Kadir Yalçın

Küba Devrimi’nin önderi Fidel Castro’yu geçtiğimiz Kasım ayında kaybettik. Castro, aramızdan 90 yaşında, önderlik ettiği devrim –belirli taviz politikaları bir yana– hala sürerken ayrıldı.

Dünya onun adını, ilk kez, 1953’te başını çektiği, kışladaki silahlara el koyma girişimi ile hükümet darbesi karışımı bir eylem olan Moncada Baskını’nın ardından ele geçirilip çıkarıldığı mahkemede yaptığı savunmayla duymuştu. Castro’nun “Tarih Beni Beraat Ettirecek” sözleriyle bitirdiği savunması, aslında talepleri sıralanan Küba Devrimi’nin bir manifestosu ve programı niteliğindeydi ve iktidar alındıktan sonra vakit geçirilmeden uygulamaya konmuştu.

Fidel Castro ve arkadaşları, Küba’nın gericiliğin baskısı ve bu baskıya karşı mücadeleyle karakterize olan çalkantılı yıllarında, hapiste fazla kalmadılar. Küba Devrimi’ne ve gerçekleştiricisi devrimcilere de adını veren 26 Temmuz baskını ülke çapında sert bir baskı ve terörle, yüzlerce kişinin öldürülmesi ve yaygın bir tutuklama kampanyasıyla yanıtlansa da, neredeyse gericilikle bir “denge durumu” oluşturmakta olan karşıt güçler de zayıf ve hareketsiz değillerdi ve Castro ile arkadaşları bir buçuk yıl içinde affedilmeden edilemediler. Ve Meksika’ya gittiler. Yeni bir devrimci girişimde bulunmak üzere orada hazırlanacaklardı.

Hazırlandılar. Silah, bir miktar para ve bir de gemi buldular. 1956 Kasım’ında Granma ile Küba sahillerine silahlı bir çıkarma yaptılar. Castro ve arkadaşlarını izleyip takip ettirmekte olan faşist diktatör Batista da boş durmamış, haberini aldığını çıkarmaya karşı hazırlık yapmıştı. Sahilde ateşle karşılanan devrimciler çok sayıda kayıp vermiş ve ancak on kişiden azı dağlara, Sierrelara ulaşmayı başarabilmişti. Ve işte kentlerdeki destekçileriyle birlikte gerçekten “bir avuç” olan bu az sayıdaki devrimci iki yıl içinde ülkede iktidarı ele geçirecekti.

DEVRİM TEORİSİ TARTIŞMALARI

Bu başarı, başta emperyalizmin baskısı ve hegemonyası altındaki ülkeler olmak üzere dünyayı ciddi biçimde etkiledi.

Etkilemezlik edemezdi.

a) Modern revizyonizmin neden olduğu ideolojik karmaşa ve devrim sorunu

Sovyetler Birliği’nde modern revizyonizm, Marksizmin belli başlı tüm öğreti ve tezlerini inkar ederek iktidara gelmiş, kuşkusuz sosyalist ekonomiyi bir çırpıda kapitalist bir ekonomiye dönüştürmemiş/dönüştürememiş, ancak kurulduğu proletaryanın sosyal ve ekonomik kazanımları üzerinde, onları önce ucundan kenarından ve giderek hızlanarak tırtıklamaya başlamış, ideolojik kültürel alandaysa tam bir kafa karışıklığına yol açmıştı.

Sosyalizmin inşası döneminde “yapılan hataları” ve “eleştiri” adına Stalin karşıtlığını hareket noktası edinen anti-komünist bir kampanya başlatan Kruşçev’le modern revizyonizmin parti ve dolayısıyla devlet iktidarını ele geçirdiği kritik tarih 1956’daki SBKP 20. Kongresi’ydi ki, bu aynı zamanda, Castro ve arkadaşlarının Meksika’da ülkelerine düzenleyecekleri çıkarmanın hazırlıklarını yapmakta olduğu tarihlere denk geliyordu. Kısaca, Castro ve arkadaşları modern revizyonizmin bozuşturduğu ideolojik politik atmosferde harekete geçmekte ve harekete geçirici görüş ve düşüncelerini bu koşullarda geliştirip olgunlaştırmaktaydılar.

Küba Komünist Partisi içinde olmak üzere, Avrupa ve Amerika’nın gelişmiş ülkeleriyle Asya, Afrika ve Latin Amerika’nın komünist ve işçi partileri sosyalizmin anayurdunda iktidarı ele geçiren modern revizyonizmin yaklaşım, tez ve uygulamalarından etkilenmişler, itiraz eden AEP gibi partiler mahkum edilip uluslararası hareketten dışlanmaktaydılar.

Sınıf mücadelesi “eski” belirleyiciliğine sahip değildi; devrimler toplumsal ilerlemenin zorunlu yolu olmaktan çıkmış, reformlar da en az devrimler kadar önem kazanmıştı! Zora dayanan devrim fikri yeni oluşan SB’nin emperyalizmi dengelediği koşullarda gereksiz sayılıyor ve sosyalizme “barışçıl geçiş” öneriliyordu. Emperyalizme karşı uzlaşmaz mücadelenin yerine –ülkeler arasında izlenmesi gereken bir politika olarak doğal olan barış içinde bir arada yaşamanın yanına eklenmiş– emperyalizmle işbirliği ve “barışçıl yarış” geçirilmiş, özellikle emperyalizmin sultası altındaki bağımlı sömürge ve yarı-sömürge ülkelerde halkların mücadele etmekten geri durmaması gereken burjuva “ilerici” güçler ve onlarla birliğe dayanılarak iktidar olmak ve “kapitalist olmayan yoldan” ilerlemek olanaklı sayılmaktaydı.

Küba KP modern revizyonizmin tezlerini kabul edip Batista rejimine uyum sağlamışken, Castro ve arkadaşları, Batista’nın zorba diktatörlüğünün dayattığı koşullar ve başta kendilerinin Moncada deneyi olmak üzere pratikten çıkardıkları derslerle iktidar için silahlanmayı, çünkü şiddete dayanan devrimin zorunluluğunu savundular. Reformcu tutum ve taktiklerde beliren düzen içi uzlaşmacılık her yanı sarmışken devrimci oldukları kuşkusuzdu. Gericiliğe boyun eğmeyi, sınıf işbirliği yolunu, mücadele kaçkınlığını değil, devrimi savunup devrim yapmaya giriştiler. Buraya kadar sorun olmadığı gibi, teori ve pratiğinin iğdiş edildiği koşullarda devrimin yüksek sesle savunulup devrim yapmak üzere ileriye atılmanın ve üstelik böyle bir devrimci inisiyatif alışın da ürünü olarak devrimin başarıya ulaşmasının devrim heyecanı ve özlemini körükleyerek dünyayı etkilemesinin anlaşılmayacak yanı da yoktur. Küba Devrimi ve Castro’nun devrimciliği tartışma götürmez.

Ancak sonrasında problemler çıktığı biliniyor. Hem Küba’da hem Küba’nın devrim deneyini mutlaklaştırıp teorize ederek örnek alan samimi devrimciler bakımından dünyanın geri kalan yerlerinde. Üstelik problem yalnızca mekanlarla sınırlı olmadı. Devrimin nasıl bir devrim, devrimciliğin nasıl bir devrimcilik olduğu tartışmalarında da ortaya çıktı.

Zora dayalı devrim, evet, devlete dair Marksist öğretinin temel bir yönü ve sonucudur. Devlet, bir sınıfın (ya da sınıfların) diğer bir sınıf (ya da sınıflar) üzerindeki baskı aracı, diktatörlüğüdür ve zora/şiddete dayalı bir devrimle parçalanmadıkça, sömüren sınıfların egemenliğinin yerini sömürülenlerin egemenliğinin alması, burjuva egemenliğinin yerine işçi sınıfının egemen sınıf olarak örgütlenmesi ve kurtuluş yoluna girmesi olanaksızdır. Sömürücüler arasında iktidar değişikliğine yol açan devrimlerden farklı olarak, sömürülen bir sınıf olarak işçi sınıfı hazır burjuva devlet makinesini ele geçirip kullanamaz.

Doğrudur; ancak, anlaşılacağı gibi, doğrudan bir işçi devrimi ya da kesintisiz sosyalizme bağlanan –yine işçi sınıfının sömürülen yığınların geri kalanıyla birlikte egemen sınıf olarak örgütleneceği– işçi sınıfı önderliğindeki bir halk devrimi söz konusu olduğunda, işçiler hazır devlet makinesini olduğu gibi ya da sağından solundan rötuştan geçirerek devralıp kendi hizmetlerinde kullanamazlar. Öyleyse, zora dayanan devrim öğretisi, işçi ve sosyalist ya da kesintisiz sosyalizme bağlanan devrimleri önvarsayar.

Dolayısıyla burada, Küba Devrimi’nin niteliği sorunu ortaya çıkar. Burada kalınmaz; doğrudan ya da kesintisiz sosyalist devrimlerin bir koşulu işçi sınıfının temel güç olarak katılımı ve önderliğidir ki, bu önderlik, işçi sınıfının dünya görüşü Marksizmin yol göstericiliğini gereksinir. Ve bizatihi ortada başarılı bir devrim deneyiminin bulunuşu, somut olarak Küba Devrimi’nin başarıya ulaşmış olması, kendiliğinden, devrimin sosyalist nitelikli bir devrim, önderinin işçi sınıfı ve yol göstericisinin Marksizm olduğunu kanıtlamaz.

Ancak Küba Devrimi’nin başarısıyla, Moncada Baskını’nın yenilgiye uğramasının ardından Granma’yla Meksika’dan gelerek çıkarma yapan, sahile ayak bastıklarında büyük kısmı öldürülenlerden geriye kalan devrim yapmayı önüne koyarak silahlanmış inançlı “bir grup devrimcinin kazandığı zafer”, modern revizyonizmin devrim fikri ve pratiğinin gereksizliği ve geçersizliğini ilan ettiği koşullarda “yeni devrim modeli” olarak tartışma gündeminin odağına oturmuştur.

b) Küba Devrimi’nin hatalı teorizasyonu

Modern revizyonizmin zehirli etkisiyle sağcı uzlaşmacı oportünizmin boyun eğiciliğini reddederek devrim yoluyla gerici bir rejimi devirmenin gerekliliğine inanmış, özel çıkar peşinde olmayışları ve halka bağlılıklarıyla ölümüne fedakarlıkları kuşku götürmez küçük bir grup devrimcinin Küba Devrimi’nde tuttuğu özel yerle devrimci çağrı ve mücadelelerinin abartılı değerlendirilmesi, hatta objektif koşullarının son derece olgunlaşmış oluşu görmezden gelinerek devrim için yeterli tek koşul sayılması, Küba deneyinin “yeni devrim modeli” olarak ileri sürülmesinin başlıca dayanağı olmuştur.

Oysa Küba Devrimi’nden hatalı teorik sonuçlar çıkarılarak onun “model” olarak teorize edilmesinin hareket noktası yapılan –devrimde tuttuğu özel yerle– “devrimci öncü” ve mücadelesinin rolüne ilişkinin vurgunun kendisi dahi problem kaynağıdır.

Başarılı her devrim, kuşku duyulamaz ki, belirli objektif ve sübjektif koşulların sonucu ve ürünü olarak gerçekleşmiştir. Ya da bir diğer deyişle, her devrim zafere ulaşabilmek için belirli objektif/nesnel toplumsal koşullarla sübjektif/öznel koşulların varlığını gereksinir.

Lenin, başarılı bir devrim için öncelikle “devrimci bir durum”un var olması gerektiğini belirterek sorunu şöyle ortaya koymuştur:

Marksistlere göre, devrim için elverişli bir durum olmaksızın devrim olanaksızdır; üstelik her devrimci durum da bir devrime yolaçmaz. Genel anlamda bir devrim durumunun belirtileri nelerdir? Şu üç ana belirtiyi sıralarsak bizce yanılmış olmayız: 1) egemen sınıflar için, bir değişiklik yapmaksızın egemenliklerini sürdürmek olanaksız hale geldiği zaman: ‘üstteki sınıflar’ arasında şu ya da bu şekilde bir bunalım olduğu zaman; egemen sınıfın politikasındaki bu bunalım, ezilen sınıfların hoşnutsuzluk ve kırgınlıklarının ortaya dökülmesini sağlayacak bir gedik açtığı zaman; bir devrimin olması için çoğu zaman ‘alttaki sınıfların’ eski biçimde yaşamak ‘istememeleri’ yeterli değildir; ‘üstteki sınıfların’ da eski biçimde ‘yaşayamaz duruma gelmeleri’ gerekir; 2) ezilen sınıfların sıkıntıları ve gereksinmeleri dayanılmaz duruma geldiği zaman; 3) yukarıdaki nedenlerin sonucu olarak, ‘barışta’ soyulmalarına hiç seslerini çıkarmadan katlanan, ama ortalığın karıştığı zamanlarda hem bunalımın yarattığı koşullarla ve hem de bizzat ‘üstteki sınıfların’ bağımsız tarihsel bir eyleme sürüklemeleriyle yığınların faaliyetinde oldukça büyük bir artış olduğu zaman.

Yalnız tek tek grupların ve partilerin değil, ayrı sınıfların iradesinden de bağımsız olan bu nesnel değişmeler olmaksızın genel kural olarak bir devrim olanaksızdır. Bu nesnel değişikliklerin hepsine birden devrim durumu denilmektedir. Böyle bir durum Rusya’da 1905’te var olduğu gibi, Batıda bütün devrimci dönemlerde vardı; aynı durum geçen yüzyılın altmışlarında Almanya’da, 1859-61 e 1879-80’de Rusya’da var olduğu halde bu sıralarda hiçbir devrim olmadı. Peki niçin böyle oldu? Çünkü her devrim durumu bir devrime yolaçmaz; bir devrim, ancak yukarıda sayılan nesnel değişmelerin yanı sıra öznel bir değişme de olursa, yani bunalımlı dönemlerde bile zorlanmadığı takdirde ‘devrilmeyen’ eski hükümeti yıkacak (ya da uzlaştıracak) güçte bir devrimci sınıfın yığın eylemi yapmaya gücü yetmesi halinde meydana gelir.[1]

Bir devrim olabilmesi için gerekli objektif/nesnel değişmelerin önemini yok sayarak, sübjektif/öznel koşullar arasında sayılabilecek –Küba özelinde “bir avuç” denebilecek– silahlanmış öncünün varlığını yeterli gören “yeni devrim modeli” önermesinin Lenin’in bir başka yerde “devrimin temel yasası[2] olarak nitelendirdiği ve yine ayrıntılı olarak işlediği sorunu ortaya koyuşuyla çelişme halinde olduğu tartışma götürmez.

Küba Devrimi’nin başarısının hemen bütünüyle az sayıda silahlı öncünün inisiyatif alışına yorularak çıkarılan hatalı sonucun, devrim fikri ve teorisini gereksiz sayarak modern revizyonizmin neden olduğu kafa karışıklığı koşullarıyla bağlantısı ortadadır. Sosyalizm adına ve onun prestijini kullanarak hareket eden ve başında –Küba’nınki dahil komünist partilerin çoğunluğunu peşinden sürükleyen– Sovyetler Birliği ve Bolşevik Partisi bulunan modern revizyonist inkarcılık Marksist öğreti ve fikirleri gözden düşürücü bir etki yapmaktaydı. Sovyetler Birliği ve Bolşevik partisiyle onun ardı sıra sapkınlığa sürüklenen Komünist Partilerin büyük çoğunluğunu ele geçiren modern revizyonizmle sosyalizm ve Marksizmi ayırt edemeyen, ama ülkelerinde sömürü ve zorbalık koşullarının devrime ve devrimci tutum almaya yönelttiği samimi devrimciler, modern revizyonizmin kefaretini en başta ödemek üzere yeni arayışlara yöneldiler. Yaratılan tahribat ve kafa karışıklığı ortamında ikisini birbirinden ayırt edemeyerek, Marksizmin önermesi sandıkları modern revizyonizmin reform ve düzen içi uzlaşmacılık yönelimini reddettiler, bu kuşkusuz doğru ve devrimciydi. Ancak onu reddederken Marksizmin başlıca öğreti ve tezlerini de reddetmiş oldular ve Marksizme sarılıp modern revizyonizmin üstesinden gelmek üzere onunla mücadele yerine yepyeni arayışlara savruldular ki, devrimci samimiyetlerine rağmen “kefaret” ve hataları buradaydı.

Hatanın kaynağını göstermesi bakımından, devrimin objektif ve sübjektif koşulları ile ilgili olarak Fidel Castro, konuşma ve makalelerinden derlenen “Sosyalizmi Kuracağız” başlıklı kitapçığında şunları söylemiştir:

… İnandığımız şeylerden biri, Latin Amerika’daki ülkelerin büyük çoğunluğunda, devrim yapmak için Küba’dakilerden daha iyi koşullar var olduğudur ve bu ülkelerde devrimler gerçekleşmiyorsa, bunun nedeni, kendine devrimciyim diyenlerin çoğunda devrime inanç olmamasıdır…

… Objektif koşullar kitlelerin sosyal ve maddi koşullarıyla, yani toprağın işlenmesinde feodal sistem, işçilerin insanlık dışı sömürülmesi, sefalet, açlık, vb. ile ilgilidir; sübjektif koşullar ise halkın bilinç düzeyi ile ilgili olanlardır…

Davaya derinden bağlı, teoriyi bilen ve onu olgularla bağlantılı olarak yorumlayabilen, inançlı devrimciler, ne yazık ki çok az. Ama eğer, böyle inançlı insanlar bir avuç da olsalar, mevcut olursa, devrim için objektif koşulların var olduğu yerlerde, devrim olacaktır. Çünkü objektif koşulları tarih yapar, ama sübjektif koşulları yaratan ise insandır.[3]

Devrim yapmak için” Küba’daki koşullar, Latin Amerika’nın geri kalan ülkelerinden çok daha olgundu, bunun üzerinde duracağız; ancak diğer ülkelerin koşullarının “daha iyi” olduğunun ve buna rağmen bu ülkelerde devrimin gerçekleşmemesinin nedeninin “devrimci inanç” eksikliğinden kaynaklandığının düşünülmesi modern revizyonizmin ortamı zehirleyici etkisinin sonuçlarını göstermesi bakımından bir örnektir. Çünkü devrimlerin gerçekleşmemesinin asıl olarak inanç eksikliğine bağlanması, hem “devrimci durumu” tanımlayan objektif koşulların, hem sübjektif koşulların ve hem de bu ikisinin ilişkisinin doğru ele alınmadığını kanıtlar.

Objektif koşullar” dendiğinde, “kitlelerin sosyal ve maddi koşullarıyla, yani toprağın işlenmesinde feodal sistem, işçilerin insanlık dışı sömürülmesi, sefalet, açlık, vb. ile ilgili” toplumsal koşulların anlaşılması konuyla ilintili sayılamaz. Bu sayılanlar toplumun genel koşullarıdır; bu ve benzeri koşullar her sömürücü toplum için geçerlidir. Ancak devrim ve “devrim yapmak”la ilgili olarak üzerinde durulması gereken koşullar, bu genel sömürü koşulları değil, ama “devrim için elverişli bir durum olmaksızın devrimin olanaksız” olduğu “devrimin objektif koşulları” ya da aynı anlama gelmek üzere “devrimci durumu” niteleyen koşullardır ki, bunları Lenin ayrıntılarıyla sıralamıştır: “Yönetenlerin eskisi gibi yönetemediği ve yönetilenlerin de eskisi gibi yönetilmek istemedikleri…, bunların bir sonucu olarak ezilen sınıfların bağımsız tarihsel eyleminde oldukça büyük artış olduğu koşullar.

Devrim yapmak” ya da devrimin başarısı, en başta, –özellikle sömürülen kitlelerin gözünde olağanlaşmış– her günkü sömürü koşulları ve sonuçları olan açlık, sefalet gibi kapitalizmin kötülük ve neden olduğu haksızlıkları değil, bu, yönetenleri de yönetilenleri de etkileyen ve yığınların sokağa dökülmelerine yol açan ulusal bunalımla karakterize devrimci durumların varlığına bağlıdır. Küba’da 1956-58 arasında bu koşullar fazlasıyla var ve olgunlaşmışken, başta Bolivya’da Che Guevara olmak üzere devrimci öncülerin büyük fedakarlıklarla “devrim yapmaya cesaret edip” zorlamalarına rağmen, geri kalan Latin ülkeleri ve bu arada örneğin Türkiye’de, olanca olumsuz sonuçlarıyla birlikte yoğun kapitalist sömürü koşullarının varlığına karşın Küba’nın ardından ikinci bir devrim gerçekleşmemiştir. Nedeni; Bolivya’da Che ve örneğin Türkiye’de Denizlerin devrime olan inançlarının zayıflığı kesinlikle değildir. Bütün samimiyetleriyle ve ölümüne halka ve devrime bağlı devrimcilere haksızlık etmek ne başkalarının ne de Castro’nun hakkıdır. Başarısızlığın nedeni Küba Devrimi’nin oluşturduğu heyecanla onu tekrar etmek üzere dünyanın dört bir yanında silaha sarılmış devrimciler heyecan ve inanç eksikliklerinde aranamaz.

Küba’daki başarı ve ama “model”in tekrarlanmasına çalışılan başka ülkelerdeki başarısızlığın nedeni devrimci niyet ve inanç eksikliğinin dışındaki şu iki temel noktadadır: 1) Sübjektif koşulun silaha sarılmaya hazır olan ve sarılan küçük bir grup ve bilinç ve örgüt düzeylerinden ibaret sayılması. “Öncü”nün bir parti ya da gruba indirgenmesi. Ve 2) Olgun ya da olgun olmayışı önemsenmeyerek, varlığı kapitalist sömürü koşulları ve sonuçlarının varlığına indirgenen objektif koşulların yetersizliği.

Her devrimde öncü bir parti ya da grubun varlığının, programının, programını temellendirdiği toplumsal gelişme yasalarını kavrayışının ve harekete geçen yığınların eylemini yönetip yönlendirme yeteneğinin önemi yadsınamaz. Ancak bundan anlaşılacak şey, yönetip yönlendirme pozisyonunda olacağı/olması gerektiği yığınlar ve hareketinden kopuk ve kendi adına bir “öncülük” olamaz. Söz konusu olan burjuva egemenliğin tasfiyesine yönelmiş bir devrim ve sosyalizmse, burada öncü parti ya da grubun “kapitalizmin mezar kazıcısı” işçi sınıfının örgütü olması zorunluluğu bir yana, “öncülük” işlevi sadece bir parti ya da gruba indirgenemez, öncülük ya işçi sınıfının elinde olacaktır ya da bir başka burjuva ve küçük burjuva sınıf ve temsilci ve sözcülerinin. Partisi ya da partileşmenin geciktiği belirli özel koşullarda bir grubun yönetimindeki işçi sınıfı, devrimi, öncülüğünü gerçekleştirip geri kalan sömürülen sınıf ve tabakaları peşinden sürükleyerek başarıya ulaştırabilir. Bu nedenle “öncü”nün silaha sarılmış küçük bir gruptan ibaret sayılmaması ve sübjektif koşullar dendiğinde, tartışmanın, bu küçük grup ve onun inanç ya da inançsızlık durumuyla sınırlanmış bir tartışma olarak ele alınıp yürütülmemesi gerekir. Doğrudan ya da kesintisiz olarak sosyalizmi amaçlamış bir devrimin öncüsü şu ya da bu “öncülük” iddiasındaki bir grup değil, ama ancak işçi sınıfı olabilir.

Türkiye’de Küba Devrimi’nden etkilenme ve küçük silahlı gruplarla “devrim yapmaya” girişme yıllarında, bir yandan devrimde “işçi sınıfı önderliğinin objektif ve sübjektif koşulları”nın olup olmadığı tartışılıyor, bir yandan da bu koşulların olası eksikliğini de karşılamak üzere, ama asıl olarak devrimi “kitlelerin eseri” olma yerine küçük silahlı gruplarının inancı ve “devrim yapmaya” cesaret edip inisiyatif alması sorunu olarak ele almanın ürünü olarak “ideolojik öncülük” görüşü savunuluyordu. İşçi sınıfı öncü olmasına öncüydü; ancak bu öncülük, işçi sınıfı ideolojisine sahip silahlanmış grupların öncülüğünde somutlanırdı! Öncülük, işçi sınıfı “adına”, onun çıkarlarıyla programını savunan “devrimci öncüler” tarafından üstlenilebilirdi ve üstlenilmeliydi!

Bu anlayış başarılı Küba Devrimi’ne öncülük etmiş Castro’ya dayanır ve aslında ondan ve komutanı olduğu Küba Devrimi’nden esinlenerek ileri sürülmüştür.

Castro, çünkü işçi sınıfı yerine halkı koyup daha da genelleştirerek “sübjektif koşullar halkın bilinç düzeyi ile ilgili olanlardır” demesine karşın, hemen aynı yerde, sübjektif koşulların varlığını “inançlı devrimciler”in varlığına eşitleyerek “ideolojik öncülük” tezine dayanak olacak şu görüşü ortaya koymaktadır: “Davaya derinden bağlı, teoriyi bilen ve onu olgularla bağlantılı olarak yorumlayabilen, inançlı devrimciler, ne yazık ki çok az. Ama eğer, böyle inançlı insanlar bir avuç da olsalar, mevcut olursa, devrim için objektif koşulların var olduğu yerlerde, devrim olacaktır.[4]

Türkiye’de ve Küba Devrimi’nin tekrarlanmaya çalışıldığı “yeni devrim modeli”nin savunularak hayata geçirilmeye çalışıldığı başka ülkelerde de “devrim yapmak” üzere silahlanarak ileri atılan samimi devrimciler “sürekli kriz” tezi türünden tezlerle “sürekli devrimci durum”un varlığını ve “devrimin objektif şartlarının hazır” olduğunu ileri sürmüş ve objektif koşulların –Lenin’in önerdiği türden– ayrıntılı bir değerlendirmesini yapmayı gerekli görmeyerek kendilerini her hazır hissettikleri duruma harekete geçmişlerdir. Castro da aynı düşüncededir. Çünkü o da, bir miktar esneme payıyla yumuşatıp tüm ülkeleri katarak genelleştirmekten kaçınsa bile, objektif bakımdan “Latin Amerika’daki ülkelerin büyük çoğunluğunda, devrim yapmak için Küba’dakilerden daha iyi koşullar var olduğu” nu belirtmekte ve “bu ülkelerde devrimler gerçekleşmiyorsa, bununnedeni(nin), kendine devrimciyim diyenlerin çoğunda devrime inanç olmaması”, yani sübjektif koşulların yetersizliği olduğunu düşünmektedir.

Oysa Latin Amerika ülkelerinin çoğunluğunda belirli zaman dilimlerine özgü değil ama genel-geçer olarak “devrim yapmak için Küba’dakilerden daha iyi”, dolayısıyla Küba ile karşılaştırıldığında daha elverişli objektif koşullar olduğunun ileri sürülmesi başlı başına problemlidir. Devrimlerin objektif koşulları ya da “devrimci durumlar” devamlı olarak varolmayı sürdürmez, ancak belirli dönemlerde oluşurlar. Üstelik Küba Devrimi’nin başarısını bu devrimin öncü devrimcilerinin kahramanlığına, Latin ülkelerinin diğerlerindeyse devrimlerin başarıya ulaşamamalarını “devrimciyim diyenlerin inanç eksikliği”ne yorulmasının bir haksızlık, en başta bu devrimlerden ikisine katılarak birinde başarılı olurken diğerinde başarısızlığını canıyla ödeyen Che’ye yapılmış büyük haksızlık oluşu bir yana, bu yorumun temel problemi, Küba Devrimi’nin zaferinin asıl belirleyici etkeni olarak bu ülkede oluşmuş devrimci durumun önemini anlayamamaktır.

c) Küba Devrimi’nin özel koşulları

Küba Devrimi’nin orijinalitesi ve başarısının başlıca dayanağı bu devrimin özel koşullarıdır.

Küba, kapitalizmin az geliştiği, en başta Amerikan emperyalizmine bağımlı geri bir tarım ülkesiydi. Amerika’nın “arka bahçesi” olarak turizmin belirli bir gelişkinliği bir yana, ekonomisi tek ürüne, şeker kamışına dayalıydı ve plantasyonlarda üretim yaygın feodal biçimler de kullanılarak gerçekleşmekteydi. Az sayıdaki devlet yatırımlarıyla kamu hizmetleri alanı ve kuşkusuz şeker ticareti yolsuzluklarla çalkalanır, bunda devlet yönetimini ellerinde tutanlar başı çekerdi.

1933’de bir darbe ile iktidarı ele geçiren Çavuş Batista, ardı ardına iki seçim dönemi ülkeyi yönetti. Anayasal zorunluluk nedeniyle 1944’de “kendi adamı”nı cumhurbaşkanı seçtirerek yönetimini “perde arkasından” sürdürmek istedi, ancak başarılı olamadı. Sonraki iki seçimi muhalifleri kazandılar. Peş peşe başkanlık yapan San Martin ve Prio, yolsuzluklarla kendileri ve yakınlarını zengin eden ve zorbalığı elden bırakmayan bir yönetim uygularken ABD’nin açık işbirlikçiliğini ilke edindiler.

Yolsuzlukların ayyuka çıkmasından yararlanan Batista 1952’de ikinci bir darbeyle yeniden iktidarı ele geçirdi ve geniş bir çoğunluğun desteğini sağladı. Başlangıçta, yalnızca üniversiteliler darbeye karşı tepki gösterdiler. Ancak bu kez Batista’nın işi zordu.

1953’de, ABD, kendi üretimini geliştirmeye yönelerek Küba’dan şeker ithalatını yarı yarıya azalttı. Küba, tek ürünü olan şeker üretimini düşürmek zorunda kaldı. Ülkenin ve başlıca üretici durumundaki kamış kesicilerinin gelirlerinde trajik düşüşler yaşandı. Öte yandan anlaşmaları yapılmış olan ve ithal edilen araç-gereç, enerji, gıda vb. maddelerinde “fazlalar” oluşmuş oldu. Özellikle başta gıda maddeleri olmak üzere zorunlu tüketim maddelerine ihtiyaç azalmamış, hatta nüfus artışına bağlı olarak artmıştı, ancak tüketici yığınların alım gücü yetersizdi. Şeker kamışı plantasyonları sahipleriyle tüccarlar da sıkıntıdaydı; ithal mallar ellerinde kalmış, ekonomi olağan seyrinde işlemez olmuş, tıkanmıştı: Kriz.

Moncada Baskını bu krizin dallanıp budaklanmaya başladığı koşullarda gerçekleştirilmişti. Baskın sonrası baskı ve zulüm arttı. Batista’nın vurgunculuğu ve “düzen”i sağlamak için aşırı zulme yönelmesi, öte yandan şeker bunalımının üstesinden gelememesi, muhaliflerini artırdı. En başta orta sınıf, Batista’nın karşısına geçti.

İşsizlik kronik hal almış ve tarımdaki “gizli işsizlik” hesaba katılmaksızın % 20’lere kadar çıkmıştı. Toplam çalışabilir nüfusun % 35’i ya işsizdi, ya kısmen ya da ücretsiz olarak çalışıyordu. Kıtlık ve pahalılığa bağlı olarak uzayan kuyruklar her yanı sarmıştı. Kriz ulusal nitelikliydi ve yöneteni de yönetileni de etkilemekteydi. Üstelik bununla kalmıyor, olağan “barışçıl” dönemlerde seslerini çıkarmadan sömürücülerin egemenliğine boyun eğen yığınlar, onlar tarafından da itildikleri bağımsız tarihsel eylemlere başvuruyor, bu eylemlere katılan yığınlar giderek büyüyordu.

1955 yılı sonlarında, Castro ve arkadaşları henüz Meksika’dayken, kriz koşullarının sonucu olarak şeker sanayisinde genel greve gidildi. Grev, özellikle Las Villas kentinde barikat savaşlarına dönüştü.

Granma Çıkarması’nın herhangi “ortalama sömürü koşullarında” değil ama hangi özel olağanüstü koşullarda gerçekleştirildiğini göstermek üzere, çıkarmadan az sonra, bir Katolik öğrencinin liderliğindeki Üniversite Öğrenci Birliği[5] bir ayaklanma girişiminde bulundu. Mart 1957’de Başkanlık Sarayı’na baskın düzenleyenler, hemen bir ayaklanma başlatamasalar da, kitlesel gösteriler ve başta suikastlar olmak üzere silahlı eylemler aracılığıyla, öğrencilerden başlayarak geniş kitleleri diktatörlüğe karşı bir konuma çekmeye yöneldiler.

‘57’de, iki önemli olay daha yaşandı. Birincisi, 26 Temmuz Hareketi’nin kent örgütlenmesi sorumlusu olan gençlik önderi Frank Pais’in öldürülmesini protesto amaçlı olarak yeniden bir genel grev düzenlendi. Santiago’da barikat savaşlarına dönüşen ve tüm bölgeye yayılan genel grev, geniş yığınların sevgisini kazanmış bir devrimcinin öldürülmesinin ardından, kendiliğinden patlak vermişti ve kitlelerin ve kitle hareketinin siyasallaşma boyutunu göstermekteydi. İkincisi, Eylül’de patlak veren donanma isyanıydı. Halk ve 26 Temmuzcularla birleşen isyancılar, Cienfuegos kentini kısa süreli de olsa ele geçirdiler.

Bu olaylar, herhalde Castro ve arkadaşlarının çağrı niteliği de taşıyan ve sömürülen kitlelere umut veren etkisinden de güç almıştı; ancak, ülkenin içinde bulunduğu patlamaya hazır durumun da göstergesiydi. Küba, bir devrimci durum yaşamaktaydı. Sadece dağlar değil, ondan daha çok kentler ve şeker kamışı tarlaları hareketli, sömürülen yığınlar ayaktaydı.

1958 Temmuzu’nda Batista Sierralar’daki devrimciler üzerine 40 bin kişilik bir ordu ile yürüyüp imhalarını amaçlamışken, dağlardaki 300 devrimcinin 5-6 ay gibi kısa bir sürenin ardından, yıl sonunda, Batista’yı ülkeden kaçmak zorunda bırakmış olması da, ülkede, devrim açısından olağanüstü olgun koşulların bulunduğunun kanıtlarından birisidir. Tartışmasızdır ki, Küba Devrimi, yalnızca “bir avuç devrimci”nin silahlı mücadelesi ve onların inançlı kararlılıklarıyla gerçekleşmemiştir.

Küba’da “bir avuç devrimci”nin, tarihsel olarak son derece elverişli objektif/nesnel koşullarda eyleme geçmiş olmasının ayırt ediciliğini göz önüne almadan ve Küba Devrimi’nin hatalı teorizasyonu aracılığıyla; devrimci inanç ve niyetlerle az sayıda kişinin silaha sarılmasıyla herhangi başka olağan koşullarda da aynı sonuca ulaşılabileceğinin ileri sürülmesi, kuşkusuz ki yanlış ve Marksist olmayan bir tezdir.

KÜBA DEVRİMİNİN DAYANIKLILIĞI ANTİ-EMPERYALİZMİNDE

a) Öncülerin ideolojik niteliği

Öte yandan Küba Devrimi model alınarak objektif koşulları önemli olmadan az sayıda inançlı devrimcinin silahlı mücadelesine dayanılarak “devrim yapma” teorileri, devrimin ardından, Regis Debray’la başlayarak, kimi Marksizmin zenginleştirilmesi ya da aşılması kimi de Marksizm adına ve onun özellikle “3. Bunalım dönemi”ne uygulanması olarak daha çok Küba dışında geliştirilip savunuldu. Ancak Küba’da da bu yönde görüşler geliştirildi. Castro da bu konuda açıklamalar yapıp görüşler ortaya koydu.

Bizzat F. Castro’nun kendisi, devrim öncesi bir yana devrim sonrasında da iki yılı aşkın sessizliğinin ardından, ancak Amerikalıların Kübalı karşı devrimcileri öne sürerek düzenledikleri Nisan’daki Domuzlar Körfezi Çıkarması’nın püskürtülüşünü takip eden 1961’in 1 Mayıs’ında kendisinin Marksist-Leninist, Küba Devrimi’nin de sosyalist olduğunu ilan etti. “1960 yılında SSCB ile kurduğumuz ilişkiler ulus ve devrimci liderlerin fikri olgunluklarını geliştirdi[6] şeklindeki açıklaması bir süre daha sonra geldi.

Devrimci liderlerin fikri olgunlukları”, ’60 öncesinde, örneğin henüz Sierralar’dayken, Marksizm yönünde dönüm noktasına ulaşmamıştı.[7] Yine Castro’nun kendisi, “Dağlarda bulunurken kendimi devrimci sanıp sanmadığımı soruyorsanız, evet devrimciydim. Eğer Marksist-Leninist olup olmadığımı sorarsanız, cevabım hayır’dır. Henüz Marksist-Leninist değildim. Kendimi klasik bir komünist sayıp saymayacağımı sorduğunuz takdirde hayır derim, klasik bir komünist değildim.[8] demekteydi.

Üstelik, sonradan, 1967’de, Castro, dağlardayken Marksist-Leninist olmaması bir yana, Marksistlik ya da sosyalizm yönünde açıklamaların akıllıca olmayacağı gibi zararlı da olacağını ifade etmişti. L. Lockwood adlı Amerikalı gazetecinin “Sierra Maestra’da kaldığınız sıralarda, komünist programını açıkça benimseseydiniz işbaşına gelebilecek miydiniz?” sorusuna yanıtı şöyleydi:

Belki hayır. Zaten akıllıca bir hareket olmazdı. Radikal bir program ilan etmekle bölünmüş bulunan gerici güçlerin devrime karşı birleşmelerini sağlardık. Batista’nın egemen sınıfının ve Kuzey Amerika emperyalistlerinin sağlam bir cephe kurmalarına sebep olurdu. Sonunda da Birleşik Devletler ordusunu yardıma çağıracaklardı…

Ulusun devrimci bilinci işbaşına geldiğimiz zamankinden çok daha zayıftı. O günlerde komünizme karşı haksız inançlar vardı. Halkın çoğu ne olduğunu gerçekten bilmiyordu. Komünizm hakkında, komünizm düşmanlarının anlattıklarından başka bildikleri yoktu. Yoksulluğa katlanıyor, ancak bunun nedenini anlayamıyorlardı. Sorunlar ilmi bir şekilde açıklanmadığı için bunların sosyal temel sorunlar olduğunu anlayamazlardı. Ülkemizde bir milyon insanın okuma yazma bilmediğini hatırlamanız gerekli. Halk yığınlarının sorunları kavrayacak üstün kültüre sahip olmalarını bekleyemezsiniz. Tabii bu şartlar altında programımızın Marksist-Leninist yahut komünist programı olduğunu söylemek birçok zararlı düşünceye yol açardı. Çoğu da gerçek anlamını anlamayacaktı. Biz öğrendikçe halk bizimle birlikte öğrenecekti.[9]

Elde silah, arkasında Amerikalı efendileri olan Batista gericiliğine karşı savaşan önderliği Marksist-Leninist olmadan başarıya ulaşan Küba Devrimi, o halde ne tür bir devrimdir –bu soru Castro’nun sözlerinin hemen ardından kendiliğinden gündeme gelmektedir. Küba Devrimi’nin hem önderliği Marksist bir önderlik değildir, hem Küba halkı sosyalist ya da sosyalizme bağlanmış bir programla mücadeleye çağrılmamıştır, hem de bilinmektedir ki, emekçi halkın yoğun ve eylemli katılımına karşın işçi sınıfı devrimde bağımsız sınıf çıkarlarıyla talepleri ve sınıf örgütüyle yer almamıştır. Bu koşullarda olabilir en iyisi olmuş, Küba Devrimi olanaklı olabildiği kadar ileri gidebilmiş; Amerikan işbirlikçisi Batista iktidarı devrilmiş ve Castro’nun Moncada yargılamaları savunmasında ortaya koyduğu anti-emperyalist demokratik içerikli önlemler hayata geçirilmeye girişilmiştir.

b) Proletarya-burjuvazi ve emperyalizm-ezilen uluslar çelişmelerinin ele alınışı

Tabii ki kişilerin niteliğini, kendileri hakkında söyledikleri ve değerlendirmeleri değil, gerçek durum, eylemlerinin üretim sürecinde ve mülkiyet ilişkileri karşısında ne tür bir yer tuttuğu ve mücadelelerinin sınıf niteliği belirler. Ancak Castro’nun, “Marksist-Leninist değildim”, “klasik bir komünist değildim” derken kendisine ilişkin değerlendirmesinin yaklaşım ve mücadelelerinin işaret ettiği yönde olduğunu söyleyebiliriz. Bunun belirgin bir göstergesi işçi sınıfı ve ezilen uluslarla mücadelelerini ele alıştır. “Marksist-Leninistlik” açıklaması ve devrimin niteliğinin “sosyalist” olduğunun ilanının ardından da sürdürülmek üzere, Küba Devrimi ile bağımsız sınıf çıkarları ve talepleriyle Küba işçi sınıfı arasındaki makas fazlasıyla açık oluşunu sürdürmüş, sınıfın devrime katılımı örgütsüz bir katılım olmuştur. Gerek sınıfın ve emekçi halkın bilinç olarak “geriliği” ve devrimin sosyalist amaçlarını kavrama zorluklarına, gerekse devrimde öncülüğün işçi sınıfı değil devrimciler tarafından yürütüleceğine olan inanç, Küba ve benzeri geri ülkelerde proletarya ve sosyalist amaç ve taleplerinin –hatta “zararlı” sayılıp– dışlanmasına götürüyor; ulusla-emperyalizm arasındaki çelişki kararlaştırıcı tek çelişki ve öne çıkmasında bir yanlışlık olmayan ezilen ulusun anti-emperyalist mücadelesi, onunla birleşen demokrasi mücadelesiyle birlikte kapsayıcı tek mücadele olarak belirmesine yol açıyordu. “Öncü devrimciler”in proleter olmayan sınıf niteliğiyle ulusal bağımsızlıkçı anti-emperyalist halkçılıkları mücadelenin ve devrimin niteliğini kararlaştırıcı bir diğer etkendi.

Bu, başta Castro olmak üzere “devrimci öncüler”in sadece Küba ve benzeri emperyalist bağımlılık ilişkileri içindeki ülkeler ve bu ülkelerle devrim arasında kurdukları ilişkide değil, ama gelişmiş kapitalist emperyalist ülkeler ve bu ülkelerle devrim arasındaki ilişkiye yaklaşımlarında da görülmekteydi. Emekle sermaye, işçi sınıfıyla burjuvazi arasındaki çelişme ülkelerin ve dünyanın gidişatına etki etmediği; dönüştürücü çelişmenin emperyalizmle ezilen uluslar arasındaki çelişme ve dönüştürücü mücadelenin de ulusal mücadele olduğu düşünülmektedir. Küba ve benzeri ülkelerde de, ABD’de de işçi sınıfının, onun devrim perspektifinin, sosyalizm ve sosyalizm mücadelesinin sözünü etmeye pek gerek görülmemekte; ulusal çelişmeler ve mücadele vurgusu yapılırken, işçiler değil, ama Küba gibi ülkelerde “yoksullar”, ABD’deyse zenciler devrimci güç olarak ileri sürülmektedir:

… Ben bir Marksistim ve Marksist olarak, devrimi ancak halk yığınlarının sefaletinin ve umutsuzluğunun yarattığına inanıyorum… Ufak bir azınlık, özellikle zenciler dışında durum böyle değildir Birleşik Devletler’de. Yalnız kitleler sosyal temellerde bir değişiklik yapabilirler, bunu da ancak umutsuz durumlara düştükleri zaman yaparlar. Birleşik Devletler’de bu hal halk yığınlarının başına belki daha birçok yıllar gelmez.

Aslına bakarsanız sınıf mücadelesi Birleşik Devletler’in içinde yapılmamaktadır. Birleşik Devletler’in sınırları dışında idare edilmektedir. Vietnam, Santo Domingo, Venezüella ve Küba dâhil birçok ülkelerde… Kuzey Amerika kapitalistlerine karşı mücadeleye girişen halk yığınları değildir, çünkü Amerika vatandaşının hayat standardı oldukça yüksektir, açlık ve yoksulluk çekmemektedir. Dünyanın diğer ülkelerinde aç ve sefil olanlardır Birleşik Devletler’e karşı mücadeleye girişenler. Birleşik Devletler’de yakın bir tarihte sosyal bir devrim yapılacağı hayal edilemeyeceği gibi, kimse de fakir ve gelişmemiş ülkelerde sosyal devrimlerin meydana geleceğini yadsıyamaz… Birleşik Devletler devrimci hareketlere karşı savaşta yenilgiye uğrayacaktır, çünkü objektif sosyal ve tarihsel koşullar gelişmemiş ulusları desteklemektedir.[10]

Klasik anlamda belki Birleşik Devletler’de asla bir devrim olmayacaktır, daha çok gelişmeler meydana gelecektir. 500 yıl sonra Kuzey Amerika toplumunun bugünküne hiç benzemeyeceğinden eminim.[11]

… Zenci kesim, ABD’de en sömürülen, en ezilen ve zalimce davranılan kesim olduğu için, ABD’de devrimci hareketi canlandıracak olan onlardır, aynı şekilde, ABD’de devrimci öncü de, en kötü davranılan, en sömürülen ve en ezilen bu zenci kesimler arasından çıkacaktır.[12]

Dünya ölçeğinde yürüyen ezilen ulusların ulusal bağımsızlık mücadelesidir, anti-emperyalist mücadeledir; ABD’yi tehdit eden de Amerikan proletaryası hiç değildir, zencilerdir, ama asıl olarak yalnızca ABD tarafından ezilen ve bağımlı kılınan ulusların ulusal mücadeleleridir.

c) Küba’da anti-emperyalist demokratik devrim

Öncülerinin Marksist-Leninist olup olmaması, işçi sınıfının örgütlü olarak katılıp katılmaması ve sosyalizmin perspektif ve azami program olarak benimsenip benimsenmemesi bir yana, Küba’da dört başı mamur bir devrim gerçekleştiği ve gerçekleştiricilerinin devrimci niteliği tartışma dışıdır.

Batista iktidarı devrildiğinde, Castro’nun Moncada Baskını savunmasında ortaya koymuş olduğu program uygulanmak üzere elde hazırdı. Bu, tamamıyla antiemperyalist, özgürlükçü bir programdı; ve “turistik” kumarhane-fuhuş sektörünün dağıtılmasını, iletişim, enerji ve tarım sektörlerini büyük ölçüde ele geçirmiş başta Amerikan menşeli ITT, Shell ve United Fruit Company gibi uluslararası şirketlerle büyük toprakların ulusallaştırılmasını, büyük mülk sahiplerinin el konulan topraklarının dağıtımını ve eğitim, sağlık vb. reformları yapılmasını öngörüyordu.

İktidar alınır alınmaz derhal kira indirimi yasası çıkarılarak, Şubat 1959’da toprak reformu başlatıldı; öncelikle Küba’nın doğusunda 20 binden fazla aileyi kapsayarak ve her aileye 6-7 dönüm toprak düşecek şekilde toprak dağıtıldı. Bu hızlı başlangıcın ardından, Haziran ’59’da yasalaşan toprak reformuyla oluşturulan Tarım Reformu Ulusal Enstitüsü, yıl sonunda 220 bin dönüm toprağa el koyarak dağıtımına girişti.

Daha yasa çıkar çıkmaz protestoya başlayan Amerikan şirketleri ve işbirlikçi burjuvaziye karşı toprak reformunu desteklemek üzere Küba İşçi Konfederasyonu’nun çağırdığı genel greve, çoğunluğu şeker kamışı kesicisi yarım milyona yakın emekçi katıldı. Kitlelerin ayakta olduğu koşullarda gerçekleşen devrim izlediği politikalarla kitlelerle birleşmekteydi.

Topraklara el konulmasından, şeker ekimine yatırılmış yaklaşık 300 milyon dolarlık Amerikan sermayesi de etkilendi ve ABD, Küba’ya, bir notayla, ulusallaştırmanın ancak Amerikalıların el konulan topraklarının bedelinin nakit olarak derhal ödenmesi koşuluyla kabul edilebileceğini bildirdi. Bununla yetinmeyerek, ABD, Küba’dan yaptığı ithalatı 1958’den ’59’a yarı yarıya (1.75 milyar dolardan 900 milyon dolara) düşürdü.

Küba’nın, ABD’ye bağımlılığını azaltma ve dış ticaret ve ilişkilerini çeşitlendirme yönelimiyle, aynı şekilde ilişki ve pazarlarını genişletme peşinde fırsatları değerlendirme arayışında olan SSCB ile, Şubat 1960’da adayı ziyaret eden Mikoyan’la görüşmelerde, vadeli ve düşük faizli 100 milyon dolarlık kredi ve beş yıllık 5 milyon ton şeker karşılığı petrol, demir, gübre ve teknik yardım alımı anlaşmaları imzalaması ABD ile ilişkilerinin bozulması sürecini hızlandırdı.

Amerika, Küba Devrimi’ni bastırmak üzere Domuzlar Körfezi çıkarması hazırlığına girişirken; ulusallaştırma ve toprak reformunun el koyma uygulamalarıysa ABD yatırımlarını da kapsayarak gelişti. Örnekse, United Fruit firmasına ait büyük bir toprak parçasına el konuldu. Karşılık olarak, ’60 Haziran’ında ABD Küba’dan tüm şeker alımını durdurdu. Bu, Küba’nın aldığı önlemleri hızlandırıp sertleştirdi. Yerli ortaklı ya da doğrudan ABD şirketlerine ait olan tüm işletme ve mülklere el konulması olanaklı kılan bir yasa çıkarıldı ve çoğu ABD şirketlerinin elindeki kamu işletmelerinin devletleştirilmesine girişildi. 1960-61’de, elektrik, telefon, şeker ve tütün endüstrileri, bankalar, petrol rafinerileri kapsayarak, tüm büyük mülkiyetin devletleştirilmesi gerçekleştirildi. İkinci bir yasayla ekonomik etkinlikleri denetleyip düzenlemek üzere bir merkezi planlama kurulu oluşturuldu, bir yandan da kooperatifleştirme hareketi başlatıldı.

Yalnızca toprak reformuyla yetinilmeyerek, Moncada savunmasında yer verilmiş olan eğitim alanında da reform başlatıldı. Yeni okullar inşa edildi, eğitim teknikleri değiştirildi, öğretmen yetiştirme programı yürürlüğe kondu ve ülke çapında okuma-yazma kampanyası başlatıldı, kitap ve eğitim malzemeleri öğrencilere parasız olarak sunuldu.

Benzer bir reforma sağlık alanında girişildi ve kısa süre içinde Küba, dünyanın halk sağlığı bakımından en ileri ülkeleri arasına girdi.

Halkın yaşam koşullarının iyileşmesinde doğrudan yansıması bulan bu anti-emperyalist demokratik içerikli reformlar, onları Moncada’dan başlayarak kendilerine program edinen başta Fidel Castro olmak üzere öncülerin devrimci tutum ve inisiyatif alışlarının doğrudan sonucuydular. Ancak şüphesiz reformları sadece devrimci öncülerin inisiyatif ve radikalizmlerine bağlamak Küba halkına haksızlık olur. Sözü edilen reformları sadece benimseyip onaylamakla kalmayan Küba halkı, onları, karşı-devrimci Domuzlar Körfezi çıkarması karşısında olduğu gibi silah elde savundu da.

Küba Devrimi’ni olanaklı kılan devrimci öncülerin inanç, kararlılık ve devrimci eylemleriyle zamandaş olan, birbirini destekleyen ve neredeyse iç içe giren grev, genel grev, gösteriler hatta ayaklanmaları kapsayarak emperyalizm ve işbirlikçi gericiliğe karşı ayağa kalkmış emekçi halkın mücadelesinin birleşmişliği, birbirinden güç ve cesaret alarak ve birbirlerini ileriye doğru itip anti-emperyalist demokratik reformların savunulup sağlamlaştırılması ve Küba Devrimi’nin ilerleyişinin de temel dayanağı olmuştur. “Amerika’nın burnunun dibinde”ki küçük bir ülkenin bu anti-emperyalist demokratik tutum alışı ve devrimci dayanıklılığı, devrimci öncüleriyle halkının neredeyse etle tırnak olmuş birlikleri ve mücadeleleriyle olanaklı olmuştur.

Bu dayanıklılıkta, kendi yönünden arayışlar içinde olan Sovyet modern revizyonistlerinin her halükarda Küba’ya sundukları desteğin de bir payının olduğu, bu desteğin en azından Küba’ya yönelik Amerikan saldırganlığını dengelediği kuşkusuzdur. Ancak bu “destek” aynı zamanda Küba’yı bağımlılaştırıcı ve şeker üreticisi bir ülke olarak tutup gelişmesinin önünü kesici, örneğin Kübalı gençleri Afrika’da Sovyet yayılmasının çıkarları uğruna “paralı asker” olarak kullanıcı bir “destek” olmuştur. Sovyetler Birliği’nin çöküşünün ekonomisini tek yönlülüğe mahkum ettiği Küba’yı özellikle iktisaden ciddi zorluklarla yüz yüze getirmesine karşın, devrimci öncüleriyle halkının anti-emperyalist demokratik mücadeleci birliği, sonrasında da, günümüze kadar Küba Devrimi’nin dayanıklılığının başlıca unsuru olmayı sürdürmüştür.

Öncülerinin Marksist-Leninist ve devrimin niteliğinin sosyalist olup olmaması ayrı konudur; ancak 1959 Ocak’ından bu yana emperyalizmin karşısına dikilmiş Küba ve devrimci öncülerinin devrimciliği tartışma konusu edilemez, Küba Devrimi karşısındaki tutum ancak destek ve dayanışma tutumu olabilir.

[1]Lenin, Sosyalizm ve Savaş, sf. 102, Sol Yayınları, 6. Baskı

[2]Lenin, “Sol” Komünizm Bir Çocukluk Hastalığı, sf. 89, Sol Yayınları, 3. Baskı

[3]F. Castro, Sosyalizmi Kuracağız, Temmuz 1966’da yayınlanmış “Gerçek Devrimci Yol” başlıklı makaleden.

[4]Sadece“devrim yaparken” değil, iktidar alındıktan sonra da, ülkeyi ilgilendiren çeşitli kararlar alınırken kitlesel örgütleriyle halka hiç danışılmadığını ve görüşlerinin alınmadığını söylemek haksızlık olur; ama “öncülük” kadar sorumluluğun da örneğin işçi sınıfının değil ama “devrimciöncüler”in olduğu daima vurgulanmıştır: “Devrimciler nerede görevlerini yerine getirmeyi bilmezlerse, halklarının önünde tek sorumlu, tarih önünde tek sorumlu onlar olacaktır, çünkü karar verip eyleme geçmesi gereken onlardır.” F. Castro, Sosyalizmi Kuracağız, sf. 83, 27 Temmuz 1967 Havana konuşmasından.

[5]Katolik öğrencinin liderliği” küçümseme konusu edilmemelidir; Moncada Baskını’ndan birkaç yıl öncesine kadar Fidel Castro da, yolsuzluklarla ilgili bir radyo konuşması sırasında protesto amaçlı olarak dinleyicilerin önünde intihar eden Chibas’ın önderlik ettiği ahlakçı ve yolsuzluk karşıtı bir tutum içinde olan Ortodoks Parti’nin üyesi ve adayıydı.

[6]Fidel Castro Konuşuyor, sf. 16

[7]Ve üstelik, en azından şimdi açık olarak biliniyor ki, Küba ile ilişkilenmesi Kübalı “devrimci liderlerin fikri olgunluklarını geliştirdi”ği düşünülmüş olan SSCB, 1960’ta Kruşçev’in liderliği altında çoktan Marksizme kara çalarak modern revizyonizm çukuruna yuvarlanmış bulunmaktaydı.

[8]Agy, sf. 23

[9]Agy, sf. 23-24

[10]F. Castro Konuşuyor, sf. 31-32, 36, Vurgular bizim

[11]Agy, sf. 64, Vurgular bizim

[12]Sosyalizmi Kuracağız, sf. 42, Vurgular bizim