretirken diğerinde üretmez. İlk durumda, onun işi, sermayenin kendi değerini genişletmesinin bir aracıyken diğerinde öyle değildir.”[29]
Görüldüğü gibi her üretken emekçi aynı zamanda ücretlilik ilişkisine tabidir; ancak her ücretli işçi üretken değildir.[30]
Son olarak; dolaşım alanında değer üretimi söz konusu olmadığından, emeğin üretken olması için sadece sermaye (örneğin ticari sermaye) ile değişimi değil üretim alanında faaliyet gösteren bir sermaye ile değişilmesi gerekmektedir.
Özetle emek gücü, üretim alanında kullanılan sermaye ile değişildiğinde (sermaye için istihdam edilirse) üretken,[31] diğer durumlarda üretken değildir.[32]
Şekil 2: Üretken emek ve üretken olmayan emek ayrımı
Kaynak: Tonak ve Savran, Üretken Emek ve Üretken Olmayan Emek, sf. 34
ARTI-DEĞER SADECE SANAYİ DE Mİ ÜRETİLİR?
Poulantzas işçi sınıfını üretken işçilerle sınırlarken, artı-değerin sadece sanayi sektöründe üretildiği tezine dayanmaktadır.
Artı-değerin sadece sanayi işçileri tarafından üretildiği, hizmet sektöründe üretilmediği görüşü oldukça yaygın bir görüştür. Örneğin Tülin Öngen, Prometheus’un Sönmeyen Ateşi kitabında, üretken emeği imalat, madencilik, taşımacılık gibi sektörlerle tanımlarken,[33] “üretken olmayan emek biçimlerini” “hizmet işlerinde ve kamusal alanda çalışanlar”[34] ile örnekler.[35] Hasan Oğuz da benzer bir yaklaşımla üretken emeği sanayi işçileri ile sınırlar.[36] Musa Sala da, sadece “sanayide kullanılan sermayeyi üretken sermaye olarak”[37] değerlendirir. Üretken olmayan ticari emeği, Marx’a atıfla doğru bir biçimde “işlevli bir makineye” benzeten Sala, bu benzetmeyi ve değerlendirmeyi hizmet emeğine genişleterek, onu üretken olmayan emeğe dahil eder: “Hizmet veren emek-gücünü, ister kapitalist olmayan bir alıcı, ister kapitalist kiralamış olsun, onun emek-gücü, bir emekten çok bir metaya benzer. (…) Üretken-olmayan emekçilerin, genel adıyla ‘beyaz yakalılar’ın, sermaye üretim sürecindeki işlevi işçininkinden farklıdır. Her işçi emekçidir, ama her emekçi işçi değildir. ‘Beyaz yakalılar’ın yeniden üretim sürecinde yerine getirdiği, Marx’ın tüccar için söylediği gibi, ‘yararlı bir makine’ işlevidir.”[38]
Hizmet emeğinin neden “bir emekten çok bir metaya” benzediğine ilişkin herhangi bir açıklama yoktur. Bu, değeri ve artı-değeri fiziki bir ürünle eşitleyen Marx öncesi ekonomi politikçilerin yaklaşımını andırmaktadır. Fizyokratlar, artı-değeri, tarımsal emek vesilesiyle toprağın bir armağanı, bir kullanım değeri ve fiziki bir ürün olarak görmüşlerdir. Klasik ekonomi politiğin kurucularından Smith de, fizyokratlardan farklı olarak artı-değerin doğanın bir armağanı değil emeğin ürünü olduğunu vurgularken, bu sefer fizyokratlara benzer bir biçimde onu fiziki ürünle eşitlemiştir. Yaptığı genelleme ile hizmet emeğinin üretken olamayacağını söylemiştir:
“Bir hizmetkarın emeği, belirli bir nesne ya da satılabilir metada maddeleşip kendisini gerçekleştirmez. Yaptığı hizmet, genellikle yapıldığı anda yiter ve geride, sonradan karşılığında eşit miktarda hizmet elde edilebilecek bir iz ya da değer bıraktığı olmaz. Toplum içinde en saygın katmanlardan bazılarının emeği, tıpkı hizmetkarlarınki gibi hiçbir değer üretmez. (…) Kilise görevlileri, hukukçular, doktorlar ve her çeşit yazar; oyuncular, soytarılar, müzisyenler, opera şarkıcıları, opera dansçıları, vs. (…) en soylu ve en yararlı meslekten kişinin emeği, ileride eşit miktarda emek satın alabilecek ya da elde edebilecek hiçbir şey üretmez. Aktörün tiradı, konuşmacının söylevi ya da müzisyenin ezgisi gibi, tümünün yaptığı iş, tam üretildikleri anda yok olmaktadır.”[39]
Smith, bir meta üretmediği sürece hizmetkarın ya da kilise görevlisinin emeğinden bahsederken haklıdır. Ancak o analizini gelirle değişilen ve kişisel tüketimin hizmetine koşulan hizmetkarla sınırlı tutmayıp “belirli bir nesne ya da satılabilir metada maddeleş”meyen ve sermaye için meta üreten hizmet emeğine kadar genişletir. Dolayısıyla iki “hizmet biçimi” üretkenlik açısından taban tabana zıt konumdadır. Ancak, Smith, artı-değeri fiziki bir metada aradığı için hizmet üretimini üretken görmez.[40]
Poulantzas da; Smith ve bir bakıma fizyokratlarla aynı biçimde, artı-değeri cisimleşmiş fiziki bir ürün olarak tanımlama hatasına düşmüştür. Oysa artı-değeri fiziki bir ürünle tanımlamadığı gibi Marx, onu işçi ile kapitalist arasındaki ilişkisellik içerisinde ele aldı.
Poulantzas’ın işçi sınıfının üretken emekle ve tam da bu nedenle sanayi işçileri ile sınırlandırılması gerektiği yönündeki görüşü, Marx’ın üretken emeğe ilişkin bu yaklaşımını kavrayamayışıyla da ilgilidir.
Poulantzas, kavramın genişliğinden de faydalanarak hizmet sektörünün üretken olmadığını şu ifadelerle iddia eder:
“Üretken emek tanımında önemli olan unsur metadır (artı-değer); buna karşılık ticaret, bankalar, reklam ajansları, hizmet endüstrisindeki vs. ücretliler, üretken işçiler kategorisine dahil edilmez. Bunun nedeni, bu ücretlilerden bazılarının dolaşım alanına dahil olması ve geriye kalanların artı-değer üretmeyip yalnızca onun gerçekleşmesine katkıda bulunmasıdır.”[41]
Poulantzas dolaşım ve finans (ticaret, banka vb.) alanında yeni bir değer yaratılmadığı konusunda haklı. Ancak, hizmet üretimi sermayenin dolaşımı ile özdeşleştirilemez. Örneğin temizlik işi genel olarak “hizmet” endüstrisi kapsamındadır. Ancak “temizlik” işinin sermayenin dolaşımı ile doğrudan bir ilgisi yoktur. Eğer bir kapitalist tarafından “hizmet” metası üretmek üzere örgütleniyorsa, dolaylı da değil doğrudan üretimdir.
Bu makalede “hizmet sektörü” kavramı, çeşitli şerhlerle kullanılacaktır. Çünkü, burjuva iktisadı, “sanayi sonrası toplum” ve “bilgi toplumu” ideolojisi doğrultusunda hizmetler sektörünü alabildiğine abartarak, birçok sanayi alanını da hizmet sektörüne dahil etmektedir. Sanayi sonrası toplum çalışmalarından bu yana Ursula Huws’un “hizmetlerin yükselişine iman”[42] dediği kabul, iktisat ve çalışma ekonomisi literatürüne egemen olmuştur.[43]
Braverman’ın vurguladığı gibi, hizmetlerin titiz ve bilimsel tanımı istatistik kurumları ve iktisatçıların onu sıradan kullanma biçimlerine göre çok daha sınırlıdır. Örneğin, restoranda yemek yapmak, hazırlamak, toplamak, hizmet etmek, tabak çanak yıkamakta vb. harcanan emek, tıpkı bir imalat sürecinde istihdam edilen emek gibi elle tutulur bir üretimde bulunur ve artı-değer üretir. Tüketicinin/müşterinin restoranda bir masada oturması gerçeği, bu “hizmet” sanayisi ile imalat olarak sınıflandırılmış gıda-işleme sanayileri arasındaki farkı oluşturmakla birlikte, üretimin niteliğini etkilemez. Çamaşırhane işçileri, temizlik ve ütüleme dükkanlarındaki işçiler, otomobil tamir atölyeleri ve beyaz eşya, makine servis/tamir işlerinde çalışan işçiler, tıpkı imalat sanayinde çalışan birçok işçiyle aynı işleri yapan diğer işçi türleridir. Onlar, mesleki olarak da aynı biçimde sınıflandırılırlar, ancak istatistiklerde hizmet sektöründe yer alırlar. Ulaşım çoğunlukla hizmet sektörü olarak ele alınır, ancak üretim alanından tüketiciye ulaştırılması işlemi metanın üretim sürecinin doğrudan bir parçasıdır. Metanın mekanının değişmesi onun doğrudan fiziksel bir özelliğinin değişmesi anlamına gelir. Otellerde çalışan oda hizmetçileri, hizmet sektöründe sayılmalarına rağmen, anında tüketilen ve elle tutulamayan bir hizmetin ötesinde, dağıtılmış ve kirletilmiş bir odayı kullanılabilir hale getirerek cisimleşmesi bakımından somut bir üretimde bulunur. Kapıcı, hastane işçisi, gündelikçi, temizlikçi, bulaşıkçı vb. işlerin somut çıktılarına ilişkin çok daha fazla örnek verilebilir. Bu nedenle hizmet sektörü kavramı, bütün bu kayıtlar gözetilerek kullanılacaktır.[44]
Tartışmalı yönleri bir yana gerçekten de emeğin yararlı etkilerinin nesnede cisimleşmediği ve üretilen yararın anında tüketildiği hizmet sektörü denilen bir alan vardır. Eğitim, sağlık, eğlence, çocuk ve yaşlı bakımı vb. Buna rağmen Marx, hizmet endüstrisi içinde değerlendirilen bir çok alandaki faaliyetin de artı-değer üretebileceğini, bu alanda çalışanların üretken işçi olabileceğini ifade etmiştir. Çünkü, artı-değer üretimi, işin somut biçimi ile ilgili değildir. Kapitalist için, hizmet metası ya da ürün metası, fark etmez, önemli olan sermayesini genişletmek üzere meta üretimi ve bunun vasıtasıyla artı-değere el konulmasıdır.
Marx, hizmet sektörü kapsamındaki bir çok faaliyetin artı-değer ürettiğini doğrudan verdiği örneklerle açıklamıştır. Marx’ın verdiği üretken bir işçi olarak yazar örneği şöyledir:
“Örneğin Kayıp Cennet’in yazarı Milton, üretken olmayan bir işçidir. Öte yandan yayımcı için fabrika tarzında çalışan bir yazar ise üretken bir işçidir. Milton Kayıp Cennet’i, tıpkı bir ipek böceğinin ipek örmesi gibi, kendi doğasının eyleme geçmesiyle üretmiştir. O daha sonra ürününü 5 sterlinden satıp böylelikle bir tüccar durumuna geldi. Oysa yayımcısının emriyle kitaplar üreten (örneğin ekonomi-politikle ilgili özetler) Leipzig’li yazın proleteri neredeyse tümüyle üretken bir işçidir, çünkü onun üretimi sermaye tarafından devralınmıştır ve üretiminin amacı sermayeyi arttırmaktadır.”[45]
Şarkıcı örneği:
“Bir kuş gibi şarkı söyleyen şarkıcı üretken olmayan bir işçidir. Ama şarkısını para için sattığı oranda bir ücretli emekçi ya da tüccar olur. Ancak aynı şarkıcı ona para kazanmak için şarkı söyleten bir girişimcinin yanında çalışırsa o zaman üretken bir işçi olur; çünkü o doğrudan doğruya sermaye üretir.”[46]
Ve eğitimci örneği:
“Başkalarına eğitim veren bir öğretmen üretken bir işçi değildir. Eğer eğitim kurumunun sahibi olan girişimcinin yanında ücretle çalışıyorsa, diğer öğretmenlerle birlikte, emeğini bu girişimcinin parasını artırmak için kullanıyorsa, üretken bir işçidir.”[47]
Bu örnekler arttırılabilir. Poulantzas’ın, Marx’a atıfla, hizmet üretimini dolaşım alanına katan ve bu alanda çalışan emeği üretken işçilerin dışında tutan tespitleri açıkça yanlıştır. Marx, artı-değer üretimini şu ya da bu sektördeki ürüne bağımlılıktan çıkartarak, onu işçi ile kapitalist arasındaki sömürü ilişkisi temelinde ele almıştır.
Bu açık ifadelere rağmen Marx’a atıfla üretim sürecindeki emeğin özel bir türünün, mesela hizmet emeğinin hiçbir koşulda üretken olamayacağı biçimindeki tez yaygın bir kabul görmüştür.
Geçmişte, SSCB’de yapılan milli gelir hesaplarında da yanlış bir şekilde hizmetler sektörü tümüyle üretken olmayan sektör olarak değerlendirilmiştir. Buradaki karışıklık, metanın tanımından kaynaklanmaktadır. Sovyet istatistikçileri, metayı sadece elle tutulur fiziki bir ürün olarak değerlendirmiştir. Hizmet üretiminde, üretimi ve tüketiminin eş zamanlı olması nedeniyle ortaya somut, fiziksel bir ürün çıkmaz. Ama metayı tanımlayan temel unsur, fiziksel bir ürün olması değil, kullanım değeri ve değişim değerine sahip olmasıdır. Bu çerçevede, otel çalışanları, restoran çalışanları, temizlik şirketi çalışanları gibi hizmetler sektöründe çalışan emekçiler artı-değer ürettikleri için üretken emekçidir. Yine eğitim, sağlık gibi kamusal hizmetlerin özelleştirilmesi (ya da kısmen de olsa ve kamu kesimi tarafından sürdürüldüğü halde ticarileştirilmesi) ile birlikte, bu sektörlerde çalışan öğretmen, hemşire, doktor gibi çalışanlar da üretken emekçi haline gelmiştir.[48]
MARX, HİZMET ÜRETİMİNİ NEDEN HESAP DIŞI BIRAKTI?
Marx, başta en önemli eseri Kapital olmak üzere, kapitalist üretim tarzı analizlerinde hizmet üretimini hesap dışı bırakmış, sanayi üretimini merkezine almıştır.
Peki, hizmet sektörü denilen alanda artı-değer üretiliyorsa Marx neden sanayi sektörünü bütün çalışmalarında merkeze almıştır?
Marx, bunu yapmakta oldukça haklıdır. Çalışmalarını gerçekleştirdiği 19. yüzyılda genel olarak hizmet üretimi ve kapitalist bir meta olarak hizmet üretimi henüz çok sınırlı bir çerçevede gerçekleştirilmektedir. Bu alana kapitalist ilişkiler nüfuz etmiş değildir.
Kapitalist üretim tarzının çetrefilli konularını ele alan yüksek bir soyutlama düzeyinde ve analizin amaçları gereği; Marx, 19. yüzyılda oldukça küçük bir alanı kapsayan “kapitalist hizmet üretimi”ni göz ardı etmiştir. Tıpkı, gerekli emek zamanı, toplam toplumsal artı-değer, ortalama kar oranı gibi olguları ele alırken küçük meta üretimini hesap dışı bırakması, piyasada tam rekabeti varsayması gibi, kapitalist hizmet üretimini dikkate almamıştır. Marx, bunu birden fazla kez ifade etmiştir. Bunlardan birisi:
“Burada da kapitalist üretim tarzıyla ancak sınırlı bir dereceye kadar karşılaşılır ve bu etkinliğin doğası gereği, pek az alanda uygulanabilir. Örneğin eğitim kurumlarındaki öğretmenler, kurumun girişimcisi için yalnızca birer ücretli-emekçi olabilirler, İngiltere’de bu tür birçok eğitsel fabrika vardır. Gerçi öğrenciler söz konusu olunca, bu öğretmenler üretken emekçi değildirler; ancak kendi işverenleri söz konusu olduğunda üretken emekçidirler. O, kendi sermayesini onların emek-gücü ile değişir ve bu süreç aracılığıyla kendini zenginleştirir. Tiyatrolar, eğlence yerleri vb. için de durum aynıdır. Bu durumda, aktör, kamu karşısında bir sanatçı olarak davranır, ama kendi işvereni karşısında o bir üretken emekçidir. Kapitalist üretimin bu alandaki bütün görünümleri üretimin tümü içinde o kadar önemsizdir ki, bütünüyle hesap dışı tutulabilir.”[49]
- yüzyılda hizmet sektöründe doğrudan artı-değer üretimi, kapitalist üretimin geneli içerisinde “o kadar önemsizdir ki, bütünüyle hesap dışı tutulabilir”di. Başka bir yerde:
“Genelde, işçiden ayrılabilir ürünler şeklinde değil, hizmetler şeklinde tüketilen, dolayısıyla da işçiden bağımsız metalar olarak var olamayan bu iş çeşitleri, yine de doğrudan kapitalist anlamda sömürülebilirler. Bu iş türleri, kapitalist üretimin hacmiyle karşılaştırıldığında devede kulak kalırlar. Dolayısıyla bunları tümüyle gözardı edebiliriz”[50]
Marx, “kapitalist üretimin bu alandaki (hizmetler) bütün görünümleri”nin üretimin tümü bakımından “bütünüyle hesap dışı tutulabilir” düzeyde olmasına dikkat çekmiştir. Durum, bu yönüyle, bugün için elbette belirli biçimde değişmiştir. Bugün, “bu görünümler” daha belirgin biçimler alarak, artık dikkate alınmayı zorunlu kılar şekilde yaygınlık göstermektedir.[51] Kapitalist metalaşma hizmet üretimine de nüfuz etmiştir.[52] Dolayısıyla artı-değer, değişen sermaye, kâr oranı gibi çeşitli ulusal hesaplamalarda kapitalist hizmet üretimi hesaba katılmalıdır.
Poulantzas’ın basit bir hatası mı?
Marx, hizmet üretimini kapitalist değer üretimi açısından gözardı edebiliyorsa, Poulantzas’ın hizmet endüstrisinde artı-değer üretilmediği iddiası basit bir hata olarak görülemez mi?
Hayır, görülemez.
Çünkü, Marx, hizmet üretimini gözardı ederken ele aldığı analiz düzeyi ve teorik amacı ile Poulantzas’ınki tamamen farklıdır. Marx, kapitalist üretim tarzının, ücretli emeğin sömürüsü temelinde gelişen sermaye birikimine dayandığını kanıtlamak istiyordu. Bu nedenle kapitalist ilişkilerin büyük ölçüde egemen olduğu sanayi üretimini merkezine aldı. 19. yüzyılda hizmet üretimi henüz oldukça küçük bir alanı kaplıyordu ve bu kadarıyla bile kapitalist ilişkiler nüfuz etmemişti. Marx, bu nedenle hizmet üretimini hesap dışı tutmuştu.
Poulantzas’ın, hizmet üretiminin üretken olmadığını ifade ederkenki amacı ise, işçi sınıfının güncel bir tanımını yapmaktır. Marx’ın soyutlama düzeyinde değildir. Doğrudan kapitalist toplumsal formasyon düzeyinde işçi sınıfının varlığını sorgulamaktadır. Tam da bu noktada, neredeyse işçi sınıfının yarısına varan işçi kitlesini, hizmet endüstrisinde çalıştığı ve artı-değer üretmediği iddiasıyla işçi sınıfının dışında, “yeni” küçük burjuvazi olarak tanımlamaktadır. Bu tamamen yanlış bir tespittir.
20 ve 21. yüzyılda kapitalizm toplumsal yaşamın tüm alanlarına nüfuz ederken konumuz açısında iki ana etken daha görünür olmuştur. İlki; özellikle İkinci Dünya Savaşı’nın ardından işçi hareketi ve sosyalizmin baskısıyla yaşama geçirilen “sosyal devlet” uygulamaları ile eğitim, sağlık, sosyal güvenlik, kamusal sanatsal üretim alanları ve çocuk bakımı gibi hizmetler genişlemiş, bu alanlardaki istihdam, önceki yüzyılla kıyaslandığında kat be kat artmıştır. İkincisi, 1970’li yılların ikinci yarısından itibaren yaşama geçirilen neoliberal politikalarla birlikte bu alanlar sermaye yatırımına açılmış, özelleştirilmiş ya da özel sektörün ilkeleri ile yeniden organize edilmiştir. Böylece hizmet sektörü içinde tarif edilebilecek eğitim, sağlık, sosyal güvenlik, sanatsal faaliyetler, eğlence vb. alanlar hem sermaye için önemli artı-değer üretimi ve yatırım alanları haline gelmiş hem de işçi sınıfının önemli bir kısmı bu işlerde istihdam edilmiştir.
İktidarların ve egemen sermaye gruplarının 40 yıldır kamu hizmetlerinin özelleştirilmesi için gösterdiği çaba, düşen kâr oranları ve sıkışmışlık karşısında sermayeye yeni yatırım ve artı-değer üretim alanları açmak içindir. Bu amaç göz ardı edildiğinde, neoliberal politikalar, sadece devletin üzerindeki maliyet yükünün azaltılmasına indirgenmiş olur ki; sermayenin yeni kâr alanları yaratma ısrarı anlaşılamaz.
Burada, konumuzun dışında olmakla birlikte üç not düşmekte fayda var: Birincisi; 19. ve 20. yüzyılın ilk yarısında, işçi sınıfı partilerince, sanayinin artı-değer üretiminin esası olarak görülmesi, buradaki iktisadi tartışmalar bir yana, yanlış değildi. Kamu hizmetlerinin yaygınlaşması (İkinci Dünya Savaşı sonrası) ve esasen de özelleştirilerek artı-değer üretimin önemli bir alanı haline gelmesi (1973-74 krizinin ardından) görece yeni bir olgudur. Bu açıdan, tarihe dönüp komünist partilerin “büyük yanlışlar yaptıkları” gibi bir sonuç çıkarmak yeni türden bir dogmatizm olacaktır. Çünkü, Marx’ın bizzat ifade ettiği gibi hizmetler alanında artı-değer üretiminin henüz “önemli” boyutlarda olmadığı ve “bütünüyle hesap dışı tutulabilir” bırakıldığı bir dönemdir.
O halde, hizmet işleri, daha eski zamanlar bir yana, kapitalist çağ boyunca toplumsal iş bölümünün önemli bir parçası olmuş, ancak yakın zamana kadar onun üretken ya da “kârlı” bir parçası olmamıştır.[53]
İkincisi, hizmetler alanında artı-değer üretiminin sermaye açısından da önem kazanan bir alan haline gelmiş olması, tek başına olmasa bile esas olarak iktisadi alana ilişkin bir analiz açısından anlamlıdır. Burjuva “hizmet sektörü” kavramı finans, sigortacılık, perakende ticaret vb. üretken olmayan alanları da içermekle birlikte yine de iktisadi değer, artı-değer, kâr, sömürü oranı gibi ulusal hesaplamalarda dikkate alınmak durumundadır. Ancak, hizmet sektöründeki büyümenin toplumsal “zenginleşmenin” sonucu olduğunu, esas olarak maddi malların üretimine bağlılığını, sanayi ve tarımsal üretim olmadan hizmetlerin bu düzeyde gelişemeyeceğini akıldan çıkarmamak gerekir.[54] Yine günümüz sermaye ilişkileri ve egemenliğinde sanayi üretiminin kritik/stratejik konumunu göz önünde bulunmak gerekir.
Üçüncüsü; Marx’ın hizmet sektöründe artı-değer üretimine ilişkin vurgularından başlı başına mekanik ya da ekonomik indirgemeci bir stratejik sonuç çıkarmak doğru değildir. Üretken emek ayrımı; artı-değerin kaynağı, üretimi ve paylaşımının analizinde işlevlidir. Doğrudan politik sonuçlar çıkarmak için değil.[55] Örneğin Türkiye’de hizmet sektöründeki üretim ve işçi mücadelesi önemli olmakla birlikte, işçi hareketinin kapitalist sınıfa karşı hala esas kaynama ve örgütlenme noktaları sanayi havzaları ve fabrikalardır. Çünkü işçilerin, sömürü ile direk yüzleştikleri, ellerinin arasından çıkan ürünün doğrudan sermayenin genişlemesine, kendilerinin yoksullaşmalarına neden olduğunun en açık biçimleriyle ortada olduğu; kimi işyerlerinde binlerce işçinin, havzalarda on binlercesinin bir arada bulunduğu sanayi işletme ve havzaları; örgütlenme ve sınıf mücadelesi açısından da stratejik önemdedir. Hizmet sektöründeki işçi grupları çok parçalı olmakla birlikte henüz bir sınıf olarak mücadele etme geleneğinde zayıflıklar vardır. Ancak hastane işçilerinin mücadelelerinde görüldüğü gibi bu alanda da deneyim biriktirilmektedir. Bu değerlendirme hizmet sektöründeki işçi mücadelelerinin önemsiz olduğu anlamına gelmez. Ama işyerinin mekansal koşulların işçi mücadeleleri üzerinde sınıfsal olmasa da kültürel ve ideolojik bir etkisi söz konusudur.
Burada, şimdiye kadar ele aldığımız konulara dayanarak, başta sorulması gereken soruyu daha güçlü bir şekilde sorabiliriz:
Üretken olmayan ve ücret yoluyla istihdam edilen emekçilerin, işçi sınıfının dışında tanımlanması doğru mudur?
İŞÇİ SINIFI VE ÜRETKEN OLMAYAN BÖLÜĞÜ
İşçi sınıfını üretken sanayi işçileri ile sınırlayan Poulantzas’ın hiçbir somut dayanağı yoktur. Üretken ve üretken olmayan emek ayrımı, sınıf ayrımı açısından hiçbir önem taşımaz. İşçi sınıfını tanımlayan temel olgu emek gücünü satmak zorunda olmasıdır. Üretken ya da değil, işçi sınıfının her iki bölümü de üretim araçlarından yoksundur ve emek gücünü bir proleter olarak satmak durumundadır.[56] Poulantzas, kanıtlanması gereken bir iddiayı, sadece öyle olduğunu varsayarak kesin bir şey gibi sunuyor. Bunu bu kadar kolay yapmasında iki etkenden bahsedilebilir:
İlki; 1960 ve 70’li yıllarda başta Fransa ve İtalya olmak üzere Avrokomünist partiler; işçi sınıfını üretken sanayi işçileri ile tanımladı. Böylece işçi sınıfı o kadar küçük bir toplumsal kesimi temsil eder oldu ki, ittifaklar en temel tartışma konusu haline geldi. Poulantzas, Avrokomünist partilerin bu genel yaklaşımını benimsedi. Onlarla polemik ve itirazları paylaştığı zeminin sınırlarını aşamadı.
İkincisi; özellikle 1960’lı yıllarda gelişen post-endüstriyel ve post-kapitalist toplum teorileri, geleneksel işçi sınıfının evrensel bir sınıf olma hüviyetini yitirdiği ve giderek marjinalize olan bir azınlık haline geldiğini savundu. Buna göre; sanayi sektöründe istihdam göreli olarak daralıyor, hizmet sektöründe yeni bir hizmet sınıfı ya da bilimsel teknik gelişmelere hakim teknokrat bir sınıf gelişiyordu.[57] Gelişen “hizmet sektörü” ve profesyonel meslek gruplarının nasıl tanımlanacağı yoğun bir tartışma konusu oldu.[58] Marksizme yönelik en yaygın eleştiri de; onun temel dayanağı olan işçi sınıfının giderek küçülen bir grup olduğu kabulüydü. Poulantzas bu zemini benimsedi ve Marksizme mal etmeye çalıştı.
“Bilgi toplumu”, “enformasyon toplumu” ve “post-kapitalizm” teorileri; yeni teknolojik gelişmelerle “sanayi sonrası” bir topluma geçildiği ve kapitalizmin aşıldığını öne sürdü[59]. Yeni toplumda işçi sınıfının marjinal bir kategori haline geldiğini vurgularken işçi sınıfını üretken sanayi emeğiyle eşitleyen yaklaşımı temel aldı. Marksizm’in modası/çağı geçmiş bir düşünce biçimi olduğu iddiasını da, birçok iddia ile birlikte esas olarak işçi sınıfının bu küçültülmüş ve çarpıtılmış resmine dayandırdı. Bu tablonun, Marx’ın birçok yerde[60] dile getirdiği toplumun sınıfsal olarak kutuplaşacağı öngörüsüne uymadığı iddia edilirken, toplum giderek “orta sınıf ” ya da “tüketim toplumu” olarak tarif edildi.
İkinci Dünya Savaşı’nın ardından Batı Avrupa’da “sosyal devlet” uygulamaları ile kamu ve hizmet sektörü hızlı bir genişleme dönemine girdi. Üretim teknolojisindeki gelişmelerle bazı profesyonel meslek grupları kitleselleşti. Ürünlerin pazarlanması, tanıtımı ve bir ihtiyaç olarak dayatılması ayrıca kritik bir iş sahası halini aldı. Böylece “beyaz yakalı”, “büro çalışanı” ya da profesyonel meslek sahipleri giderek kitlesel bir karakter kazandı.[61]
Peki; hizmet ve çeşitli üretken olmayan sektörlerde çalışan emekçiler işçi sınıfı içinde mi yoksa dışında mı tanımlanacaktı? İşçi sınıfının tamamen dışında olduğunu düşünen teorisyenler için bu kesimler “orta sınıf” ya da onun türevleriydi: yeni orta sınıf[62], profesyonel-yönetici sınıf[63] veya çelişkili sınıf mevkileri[64] gibi. Poulantzas’a göre ise, “yeni küçük burjuvazi”.[65]
***
Poulantzas’ın yaklaşımı, işçi sınıfını toplumun küçük bir azınlığını olarak gördüğü ve post-kapitalist yazarlarla “orta sınıf toplumu” imajını paylaştığı için eleştirilmiştir. Örneğin Erik Olin Wright, 1969’da ABD’de yapılan bir araştırmanın sonuçlarını Poulantzas’ın işçi sınıfı tanımı uyarınca tasnif etti. Buna göre; nüfusun yüzde 20’sinden daha azı işçi sınıfı, yüzde 70’i kadarı da küçük burjuvaziden oluşmaktadır. Böylece Wright, Poulantzas’ı, işçi sınıfını toplumun küçük ve etkisiz bir azınlığına indirgemekle eleştirdi.[66] Poulantzas’ın cevabı ise şu oldu:
“Onlar, önerdiğim Marksist sınıf tanımını kullanıp bunu ABD’ye uygularsak, işçi sınıfının, nüfusun yüzde yirmisinden daha azını oluşturduğu sonucunu çıkaracağımız gerçeğine dikkat çekmişlerdir. Bu savı irdeleyelim. Birincisi; çağdaş kapitalizmde yalnızca her bir tikel toplumsal formasyona değinerek sınıflardan bahsedemeyeceğimizi düşünüyorum. Emperyalist bağlamı her zaman hesaba katmalıyız. Dolayısıyla işçi sınıfı meselesi ve Amerikan sermayesine tabi olan işgücü, yalnıza ülke içindeki işgücü ile alakalı değildir. Amerikan sermayesi için çalışan işçi sınıfının aynı zamanda örneğin Latin Amerika’daki Amerikan şirketleri için çalışanları da kapsadığını kabul etmeliyiz. Dolayısıyla işçi sınıfının sayısal boyutuna dair mesele, özellikle emperyalist ülkeler söz konusu olduğunda, sadece ulusal bağlamda değil, aynı zamanda daha emperyalist bir bağlamda değerlendirilmelidir.”[67]
Bu savunma Poulantzas için açık bir yenilgidir. Eleştiri karşısında konuyu değiştirmekte, soruya cevap vermekten kaçınmaktadır. Poulantzas’a yapılan eleştiri; uluslararası ölçekte Amerikan sermayesine tabi olan işçilerin sayısı ya da oranına ilişkin değildir. ABD sınırları içerisinde işçi sınıfının toplumun küçük bir azınlığı (yüzde 20’den azı), orta sınıfların ise toplumun büyük bir çoğunluğu (yüzde 70’ten fazlası) olarak tanımlanmasınadır. Poulantzas’ın yöntemine göre işçi sınıfı sadece ABD’de ya da herhangi bir emperyalist ülkede değil dünyanın tamamında oldukça küçük bir azınlıktır. Ve dünya kapitalizmi, başta erken kapitalistleşmiş ülkeler olmak işçi sınıfının değil “orta sınıf”ların çoğunluğunu oluşturduğu toplumlardır. Bu tam da Amerikan sosyolojisinin ABD’nin ve genel olarak kapitalist toplumun çoğunluğunun “orta sınıf”tan oluştuğu, işçileşmenin yerini “orta sınıf”ta toplanmanın aldığı iddiasının Marksist bir retorikle tekrar edilmesidir.
Günümüzde de Poulantzas’ın yöntemi ile işçi sınıfı sadece üretken sanayi işçileri ile sınırlanacak olursa, 2014 yılı verilerine göre ABD’de işçi sınıfı, toplam istihdamın sadece yüzde 15,8’ini, yani 6’da birinden daha azını oluşturmaktadır. Aynı hesaba göre toplam istihdam içinde işçi sınıfının oranı[68] Almanya’da yüzde 32,7; İspanya’da yüzde 25; Büyük Britanya’da yüzde 23,5; Rusya’da 27,1; Türkiye’de yüzde 28,2;[69] Brezilya’da yüzde 22,4’tür. Bütün bu ülkelerde Poulantzas’ın analizine göre işçi sınıfı azınlıktır.
Sadece bu tablo bile, Poulantzas’ın analizinin bir “orta sınıf toplumu”nu tarif ettiğini göstermektedir.
Bu noktada; Karahanoğulları’nın üretken olmayan emeğin ele alınışına ilişkin uyarısı; Poulantzas’ın üretken olmayan emek ayrımını bağlamından kopartarak sınıfsal ayrımın temeli haline getirmesi için de uygulanabilir:
“Kapitalist yeniden üretimin, sadece iktisadi bir süreç olmadığı, aynı zamanda toplumsal ve siyasal bir süreç olduğu açıktır. Analitik tanım, iktisadi süreçlerinin analitik irdelenmesini sağlayacaktır. Tanımı bu haliyle alıp politik mücadele sorunsalı için kullanmak soyutlama-sorunsal uzlaşmazlığı yaratacaktır. Bu tanım kapitalist yeniden üretimin iktisadi boyutuna dairdir. Kâr oranlarının, büyümenin, iktisadi bölüşüm çerçevesinin ve krizlerin analizi için uygun bir zemin sunar. Politik düzeyin irdelenmesi başka bir sorunsaldır ve başka bir soyutlama gerektirir. İktisadi bir sorunsalın soyutlamasını politik sorunsal için kullanmak yanlış olacaktır.”[70]
Bu önemli uyarıda ifade edildiği gibi; Poulantzas’ın üretken olmayan emek ayrımını sınıfların belirlenmesinde kullanması bir soyutlama-sorunsal uzlaşmazlığı yaratmaktadır. Bu ayrımın, neden sınıfsal bir bölünmenin esası olarak kabul edilmesi gerektiği, Poulantzas tarafından hiçbir zaman açıklığa kavuşturulmadı. Tıpkı “mavi yakalı” işçi sınıfı gibi bu grupların da üretim araçlarından bütünüyle yoksun oldukları, onların da sermayenin artı-değer üretmesini olmasa bile ama kâr elde etmesini sağladıkları, böylece bir emek fazlası yarattıklarını, hatta çalışmanın örgütlenmesi sürecinde işçi sınıfı için geçerli olan kapitalist birikim zorlamalarının (çalışmanın ‘rasyonelleştirilmesi’, bölünmesi ve disiplin) onlar için de aynen geçerli olduğu gerçeğini göz ardı ediyor. Sömürüye dayanan toplumsal üretim ilişkilerinin yerine neden üretken ve üretken olmayan emek ayrımının konulduğu aydınlatmıyor. Bu, büyük ölçüde keyfi ve kısır bir tutum gibi görünüyor.[71]
Aslında, üretken olmayan işçilerin işçi sınıfının dışında tutulmasında; Poulantzas’ın başta ifade ettiğinin aksine “ekonomik” düzeyin pek de yeterli ve gerekli olmadığı çok geçmeden anlaşılıyor. Çünkü, Poulantzas tutarlı olup analize “ekonomik” dediği düzey ile başlayacak olsa bile; başka nedenlerden dolayı önemli olan üretken-üretken olmayan emek ayrımı ile değil, sömürüye dayalı toplumsal üretim ilişkilerinden başlamalıydı. Marksizmdeki “ekonomik düzey” vurgusu, gelir, piyasa fırsatları, işyerinde konum ya da üretken emek gibi ayrımlara değil toplumsal üretim ve sömürü ilişkilerine işaret etmektedir. Bu açıdan Poulantzas’ın analizinde “ekonomik” belirleme etkisiz olduğu gibi keyfidir de.
Zaten, sınıfları “üretkenlik” temelinde ayrıştırıyor gibi gözükse de, Poulantzas üretken olmayan hizmet işçileri, mülk sahibi küçük üretici ve üretken kafa emekçilerini de kapsayan ve bütün bu farklı ekonomik konumları tek bir sınıfta (küçük burjuvazi) toplayan bir sınıfsal bölünme kıstasına sahiptir. Bütün bu farklı konumları bir araya getiren ve işçi sınıfından ayıran politik ve ideolojik bölünmedir. Bu, Poulantzas’ın sınıf analizinin ikinci adımında yer alan ama “ekonomik” olduğunu iddia ettiği düzeyi bastıran ve tüm analize yayılan “politik ideolojik” düzeyin başatlığı fikrinin bir yansımasıdır.[72]
Artı-değer üreten ve üretmeyen “hizmet” işçileri
Hizmet sektöründe çalışanlar ve sanayi sektöründe çalışsa da profesyonel meslek sahibi kafa emekçileri, yani 1970’lerin tartışma konusu olan gruplar, Poulantzas’a göre tamamen işçi sınıfının dışındadır. Poulantzas’ın “hizmet sektörü”nde çalışanları işçi sınıfının dışında tanımlamasının temel nedeni, Marx’a atıfla yanlış bir biçimde bu alanı tamamen “üretken olmayan” görmesidir. Hizmet sektörü olarak tanımlanan işlerdeki işçilerin bir kısmının üretken olduğu yukarıda ifade edildi.
Bununla birlikte, hizmet sektöründe istihdam edilen işçilerin üretken olup olmadıklarından bağımsız olarak onların işçi sınıfının parçası olduğu söylenebilir.[73]
Üretken ya da üretken olmamak işçi sınıfı tanımının konusu değildir. Ancak bu bölümde, Poulantzas’ın içine düştüğü çelişkiyi göstermek adına, hizmet sektöründe yer alan ve artı-değer üreten emekçi gruplarına özel olarak değinilecektir.
Poulantzas analizinde hizmet emeğinin tamamını işçi sınıfı dışında bırakır. Ayrıca doğrudan sanayide istihdam edilen ve Poulantzas’ın da üretken olduklarını kabul ettiği kafa emekçileri, ona göre, “yeni” küçük burjuvazinin üyesidirler. Altına çizelim; Poulantzas, sanayi üretiminde çalışan kafa emekçilerinin üretken olduğu kabul ederken, onları “yeni küçük burjuvazi”ye dahil eder.[74]
Eğer hizmet sektöründeki üretken işçiler ve sanayi sektöründeki mühendis, teknisyen gibi üretken kafa emekçileri, işçi sınıfı kapsamı dışında tutulacaksa ve Poulantzas’ın yaptığı gibi “yeni küçük burjuvazi” olarak tanımlanacaksa, artı-değer üretiminin işçi sınıfı dışındaki toplumsal sınıflar tarafından da gerçekleştirilebileceği varsayılmış olur. Bu durumda “orta sınıflar”ın sermaye birikiminin ihtiyaç duyduğu artı-değeri ürettiği iddia edilmiş demektir. Bu kapitalizm içerisinde, artı-değer üretimi ve sömürüsü dolayısıyla temel iki sınıftan birisi olarak tanımlanan işçi sınıfının stratejik konumu ve öneminin reddi anlamına gelir. Poulantzas’ın önermeleri, kendi dayanağı olduğunu iddia ettiği değer teorisi, dolayısıyla bu teorinin bileşeni olan “üretken emek”, “artı-değer” gibi kavramların üzerine kurulduğu temellerle çelişki halindedir.
Poulantzas’ın bir diğer çelişkisi de gerçekten üretken olmayan emekçiler örneğinde görülebilir. Çevre temizliğinin ücretsiz bir kamu hizmeti olarak sunulduğu bir belediyede çalışan kadrolu temizlik işçisi, üretken olmadığı gerekçesiyle Poulantzas için işçi sınıfına dahil olmayacaktır. Böylece belediyelerin, kaldığı kadarıyla, henüz özelleştirilmemiş ya da taşeron şirketlerin girmediği alanlarda çalışan asfalt, imar ve fen işleri, kreş, temizlik, çevre düzenlemesi gibi işlerde, çoğunlukla kol emeği ve ağır iş koşullarında çalışanlar, işçi sınıfının değil, artı-değer üretmedikleri gerekçesiyle “yeni küçük burjuvazi”nin üyesidir.
Daha klasik bir örnek verilecek olursa: bir devlet madeninde çıkartılan kömürün halka ücretsiz olarak dağıtıldığını düşünelim. Bu koşullarda bu madenden çıkartılan kömür piyasaya meta olarak sunulmayacak ve artı-değer üretilmeyecektir. Artı-değer üretilmediği için madende çalışan işçiler, Poulantzas’ın kriterlerine göre işçi sınıfının bir parçası olamayacaktır. Ya da ordu için silah ve diğer saldırı araçlarının üretildiği bir devlet fabrikasındaki işçiler, üretilen silahlar piyasada satılmayıp doğrudan devlet tarafından alındığı için, işçi sayılamayacaktır. Bu örnekler; Poulantzas’ın işçi sınıfını sermaye için üretkenlikle tanımlayan yaklaşımının mantıksal uzantısı olup, onun gerçek dışılığını göstermektedir.
***
Poulantzas’ın hizmet sektörü, büro emeği ve “beyaz yakalı” işçilerin küçük burjuvazinin “yeni” üyeleri olduğu iddiası, bu alanlardaki işgücünün tarihsel gelişim ve eğilimleriyle de çelişmektedir. 19. yüzyıldaki nispeten ayrıcalıklı iş alanları, bu sektörlerdeki işgücünün kitleselleşmesi, halk eğitimin yaygınlaşması, hizmet sektöründeki mekanizasyon ve Taylorizm ile sanayi işçileri karşısındaki ayrıcalıklarını kaybetmişler, hatta onların altında ücret ve ağır baskı koşulları ile karşı karşıya kalmışlardır.
Tıpkı zanaatçı vasıflarına sahip işçilerin giderek vasıfsızlaşmasında olduğu gibi, Marx’ın bu tür işçilerin de ayrıcalıklarını kaybedecekleri biçimindeki öngörüsü, günümüzdeki proleterleşme tartışmaları açısından oldukça önemli. Bu işler için “gerekli eğitim, ticari bilgi, yabancı dil vb. bilim ve halk eğitimindeki gelişmeyle birlikte gitgide daha hızlı, kolay, yaygın ve ucuz bir biçimde yeniden üretildikçe” bu niteliklerin edinilmesi kolaylaşır ve bu nitelikleri edinebilenlerin sayısı artar. Elbette bunun için ekonomik bir kapasitenin de yaratılması gerekir ki, kapitalist üretim geliştikçe artı-değerin gerçekleşmesini sağlayacak üretken olmayan sektörler de giderek gelişir. Bu istihdamı “eskiden bu işlere giremeyen ve daha düşük bir yaşam düzeyinde bulunan sınıflardan sağlama olanağı” ortaya çıkar. Böylece “emeğin kapasitesi artığı halde bu işçilerin ücretleri düşer.”[75]
Örneğin erken dönem kapitalist işletmelerde sınırlı sayıda istihdam edilen büro çalışanı, işverene yakın bağlara sahip olan ve özel ayrıcalıklar edinen, kayrılmış bir katmandı. Kapitalistin satışlarını, muhasebesini, spekülatif ve maniplatif görevlerini yerine getirmek üzere çalışanlar, işçilerden farklı olarak sermayesinin korunmasına ve genişlemesine, sermaye halinde yardımcı olanları temsil ediyordu. Sermayenin defterlerini tutan, ürünlerini satan, onun adına dış dünya ile müzakerelerde bulunan ve genel olarak sırlarının, umutlarının ve planlarının sırdaşı olan az sayıdaki kimse, aslında ücretli olsalar bile doğrudan işçilerin sömürülmesine yardımcı olma işlevine sahipti.[76]
Ancak bu ilişkilerde köklü değişimler meydana geldi. Sermaye ile yakından bağlantılı olan üretken olmayan faaliyetler, ayrıcalıklı işler olmaktan çıkarak şirket faaliyetinin çeşitli bölümleri, hatta kendi başlarına ayrı ve bütünsel kapitalist sanayiler olmaya doğru evrildi. Kapitaliste yakından bağlantılı bireysel memurun yerini şefler alırken, çeşitli kırtasiye işleri, planlama, takip, denetim, insan kaynakları vb. işler kitlesel bir işgücü ile karşılık bulan departmanlara bölündü. Bu departman ya da bölümlere eski ayrıcalıklı memurla ilgisi kalmayan, koşulları giderek üretim işçisine benzeyen işçiler doldu. Teknik araçlardaki gelişmeler bu alanlardaki işleri giderek mekanize etti ve vasıfsızlaştırdı. Erken dönem kapitalist dönemde ayrıcalıklı orta sınıf ya da kapitalistle özdeşleştirilen büro işçilerinin sayıları olağanüstü artarken eski ayrıcalıklarını kaybetti.[77]
ABD’de 1870 nüfus sayımında, kırtasiyecilikle ilgili işlerde, “kazançlı işçilerin” yüzde 0.6’sına denk gelen 82 bin büro çalışanı tespit edilmişti. Büyük Britanya’da 1851 nüfus sayımında bu oran tüm kazançlı işçilerin yüzde 0.8’i idi ve büro çalışanlarının sayısı 70 bin ila 80 bin arasındaydı. Yüzyıl dönümünde büro işçilerinin çalışan nüfus içindeki oranı Büyük Britanya’da yüzde 4’e, ABD’de yüzde 3’e yükseldi. 1961 nüfus sayımına göre Britanya’da meslek sahibi nüfusun yüzde 13’üne yakınını oluşturan yaklaşık 3 milyon büro çalışanı vardı. ABD’de ise 1970’te büro işi sınıflandırması, kazanç getiren meslek sahiplerinin yüzde 18’ini oluşturan 14 milyonu aşkın işçiye ulaştı. ABD’de Mayıs 2015’te 141 milyon 494 bin toplam istihdamın yüzde 15,4’üne karşılık gelen 21 milyon 846 bin büro çalışanı bulunuyor[78]. Ortalama bir işçiden daha düşük ücret alıp daha uzun süre çalışmak zorunda kalan sekreter, muhasebeci, kasiyer, veznedar, yazıcı, finansçı, insan kaynakları görevlisi, veri girişçisi gibi meslek sahipleri “beyaz yakalı” olarak tanımlandı. Post-kapitalist kuramcılar 1970’li yıllarda bu “beyaz yakalıları” yeni bir “hizmet sınıfı”nın doğuşu olarak alkışladı. Ancak doğan, eski ve az sayıdaki patronun ayrıcalıklı çalışanı değil, çalışma düzeni tıpkı üretim sürecindeki gibi rasyonalize edilen, üretim araçlarının sahibi olmadığı gibi kapitalistin baskı ve denetimi altında çalışmak zorunda kalan işçi sınıfı tabakalarıydı.[79]
Benzer rakamsal artışlar mühendis, doktor, teknisyenler vb. profesyonel meslekler için olduğu kadar hizmet sektörünün temizlikçi, bakıcı, garson vb. vasıfsız meslekleri için de verilebilir.
Ticari işçiler
Parakende, toptan ticaret ya da finans gibi sektörlerde çalışanlar, meta üretmeyip üretilmiş bir metanın para ile değişimine ya da bunun türev işlevlerine aracılık eden işçilerdir. Artı-değer üretmeyen bu işçiler, üretim alanlarında üretilmiş metanın paraya dönüşmesini, dolayısıyla artı-değerin gerçekleşmesini sağlar. Artı-değer paraya çevrilip gerçeklenmediği sürece yeniden sermaye birikiminin bir unsuru haline gelemez. Ticari ya da finansal alanda artı-değer üretimi olmadığı için, bu alanda yatırım yapan sermaye, başka bir alanda (üretim sektörlerinde) üretilmiş toplam toplumsal artı-değer havuzundan, kendi sermaye büyüklüğüne oranla (ortalama kâr oranı) pay alır. Bu sermaye için çalışan emekçilerin ücretleri de, kendileri üretken olmadığı için yine üretken alanda üretilen artı-değerden karşılanır. Bunun aksi yönde bir iddia, ticaretin değer yarattığı anlamına gelir ki, ticarette bir taraf gerçekten kazançlı çıksa da diğer taraf kaybettiği için yeni bir değer üretimi söz konusu değildir.[80]
Marx için bu alanda çalışanların işçi sınıfının bir parçası olduğu konusunda herhangi bir şüphe ve tartışma söz konusu değildir. Bu işçilerin farkı artı-değer üretmiyor oluşlarıdır, ki bu işçi sınıfının tanımına ilişkin bir unsur değildir. Kapital’in Üçüncü Cildinde bu konuyu ele alan Marx, kendi sorduğu “Ticari kapitalist tarafından, burada tüccar tarafından çalıştırılan, ticari ücretli işçilerin durumları nedir” sorusuna iki açıdan yanıt vermiştir:
“Sanayi sermayesi ile tüccar sermayesi, dolayısıyla sanayici kapitalist ile tüccar arasında bulunan aynı ayrımı, onunla doğrudan doğruya sanayi kapitalisti tarafından çalıştırılan ücretli işçi arasında da ayrım yapmak zorundayız. Tüccar, sırf bir dolaşım aracı olarak ne değer ne de artı-değer üretmediğine göre (…) tüccar tarafından bu aynı işlevlerde çalıştırılan ticaret işçilerinin de, onun için doğrudan doğruya artı-değer üretmeyecekleri sonucu çıkar.”[81]
Marx açısından ayrım budur: ticari işçinin artı-değer üretmemesi. İşçi sınıfının bir parçası olması konusunda ise herhangi bir tereddüt yoktur:
“bu gibi ticaret işlerinde çalışanlar, diğerleri gibi ücretli işçilerdir. Her şeyden önce, bunların emek gücü, gelir olarak harcanan parayla değil, tüccarın değişen sermayesi ile satın alınmıştır ve dolayısıyla bu güç, özel hizmetler için değil, kendisine yatırılan sermayenin değerinin genişletilmesi amacıyla satın alınmıştır. Sonra, onun da emek gücünün değeri ve şu halde ücreti, diğer işçilerinki gibi belirlenmiştir, yani emeğin ürünü ile değil, onun özgül emek-gücünün üretim ve yeniden üretim maliyeti ile belirlenmiştir.”[82]
Analizinin ilerleyen bölümünde Marx, ticari işçinin, işçi sınıfının bir bileşeni olarak özelliklerini saymaya devam eder:
“Ticari işçi doğrudan doğruya artı-değer üretmez. Ama emeğinin fiyatı emek-gücünün değeriyle şu halde bunun üretiminin giderleriyle belirlenir, oysa, bu emek-gücünün uygulanması, kullanılması, enerji harcaması, aşınıp yıpranması, öteki bütün ücretli emekçilerde olduğu gibi, hiçbir şekilde değeriyle sınırlı değildir. Bu nedenle de, ücreti, gerçekleşmesinde kapitaliste yardım ettği kâr kitlesi ile zorunlu bir orantı içinde değildir. Kapitaliste neye malolduğu ile, onun için neler sağladığı, iki ayrı şeydir. Doğrudan doğruya artı-değer yaratmaz, ama karşılığı ödenmeyen emek harcaması ölçüsünde, artı-değeri gerçekleştirme giderini azaltması için ona yardım ederek, kapitalistin gelirini artırır.”[83]
Görülebileceği gibi Marx için ticari işçinin üretken olmaması dışında onu işçi sınıfından ayıran, küçük burjuvazi gibi başka bir sınıfa dahil eden hiçbir durum söz konusu değildir. Burada konumuzla ilgili olmamakla birlikte Marx, ticari işçilerin 19. yüzyıla ilişkin bir özelliğine dikkat çekiyor:
“Sözcüğün gerçek anlamında ticari işçi, emeği vasıflı emek olarak sınıflandıran ve ortalama emeğin üzerinde sayılan, daha yüksek ücret alan ücretli işçi sınıfı içine girer.”[84]
Ancak Marx, hemen ardından ticari işçilerin “vasıflı” ve “daha yüksek ücret alan” halinin kalıcı olamayacağını büyük bir öngörü ile tespit ediyor:
“Gene de bu ücret, kapitalist üretim tarzının gelişmesiyle , ortalama emeğe göre bile bir düşme eğilimi gösterir. (…) gerekli eğitim, ticari bilgi, yabancı dil vb. bilim ve halk eğitimindeki gelişmeyle birlikte gitgide daha hızlı, kolay, yaygın ve ucuz bir biçimde yeniden üretildikçe, kapitalist üretim tarzı da öğretim yöntemlerini vb. pratik amaçlara doğru yöneltmeye başlar. Halk eğitiminin yaygınlaşması, kapitalistleri, bu gibi işçileri, eskiden bu işlere giremeyen ve daha düşük bir yaşam düzeyinde bulunan sınıflardan sağlama olanağına kavuşturur. (…) Pek az istisna ile bu kimselerin emek-gücü, bu yüzden, kapitalist üretimdeki gelişmeyle değer kaybına uğrar. Emeğin kapasitesi artığı halde bu işçilerin ücretleri düşer. Kapitalist gerçekleştirilecek değer ve karı arttırdıkça, bu işçilerin sayılarını çoğaltır.”[85]
Marx, 19. yüzyılda daha yüksek ücret ve eğitim gibi kimi özelliklere sahip ticari işçilerin bu “ayrıcalıklarını” kaybedeceklerini ifade etmiştir. Bugün yaşanan tam olarak budur. Engels ise bu işçileri ticaret proletaryası olarak adlandırırken Marx’ın öngörüsünün çok daha erken bir zamanda doğrulandığını ifade etmiştir. Engels, ilgili bölümdeki dipnotunda şunları söylemiştir:
“Ticaret proletaryasının kaderi konusunda, 1865’te yazılmış bulunan bu tahminin, zaman içerisinde nasıl doğrulandığı, bütün ticari işlemlerde eğitim görmüş, üç dört dil bilen yüzlerce Alman büro işçisinin, haftada 25 şilin ücretle -ki bu ücret, iyi bir tornacının ücretinin çok altındadır- London City’de boşu boşuna iş aramalarıyla görülmektedir.”[86]
Günümüzdeki durum perakende ve toplu ticaret endüstrisinin gelişmesiyle birlikte çok daha radikal bir kırılma göstermiştir. Büyük alışveriş merkezlerindeki satış elemanı, kasiyer, raflardaki ürünleri düzeltenler, ürün tanıtımı yapanlar, güvenlik, depocu vb. işçiler diploması sorulmayan ve ortalama ücretten çok daha düşük fiyatlarla çalışan ticari işçiler durumundadır.
Dolayısıyla vasıflı ve vasıfsız bileşenleriyle dikkate alınmayı hak edecek boyutlara ulaşmış “hizmet sektörü” çalışanları, işçi sınıfının önemli bir parçasıdır. Bu büyük sınıf kesiminin dışarıda tutulması, Poulantzas’ın yaptığı gibi keyfi bir biçimde “küçük burjuva” olarak tanımlanması işçi sınıfını toplumun küçük bir azınlığı, toplumu da bir küçük burjuva “orta sınıf” toplumu olarak tanımlamaya yol açacaktır. Ki, günümüz kapitalizminin kolayca görülebilecek gerçekleri bile böyle bir görüşle uyuşmamaktadır.
Makalenin ikinci bölümünde ise Poulantzas’ın sınıf analizinin esas özgünlüğünü oluşturan, sınıfların ideolojik ve politik ölçütlerle tanımlaması, bunun giderek analizinin “ekonomik” dediği düzeyini de kapsaması ele alınacaktır.
DEVAM EDECEK
[1] “Post-Marksizm” olarak anılan akım, Marksizmin temel önermelerini ve kapitalizmin nesnel yapısallaşmış ilişkilerini reddeden, toplumsal bütünlüğü kabul etmeyen yerine ideolojik ve politik söylemlerin gerçekliği kurmasını koyan post-modern yaklaşımın örneklerinden birisidir. Post-Marksizmin temel eseri olarak kabul gören Chantal Mouffe ve Ernesto Laclau’nun birlikte kaleme aldığı ‘Hegemonya ve Sosyalist Strateji’ adlı kitabın “bu denli ilgi görmesinin sebebi, yazarlarının, geçen yüzyılın ikinci yarısından itibaren Althusser, Poulantzas, Foucault ve nihayet diğer postyapısalcı yazarların açtığı yolu kat ederek geldikleri aşamada, ‘kriz’ tespitinden alternatif önermeye sıçrayarak son noktayı koymuş olmalarıydı. Mouffe ve Laclau’nun, adını ‘Radikal Demokrasi’ koyduğu strateji, kendilerinden öncekilerin de kalkış noktası olan Marksizmde altyapı ile üstyapı ilişkisinin analizinin sorunlu olduğu, özcü bir özne tanımının sınıfın nesnel pozisyonuyla rolü arasında açıklanmaya muhtaç bir ‘boşluk’ bıraktığı iddiasıyla başlıyor ve nihayet işçi sınıfının başlıca dönüştürücü özne olarak ortaya çıkışının kapitalist üretim ilişkileri içindeki pozisyonuyla ilişkilendirilemeyeceği, onun iktisadi konumuyla sosyalizm arasında bir çıkar bağı kurulamayacağı; dolayısıyla söylemle oluşmuş herhangi bir toplumsal ‘kimlik konumu’ndan daha özel ve önsel bir özne olarak tanımlanmasının mümkün olmadığı tespitiyle yol alıyordu.” Bkz. Sancar, Nuray (2014) “İmkansızlığın Stratejisi: Radikal Demokrasi Üzerine”, Özgürlük Dünyası, Sayı: 256, http://www.ozgurlukdunyasi.org/arsiv/387-sayi-256/1596-imkansizligin-stratejisi-radikal-demokrasi-uzerine-, 17 Aralık 2016.
[2] Wood, Ellen Meiksins (2006) Sınıftan Kaçış – Yeni Hakiki Sosyalizm, İstanbul: Yordam Kitap, sf. 48, 49, 75
[3] İnsel, Ahmet (1979), Nicos Poulantzas, Birikim, 56-57: 40-43, sf. 40
[4] Çin Halk Cumhuriyeti ve Çin Komünist Partisi Merkez Komitesi Başkanı Mao Zedong ve ekibi, “bürokratik komünizm” anlayışının Çin’deki varlığını bitirmek iddiasıyla 1966’dan 1976 yılına kadar sürecek olan Çin Kültür Devrimi’ni başlattığını duyurdu. Buna göre “eski”ye ait olan tüm kültürel ve ideolojik unsurlara savaş açılıyordu. Opera, tiyatro vb. kültür etkinliklerinde eski ve klasik eserler yasaklanmış, sadece “devrimci” eserlerin yer alması sağlandı. Batıdaki yansıması ise “ekonomik indirgemeciliğin” eleştirisi, ideolojik ve kültürel bir ayaklanma ile kapitalizmin dönüştürülmesi fikri oldu. Çin Kültür Devrimi, gerçekte parti ve devlet içindeki fraksiyonlar arasındaki mücadelenin bir parçasıydı.
[5] Wood, Sınıftan Kaçış, sf. 50-51
[6] Bozçalı, Fırat (2006) “Poulantzas’ın D/devrimi: Devlet, İktidar, Sosyalizm”, Birikim, 205-206: https://davetsizmisafir.org/2006/04/23/poulantzasin-ddevrimi-devlet-iktidar-sosyalizm/, 17 Aralık 2016.
[7] Poulantzas, Nikos (1975) Classes in Contemporary Capitalism, London: New Left Books, sf. 101
[8] Wood, Sınıftan Kaçış, sf. 57
[9] Wood, Sınıftan Kaçış, sf. 58-59, 72-73
[10] Oğuz, Mustafa Cem (2008) Spinoza’da Çokluk Fikri ve Antonio Negri’nin Düşüncesine Yansıması, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, İstanbul: Hacettepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, sf. 68-69
[11] Bozçalı, Poulantzas’ın D/devrimi: Devlet, İktidar, Sosyalizm
[12] Öğütle, Vefa Saygın ve Çeğin, Güney (2010) Toplumsal Sınıfların İlişkisel Gerçekliği – Sosyo-Tarihsel Teorinin ‘Sınıf’la İmtihanı, Ankara: Tan Kitabevi Yayınları, sf. 67
[13] Poulantzas, Nikos (2013) “Toplumsal Sınıflar Üzerine”, Poulantzas Kitabı – Seçme Yazılar içinde, Hazırlayan: James Martin, Çevirenler: Akın Sarı ve Selime Güzelsarı, Ankara: Dipnot Yayınları, sf. 265-308, sf. 265
[14] Poulantzas, Toplumsal Sınıflar Üzerine, sf. 265
[15] Marx, Karl (2003) Kapital Üçüncü Cilt, Çeviren: Alaattin Bilgi, Ankara: Sol Yayınları, sf. 140-178
[16] Poulantzas, Toplumsal Sınıflar Üzerine, sf. 270, Vurgu bize ait.
[17] Poulantzas, Toplumsal Sınıflar Üzerine, sf. 277
[18] Öngen, Tülin (1996) Prometheus’un Sönmeyen Ateşi – Günümüzde İşçi Sınıfı, İstanbul: Alan Yayıncılık, sf. 203-204
[19] Tonak, E. Ahmet ve Savran, Sungur (2007) “Üretken Emek Ve Üretken Olmayan Emek: Açıklığa Kavuşturma ve Sınıflandırma Denemesi”, Praksis, Sayı: 16, Çeviren: Özgür Narin, sf. 17-47, sf. 19
[20] Üretken emek, kapitalist ekonominin temeli olan sermaye birikiminin işleyişi dolayısıyla kapitalist üretim tarzının analizi açısından temel önemdedir. Tonak ve Savran, Üretken Emek ve Üretken Olmayan Emek: Açıklığa Kavuşturma ve Sınıflandırma Denemesi (sf. 19-22) başlıklı makalelerinde üretken olmayan emek ayrımının genel düzeyde dört açıdan önemli olduğunu ifade etmişlerdir:
– Üretken olmayan işçiler yeni bir değer üretmedikleri için ücretleri, başka alanlarda üretilmiş artı-değerden karşılanır. Bu açıdan üretken olmayan işçi kitlesi, bir bakıma sermaye birikimi için bir sınırlamadır. Bu nedenle üretken emek ile üretken olmayan emeğin kapitalist ekonominin asli süreci olan sermaye birikimine ilişkin taban tabana zıt sonuçları vardır. Dolayısıyla, bu genellik düzeyinde, üretken olmayan emek ayrımı kapitalizmin Marksist çözümlenmesinin temel teorik bir öğesi olarak anlaşılmalıdır.
– Toplumsal emeğin üretken kullanımı ile üretken olmayan kullanımı arasındaki bölüşümü kapitalist üretimin önemli değişkenlerinin büyüklüklerinin belirlenmesinde temel rol oynar. Bunların başında değişken sermaye, artı-değer ve dolayısıyla artı-değer oranı gelir. Marksist kategorilerle tutarlı bir artı-değer oranı ve ulusal muhasebe hesaplamasında üretken olmayan emek ayrımı dikkatli bir biçimde göz önünde bulundurulmalıdır.
– Devletin ekonomik müdahalelerinin ve gelirin bu yolla yeniden bölüşümünün çözümlenmesiyle de ilişkilidir. Gelir dağılımında devlet müdahalesinin net etkisinin belirlenmesi, devlet gelirlerinin kaynaklarının doğru bir biçimde tanımlanmasına bağlıdır.
– Hizmet sektöründeki büyümenin kapitalist sermaye birikiminde ne türden bir etkisinin olacağı kestirebilmek hizmetlerin üretken ve üretken olmayan emek ölçütlerini kullanarak doğru bir biçimde sınıflandırılmasına bağlıdır.
[21] Marx, Karl (2008) Dolaysız Üretim Sürecinin Sonuçları, Çeviren: Mustafa Topal, İstanbul: Ceylan Yayınları, sf. 117
[22] Örneğin pazar satmak yerine sadece kendi ihtiyaçlarını karşılamak üzere küçük köylü ailesinin kendi toprağında yaptığı üretim, kapitalist için üretken olmayan üretimdir.
[23] Bu temizlik işçisi bir taşeron şirkette çalıştığı koşullarda üretkendir.
[24] Emeğin sermaye ile değişilmesi, kapitalist tarafından bir meta üretimini gerçekleştirmek için emek gücünün kiralanmasıdır. Böylece işçi emeğini, sermayesinin ücret olarak ayırdığı bir bölümü karşılığında kapitalistin mülkiyetine verir. Kapitalistin sermayesinin ücret için ayırdığı kısmını Marx, değişen sermaye olarak adlandırmıştır. Çünkü, işçi, üretim sürecinde kendisine ücret olarak ayrılan sermayenin değerinden daha fazlasını üreterek, sermayenin genişlemesini/değişmesini sağlamaktadır. Sermayenin ham madde, üretim araçları gibi ayrılan ve yeni bir değer yaratmadığı için değişmeyen kısmının aksine bu kısmı değeri artıran-değiştiren bir işlev görmektedir. Bkz. Marx, Karl (2000) Kapital Birinci Cilt, Çeviren: Alaattin Bilgi, 6. Baskı, Ankara: Sol Yayınları, sf. 200-211
[25] Marx, Dolaysız Üretim Sürecinin Sonuçları, sf. 111
[26] Marx, Dolaysız Üretim Sürecinin Sonuçları, sf. 108
[27] Bu ev bir burjuvanın ya da küçük burjuvanın olabileceği gibi, daha ender olarak göreli olarak yüksek ücret sahibi bir işçinin de olabilir.
[28] Değişen sermayesi.
[29] Marx, Dolaysız Üretim Sürecinin Sonuçları, sf. 113
[30] Marx, Dolaysız Üretim Sürecinin Sonuçları, sf. 108
[31] Tonak ve Savran, Üretken Emek ve Üretken Olmayan Emek, sf. 33
[32] Marx’ın, kimi emek türlerinin, içinde şekillendiği ilişki biçimine bağlı olarak üretken olmadığı yönündeki görüşleri, özellikle feministler ve post-modern düşünürler tarafından eleştiri konusu yapılmıştır. Kimi feministler, ev içi bakım emeğinin sermaye için meta üretmediği sürece kapitalist anlamda üretken olmadığı tespitinden dolayı, Marx’ın kadın emeği ve ev içi “üretimi” önemsizleştirdiğini iddia etmiştir. Bkz. Dalla Costa, Mariarosa ve James, Selma (1973) The Power of Women and the Subversion of the Community, Bristol: Falling Wall, sf. 30-31. Bu tartışmanın ayrıntıları için bkz. Weeks, Kathi (2014) Çalışma Sorunu, Çeviren: Tamer Tosun, İstanbul: Ayrıntı Yayınları, sf. 160-167. Çeşitli okullarıyla çok sayıda post-modern düşünür ise her türlü ayrım çizgisinin silikleştiğini öngören bir zeminde; yeniden üretim, dolaşım, finans gibi toplumsal yaşamın tüm alanlarının üretken hale geldiğini savunmuşlardır. Çok sayıda örneği bulunabilecek Negri ve Hardt’ın “Çokluk” kitabından küçük bir bölüm: “Toplumlarımızdaki yoksullar, işsizlik ve eksik istihdam edilenler, aslında ücretli bir işe sahip olmadıklarında bile toplumsal üretime aktif biçimde katılırlar. Yoksulların ve işsizlerin hiçbir iş yapmadığı zaten asla doğru olmadı. Bizzat hayatta kalma stratejileri, olağanüstü bir yaratıcılık ve beceri gerektirir. Ancak günümüzde toplumsal üretim, giderek işbirliği veya toplumsal ilişkilerin ve iletişim ağlarının inşası gibi maddi olmayan emek biçimlerine dayandığı için, yoksullar da dahil toplumdaki herkesin faaliyeti giderek daha doğrudan üretken hale geliyor” (Negri, Antonio ve Hardt, Michael (2011) Çokluk – İmparatorluk Çağında Savaş ve Demokrasi, Çeviren: Barış Yıldırım, İstanbul: Ayrıntı Yayınları, sf. 147-148). Üretken ve üretken olmayan emek ayrımının ortadan kalktığını iddia eden düşünürlere dönük kapsamlı bir eleştiri için bkz. Akdağ, Yusuf (2008) “Kapitalist ‘Yeniden Yapılanma’, Emek Değer Teorisi ve Birikim’in Çarpıtmaları Üzerine”, Özgürlük Dünyası, Sayı: 193, sf. 22-40 ve Akdağ, Yusuf (2008) “Kapitalist ‘Yeniden Yapılanma’, Emek Değer Teorisi ve Birikim’in Çarpıtmaları Üzerine”, Özgürlük Dünyası, Sayı: 194, sf. 17-36. Marx’ın bu alanlardaki üretkenliği görmediği fikrinin yanında, “üretken olma onurunu” sadece üretim alanına bahşettiği, böylece diğer alanları önemsizleştirdiği biçiminde “kendi alanlarını savunma” “duygusu” da etkili olmaktadır. Oysa Marx, üretkenliği olumlu bir anlamda kullanmamaktadır. Burada bahsi geçen üretkenlik herhangi bir kullanım değeri ya da insani faydanın üretimi değil, bizzat ve doğrudan kapitalistin sermayesini büyütme işlevidir. “Üretken emekçi olmak talih değil talihsizlik eseridir.” Marx, Kapital Birinci Cilt, sf. 484
[33] Öngen, Prometheus’un Sönmeyen Ateşi, sf. 193
[34] Öngen, Prometheus’un Sönmeyen Ateşi, sf. 192
[35] Öngen, sınıfları ele aldığı bahsi geçen önemli çalışmasında, üretken emeği esas olarak sanayi emeği ile sınırlarken işçi sınıfını sanayi işçileri ile sınırlayan yaklaşımları eleştirir.
[36] Oğuz, Hasan (2007) İşçi Sınıfının Anatomisi – Değişen İşçi Sınıfının 21. Yüzyıldaki Portresi, İstanbul: Ceylan Yayınları, sf. 242
[37] Sala, Musa (2009) “Marksizmde Üretken Emek ve İşçi Sınıfı”, Teori ve Politika, Sayı: 14, http://www.teorivepolitika.net/index.php/arsiv/item/97-marksizmde-uretken-emek-ve-isci-sinifi, 17 Aralık 2016.
[38] Sala, Marksizmde Üretken Emek ve İşçi Sınıfı
[39] Smith, Adam (1997) Ulusların Zenginliği, Çevirenler: Ayşe Yunus ve Mehmet Bakırcı, İstanbul: Alan Yayıncılık, sf. 271-271
[40] Çaklı, Sabri (2006) “Klasik Okulda Üretken Emek-Üretken Olmayan Emek Ayrımı”, Abant İzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, Sayı: 12, sf. 41-60, sf. 48-49. Thomas Robert Maltus ve John Stuart Mill gibi ekonomi politikçiler de Smith’in üretken emek konusundaki “depolanabilme” kıstasını benimsemişlerdir. Çaklı, Klasik Okulda Üretken Emek-Üretken Olmayan Emek Ayrımı, sf. 55
[41] Poulantzas, Toplumsal Sınıflar Üzerine, sf. 270-271
[42] Huws, Ursula (2003) The Making of a Cybertariat: Virtual Work in a Real World, New York ve Londra: Monthly Review ve Merlin, sf. 130
[43] Camfield, David (2014) “Çokluk ve Kanguru: Hardt ve Negri’nin Maddi Olmayan Emek Teorisinin Eleştirisi”, Marksizm ve Sınıflar’ın içinde, Hazırlayanlar: Sungur Savran, Kurtar Tanyılmaz, E. Ahmet Tonak, İstanbul: Yordam Kitap, sf. 91-122, sf. 107
[44] Braverman, Harry (2008) Emek ve Tekelci Sermaye, İstanbul: Kalkedon Yayınları, sf. 330-331
[45] Marx, Dolaysız Üretim Sürecinin Sonuçları, sf. 112
[46] Marx, Dolaysız Üretim Sürecinin Sonuçları, sf. 112
[47] Marx, Dolaysız Üretim Sürecinin Sonuçları, sf. 112
[48] Kaymak, Muammer (2011) “Milli Gelir Üzerine”, Özgürlük Dünyası, Sayı: 221, sf. 90-96, sf. 93-94. Çeşitli “hizmet” işçilerinin üretkenliğine ilişkin bir değerlendirme için: Akdağ, Kapitalist ‘Yeniden Yapılanma’…, Sayı: 193, sf. 36-37
[49] Marx, Karl (1998) Artı-Değer Teorileri Birinci Cilt, Çeviren: Yurdakul Fincancı, Ankara: Sol Yayınları, sf. 384
[50] Marx, Dolaysız Üretim Sürecinin Sonuçları, sf. 112-113, Vurgu bize ait.
[51] Akdağ, Kapitalist ‘Yeniden Yapılanma’…, Sayı: 193, sf. 38
[52] Geniş, Arif (2006) İşçi Sınıfının Kıyısında / Küçük Sanayi İşçileri Üzerine Bir İnceleme, Ankara: Dipnot Yayınları, sf. 14
[53] Braverman, Emek ve Tekelci Sermaye, sf. 332
[54] Yurtsever, Haluk (2012) Kapitalizmin Sınırları ve Toplumsal Proletarya, İstanbul: Yordam Kitap, sf. 94
[55] Yurtsever, Kapitalizmin Sınırları ve Toplumsal Proletarya, sf. 94
[56] Kurtulmuş, M. Meryem; Tanyılmaz, Kurtar; Kaygısız, İrfan (2014) “Türkiye İşçi Sınıfının Maddi Varlığı ve Değişen Yapısı”, Marksizm ve Sınıflar içinde, Hazırlayanlar: Sungur Savran, Kurtar Tanyılmaz, E. Ahmet Tonak, İstanbul: Yordam Kitap, sf. 251-280, sf. 255
[57] Bell, Daniel (1973) The Coming of Post-Industrial Society, New York: Basic Books, sf. 117
[58] Ross, G. (1978) “Marxism and the New Middle Classes: French Critiques”, Theory & Society, 5(2), sf. 163-190
[59] Bell, The Coming of Post-Industrial Society ve Touraine, Alain. (1971). The Post-Industrial Society Tomorrow’s Social History: Classes. Conflicts and Culture in Programmed Society. New York: Random Hause. Kimi “bilgi toplumu” ve “enformasyon toplumu” kuramcıları bu dönüşümlerin henüz kapitalizm sınırları içerisinde olduğunu savunuyordu. Ancak “post-endüstriyel toplum” paradigmasını savunan tanınmış kuramcıların çoğu kapitalizmin geride kaldığı fikrine dayanmaktadır. İlgili tartışma için bkz. Fuchs, Christian (2015) “Bilişsel Kapitalizm ya da Enformasyonel Kapitalizm? Enformasyonel Ekonomide Sınıfın Rolü”, Bilişsel Kapitalizm, Eğitim ve Dijital Emek içinde, Derleyenler: Michael A. Peters ve Ergin Bulut, İstanbul: Notabene Yayınları, sf. 137-188, sf. 140
[60] Mesela Komünist Manifesto’da Marx ve Engels, “Tüm toplum, giderek daha çok iki büyük düşman kampa, doğrudan birbirlerinin karşısına dikilen iki büyük sınıfa bölünüyor: burjuvazi ve proletarya” demiştir. Marx, Karl ve Engels, Friedrich (2009) Komünist Manifesto ve Komünizmin İlkeleri, Ankara: Sol Yayınları, sf. 117
[61] Ve kitleselleştikçe de ayrıcalıklarını yitirdi, sıradanlaştı.
[62] Carchedi, G. (1977) On the Economic Identification of Social Classes, London: Routledge and Kegan Paul.
[63] Ehrenreich, B. ve Ehrenreich, J. (1977) “The professional-managerial class”, Radical America, 11(2)
[64] Wright, E. O. (1985) Classes, London: New Left Books
[65] Poulantzas, N. (1975) Classes in Contemporary Capitalism, London: New Left Books
[66] Wright, Erik Olin (1978) Class, Crisis and the State, Londra: New Left Books, sf. 55
[67] Poulantzas, Nikos (2013) “Yeni Küçük Burjuvazi”, Poulantzas Kitabı – Seçme Yazılar içinde, Hazırlayan: James Martin, Çevirenler: Akın Sarı ve Selime Güzelsarı, Ankara: Dipnot Yayınları, sf. 441-454, sf. 448
[68] OECD.Stat, Employment by activities and status, http://stats.oecd.org/, 17 Aralık 2016. Hesaplamalarda toplam istihdam içerisinde Poulantzas’ın işçi sınıfı olarak tanımladığı imalat, maden, inşaat, ulaşım ve depolama işçilerinin oranı dikkate alınmıştır. Rusya istatistiklerinde ulaşım ve depolama işçileri ayrıca belirtilmediği için hesaba dahil edilmemiştir. Türkiye için ise TÜİK Eylül 2016 verileri kullanılmış, ulaşım işçileri hesaba dahil edilmemiştir. TUİK, İstihdam, İşsizlik ve Ücret Verileri, http://www.tuik.gov.tr/UstMenu.do?metod=temelist, 17 Aralık 2016
[69] Türkiye’de ücretli emeğin toplam istihdam içerisindeki payı 1970’de yüzde 27.6, 1980’de yüzde 33.3 iken 2000 yılında yüzde 45.4, 2004 yılında yüzde 54.5 ve 2013 yılında yüzde 64.1 olmuştur. Bkz. Kurtulmuş, Tanyılmaz, Kaygısız; Türkiye İşçi Sınıfının Maddi Varlığı…, sf. 259. Bu Türkiye’de köylülüğün çözülmesiyle birlikte ilerleyen hızlı bir proleterleşmenin göstergesidir. Bu orana işçi sınıfı kapsamında sayılması gereken işsizleri ekleyip, sermayenin işlevlerini yerine getiren üst düzey yöneticileri çıkarttığımızda işçi sınıfının işgücü içerisindeki oranı yüzde 68.3’ü buluyor.
[70] Karahanoğulları, Yiğït (2009) Marx’ın Değeri Ölçülebilir mi? – 1988-2006 Türkiye’si İçin Ampirik Bir İnceleme, İstanbul: Yordam Kitap, sf. 139
[71] Wood, Sınıftan Kaçış, sf. 65
[72] Wood, Sınıftan Kaçış, sf. 65-66
[73] Burada “hizmet sektörü”nde sayılan kimi unsurları elbette, işçi sınıfına dahil etmek mümkün değildir. Örneğin kendi hesabına çalışan bir mühendis, kendi emek gücüyle meta (mesela proje) üretip karşılığında gelir elde etmesine rağmen sermaye ile doğrudan bir istihdam ve sömürü ilişkisine girmediği için işçi sınıfının bir parçası değildir. Bu örnekte mühendis üretken de değildir, ancak onun işçi sınıfına dahil olmasını engelleyen üretken olup olmaması değil, sermaye ile doğrudan üretim (istihdam) ilişkisine girmemiş olmasıdır. O kendi hesabına çalışan küçük toprak sahibi gibi bir küçük burjuvadır. Keza hakim, kaymakam, vali, müsteşar, üst düzey bürokrat ve devlet görevlileri üretken olmadıkları gibi, işçi sınıfının dışında oldukları zaten tartışma konusu değildir. Mühendis örneği verildiği için ek bir açıklama: ücretli bir biçimde istihdam edildiğinde (müdür, genel müdür vb. sermayenin yönetici işlevlerini taşımadığı koşullarda) mühendis artı-değer ürettiği gibi, işçi sınıfının parçasıdır. Çünkü, sınıfları belirleyen, eğitim düzeyi, teknik bilgi ya da mesleki konum değil üretim ilişkileri içerisindeki ilişkilenmedir: “Bir fabrikada, daha önce değinilen vasıfsız işçilerin hammaddenin işlenmesiyle doğrudan hiçbir ilişkileri yoktur. Malzemeyi işlemekle doğrudan görevli olanların üstünde bir tür nezaretçilik görevi yapan ustalar, bir adım daha ötededirler; iş mühendisi de daha başka tür ilişki içindedir ve esas olarak yalnızca beyniyle çalışır, vb. Ancak sonucu, farklı değerlerde emek-gücüne sahip olan bu emekçilerin bütünü üretir; yalnızca çalışma sürecinin sonucu olarak görülen bu sonuç, ifadesini metada ya da maddi üretimde bulur. … Kapitalistin parasını sermaye olarak yeniden üretirler; yani artı-değer üreten değer olarak, kendini genişleten değer olarak yeniden-üretirler.” (Vurgular bize ait). Marx, Artı-Değer Teorileri Birinci Cilt, sf. 384-385
[74] Poulantzas’ın bu yaklaşımı ilerleyen bölümlerde ayrıntılı bir şekilde ele alınacaktır.
[75] Marx, Kapital Üçüncü Cilt, sf. 264-265
[76] Braverman, Emek ve Tekelci Sermaye, sf. 379
[77] Braverman, Emek ve Tekelci Sermaye, sf. 380
[78] Bureau of Labor Statistics, Occupational Employment and Wages May 2015, https://www.bls.gov/, 17 Aralık 2016
[79] Braverman, Emek ve Tekelci Sermaye, sf. 277
[80] Öyle olsaydı iki tüccarın aynı malı bir oyun gibi sürekli birbirlerine satmaları ile ikisinin de zenginleşmesi gerekirdi. Ayrıca “Bu artı-değer, ne alıcının metaları değerinin altında satın almasından gelebilir, ne de satıcının onları değerinin üstünden satmasından. Çünkü her iki durumda da herkes sırayla bir satıcı, bir de alıcı olduğuna göre, her bireyin kazanç ve yitikleri birbirini ödünler.” (Engels, Friedrich (2003) Anti-Dühring, Çeviren: Kenan Somer, Ankara: Sol Yayınları, sf. 297)
[81] Marx, Kapital Üçüncü Cilt, sf. 258
[82] Marx, Kapital Üçüncü Cilt, sf. 258, Vurgu bize ait
[83] Marx, Kapital Üçüncü Cilt, sf. 264, Vurgu bize ait
[84] Marx, Kapital Üçüncü Cilt, sf. 264. Üretken olmayan emekçilerin bir bütün olarak işçi sınıfının dışında olduğunu iddia eden Musa Sala, Teori ve Politika dergisindeki yazısında Marx’ın bu ifadelerinin başta kendisi için, oldukça sıkıntı yarattığını ifade etmek zorunda kalmıştır: “Eğer üretken emeği artı-değer üreten emekle sınırlar ve bunu işçi sınıfını belirleyen temel kriter olarak alırsak ve bu tür bir çaba içine girersek, Marx’ın bu tür ifadeleri ile oldukça sıkıntı doğurmakta.” Sala, Marksizmde Üretken Emek ve İşçi Sınıfı.
[85] Marx, Kapital Üçüncü Cilt, sf. 264
[86] Marx, Kapital Üçüncü Cilt, sf. 265
KAYNAKLAR
Akdağ, Yusuf (2008a) “Kapitalist ‘Yeniden Yapılanma’, Emek Değer Teorisi ve Birikim’in Çarpıtmaları Üzerine”, Özgürlük Dünyası, Sayı: 193, sf. 22-40.
Akdağ, Yusuf (2008b) “Kapitalist ‘Yeniden Yapılanma’, Emek Değer Teorisi ve Birikim’in Çarpıtmaları Üzerine”, Özgürlük Dünyası, Sayı: 194, sf. 17-36.
Althusser, Louis; Balibar, Etienne; Establet, Roger; Macherey, Pierre; Ranciere, Jacques (2007) Kapital’i Okumak, Çeviren: Işık Ergüden, İstanbul: İthaki Yayınları.
Bell, Daniel (1973) The Coming of Post-Industrial Society, New York: Basic Books.
Bozçalı, Fırat (2006) “Poulantzas’ın D/devrimi: Devlet, İktidar, Sosyalizm”, Birikim, 205-206: https://davetsizmisafir.org/2006/04/23/poulantzasin-ddevrimi-devlet-iktidar-sosyalizm/, 17 Aralık 2016.
Braverman, Harry (2008) Emek ve Tekelci Sermaye, Çeviren: Çiğdem Çidamlı,İstanbul: Kalkedon Yayınları.
Bureau of Labor Statistics, Occupational Employment and Wages May 2015, https://www.bls.gov/, 17 Aralık 2016.
Camfield, David (2014) “Çokluk ve Kanguru: Hardt ve Negri’nin Maddi Olmayan Emek Teorisinin Eleştirisi”, Marksizm ve Sınıflar’ın içinde, Hazırlayanlar: Sungur Savran, Kurtar Tanyılmaz, E. Ahmet Tonak, İstanbul: Yordam Kitap, sf. 91-122.
Carchedi, G. (1977) On the Economic Identification of Social Classes, London: Routledge and Kegan Paul.
Çaklı, Sabri (2006) “Klasik Okulda Üretken Emek-Üretken Olmayan Emek Ayrımı”, Abant İzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, Sayı: 12, sf. 41-60.
Dalla Costa, Mariarosa ve James, Selma (1973) The Power of Women and the Subversion of the Community, Bristol: Falling Wall.
Ehrenreich, B. ve Ehrenreich, J. (1977) “The professional-managerial class”, Radical America, 11(2).
Engels, Friedrich (2003) Anti-Dühring, Çeviren: Kenan Somer, Ankara: Sol Yayınları.
Fuchs, Christian (2015) “Bilişsel Kapitalizm ya da Enformasyonel Kapitalizm? Enformasyonel Ekonomide Sınıfın Rolü”, Bilişsel Kapitalizm, Eğitim ve Dijital Emek içinde, Derleyenler: Michael A. Peters ve Ergin Bulut, İstanbul: Notabene Yayınları, sf. 137-188.
Geniş, Arif (2006) İşçi Sınıfının Kıyısında / Küçük Sanayi İşçileri Üzerine Bir İnceleme, Ankara: Dipnot Yayınları.
Huws, Ursula (2003) The Making of a Cybertariat: Virtual Work in a Real World, New York ve Londra: Monthly Review ve Merlin.
İnsel, Ahmet (1979), Nicos Poulantzas, Birikim, 56-57: 40-43.
Karahanoğulları, Yiğit (2009) Marx’ın Değeri Ölçülebilir mi? – 1988-2006 Türkiye’si İçin Ampirik Bir İnceleme, İstanbul: Yordam Kitap.
Kaymak, Muammer (2011) “Milli Gelir Üzerine”, Özgürlük Dünyası, Sayı: 221, sf. 90-96.
Kurtulmuş, M. Meryem; Tanyılmaz, Kurtar; Kaygısız, İrfan (2014) “Türkiye İşçi Sınıfının Maddi Varlığı ve Değişen Yapısı”, Marksizm ve Sınıflar içinde, Hazırlayanlar: Sungur Savran, Kurtar Tanyılmaz, E. Ahmet Tonak, İstanbul: Yordam Kitap, sf. 251-280.
Marx, Karl (1998) Artı-Değer Teorileri Birinci Cilt, Çeviren: Yurdakul Fincancı, Ankara: Sol Yayınları.
Marx, Karl (2000) Kapital Birinci Cilt, Çeviren: Alaattin Bilgi, 6. Baskı, Ankara: Sol Yayınları.
Marx, Karl (2003) Kapital Üçüncü Cilt, Çeviren: Alaattin Bilgi, Ankara: Sol Yayınları.
Marx, Karl (2008) Dolaysız Üretim Sürecinin Sonuçları, Çeviren: Mustafa Topal, İstanbul: Ceylan Yayınları.
Marx, Karl ve Engels, Friedrich (2009) Komünist Manifesto ve Komünizmin İlkeleri, Ankara: Sol Yayınları.
Negri, Antonio ve Hardt, Michael (2011) Çokluk – İmparatorluk Çağında Savaş ve Demokrasi, Çeviren: Barış Yıldırım, İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
OECD.Stat, Employment by activities and status, http://stats.oecd.org/, 17 Aralık 2016.
Oğuz, Hasan (2007) İşçi Sınıfının Anatomisi – Değişen İşçi Sınıfının 21. Yüzyıldaki Portresi, İstanbul: Ceylan Yayınları.
Oğuz, Mustafa Cem (2008) Spinoza’da Çokluk Fikri ve Antonio Negri’nin Düşüncesine Yansıması, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, İstanbul: Hacettepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü.
Öğütle, Vefa Saygın ve Çeğin, Güney (2010) Toplumsal Sınıfların İlişkisel Gerçekliği – Sosyo-Tarihsel Teorinin ‘Sınıf’la İmtihanı, Ankara: Tan Kitabevi Yayınları.
Öngen, Tülin (1996) Prometheus’un Sönmeyen Ateşi – Günümüzde İşçi Sınıfı, İstanbul: Alan Yayıncılık.
Poulantzas, Nikos (1975) Classes in Contemporary Capitalism, London: NLB.
Poulantzas, Nikos (2013) “Toplumsal Sınıflar Üzerine”, Poulantzas Kitabı – Seçme Yazılar içinde, Hazırlayan: James Martin, Çevirenler: Akın Sarı ve Selime Güzelsarı, Ankara: Dipnot Yayınları, sf. 265-308.
Poulantzas, Nikos (2013) “Yeni Küçük Burjuvazi”, Poulantzas Kitabı – Seçme Yazılar içinde, Hazırlayan: James Martin, Çevirenler: Akın Sarı ve Selime Güzelsarı, Ankara: Dipnot Yayınları, sf. 441-454.
Poulantzas, Nicos (2014), Siyasal İktidar ve Toplumsal Sınıflar, Çeviren: Şule Ünsaldı, Ankara: Epos Yayınları.
Ross, G. (1978) “Marxism and the New Middle Classes: French Critiques”, Theory & Society, 5(2), sf. 163-190.
Sala, Musa (2009) “Marksizmde Üretken Emek ve İşçi Sınıfı”, Teori ve Politika, Sayı: 14, http://www.teorivepolitika.net/index.php/arsiv/item/97-marksizmde-uretken-emek-ve-isci-sinifi, 17 Aralık 2016.
Sancar, Nuray (2014) “İmkansızlığın Stratejisi: Radikal Demokrasi Üzerine”, Özgürlük Dünyası, Sayı: 256, http://www.ozgurlukdunyasi.org/arsiv/387-sayi-256/1596-imkansizligin-stratejisi-radikal-demokrasi-uzerine-, 17 Aralık 2016.
Smith, Adam (1997) Ulusların Zenginliği, Çevirenler: Ayşe Yunus ve Mehmet Bakırcı, İstanbul: Alan Yayıncılık.
Tonak, E. Ahmet ve Savran, Sungur (2007) “Üretken Emek Ve Üretken Olmayan Emek: Açıklığa Kavuşturma ve Sınıflandırma Denemesi”, Praksis, Sayı: 16, Çeviren: Özgür Narin, sf. 17-47.
Touraine, Alain. (1971). The Post-Industrial Society Tomorrow’s Social History: Classes. Conflicts and Culture in Programmed Society. New York: Random Hause.
TUİK, İstihdam, İşsizlik ve Ücret Verileri, http://www.tuik.gov.tr/UstMenu.do?metod=temelist, 17 Aralık 2016.
Weeks, Kathi (2014) Çalışma Sorunu, Çeviren: Tamer Tosun, İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
Wood, Ellen Meiksins (2006) Sınıftan Kaçış – Yeni Hakiki Sosyalizm, İstanbul: Yordam Kitap.
Wright, Erik Olin (1978) Class, Crisis and the State, Londra: New Left Books.
Wright, E. O. (1985) Classes, London: New Left Books.
Wright, Erik Olin (2016) Sınıflar, Çeviren: Semra Toral, İstanbul: Notabene Yayınarı.
Yurtsever, Haluk (2012) Kapitalizmin Sınırları ve Toplumsal Proletarya, İstanbul: Yordam Kitap.